Paylaş
Masa lambasını spot ışığı yapar, elime gitar yerine raket tutuştururdu.
Yataklar sahneler kadar yüksekti o zamanlar.
“Çık” derdi, “Dans et, bağırarak şarkılar söyle. Whitney Houston gibi korkusuzca söyle.
Madonna gibi korkusuzca şarkı yaz. Michael Jackson gibi korkusuzca dans et.”
Odanın ışığını kapatıp, “E hadi” diye beni ışıkların altında durmaya iten ilk o oldu.
Yaramazdı.
Haylazdı.
Muzırdı.
Çilliydi.
Kavaklıdere’de bir apartmanın terasında otururdu.
Saksıdan aldığı toprağı, apartmana girenlerin kafasına denk getirmek için balkon tırabzanlarında bekleyen türdendi.
Annesi parkta zor baş ederdi onunla.
Trende kendini “Adım Sibel” diye takdim ederdi.
Sınıfında sarışın ve balerin Sibel vardı. Demek ki o olmak isterdi bazen.
Herkes uyurken, annesinin rujlarıyla parkeleri boyardı.
Komşuya oynamaya gideceği zaman, komşu kırılacakları kaldırırdı.
Sonra ısırma huyu vardı.
Babası askere giderken saçlarını kazıttığında, “Hayır bu benim babam değil” demişti.
Onun babası, gitar çalıp, şarkılar yazan, uzun saçlı yakışıklı bir adamdı.
Askerdeyken ona, “Kızım kızım güzel kızım/ ilk göz ağrım yürek sızım/ senden uzak çaresizim/ bu da benim alın yazım” diye şarkı yazmıştı.
Kafasına basınca, Niiiloştan! diyerek yürüyen bir bebeği, Almanya’dan dayısının getirdiği kocaman bir kaset çaları vardı.
Aytekin dedesi onu bazen girilmez yazan nehirlerde yüzüp, piranalara yem olan insanların olduğu filmlere götürdü.
Korkarsa çıkarlardı. Gider dondurma yerlerdi.
Kuğulu Park’ta kuğulara ayaklarını uzatır, ne kadar ısırabileceklerini merak ederdi.
Sınıfta okumayı en geç o öğrendi.
Tahtanın üzerindeki fişte “Ali topu at” yazdığını anlayana kadar dört mevsim geçti.
10 yaşlarındayken, onu bir trene bindirip, İstanbul’a getirdiklerinde, trende bahar alerjisi başladı.
Her şeyden kopuyor olmak ona alerji yapmıştı.
Hâlâ her bahar, peş peşe yüz kere hapşırır.
Bana hayal kurmayı o öğretti.
Hep şarkı söyleyip dans edeceğime dair benden söz aldı.
“Bana bak söz mü” dedi. Söz dedim.
Babasına hayrandı bence.
Babası gibi gitarla beste yaptığında 11 yaşlarındaydı.
Elvis şarkıları söylemekten bıkmıştı.
Bir de kendim deneyeyim demişti.
Kendi şarkılarını söylemek onu rahatlatmıştı.
Sanki laf taşımaktan yorulmuş, diyeceğini diyebilmenin gücüyle kanatlanmıştı.
Sonra bir daha hiç susmadı zaten.
Kaydettiği kasetleri buldu annem geçenlerde.
Evde çantalar dolusu kaset.
Korkusuzca, kimse dinlesin diye değil, kendini duysun diye yazdığı şarkılar.
Çocuk sesinde, özgürce dans eden ruhu!
Evet daha fazla anlatmama gerek yok, anladınız.
O benim hem çocukluk hem de büyüklük kahramanım.
Çocuk Nil.
Benim çocukluğum o.
Nil Hanım’ın çocukluğu. Küçük Nil. Seksenbeş’ti ilk okul numarası.
Yıllar geçtiğinde ikinci sözü, edebiyat öğretmenime verdim.
Mezuniyet töreninde bangır bangır müzik çalarken, kulağıma bağırmıştı.
“Eğer bir gün yazmazsan sana hakkımı helal etmem.
Söz ver bana, yazmaya devam edeceksin” diye.
Ben de söz verdim. Şarkı yazmayı saymazsak, 14 yıldır her pazartesi Kelebek’te bu köşeye yazıyorum.
Yazdıklarım aslında küçük Nil’le olan konuşmalarımdır.
Ben ona öğütler verecek yaşa geldim ama bu kıza ağzını açıp bir şey söylemek ne mümkün.
Büyüdükçe bana çekidüzen vermeyi elden bırakmadı.
Gerçek olmayan şeylerle, gerçek olanları pirinç taşı ayıklar gibi en kolay o ayıklar.
Aramızda ağaca çıkmış olan, kelebek yakalamış olan, fasulye büyütmüş olan o.
Benden hızlı koşar.
Benden dikkatli dinler.
Ellerini çırparak ve bağırarak heyecanlanır.
Bunlar büyüdükçe bıraktığın şeyler.
Bir şeyini bana fena bulaştırmış yalnız, o da kahkahası. Her kahkaha attığımda, onun kahkahasını duyuyorum.
Onun defterleri vardı. “Bu yaz Nil’de değiştireceklerim” yazardı.
Alt alta sıralardı, sanki kolaymış gibi.
Her daim değişebileceğine inanır ve değişmiş hali gibi davranırdı.
Kendine ait bir erdemi vardı yani. Kendini çekiştirip dururdu.
Daha iyi Nil’ler olabileceğini bilirdi.
En güzeli neydi biliyor musunuz, Nil’ine sonsuz güvenir ve inanırdı.
Onun yaktığı o ateş hâlâ içimde, sıcacık çıtırdar.
Nil’i kolundan tutup, gitmeye cesaret edemeyeceği yerlere sürüklemiş olan odur.
Nil’e hâlâ gerçek olan şeylerle, gerçekmiş gibi yapanları gösteren odur.
Nil’in hayalini kuran ve o hayale giden yolu aydınlatan meşaleyi ilk yakan odur.
O kulağıma fısıldamasa, burada asla yazamazdım her pazartesi.
O kulağıma fısıldamasa, bu yazılardan derlediğimiz kitaplar bulmazdı yüzbinlerce okuru.
İşte bu yüzden hem siz okurlarıma hem ona bir teşekkür babında, yeni kitabımızın adı oldu:
Nil’e Hayat Dersleri.
Paylaş