Paylaş
Derin bir nefes verdi.
Bunca yılın telaşından tutulan kaslarını esnetti.
Belki de uzun zaman sonra, hiçbir şey yapmamanın güzelliğinin tadı geldi ağzına.
Duruyordu. Sonunda.
Dışarda yağmur yağıyordu, uzun uzun yağmurun sesini dinledi, çayından bir yudum aldı.
Geçmişin musluğunu açmayacaktı.
Oradan içeriye hep çamurlu su akardı. Olanlar olmuştu, olacak olanlar da olacaktı.
Bazen olmuş olanların bitmiş olmasına, olacak olanların da nasılsa olacak olmasına kendini bırakmak gerekirdi.
Şimdi o gürüldeyip, sürükleyen akıntı durduğuna, sular durulduğuna göre, tırnaklarımızı tutunduğumuz şeylerden söküp, şöyle suda kendimizi sırt üstü bırakmak iyi olacaktı.
Tam da öyle yaptı ruhum, kendini sırt üstü bırakıverdi.
Hiç korkmadan.
Üzerine aylarca yağmur da yağsa, öyle yatıp bulutları izlemeye hazır olduğunu hissettirdi bana.
Bu hisle gurur duydum.
Bu hisse yaslandım.
Geçen gece uyumakta zorlandım, endişeler kaşlarımın üzerinde sivrisinek gibi vızıldarken, buhran gelip bütün ağırlığıyla göğsüme oturdu.
Sinekleri kovalasam, buhran bastırıyor, buhranı kaldırmaya çalışsam sinekler vızıldıyordu.
Karanlıkta kendi kendime cebelleşiyordum.
İşte tam o sırada ruhum geldi, bırak dedi mücadeleyi.
‘Ağırla endişelerinle buhranlarını.
Aç kapıyı, kapıya vurup durmasınlar, içeriye almazsan çekip gitmezler.’
Ben de kabul ettim onları mecbur. İçeri girdiler, vızıldayıp bastılar, basıp basıp vızıldadılar.
İzledim onları.
Anladım dertlerini. Dinledim bağrış çağrışlarını.
Sonra uyumuşum. Sabaha yoktular.
Güneşsiz bir sabaha, içim ışıl ışıl uyandım.
Saat takmıyor ruhum. Takvime bakmıyor.
Haber okumuyor. Gelecek bir günü beklemiyor.
Şiir okuyor, kuş dinliyor şarkı söylüyor. Takviminde günler yazmıyor.
Bülbüller ötüyor, çiçekler açıyor, ipek böcekleri yumurtadan çıkıyor.
Geçen gün ‘kuğu fırtınası’ yazmış bir yere.
Merak ettim, nedir ki kuğu fırtınası.
Sessiz oturmayı öğretti bana. Adına meditasyon filan demiyor.
Nefes al, say, bırak demiyor.
Otur diyor şu mindere, kapat gözünü, kal bakalım kendinle bir süre.
Sonra elime bir kağıt kalem tutuşturuyor, yaz diyor, çiz diyor.
Çiçek çizdim dün, sapsarı.
Geçen gün beni çağırdı gittim. Pencereden bir ağacı gösterdi, bak bu ağaç çok korkuyor dedi. Yahu ağaç korkar mı hiç demedim.
Kuğu fırtınası varsa, ağaç da korkar. Nereden anladım biliyor musun dedi...
Bak gövdesinden kirpi gibi bir sürü dal çıkarmış. Kendini kaktüse çevirmiş neredeyse.
Peki dedim neden korkar bir ağaç?
Eğer bir meşeysen ve yanında kökleriyle suyunu içip bitiren bir kayın duruyorsa ve o kayın bir de yapraklarıyla güneşini örtüyorsa korkarsın.
Ağaçlar okula da giderler dedi sonra.
Yok artık bu kadarı da fazla diyecektim ki, elime Peter Wohlleben’in “Ağaçların Nasıl Konuştuğunu Duyuyor musun?” kitabını tutuşturdu.
Şimdi 44. sayfadayım.
Elma ağaçlarının neden yalnızlığı tercih ettiğini anlatıyor.
Her gün bir müzik eserini dikkatle dinliyor. Başka hiçbir şey yapmıyor o sırada.
Bir şarkıyı baştan sona hiçbir şey yapmadan en son ne zaman dinlediğimi hatırlamıyorum.
Onunla oturup ben de dinlemeye başladım. Kaynağını buldum.
Spotify’da ‘year of wonder’ diye bir liste var.
Her güne bir klasik eser var içinde.
Her gün dikkatle birini dinliyor, kitabı da var, açıp okuyor o eserin nerede, nasıl, kim tarafından yazıldığını…Kucağına kıvrılıyorum bana okuyor.
Bu bitince bulutları öğreniriz, her güne bir bulut kitabım da var dedi.
Her sabah gidip onun o duru kaynağından içtiğim suyla, evin içini yeşertmeyi ve kalbime tekrar şarkı söyletmeyi başardım.
Belki de bugünlerde dinlememiz gereken haberler değil de, böyle şeylerdir.
Paylaş