Nil Karaibrahimgil

Botoxlasak da mı saklasak

23 Mayıs 2005
Yaşlanmax ya da yaşlanmamax!<br><br>İşte kadınların bütün haşeresi bu. <br><br>Bu haşerenin üzerine sıktıkları şeyse: Botox! Bütün dünyadaki bütün kadınların bütün korkuları bir yana, yaşlanma korkusu bir yana. Şöyle 23’ten falan itibaren kaşındırmaya başlar, 30’undan sonra haşır huşur kaşımaya başlarsın, 40’ından sonra da o yılanın zehrini kendine zerkedersin, yarana botox basarsın. Bir yandan geceleri şu beyhude duayı edersin:

Tanrım beni kırıştırma/Yere doğru yaklaştırma/Sarkıtma ve buruşturma/Hep gergin olayım hep taze/Beni herkesle karıştırma/Amin!

Episode 1: Başarısız burun ameliyatı:

Fakat gel gör ki, doğa eline fırçasını almış, orana burana yer yer çizik atmaktadır. Her gülüşün, her güneşe çıkışın, her şaşırışın bir gölgedir artık! Yüzünde yerçekiminden muaf bir yer ararsın fakat dünyadasındır. Ve dünyada yerçekimi vardır. Bir deneme burnunu yaptırırsın. Kendini hamurdan heykel sanırsın, ‘yüzümün ortasındaki çıkıntıyı küçültüp yuvarlatırsam biraz, barbieye doğru yaklaşırım’ dersin. Gel gör ki Barbie’nin ‘küçük yuvarlak buruncuğu’ senin yüzünde garip durur. Bunun iki nedeni olur: 1. Barbie diye mükemmel bir güzelliğin olduğu yanılgısından 2. Burnunu yapan adamın Leonardo falan değil de tıp mezunu bir doktor olmasından. Yüzünün estetik bütünlüğü, girikliği çıkıklığı, seni diğerlerinden ayrı bir güzel yapan kusurları göz önüne alınmadan, saçma bir barbie burnu göz önüne alınır!

Episode 2: Anti-aging anti-depresanı:

Neyin başına anti koyarsan koy, durmaz. Sen bir makinesindir. Ve software’in gitgite dejenere olmaya programlıdır. Hatta, hemen hemen her şeyin çoktaan progamlıdır. Anti-aging adı gibi güzel bir ‘bunu yap bunu yapma’ listesidir. Kafan karışmıştır. Ama yazılmış olan o lanet programı hack’lemek için yapmayacağın şey yoktur. Bir formül ararsın:

Anti-gerçek = (Her şey genetiiiikkk boşuna uğraşmaaa)- burun ameliyatı- Osman Müftüoğlu ve Mehmet Öz’ün bütün söyledikleri+ ‘hayatımda stres olmasın’ stresi

Bu formülle bir şey çözemezsin. Yuvarlak, 20’li o tam sayıya ulaşamazsın. Soyağacının dallarında ‘geni en iyi’ olanı bulur, tutunmaya çalışırsın. Ona çekmiş olmanın olasılığı, Las Vegas’taki kumar makinasındaki üç kirazın yanyana durma olasılığına eşittir. Formül tabii ki saçma değildir. Hollywood’daki hiçbir çaba boş olamaz. Tabii ki su içip, spor yapıp, kırmızı et yemeyip, bir avuç cevizi yutmalıyızdırdırdır... ama off ff.

Ruhum gerginken vücudum buruşur.

(haftaya epi’dose’ 3: Botoxlasak da mı saklasak ve tayfası)
Yazının Devamını Oku

Şaşırdığın sürece varsın!

16 Mayıs 2005
<B>B</B>u iş çok acayip. Yine bir otobüse doluştuk. Türkiye’yi dolaştık. <B>Ama bu sefer farklı. </B> Bu sefer Konya’da Selçuk Üniversitesi’nde hani bir stadyum vardı ya, hani iki sene önce yarısı dolu olan, bu sefer tamamı doldu taştı. 20 bin kişi mi ne?

Ben Tarkan gibi mi oldum? Şımarmadan duramıyorum. Bunca insan, bu kadar el havada bana ‘Merhaba Nil’ mi diyor? Bursa’da da öyleydi. Uludağ Üniversitesi’nde o kadar çok insan vardı ki, bütün Bursa geldi sandım. Benden önce bir grup yok, benden sonra biri yok. Olsa ‘onlara gelmişlerdir’ derdim.

Ben yıllar önce büyütecimi kaybettim. Kendimi microcosmosun en microsu ilan ettim. Alain de Botton da bana ‘kendini önemseme balonunu patlat, rahat et’ demişti. Pat diye patlatmıştım. 5 yıldır milyonlarca insanın suratına bakan ben, sadece 2 sene önce kavradım şu gerçeği: sokakta senin tanımadığın insanlar sana Niiil diyebilirler. Ve sen onları bir yerden çıkartmaya çalışma! Çünkü o seni tanır, sen onu tanımıyorsun.

Diyorum ya bu iş bir garip. Çünkü Bursa-Konya buluşmaları gibi zamanlar seyrek. Zamanın %90’ı sen ve sen ve yine sen. Yazan sen, çalan sen, söyleyen sen, fotoğrafı çekilen sen.

Aslında seni kaçla kaç yaş arası, kimler, en çok neden dinliyor, okuyor bunları bilmemek iyi. Çetin Altan bugün demiş ki: ‘O zaman ona göre yazmaya başlarsın, politikacı olursun.’ Doğru. Sen spotları üstünde isteyen bir bünye değil misin? Benim doğal yetişme yüksekliğim sahne üzeri demiyor musun? Buna oynaman senden pekala beklenir.

Kendinden isim soyad ya da sırf isim bahsedenlerden bu yüzden haz etmem. Onlar artık politikacı. Onlar Nil’in kendini Nil Karaibrahimgil sanan sanal dünyasında. Orada da oksijen yok. Oksijen Nil’de de değil. ‘Ben’de.

Peki şunu sorayım kendime:

Konya’da o kadar insanı görüp şoke olmak mı? Yoksa bunu zaten veri kabul etmek mi?

Bence ‘a’. Hem de karizmayı çizdire çizdire ‘a’. Herkes artık şaşırmamaktan bıkkınken, bir kere olsun gülerek şaşırmak için bir ömür beklerken, ben bu şaşkınlığı elimden alamam! Ben çoğalabilirim ben azalabilirim. Taşabilirim ya da buharlaşabilirim. Bu özgürlüğü elimden alamam.

Benim gibi sahneleşmiş, televizyonlaşmış, özel isim olmuşların da gizli öznesi ‘ben’. İltifata budala olsak da, geometrik olarak çoğalan izleyiciye dinleyiciye okuyucuya budala olsak da, acayip bir güvensizlikle üşüyecek kadar budala olsak da, budalalalıklarımız Dostoyevski’ninkinden kalın olsa da ‘çaktırmamaya çalışmak’ en budalaca şey.

Ben dünü yaşadım bir kere. Teşekkürü unutacak kadar budala olamayayım bari:

Teşekkürler beni bu turneye çıkaran Gençturkcell’e, beni dinlemeye gelen onbinlerce insana, bu müziği yapmamı, duyurmamı, çalmamı sağlayan herkese. Yine beklerim ;)
Yazının Devamını Oku

Dedem öldü ben gördüm

9 Mayıs 2005
Toprağa verilince ilk kayıp<br><br>Anladım ki yaşarken<br><br>Kıymet bilmemek ayıp Dedem 1921 yılında doğmuş. En son tarih kitaplarında rastladığım bir yıl. Tam 84 yıl buralarda gezmiş dolaşmış.

Özetlemek gerekirse -ki hayatta hiçbir şeyi fazla uzatmamak gerekir- İstanbul savcısı olmuş, birkaç kere evlenmiş, çocukları olmuş, torunları olmuş, aklına büyük bir fikir gelmiş, tutumlu olmuş, iyi insan olmuş. Kendine hiçbir şey almak istemeyen, her şeyini vermek isteyenmiş. Ne kadar dünyalığı varsa dağıtmış gitmiş. Anladım ki dağıtmadan gidilmezmiş.

Düşünsenize her gün ölümüne doğru yürürken ellerini, kalbini, midesini, kafasını, çantasını ve etrafını doldura doldura taşıran bir uzun ince yolun yolcusu, yolun sonunda tıklım tıkış duruyor. Ne hazin bir son kare. Halbuki dedeme bakınca insan ne güzel diyor ölüme çırılçıplak gelmek, yol boyunca neyin varsa vermek. Bir yerde nefes vermenin nefes almaktan daha uzun sürmesinin bir sebebi olduğunu okumuştum. Okumaya gerek yok. Gördüm:

Hepimizin son evi bir çukur,

Hepimizin son gökyüzü toprak,

Hepimizin son besini yağmur.

Kendi kendime dedim ki:

Dedem gibi ellerindekini ver: Çimentodan yapılmış binanı, kağıttan yapılmış paranı, çelikten yapılmış arabanı neyin varsa ver. Onlar seni ancak çimentonun, kağıdın ve çeliğin mutlu ettiği kadar mutlu eder. Dedem her şeyini eşe dosta verdi. Yolun sonunda beş kuruşla bile içeri giremezdi.

Dedem gibi kalbindekini ver: Sevgini, anlamayı, affetmeyi, mutlu etmeyi, nezaketi, güldürmeyi kısaca kalbini attıran her şeyi ver. O sadece sende atan ritmi ver, herkes dans eder. Dedem o fötr şapkasıyla herkesi selamladı. O giderken herkes onu selamladı.

Dedem gibi kafandakileri ver: Düşüncelerini, fikirlerini, korkularını, şüphelerini, bir şeyleri düzeltmenin yollarını, bizim anlamayıp bir tek senin anladığını. Ver ki büyütsünler, ver ki hak versinler, ver ki olmaz desinler, ver ki haa desinler, değişsinler. Dedemin bir büyük projesi vardı. Uzunşehir projesi. Bir Türkiye şöyle olsun fikri. Anlatması uzun sürer. O aslında Ecevit’e anlatacaktı ama yol boyunca anlatmadığı kalmadı. Rakı bardakları da bilir, otobüstekiler de. O giderken Uzunşehir’i unuttu, biz hatırladık.

Dün hep bunları düşündüm. Onu son günlerinde, artık bilinci yerinde olmasa da, hasta yatağında ziyaret etmediğime üzüldüm. Beni en son nasıl hatırlar acaba diye ağladım. Ona hiç bu verdiklerinden dolayı teşekkür etmiş miydim? Sarılıp da derinden canım dedecim diye yanaklarından öpmüş müydüm?

‘Kalemi kuvvetli dediğin torunun olarak Uzunşehir’in kitabını yazacağım söz’ demiş miydim? Bir gün olsun ona gitar çalıp, şarkı söyledim mi? Dedeciğim bugün ne kadar güneşlisiniz dedim mi? Bu dünyalık muhasebe insanı insanlığına batırıp, nasıl üzüyor anlatamam.

Hepimiz bu büyük alışveriş merkezinden bir gün çıkıyoruz. Bu sefer çıkarken o öten aletten geçiyoruz. Bu sefer her şeyimizi bırakıp... Kesici aletleri, torbaları, anahtarları ve dostları bırakıp. İnsan son bir kez yanında kim var, ellerini son kim tutuyor diye bakıyor. Dedemin bir elini annem tutuyormuş, bir elini dayım. İkisine de ışık dolu gülmüş, kapıdan geçmiş gitmiş. Biz de bir sürü insan, bir sürü dua, bir sürü anıyla ardından elimizi salladık. Şimdilik biraz daha buradayız.

Sen hoşçakal dedecim.

Hayatın sana son jestini görmeliydin. Hemen ardından bir çabuk yağmur yağdı. Artık gözyaşı mı dersin, toprağına bereket mi dersin bilemem.

Biz arabanın sileceklerini çalıştırdık, sonra yemek yedik camdan bakarak. Bu hep böyle gidecek sanarak.

Nil torunun...
Yazının Devamını Oku

Nil’in Gençliğine Hitabesi

2 Mayıs 2005
Ey Gençliğim, Birinci vazifen mitolojideki Sisyphus’u mit olmaktan çıkarıp, gerçeğin kendisi olarak kabul etmektir. Sen de tıpkı tanrıların cezalandırdığı Sisyphus gibi, en tepeye taşıdığında en aşağı düşen o taşı, yukarı taşımaktan bıkmayacaksın. Sanki tepede bir şeyler biriktiriyormuşsun gibi düşünerek... Yılmadan ve yorulmadan taş taşıma işinde çalışmak, seni hayatın sıkıcılığından koruyacak kalkanındır. Ceza değil bir hediyedir. Önemli olan taş taş üstüne koymak değil, taşı taşımayı üstlenmektir. O tanrılara en büyük cevap, taşın tepeye taşındığında en aşağı düştüğünü unutuvermektir.

Hayatının kelimesi ‘ibaret’ olmalıdır. Hayat nelerden oluşursa oluşsun, hep onlardan ibaret olacaktır. Hayat iki ucu kapalı kısa bir ip olduğundan, ona ne asarsan as hemen bitiverir. Astıkların olsa olsa iki gömlek, bir fanila olur. Bu durumda büyük çamaşır makineleri ve içine atılacak bol eşya anlamsızdır. Zaten taş taşıma işi fazla eşya istemez. Kendini doğuya doğru çekiştirip durma boşuna. Hepsinin dediği budur. Hayat azsa, hayata dair her şey az olmalıdır. Fazlalık hayatı sıkıştırır, nefes alacak yer bırakmaz. En başta kendinin nelerden ibaret olduğunu bularak işe başlamak en iyisidir. Onu bulunca cevap, yarı yarıya verilmiş olur.

Düne de yarına da asla ‘görüşürüz’ deme. Mahcup olursun. İkisini de bir daha hiç görmeyeceksin. Geçmişte silgi kullanmak, gelecekte kalem kullanmak yasaktır. O yüzden silmeye, yazıp çizmeye çaba boşunadır. Kelebekten kanat hariç bir farkın olmadığını bilseydin, bugün nasıl koştururdun bir düşün. Ne ertelemek olurdu, ne yinelemek. Varsa yoksa çiçek de değil tabii...

Dediğim gibi hayat dağ taştan ‘ibaret’. Doğumun ölümün hepsi bugünde geçecek. Hepsi şimdiki zamanda. O halde yoracaksan, bugünü yor!

Hayata karşı yapılacak en sinir el şakası neşedir. Evren şu patlamayla oluşmuştur: Sıkıntıdan patlamayla! Sen de evrendeki kum tanesi benzetmesinden gidersek küçük bir sıkıntıdan patlayıcısın. Bu durumda kim en çok sıkılırsa en çok o üfleyecek. O yapıp edecek, ilerletecek. Uğruna şölenler düzenlenmesi gereken şey sıkıntıdır. Doğan her şey ondan doğar. İşte neşenin gücü de buradadır. Neşe sıkıntıdan oflayıp puflamayı, üflemeye çevirir. Neşe bulaşıcı ve kir sökücüdür. Neşeli bir Sisyphus, tanrıları yerin dibine sokar.

Ey gençliğim, seni çürümekten koruyacak şey; Sisyphus gibi taşımak, hep bir şeylerden ‘ibaret’ olmak, tarihi bugün diye atmak ve neşeli olmaktır. Gerisi sıkıntıdır.

İhtiyacım olan DNA (umarım) damarlarımdaki kanda mevcuttur.
Yazının Devamını Oku

Fiona, elma dersem çık

25 Nisan 2005
Bazı insanlar takip ışığıyla gezerler. Onlara kainat kendiliğinden spot tutar. Onlar öyle doğmuştur. Çekemeyenler çekiştirip durur, onları silik olduklarına inandırmaya çalışır. Çekebilenler kırıştırıp durur, ışığından bana da bulaşsın diye yanlarından ayrılmazlar. Çünkü onlara yukarısı tarafından verilmiş hediyeler kıskançlık ya da imrenme ile bulutlansalar bile, göz kamaştırır. Bu aralar işte bu parlaklardan birinin nerelerde olduğunu merak ediyordum.

Fiona Apple’ın.

Fiona Apple son derece orijinal bir kabiliyet taşması. Daha 19 yaşındayken o güzelliği, o şarkıları, o sesi ve o tavrıyla ‘Bu kadarı da olmaz’ dedirtmiş, ‘tidal’ albümü çok beğenilmiş, tüm dünyada milyonlar satmıştı. Çok güzeldi ama ‘beauty shot’ları (güzelliği en kozmetik şekilde, hatta olmadığı şekilde, gösteren film çekme şekli) kafaya dikip sarhoş olmamıştı.

Çok yetenekliydi ama ‘çok yetenekliyim’ der gibi durmuyordu. Bize gösterdiği ışığa kendisinin kör oluşu, onu daha da parlak yapıyordu. Düşünce treninin çufçuflayıp gittiği yerleri kendi dilinde bize anlatıyordu. Uzun uzun... Vakti var gibiydi, sabrı var gibiydi.

* * *

İkinci albümü ‘when the pawn...’ 1999’da çıktı. Sonra Fiona’dan ses seda çıkmadı. İşte geçenlerde uzun zamandır unuttuğum ama aslında çok sevdiğim bir şeyi hatırlar gibi aklıma geldi. Fiona, beş yıldır nerede?

Ve tabii ki bu sorumu duyan ve güya duyduğunu çaktırmayan-Hayat Efendi bana cevabı bir gazete haberiyle verdi. Başına gelen korkunç bir şey! Ama onun umurunda değilmiş. Ki buna hemen inandım.

Sony Music, Fiona’nın iki yıl önce ellerine teslim ettiği 3’üncü albümü ‘Extraordinary Machine’i (olağanüstü makine) yeterince ticari bulmadığı için sonsuza dek rafa kaldırmış! Şarkıları radyoda çalınmaya uygun değilmiş. Bir anda Fiona’yı Fiona yapan, onu kendi vücut ısısıyla sıcacık tutan deriden kazak, sökülmeye başlamış olmalı.

Bugüne kadar bu kızın güzelliğini vitrine koymadığı, ‘haydi burayı hep beraber’ nakaratlarda suskun, kişisel meselelerinde avaz avaz olduğu bilinmiyor muydu?

O bu haliyle milyonlar satmamış, ayakta alkışlanmamış mıydı? Benim gibi milyonlarca ‘Fiona artık bize bir şey desin’ci, Sony’i protesto etmeye başlamış. Bizim adımıza, bizim neyi sevmeyeceğimize (aslında sevmiycemize diye yazmayı seviyorum) karar verdikleri için.

* * *

Bu neden beni bu kadar etkiledi? Tabii ki müzikten. Benim de içimden radyonun sevmeyeceği bir müzik gelebilir. Benim de hitim mitim olmayabilir. Beni sevenler olabilir. Şarkılarımı o halde de sevecek olanlar olabilir.

Ben yaptıklarımın karbon kopyası olamam. Ben hep aynı gidemem. Ben de hep değişiyorum, müzik neden değişmesin? Niye filanca albümü daha güzeldi densin? Ee, demek ki sen Fiona’yı 99 yılında tanımalıymışsın. O zaman daha çok severmişsin. Fiona gibiler acısına rağmen kendini tersyüz edip, içinin o anki halini sergilerler. Bu zaten çok cesur ve çok korunmasız bir yaşam biçimidir. Gerçek bir müzisyenin bu dramını bilmeyen plak şirketi de internet tarafından alaşağı edilir. Yetenek kazanır. İnsanların ışığı perdelenemez. Ben şanslıyım, Sonymusic Türkiye bir gün olsun bana bu baskıyı, bu korkuyu yaşatmadı. Yazdığım şarkıların tek kelimesine müdahale etmedi. Ben kendimi muhafaza edersem ancak, bir şey olursa olur benden! Bunu gördü. Yarın nilfm’de radyo akışına taş koyan şarkılar çalarsa, önünü kesmezler.

Ben ‘extraordinary machine’i indirip dinledim. Gerçekten makine olağanüstü! Çok teatral. Evet daha cesur. Çünkü daha iyi bir Fiona. Tıpkı ‘Better version of me’de (Daha iyi versiyonum) dediği gibi. Ayrıca bakın ne demiş:

‘Rahatsızlıkla aram iyidir/o yüzden değişmeden duramam/en iyisini yapacağıma da eminim/ çünkü ben olağanüstü bir makineyim.’

Evet, öylesin.
Yazının Devamını Oku

At Bahar At

18 Nisan 2005
Bahar topu at<br><br>Tutunca kalmaz keder<br><br>Yakartop olduğunu<br><br>Unutalım bu sefer... Bahar baharatlarıyla tat vermeye başladı. Hayatın yine tadı çıkmaya, cılkı çıkmaya başladı. Bu güneş yok mu apartmanlara çarpa çarpa odaları sabah, öğle, akşamüstü yapan.

Ben peşinden giderim onun. Sabah ışığında kahvaltı, öğle ışığında öğle bişeyler, akşamüstünde kitap okurum onun. Ben öyle güzel görünüyorum. Hayat güneş alınca güzel görünüyor. Evet ruh haliyle alakalı. Evet bugün yağmurluysa o lafa alınırım, değilse gülüp geçerim. Dilimin ucundaki bahar baharatları sadece kelime oyunu olsa iyi:

Nane: Limonla birleşip iyileştirmeye çalışan kış nanesi değil. Cacığın üstünde sarmısakla sarhoş bahar nanesi. Amaaaaaann nanesi. Hallederim nanesi. ‘Ben her bahar aşık olurum’ kadar yalan, ‘Bir bahar akşamı rastladım size’ kadar gerçek. Böyle insanı ayıltan bir nane kokusu. ‘Bu nane mi kekik mi koklasana?’ kadar boş.

‘Hüzün Hanımlarla aramız nane’ kadar dedikodu. Baharda bahçemize ekersek naneyi, kokusu bizi çocukluğa götürür götürür getirir. Anısı net olmaz, kokusu olur.

Acı biber: Çoban salatanın içine karışıp acısını gizleyen acılı biber. Ama baharda tamam. Su dikilir hemen. Masadakiler güler.

Sonra çatallarını hep domatesle salatalığa batırırlar.

Bakın bahar bunlardan ibarettir. Acıların üstünde durulmaz. Tamam işte biber sivri dilli çıkmıştır. Kışın olduğu gibi buna ağlamak olmaz. Üstüne bir bardak soğuk su içilir, zeytinyağlıya geçilir.

- Başka hangi baharatlar var?

- Acı biber baharat değil ki...

- Baharat sayılır.

Yukarıdaki güzel bir bahar diyaloğu. Her şeyin, her şeye maydonoz olduğu. A, maydonoz tabii... Acı biber baharatsa, maydonoz haydi haydi.

Maydonoz: Bahar geldi mi ‘a o ne, a bu ne, a ben de’ gibi her şeye maydanoz olabilirsin.

Herkes salata malzemelerini ortaya sermiştir. İçinde az biraz hıyar olduğu fikriyle barışmıştır.

Ekşi ekşi konuşsanız, limon olsanız, hooop araya karışır. Alakasız armut olsanız, o da tamam yakışır. İnsanız işte hepimiz, yabancı mıyız? Hep beraber merdaneye girip yuvarlanırız. Gerçekte olduğu gibi. Filmin sonunda zaten kendimizi ve birbirimizi yiye yiye bitiriyoruz. Hazır vakit varken, bahar bu bahardır diyerek yemyeşil olalım, kıpkırmızı olalım, sapsarı olalım. Vitaminli, antioksidanlı, organik olalım. Korkmayalım beyler bayanlar, ne olacaksak olalım.

Sonsuz olmayan bir bahar içindeysek,

Bu kadar ciddiyetin dışındayız demektir.
Yazının Devamını Oku

Julio Iglesias üzerine bir karaoke

11 Nisan 2005
Çocukken, yani halihazırda kadifeyken, Julio Iglesias bana ‘When i need you / I just close my eyes / And i’m with you’ diye şarkı söylerdi. Yani bana ihtiyacı olduğunda gözünü kapatması yeterliymiş gibilerden... O gün bugündür ne zaman kanım tropik bir iç esintisi çekse, gözümü kapatıp ‘En azından Julio Iglesias için her şey yolunda’ diye geçiririm.

Kabul edelim. Herkese nasip olmayan bir hayat yaşadı Julio Iglesias. Söyleyelim. Ne zaman onu gördüysek tropik bir mevsimde, yanık bir tenle, bir Latin fıstıkları ordusuyla, tiril tiril beyaz bir şeyler giyiyordu.

Görmedik mi sanki yaşlanmadığını, eskimediğini, bize ihtiyacı olmadığını. Size yemin ederim internetten hayat hikayesini okuduğumda şöyle başlıyordu hikaye:

Bundan tam 20 ilkbahar önce Julio Iglesias ‘To all the girls i’ve loved before’ (Bugüne kadar sevdiğim tüm kızlara) şarkısını yazdı...

Hayat hikayesi bile masal gibi başlıyor. Sadece baharlarda yaşayan Julio (demeliyim kısaltmalıyım artık) gezip tozup kadife sesiyle mehtaplarda kaybolması yetmiyormuş gibi, arada şunları şunları da yapmış: Real Madrid kaleciliği, 77 album (!), Guiness’e giren 250 milyon üzeri albüm satışı, 2560 altın ve platin albüm ödülü, 4600 show.

Bir tane Julio. Julio bir tane.

Bence Julio’nun bu inanılmaz yürüyüşünde, bir kaza geçirip yürüyemediği 1,5 yılın etkisi büyük. Gitar çalıp, şiirler yazmaya o dönem başlamış. İnsanın, Julio’nun bile, bir şeyler yapmak için çok ama çok kızmaya ihtiyacı var. ‘Bir ayaklanayım, dünyanın anasını satıcam’ demezsen yağ satarsın, bal satarsın, ustan zaten ölü.

Şimdi diyeceksiniz ki, bu adam bunları Kanarya adalarında bitip tükenmez bir balayındayken nasıl yaptı? Bilsem! İçimden bir his çok çalıştı ama yaşamasını bildi diyor, ki bu bizi julio’nun insanplus (insandan fazla) olduğu sonucuna vardırır. Yoksa bir yandan Iglesias balına batırılmış Isabel, Julio Jose (ki denedi bir iki ama olmadı), Enrique (ki tanırız, pohpohlanmıştır), Miguel, Rodrige, Cristina ve Victoria adlı çocukları da olmazdı değil mi!

Kıskanıyorum Julio’yu. Her dilde şarkı söylemiş. Her kalbe kadife kılıf dikmiş. Bir insan palmiye kıskacında, iki margarita arası ne kadar içlenebilir? Bence o içlenme hakkını o hastane odasında kullanmış. Hatta içerlemiş. Oh olsun hayattan öcünü de almış.

Ben Julio’yu Latino bir melekmiş gibi bağrıma bastım. Şiir yazdım kafamdaki illüstrasyon tadındaki o esmere. Şöyle ki:

Julio, o hep sudan çıkmış saçları

ve hep aftersun kremli yüzüyle

kalbinizde arp çalıcak

tabii ki harp çıkacak

yoksa kafiye olmaz

ama sinyora

korkmayın ölmeyeceksiniz.

Sen çok yaşa Julio. Sen hep devam et Iglesias soyu. When i neeeeed you, i just close my eyes and i’m wiiiith youu...
Yazının Devamını Oku

Her şey değişecek:Var mısın, yok musun

4 Nisan 2005
<I>‘Değişmeyen tek şey değişimdir.’<br><br><B>Heraclitus, M.Ö. 6, eski Yunan</B></I> E ama bunu biliyorum diyorsun, hiçbir şeyin değişmesini istemiyorsun, böyle olmaz ki!

Nil, M.S. 21, İstanbul



Bu ‘her şey değişecek: Var mısın, yok musun?’ bence hayata gelmeden önce bize soruldu. Bence biz ‘evet’ dedik. Ve bence biz unuttuk. Göbek bağını, anne karnında geçirdiğimiz 9 ayı unuttuğumuz gibi.

Hayatta aynı nehire iki kere giremezmişiz ya, sular aktığından o artık tamı tamına aynı nehir olmuyormuş ya, ammaaan demişiz, saçmalık bunlar. Nehire girmem olur biter! Eski Yunan’dakilerin başına tavansız tavansız binalarda dolaşmaktan güneş geçmiş. Bal gibi de aynı nehire girerim ayrıca. Her şeyin aynı anda değişmesi çok yorucu oluyor. Bari bir kerede tek bir şey değişse?.. Olur.

Sen sabitsin, o değişti:

Ne! Sevgilim mi değişti? Ne yönde değişti? Yani olumlu manadaysa -bana göre olumlu- değişsin tabii. Değişiklik olur. Saçı falan değişebilir(?). Ama bana olan duygu ve düşüncelerinde bir değişme olmasın. Hain olur, zalim olur, şarkı yaparım: Zalim, senin Allahın yok mu olur! Ben değişmedim değil mi! O halde ne zoru var? Ben değişmeden değişmeyi nasıl başardı değişik bir şey yaşamadan? Neyse.

Ruhun sabit, bedenin değişti:

Hoop hop. ‘İnsan hissettiği yaştadır, akıl yaşta değil baştadır, insanın ruhu yüzüne yansır’lara ne oldu? Hayat beni buruşturmuyorsa, kırıştırmıyorsa, sıkıştırmıyorsa ne yapabilirim? Siz buyurun, sırada önüme geçin. Ne yani güneşte gözümü kısmasa mıydım? Şakalara kahkahalar atmasa mıydım? O güzelim tatlıları yemese miydim? Fitness, botoks ve kepek ekmeğiyle yapılan bir büyü biliyorum...

Ruhum değişse bedenim değişmese... Kötü bir insan olmaya razıyım.

Hayatın sabit, sen değiştin:

Tamam. Buna varım. Ben gerisin geri değişirim! Bu hayatı bugüne kadar kurduğuma göre bir bildiğim olmalı değil mi? Kendimi buna ikna ederim. Ama yok illa değişeceksin diyorsanız. O zaman bana biraz da istek enerjisi vermeniz gerekir. Hayatımı kendimle aynı hizaya getirmem için. Yok sende varsa var, bize ne diyorsanız... Hayat değişsin, adaptasyon sürecinden geçeyim tercihim.

Yukarıdaki mızıkçı tavırdan açık açık görülüyor ki, bir sabitle bile oyunu oynamak zor. Ama ben değişmeyen bir şey görmedim. Ben değiştim, ruhum değişti, hayatım değişti. Etrafımdakiler, onların ruhları ve hayatları değişti. Herkes diş çıkaran çocuklar gibi ağrıyarak, kaşınarak, yırtarak değişti. Sonunda o dişlerle hayattan daha büyük parçalar koparabildi.

Dün bir animasyon klipten aklıma geldi. Rutinin, sabitin delisi olduğumuz. Loop’unu bulan içinde kayboluyor. Halbuki adam binlerce yıl önce binlerce kere söylemiş: De-ği-şe-cek demiş.

Peki o zaman

Hop hop değiş tonton

Zaten ilk diye bir şey olmazdı

Olmasaydı bir son!
Yazının Devamını Oku