O kadar da genç değildim yani.
Albümde, ‘Evlenmek gerek’ diye bir şarkı vardı.
30’a yaklaşıyordum ve 30’un suratıma evleeen diye haykıracağından emindim.
Buna isyanım vardı.
‘Yaşım geldi / annem dedi / onun gibi / evlenmek gerek. / aman gün almasın/ 30’undan/ bir tane bulunsun aynı/ babasından’ diye başlıyordu.
Nakaratta da basıyordu çığlığı.
Mazhar abi bana, ‘şarkılarında sakin sakin gidip, sonra nakaratta Çaykovski gibi çığlığı basıyorsun’ demişti.
‘Anne benim koşmam gerek/ istemiyorum pilav yapmak/ sana bir de torun gerek/ istemiyorum çocuk bakmak/ anne ben aşka inanmam/ önce aşık olmam gerek/ gözyaşlarıyla sulanmam/ evlilik benim solmam demek’ diye avaz avaz bağırmıştım.
Hayattaki bütün seçimlerini babası yapmıştı.
Onun giremediği okullara girmiş, onun koşamadığı maratonları koşmuş, onun yarım bıraktığı piyanoyu tamamlamıştı.
Fakat tuhaf bir şekilde, tekerleklerini rayda hissetmiyordu.
Kendi yolunda, virajlarında gitmiyordu.
Zaten bu yüzden de işler yolunda gitmiyordu.
Hayatı akmıyordu. Yelkenleri rüzgar almıyordu bir türlü.
Sonra birden, bir başkasının rüyasını gerçekleştirmekte olduğunu fark etti.
Doğum günümün ayı. Yaza son noktayı koyar. Şimşekleri çakar.
Yağmurları bütün gün yağdırır ve rüzgara engel koymaz. Göğe gri tülünü çeker ve işte sonbahar geldi dedirtir. Yazın o sıcak tavasından inmek benim hoşuma gider.
Sonbahar çocuğuyum ne de olsa. Kafamı toplar, işime gücüme dönerim.
Sürekli gölge peşinde koşmaktan kurtulmuş olmanın güzel serinliğiyle havalanırım.
Biliyorsunuz beni, düşünmeden edemiyorum bir sürü şeyi, fakat bu sonbahar, düşünceyi savmayı öğreniyorum.
Düşünceler eskiden kralımdı, onun indirdim, artık kraliçem an’lar.
Anların da arası düşünceyle pek iyi değil, çünkü düşünceler ya geçmişten ya gelecekten gelen büyük harfli cümlelerden oluşuyor genelde.
An’sa şuracıkta olup bitenin küçük harfli hali.
Herkesin yalnız kendisiyle olduğu bir zamana ihtiyacı var.
Sadece Yasemin. Sadece Gökhan. Bir tek Ebru. Bir tek Emre. Her gün bir saat olur, bir hafta sonu olur, haftada bir gün olur. Tek ben.
Benim benimle zamanım. İster yürürüm, ister uyurum. İster gezerim, kendime bir şey ısmarlarım. İster okurum, ister dururum. Anlatmayacağım.
Anlatamayacağım da zaten. Bir tek kendim bileceğim.
Bir deli gibi gerekirse sesli halde, kendimle konuşacağım.
“Nasılsın ya Taner” diyeceğim, “Çilek ister misin” diyeceğim. “Aklında ne var senin güzelim” diyeceğim.
Başkasının kamerasına oynamayacağım, rol kesmeyeceğim. Bütün kendiliğimi gözler önüne sereceğim.
O sırada kendimden bir şeyler çıkarmaya, oymaya kakmaya da çalışmayacağım.
Yuval Harari, son kitabı “21. Yüzyıl İçin 21 Ders” kitabında, “Artık okullarda çocuklara yastığa pamuk doldurur gibi bilgi tıkıştırmayın” diyor.
İnfo denilen şey, yani bilgi, artık teknolojinin elinde.
Bilgi her yerde. Onu öğrenmek için, bir insanın bizi bir sırada 45 dakika boyunca hareketsiz tutarak oturtup anlatması gerekmiyor.
Okul artık bilgiyle ne yapılabileceğini göstermeli mesela.
Bilgiyi nasıl değişik işleyebileceğini. Çocuklar zaten bilgi bombardımanından çıkıyor her gün.
Havadaki tozda bile bilgi var. Bari okulda nefes alsınlar.
Önemli bilgiyle önemsizi ayıklamayı öğrensinler mesela.
Hiç söylemiyoruz, hatta hiç ihtiyacımız yokmuş gibi yapıyoruz.
Bunu söylemek bize fazla romantik geliyor belki.
Duygusal bile değil, duygu bulutlarıyla yüklü. Fakat çoğu zaman ihtiyacımız var işte. Doğruya doğru.
Kimden, nereden öğrendik bilmiyorum ama bu başını dik tutmak, kendi kendine yetermiş gibi davranmak bir gurur meselesi oluyor.
Ayağımıza dolanıyor sonra.
Hayat yağmurluyken, su birikintisine düştüğümüzde kalkmak için de, güneşli bir sabah serin bir denize girmek için de, gözlerimizden yaş gelene kadar gülmek için de, sevildiğimizi severek hissetmek için de, sevdiğimizi sevilerek yaşamak için de, bir sırrı boşluğa bırakıvermek için de, kendimize çekidüzen vermek için de, güzel bir haberi koşa koşa vermek için de, o şarkıda kalkıp dans etmek için de, kahvaltıda yumurtaya ekmeği banmak için de birine ihtiyacımız var.
İtiraf edelim başkalarına ihtiyacımız var. Ayıp değil, günah değil, azalmak değil bu.
Son yıllarda kimsenin birine bu cümleyi kurduğunu duymamıştım.
Yok ben bu akşamki yemeğe gelmiyim diyen, tamam karıcım, peki sevgilim diyen, alırım gelirken dediklerini diyen kılıbık oluverir.
Her erkek, hayatının bir yerinde bu lafı duyar.
Arkadaşları kahkahalarla, parmakla göstererek bunu söyler, gözlerinin yere inmesine sebep olurlar.
Eşlerinin seçtiği gömlekle bir kenara oturur, bu lafın altında küçük küçük ezilirler.
Erkek dediğin sadece kendi lafından çıkmamalıdır ama işte öyle olmamıştır kazın ayağı.
Kılıbık kelimesi, şakacı ve masum görünmekle beraber, çarpınca yaralayan kelimelerdendir.
Peki neden, erkeğin sözünden çıkmayan kadınla dalga geçeceğimiz bir kelime yok?
Neden ona da ‘alıbık’ demiyoruz mesela?
Hiç konuşmadan ve göz göze gelmeden, hazırlanıp çıktık.
Biraz yürüdük...
Sonra o gong sesini duyunca, yaklaşık 30 kişinin daha olduğu bir odaya girip, yoga mat’imizin üzerine oturduk.
Zeynep’le önce nefes çalışması sonra da biraz meditasyon yaptık.
Yine gong çaldı.
Sessizce, birbirinin yanından akan nehirler gibi, çıktık ve kahvaltının verildiği büyük terasa gittik.