31 Ocak 2005
Bakın duyması ne kadar güzel:<br><br>En iyileri sensin... En yetenekli sensin...
En güzel sensin...
En başarılı sensin...
En orijinal sensin...
Senden bir tane daha yok...
Gerçek olamazsın, sen şaka falansın!
Bunlar ağızda güzel bir tat bırakır fakat beyinde yağ yapar. Bu yağlar acilen atılmazsa beyinde selülite dönüşür. Beyni selülitlenmiş biri, giderek daha fazla yağ ihtiyacı duyar. Bunların ve bunları söyleyenlerin kölesi olur. Bu doymuş yağları duymaya doyamaz diyelim.
* * *
Peki bu güzel sözlere tırnaklarımızla tutunmayalım da napalım? Selülite karşı beynimizi düzenli olarak şu sözlerle yıkayalım:
En iyisi olmak için çok çalışmam lazım...
Yetenekli olmayabilirim...
Güzellik, yıllara endeksli enflasyonda beş para etmez...
Başarmam lazım...
Orijinal bir parçam var mı ki?(Şarkı anlamında da kullanılsın)
Benim gibi çok var, nasıl ayrışıcam?
Bunlar ağızda ekşi bir tat bırakır. Ama beynini bunlarla yıkayan kendini taze tutar. Selülitsiz bir beyinle ve bacaklarla koşar da koşar! Çünkü o, bir türlü yetişemediği bir şeyin yolcusudur. Tek isteği biraz yol almak olan biri, çok yol kat etmiş olur. Bunun diyeti kendinin hep ham olduğunu kabul etmektir. Böyle ham kalmak yağları yiyip yiyip, şişip şişip piştiğini zanneden çiğlerden olmaktan iyiydir.
* * *
Örnek: Benim gibiler aslında, kendilerini Tibetteki yak yağından bile ağır yağlarla kızartmak isterler (bu ham oldu). Fakat burada bir tuzak vardır. Borsada nasılsa değerim gitgide artıyor diyenler batar. İnsanın ekolayzırını her gün yeniden ayarlaması gerekir.
Dışsesler iyi ya da kötü kısık tutulmalıdır. Sizi nakarat nakarat övgülere boğan koroları iyice kısınız. Koşturan, gitgide hızlanan ritimleri açıp onlara dans etmeye çalışınız. İntro bölümüne güzel melodili bir kanal açınız. İntro bölümünü loopa alıp binlerce kere dinleyiniz. Başlamakla bitirmek kapı komşusudur. Arası bir limondur. Dünya yuvarlaktır.
Burada (hep sınıfta k)alınacak ders hangisidir?
a. ‘101: introduction to myself’ (kendime giriş)
b. Literature literature literature (edebiyat)
c. 404: me, myself and Irine (ben, ben ve irin:)
d. Electives (seçmeliler, maymun iştahlılar için)
Ve cevap mfö’den geliyor:
Peki peki anladık, sen neymişsin be abi!
a a a!
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2005
Ne? O teleskiden ben ayağımda bunlar varken inemem, düşerim hemen. Naaani naaani ambulans da çıkamaz bu dağın tepesine! Karların ortasında başım yarık, bacaklarım kırık kalakalırım. Hem de ecnebi memlekette. Bunlar İngilizce de sevmezken bir de.
Öyle dönemiyorum. Bakmayın düşüyorum. Odamda biraz üşüyorum.
Hikayeyi biraz başa alayım: Antoni ve bir snowboard öğretmenidir. Ben yaşını tahmin etmem gerektiğinde 35 dedim bozuldu, çünkü 25. Antoni’nin 20 Ocak öğlene doğru dört öğrencisi olur. Vazgeçmeye hazır, işin eğlencesinde tipler. Ama hepsi hop diye atladılar, pat diye yere döküldüler, sağa ve sola saptılar birer birer. Ama Antoni onları sıraya dizip tek başlarına teleskiye bindirip, dağın tepesine yollamaya kalkışınca kız kopardı yaygarayı. Şiiri var kızın:
Kızarırdı kızardı ne de olsa oda bir kızdı
Biraz daha başa: Ben bu kış, kışın gelmemesine bozuldum. O gelmezse, ben ona giderim dedim. Az uçtum, çok gittim. Dere de düz değildi, tepe de. Bu kış oturur dağların ucunda. Jack jack, dur gitme. Dönüşte bizi alırsın buradan yine. İndirirsin mevsimini şaşırmış bir yere, ok? Biz beyaza bulanmış ayaklarımızla içimizdeki kuzuların evine girmeye çalışacağız. Ah Jack sana şunu Fransızca yazabilseydim, Alain de Botton beni beğenir miydi dersin?
* * *
Bunun da başı: Aaaaaaa! Yaşasın amazondan Alain de Botton’un ‘the art of travel’(seyahat sanatı) kitabım gelmiş. Kapağı ne güzel. Oraya da gideyim, buraya da gideyim. Ta ki dünya gibi yeşerip, gitgide sığlaşıp derinleşip, su buzulları eritene kadar. Enlem boylam hesabı yapmadan, öyle deli danalar gibi batıdan doğuya dönüp durmadan, oturaklı bir duruş bulana dek.
O günün de öncesi: Ben New York’a gitmeseydim, ben özgürüm diye şarkı yazamazdım. Niyeymiş? E, çünkü özgür değildim. Ben yağmurda, ayağıma iki numara büyük ayakkabılarla ve tül eteklerle, kaldırımlarda Village’e doğru koşarken ‘ben’oldum. O taksi şoförleriyle o meşhur diyaloğ yaşanınca ‘öz...’ oldum. Alo anne ben burada kalıyorum dediğimde de, artık az değildim, ‘gürdüm.’ Bunu geniş zamanlara yayıp ‘özgürüm!’ yapmak artık iki adımdı.
* * *
Şu an: Ağzımda eriyen C vitamini var. Çünkü kışın evindeyim. Pek misafirperver değil. Bugün rüzgar çıkarıp, yürüken gözümüze parmağını soktu. i pod’larımızda güzel müzikler var, ver bakiym seninkini dinleyeyim deyip yuvarlağını döndürüyoruz. Yüksekteyiz, başımızı döndürüyoruz. Yokuş aşağı boardlarımızı döndürüyoruz. Bir hayat vardı bol rutin soslu, az pişmiş kararları olan. Soğuktan faydalanıp, onu da bir güzel donduruyoruz.
Es verdik. Sahiden bütün sanat aradaki boşlukta.
Sus.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2005
‘Şehir’ kelimesini sevmem. ‘Kent’i hiç. İstanbul’la ilgili yazılmış şarkılardan ‘İstanbul İstanbul, taşın toprağın altın’diyen neşelisini sevmem, ‘neden geldim İstanbul’a’ diyen ağlak olanı severim. Erkan Oğur’dan severim. İstanbul’dan gitmek istediğimde, Kavafis’in bir yere gitmiş olmuyorsun diyen şiirini sevmem. İstanbul’dan uzakken severim, evet.
İşte bir şekilde buradasın. Burası Yeniköy’den Tarabya’ya yürüyüp hayatını değiştirebileceğin tek yer. Burası sokakların lavabo gibi yokuş aşağı denize aktığı yer. Burada herkesin bir projesi var. Burada insanlar kafalarını köşeleri dönmeye, kenardan değil ortadan gitmeye yorar. Burası adamı yorar. Lodos varsa iyice yorar.
İstanbul’da 12’den vurursun ama delik deşik de olursun dikkat. Burnun büyür, bacakların hızlanır, bakışların gizlenir. İki tane köprü vardır: ‘İstanbul’dan sana ve ‘senden İstanbul’a, ikisi de çoğu zaman tıkalıdır. Geçişler paralıdır. Aynı sokaklarda gezer durursun, bir aşağı bir yukarı. Oradan oraya savurulursun bir sağa bir sola.
Ey İstanbul’lu sen bunlardan korkmazsın! İyotlanmış, fosforlanmış, egzoslanmışsın. Bir nevi kalkan yapmışsın kendine onlardan. Hani sorarsın bazen, bunca insan neden balık tutar, yürürken yere bakar, gece lambalarını yakar? Yalnızlıktan işte. Burada alan büyük, insanlar büyük, deniz büyük, beklenti büyük. Egonu şişirsen de şaşalı duramazsın.
Burası dünyanın dönerken sürtünen yerlerinden biri. Mavili yeşilli puantiyeli. Haritada kavuşamayan aşıklar gibi iki kıtada durur. İlham veren İlhami Bey burada oturur. (Eskiden yalısının önünden denize girebiliyordu. O zamanlar şarkılar, şiirler daha güzelmiş) Havada fikirler, hedefler, sedefler uçuşur, sen büyürsün. Kesin şiir yazarsın, biraz üşürsün, çok düşünürsün.
Burada bir kalkarsın yağmur,
bir yersin balık,
bir binersin tekne,
bir geçersin Avrupa!
Burası İstanbul
Ve Kavafis haklı
Başka da yer yok sana...
Yüzünün anlam kazanacağı yer burası. Saçlarının uzayıp uzayıp, kısalacağı. Müjdeleri alıp, rakılarla kutlayacağın. Ve bir bakıp, binbir düşüneceğin sularda, sık sık göreceksin eski aşklarını. Biliyorum ağlamak da gülmek de an meselesi burada, kafan çingene çadırı. Ama Kavafis haklı. Gitsen de tıpış tıpış burası, gittiğin yerde yapış yapış burası.
İstanbul’dan başka yer yok sana. Ayakta kalmak için ölçeğini şaşırma. Yaz bir kenara, koy çekmeceye ki unutmayasın:
Kollar bu kadar
Bacaklar bu kadar
Burun bu kadar
Ego bu kadar.
Ama istanbul’da sakın demeyesin:
Benden bu kadar.
(Bu yazı bu ayki İstanbul Life’a yazdığım yazının aynısıdır. Bir köşede daha derli toplu dursun diye buraya da koydum.)
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2005
Hayatla arandaki maç diyorum, kaç kaç? <br><br>Niye diyorum çünkü iki gündür hastaneye gidiyorum dayımı ziyarete. Hastane, beyazın hüküm sürdüğü oksijenli su kokulu koridor. Koridor çünkü bize yaşadığınız hayatın bir girişi, bir de çıkışı var diyor. Çıkışı aralayıp cereyan yapıyor. Hemen birbirimize sokuluyoruz.
Korkuyoruz.
Halbuki Aşık Veysel söylemişti de dinlememiştik: İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece diye. Evet iki kapılı.
Sanki maçta devre arasındayız. 323 diye bir odada bekleşiyoruz. Birbirimize çay, tuzlu kurabiye, kolonya veriyoruz.
Doktor, söylediklerinin duygusal frekansının bizi sağır edebileceğini unutup, ağzında ne kadar gerçek varsa odanın ortasına bırakıp gitti. Annem gözyaşındaki suyla birazını dışarı süpürdü, ben konuyu değiştirip birazını koltuğun arkasına sakladım ama hiç azalmadı namussuz.
Durum vahim değil zaten. Sadece tehlikenin üzerinden hoop diye atlayan dayımı nefesleri tutup izledik. İçimizi dışımızdan gizledik. Sedyenin kenarlarına tutunup onunla anjiyo odasına kadar yürüdük. Biraz güldürdük ama komik değildi.
Dayım kırmızı kart görmüş. Bir düdük ötmüş. Hayat penaltı atışı kullanacak. Dayım kalede. Doktor Zeynep’le Doktor Murat kalenin önünde baraj. Biz taraftar. Anjiyonun yapıldığı kapının önündeyiz.
Niye noolmuş? Hangi kurala uymazken yakalanmış? Nerede faul yapmış? Ailede kalp var mıymış, sigarası içkisi var mıymış, kolesterolü yağı var mıymış, spor yapar mıymış, strese girer miymiş? İşte bröşür şuradaymış. Anjiyo, hastayı bayıltmadan kalbe verilen bir sıvıyla tıkalı damar var mı yok mu anlamak içinmiş.
Şiirlerde şarkılarda kırılan kalp, gerçekte tıkanıyor. Bir balon gönderip tıkalı damarı açıp, bir daha kapanmasın diye stent denen köprülerden yerleştiriyorlar oraya. (Dayıma anjiyoda iki tane yerleştirmişler bile.)
Hmm, çok ilginç! Çok masalsı. Ve bütün bunlar olup biterken hasta herşeyi ekrandan live seyrediyor! Hatta 30 milyona yarın cd’sini alabilirsiniz! Ne, gerçekten mi?! Bir aşk şarkısına bundan güzel klip düşünemiyorum.
Hınhın hın intro kemanlarda damarlarda akan kan, patat patata davullarda tıkanık olan damarın görüntüsü ve üzerine düşen vıdı vıdı ‘bak kalbimi tıkadın, açarsan sen açarsın’ tadında vokaller...
Dayı kullanabilir miyim senin anjiyoyu? Kullanırsın. Aman ‘stent by me’ espirimi duymayan kalmasın...
Şimdi her şey iyi.
Penaltı out. Gol yok. Maça devam.
Bakınız kıssadan hissederek şunu yazdım bir kenara:
İnsanın bir sıkımlık canı, bir anlık hoş bakışı, bir karış da aklı var.
Küpe olsun.
Bir de, dayıcım geçmiş olsun.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2005
Sen kaç katırla, hangi yokuşları kafiye yapmadan duramayarak çıkarsın? <B>Ey, ağzında kelime varken konuşmadan duramayan insan! Kendinden ne sonuçlar çıkarırsın, nedenini kendinde bulmadan. </b> Bu sabah, ki kendisi bir bir iki, çift sıfır beş olarak kodlanmıştır, ki bir önceki gece sanal bir çöp basınca açılmış ve içine bir dört atılmıştır, kimine bir başlangıçtır kimine bir son. Lafım bu değildi, şuydu asıl: Bu sabah, insanın kendisine, kendisini hatırlatıp durması gerektiğini düşündüm. Başucuna bir polaroid yapıştırıp olanları ve olmayanları yazmalı. Peki neden?
Çünkü insan unutuyor en önemli olanın kendisi olduğunu. Bunu kesinlikle yazmalı. Tekil olmak, şahıs olmak demektir. ‘Ben’, en güzel cümlelerin kurulduğu öznedir. Gizli öznesi de ben olmalıdır herbir şeyin. Dogmatikle yıkanan çamaşırlar mis kokabilirler, ama asla temiz değildirler. Anlatamamış olabilirim, açık açık yazayım: Beyinleri ‘ben’ düşüncesinden ‘biz’ düşüncesine zorlayan, ben’cileri günah sayan her şey, bizden uzak dursun! Dünyaya sadece iki pencereden bakarız, onlar da sağ ve sol gözlerimiz. En güzel manzara da orada. Dostumuz Ben’i gavur sanıp ikinci plana atmayalım. Yeni yılda? Tamam peki yeni yılda.
İkinci unutulan, nelerimiz olduğu... Bende bundan bu kadar var, şundan şu kadar, ötekinden yok. Ben bu legolarla benzin istasyonu kuramam belki ama, marangoz adam yaparım. ‘Marangoz adam legoların en güzelidir’ yaparım! Bizde olmayanı isteyip durmaktan helak olduk. Çünkü torbayı boşaltıp elimizde neler var’a bakmayı unuttuk. Ama onda şemsiye var deyip durduk. Peki al, şemsiyeli marangoz ol.
‘Unutulanlar’ CD’mizin repeat’e alınıp durulan şarkısına geldik: that’s the way a-ha a-ha i like me! ( ben kendimi a-ha böyle seviyorum) Bazı kendini sevenleri anlayamayız. Bu kız kendinde ne buluyor deriz. Onlar kendini beğenmiştir. Bazılarının kendini neden sevmediğini anlayamayız. Daha iyisini mi bulacak deriz. Onların kendine güveni yoktur. Bir aşk ilişkisidir bu, benle ben arasında. Ve Nietzsche’nin dediği gibi, bir üçüncü fazlalıktır. İnsanın kendinin gönlünü alması, hoş görmesi ve alışmaması lazımdır. Bazen de kalbini kırması, haksızlık etmesi şarttır. Ben kendimi böyle seviyorum’un içinde bunlar vardır. Sarışın olsam mı yoktur.
İşte haftanın şiiri:
Unutmayasın en önemlinin sen olduğunu
Ve elindekileri
Ve kendini tam da böyle sevdiğini
Aksini söylese de ötekiler
Nereden bilebilirler
Elinde şemsiyeli sarışın bir marangozun
Ne kadar komik durduğunu...
Nil’in torbasından bir kalem çıktı, eline tutuşturunca bunları yazdı. Ve that’s the way a-ha a-ha i like Nil.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2004
Aşağıdaki yılbaşı gecesiyle ilgili sorulara abartarak ve korkarak cevap veriniz ki, o gece kimseden aşağı bir tarafınız kalmasın! Bu derste sizden beklentimiz çok yüksek.
Kiminle, nerede yemek yiyeceğim?
Mütevazılığı elden bırakmayan, bir de ‘ailecek’ yapılan şeylerden utanmayacak bir yaşa gelenlere, evde yemek bir ihtimal. Ya da ailece dışarıda yemek. O da olur. Özel biriyle özel bir akşam yemeği? Bir kere burada hangi restoran ve rezervasyon problemi var. Aşabilir misin? Ben aşamam. Ben hiç planlı programlı biri olmadım. Organizatör olmadım. Anaç da değilim, ama bu ayrı konu. Diyelim ki yaptırıldı. Allah bilir ne kadar kasılacaksın.
Yani Allahın herhangi bir cuma günü yemek yermiş gibi yapmadan yiyebilir misin? Ne bileyim? Belki şarapta gereksiz fazla bir zaman harcarsın. Peki arkadaşlarla yemek? Sanmam. (bkz. organizatör olmadım) hem çok arkadaşın yok, hem de onların özel birileri ve aileleri falan...Oooff sevmiyorsun belki de Zeynep’in sevgilisini! Tam da 12’de ona sarılmayasın? Hahaha! Bunlar olağan yılbaşı kazalarıdır. Ya sen yemeği hallet işte. Beklenti hormonlu yemek yiyeceğin için gaz yapacaktır muhakkak.
Ne giyeceğim?
Yukarıdaki soruya göbekten bağlı bir soru. Göbek?! Göbek açık olabilir. Kar yağmazsa tabi. Yağacağı yok zaten. Çok şaşalı giyinip aileyle yemek yersen, beklenti setinde çelişkiden doğan bir genleşme olacaktır. En iyisi ya aileyle yemeği kısa tut, ya da yanında başka kıyafet bulundur. Yüksek topuk olur, ama gece çok eğleniyormuş gibi dansetme sahnende biraz zorlar. Ama değer, giy sen.
Şimdi herkes giyerken, ‘sportif takıldım’ı kendine yutturamamak var. Onlar hiç yutmaz zaten. Saç, baş, kaş, makyaj? Sakın gidip de yaptırmaya kalkma! Beklenti setin biraz daha genleşir. Onun da patlama noktası var. Germe kendini. Bir de aileyle yemek topuklu makyajlı, hiiiii! Sonrası çok büyük birşey olmalı ki bu fazlalık sıfırlansın!
Saat tam 12’de nerede olacağım?
‘Saat 12’de ne yapıyorsan bütün yılın öyle geçer’ düşüncesinden nasıl kurtulacağım? Birine mi sarılıp, öpeceğim? Ya hiç öyle yapmacık öpücük olur mu? Hah, dur 12’ye geliyor, ben seni bir öpeyim. Times Square’de olursun, kar yağıyordur, gavur öyle yapıyordur, Newyorker bir dalgaya gelirsin, tamam. Ama burada Nişantaşı’nda ‘woouw’ ayaklarda. Arkadaşlarlaysanız, ‘tam olarak hangi arkadaşıma sarılayım 12’de’yi iyi hesaplayın. Yoksa sıra tesadüfen Zeynep’in sevgilisine geliverir. Telefonlar kilitlenir, hat beklentisinden de kurtulun. Şu bana mesaj atar mı, bu bana mesaj atmaz mı beklentisini de bırakın. Beymen’le, Shubuo’yla idare edin. Hahaha!
12’den sonra çılgınca eğlenme safhasında ne yapacağım?
Benim gibi içki sevmeyenler için, ‘ortam önemli değil, bakın sokağın ortasında bile çılgın gibi dans ediyorum’ zor zenaat. Yapabilen, sarhoş olsun atlatsın bu safhayı. Ertesi gün hatırlamaz daha iyi. Ama benim gibi doğuştan ayıklar? Uyum sağlamaya çalışın. Öylesine bir cuma gecesi deyin içinizden. Sakın sabahlamayın! 1 ocağı topuklular ve akmış bir makyajla çorbacı da mı karşılamak istiyorsunuz? Bu sefer de erken kalkıp, Boğaz’da yürüyün. Bir banka oturun Starbucks alın (durun sahilde Starbucks yok.)
Yeni bir defter alın ve yazın. Sanki herhangi bir cuma cumartesine bağlanmamışçasına yazın. ‘Yeni bir başlangıç varmış’a inanın, yazın. İnanın olur. İnsanın kumandası beynidir, kanalların yeri pıt diye değiştirilir. Yazın, ‘2005: A Space Odyssey’! Yeni bir efsane. Kimsenin okuması için değil. Günlük değil, o ya da bu değil. Bir yıllık kendimden beklenti, kendimi dinleti. Bir Cuma gününden bir şey beklemekten iyidir.
Beklentiler patlatır
yarın göz pınarlarını
beklemeyip gitmeyi
bilmezsen oraya bugün.
Benden yeni yıl şiiri.
Defterin ilk sayfası için.
5 gün sonra yazılacak o defter için.
Bekleyin!
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2004
Aklıma bir fikir geldi mi diye hergün posta kutusuna bakıyorum. Göz kapaklarımın oradaki posta kutusuna. Biraz nota, biraz ‘aa niye ben bunun öbür türlüsünü düşünmedim?’, biraz ‘yeni kelime oyunları’, biraz ‘şu mümkün mü, bu olur mu?’ gibi şeyler gelmiş mi diye. Çoğu zaman kutu boş. ‘Ideas co.’ sadece ‘members only’ çalışıyor. Anlayan anladı.
Fikir, genetik kablolarından bazıları paralel değil de, çapraz bağlanmış insanlara gelir. Hayal kurmadan, kafadan atmadan ve saçmalamadan duramayanlara. ‘Başka fikir yok mu yani?’ diyecek kadar sıkılmışlara. Mercek gözleriyle konsantrasyonunu bir noktada sabitleyip kağıtları yakanlara...
Peki 2004’te kimin aklına ne gelmiş?
Trafikte arabalar duygularını mimikle, renk değiştirerek ve farklı kornalarla belli etseler. Kızsalar, mutlu olsalar, üzülseler? Dört Japon mühendis Toyota için düşünmüş. Bu benim işime gelmez. Benim arabam mor! Ben morarttım.
Şeffaf beton olsa? Binaların içine duvarlardan da ışık girse? Duvarda akşamüstü olsa, ağacın dalları olsa? Aron Losonczi çimento, su falanla yapılan bina karışımına cam da katmış. Ne iyi düşünmüş. İlerde Tuscany’de yaptırıp içinde sıkıntıdan patlayacağım tek katlı evin duvarları böyle olsun!
***
Fotoshop’lanmış ve ‘shop’lanmamış resmi ayırdeden bir software olsa? Ama profesör Farid, siz delirdiniz mi kuzum! Tamam sahte deliller için iyi. Brezilyalı süpermodel arayıp da: Budweiser reklamında kafamı başka bir kadının vucüduna koymuşlar, ispat etmem lazım dediğinde süper. Ama..... tamam yok bişey. (Profesör yalvarırım Hazırkart’ın biz biz üniversiteliyiz ilanlarından uzak tutun software’inizi. Oradaki eller benim değil, hahaha)
Ayakkabıların topukları yükselip alçalsa? Mesela gün boyu az topukla koşturulsa, gece yüksek topukla coşturulsa? Altı kadameli ayarlanabilir topuğu aklına getiren Wei-Chieh Tu. Bu fikir tam benlik! Bunun yanında kısalıp uzayan etek iyi gitmez mi sence Tu? Topuk kademe 1: Evet, anlıyorum, derhal efendim.
Topuk kademe 6: Hayır, anlamıyorsun, hiçbir zaman sevgilim. Arası belkiler, bazenler.
Gözün içine neden mücevher takılmıyor? Milyonlarca kere kırpsan da, onbinlerce kere ovuştursan da gitmeyen parıltılı birşey? Kıpırdamayan, mesela hep sağ köşede duran? Gerrit Melles nereden bulursun böyle soruları! 10 dakika ve 4 bin dolara ‘bu kızın gözleri parıldıyor’ lafı. Güzeeel. Dişlerimden birini de altın yaptırırım. Bir gülerim, 2 parıltı birden çakarım! Karşıdakinin gözü kamaşır...Taksit var mı Bonus karta?
***
Acaba hücreler ses çıkarıyor mu? Minik kıpırtıları olduğuna göre minik vibrasyonları da olabilir...Ben gidip biraz hücreleri dinleyeyim diyen biri de olmuş 2004’te. Adı James Gimzewski. Bu sesleri insan kulağının duyabileceği hale getirince bir bakmış, maya hücresinin şarkısı çok güzelmiş. Keşfi sadece hayatı dinlemek için değil, hayatı devam ettirmek için. Kanserli hücrelere kulak vermek istiyor. Hücreler kanserli hücreye dönüşürken duyabilirsin, kanserli hücreler vücutta yer değiştirirken duyabilirsin, bir hücrenin bölünmesini ve ölümünü duyabilirsin. Dinlemeyi aklına getirirsen. Gimzewski’ysen. Hücreler de ölürken ıstakoz gibi çığlık atıyormuş. Bir korku filmi yönetmeni bu çığlığı filminin soundtracki yapmak istemiş. Uyanık adam. Bizi damardan sarsmak için... ‘İçimden bir ses’ bu çok romantik bir buluş diyor. Damarlarımda Beethoven’ın Pathetique sonatı çalıyor, dinler misin?
Aklım şu ‘hücre müziği’ne takıldı. Halbuki daha ‘Neden Amerikan marşını herkes söyleyebilsin diye transpoze etmiyoruz?’ diyen Ed Siegel, ‘Bin 800 kişinin vücuduna dövmeyle farklı kelimeler yazsam, hepsi biraraya gelince ‘skin’ diye bir hikaye çıksa güzel olmaz mı?’ diyen Shelley Jackson ve ‘Neden oradan oraya gezen, taşınabilir bir müze yapılmıyor?’ diyen Gregory Colbaert vardı sevdiğim...
Daha neler.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2004
şte soru: Bir insan yüzündeki 44 kası kullanarak, 700 tane surat ifadesi yapabilmektedir. Bu durumda ortalama 70 yıl yaşadığı varsayılan bu insan, ömründe kaç kere ‘gerçekten güler’? Gerçekten gülmek öyle haha:) deyince olmaz. İçten bir gülüş ağızdan çok gözlerden belli olur. Gözlerin içi parlamalı, kenarları kısılmalıdır.
Gözleriyle gülen insanlarla ilgili bir araştırma yapılmış. Araştırmanın tezi şu: İçten gülen insanlara, hayat da güler.
Nasıl yapmışlar? Yüzlerce insanın 21 yaşlarındayken çektirdikleri gülümseyen yıllık fotoğraflarına bakmışlar.
İçtenlikle gülenler ve içtenlikle gülmeyenler olarak ikiye ayırmışlar. Sonra tam 30 yıl sonra, 51 yaşlarında onları ziyaret etmişler.
Hayatın onlara verdiği ifadeye bakmak için. Söylemeye gerek yok. Hayatlarının 21’inci sayfasındayken gerçek bir gülümsemeye sahip olanlar, hayatlarının 52’inci sayfasında da gülüyor.
Hayatı gülerek karşılayanlar, onu içeriye buyur etmişler. Hayat da bu misafirperverliği ödüllendirmiş.
***
O kadar basit ki matematiği. Hayatın bir şey ifade etmediğini düşünenlerin yüzleri ifadesiz kalır. Ve hayatları ifadesiz olur. Gözleriyle değil dudaklarıyla gülen bu insanların gülüşleri içten değil ‘dıştan’dır. Ruhları somurtur, etleri güler. Ama o eti kimse yemez, o ayrı.
Peki gerçekten gülmek bu kadar kolay mı, değil. Hindistan’a mı gidelim illá? Olabilir. Hindistan’da 600 tane ‘gülme kulübu’ var. Her sabah ‘ilaç niyetine gülelim’ diyen bir sürü insan bir yere toplanıp gülmeye başlıyor. Sahte sahte başlayan bu kahkahalar gerçek bir gülme krizine dönüşüyor.
Başlarında gülmeyi başlatan bir adam var.
Diyor ki: Gerçekten gülene kadar yapmacık gülün farketmez! Evine herkes mutlu döndüğü gibi, bağışıklık sistemini de güçlendiriyormuş. Hapishanelerdeki uygulamalarda da çok faydasını görmüşler.
***
Gülmezsek sayılmayız. Biriyle aynı şeye gülene kadar, bir iletişim kurmuş sayılmayız. Bir yere gittiğimizde bütün masalarda birinin, herkesi güldürmeye çalıştığını farkederiz. Kahkaha gelen masa artık portatif masadır. O masa orda olmasa da olur. O yuvarlak kendisini tamamlamıştır.
Yaşasın gözleriyle, karnıyla, can havliyle, sıklıkla gülen, hep şaka yapan insanlar! Yaşasın Hindistan’daki gülme kulüpleri!
Yaşasın yıllıklarının sayfalarına gerçek gülümsemeler bırakanlar ve yaşasın kahkaha gelen masalar!
Ve Osman Müftüoğlu’nun dediği gibi: Yaşasın Hayat!
Yazının Devamını Oku