Nil Karaibrahimgil

Bugün bugündeyim!

28 Mart 2005
:D<br><br>Geçecek biliyorum. Ama umurumda değil. Beni için için gıdıklayan biiir biiir nasıl desem ‘spirited 1’ (nasıl çevirsem nasıl çevirsem? ters çevireyim: ruhsuz şey; yok düz çevireyim: ruhu olan) ziyarete geldi dün. Kendisini kendimden bile kıskandığımdan nasıl bir şey olduğunu bilmeyin. Ama bizim gibi insan değil. ‘Spirited 1’ın gelişiyle bana aşırı bir neşe hali geldi ki çok tehlikeli. Çünkü o kadar uçtum ki düşüşüm uzun olacak. Ama boşverin bunu. Aristo’nun öğütlediği ‘her şeyin en iyisi orta kararı’ felsefesinden iyidir. (Ben kime kafa tuttum demin! İşte insan böyle oluyor.)

Kafamı tavana çarptım ama ne gördüm bir bilseniz, ‘tamam popomuzun üzerine çakılmaya razıyız’ derdiniz. Zaten kısaca ‘s1’ benim değil. Hepimizin. Ama dünyaya geldiğinde bende kalıyor. VE NEDEN BENDE BİLMİYORUM! Ama her gelişinde deliriyorum böyle.

***

Güzel bir şeyler oluyor duygusu, insanı sabah yatağından fırlatıyor.
Onun geldiği gece hiç uyumadım. Dün kendisini 4’e kadar ağırladıktan sonra onu yanıma alıp uyudum. Onu bizimle yaşayabilsin ve size gösterebilelim diye, bir gecede eşya haline getirdik. Ama eşyalar insanı hiçbir zaman bu kadar mutlu etmez. S1 kesinlikle eşya değil.

Sabah 10’da uyandım. Tam tekrar uyuyacaktım ki aklıma geldi. Cin gibi oldum. Neşe doldum. Hayat doldum. Daha doğrusu gece yatarken ‘yarın iyi ki hayat var’ diye uyumuşum ya, gece hayat beni şarj etmiş olmalı.

Normalde sabahları ‘mesaj bırakın’ diye gezerken, bugün meşgul çalıyorum. Yok bu yazıyı bile zor yazıyorum. Bacaklarım kalkıp gitmek için titriyor ve sol kolumda böyle konfeti gibi bir şey yukarı aşağı geziniyor.

Bugün ‘-yor’la biten cümleleri bile seviyorum. Çünkü bugün bugündeyim! Al işte şimdi yukarı çıkıp başlığı 3. kere değiştirmem gerekecek. İlki ‘dikkat aşırı neşe var!’dı, ikincisi ‘iyi ki yarın hayat var!’dı ama ‘bugün bugündeyim’ daha güzel. Hem kırk yılın başı, bugün bugünde oluyoruz değil mi! Genellikle hep ‘o gün’deyiz ya. İşte benim için bugün o gün. Bu arada s1 bir olay değil. Olaylar insanı bu kadar mutlu edemez. Fikir gibi bir şey ama kız, fikriye belki. Bir insanın aklına geleni başına getirmesinden daha güzel bir şey yoktur belki!

***

Hangi sabah ‘keşke öğlen olsa’ desem biraz daha uyusam, öğlen ‘keşke akşam olsa’ desem biraz oyalansam, akşam ‘keşke gece olsa’ uyusam derim. Böyle yiyip bitirdiğim günlere üzüldüm bugün. Güzel bir ziyaretçi, insan olmak, eşya olmak, ya da olay olmak zorunda değil, geldiğinde güne zımba gibi başlıyorsun.

Yüzün hep gülüyor. Kafandaki düşman kuvvetlerin elini tutuyorsun. Ellerini çekmiyorlar... Herkes neşene ekmek banıyor. Sen alttan alttan kaynıyorsun.

Tabii ki hayatta öyle yedi cücelerdeki gibi full-time bir ‘neşeli’ yok ama bu pazartesi bu kelebek, çiçeğe de konar böceği de sever.

Keşke hergün böyle olsa. Yok yok vazgeçtim. Vazgeçmek için bkz. Aristo’nun altın oranı ‘the golden mean’!

Bir de ‘the spirited 1’...

Hoşgeldin.
Yazının Devamını Oku

Gel, hava güzel

21 Mart 2005
Sonbahar kış ilkbahar yaz diye dizilmişler ya bunlar. İlkokulda şu soruyu sorduğumu çok net hatırlıyorum: Kesin bu sırayla mı gelirler? Kesin o sırayla geldiler. Hiç şaşmadılar. Anneleri tabiat ananın sözünden bir gün olsun çıkmadılar. Beni de sonunda kendilerine benzettiler.

Sonbaharım oldu, kışım oldu, ilkbaharım oldu, yazım oldu. Hiç şaşmadı hep oldu.

* * *

Yaz gelir. Geniş kenarlı bir şapkayla, büyük güneş gözlükleriyle, havaalanından otele, taksiyle. Grace Kelly gibi gelir.

Tabi ki prenses Stephanie’yi de getirmiştir yanında. Yazın öyle küt diye bir sirk cambazıyla evlenecek cesaretimiz ondan gelir. O yüzden çılgın kızlar yazın evlenir.

O yaz her yerde çalan yaz hiti neyse, için için ezberlenilir. Yaz sloganı yapılır. Onun ritminde hareket edilir.

Ya kuzu kuzu gidilir, ya hay hay buyur edilir, ya da sana taptığım yıl geçen senedir, bitti. Şarkıda ne diyorsa odur. Eminem de o sırada öfkeli öfkeli bir şeyler diyordur ama o sonbahara kadar kısılır. Ayaklar suda eller bestsellerda yaza çarpılırsın. Ve sadece bir tek uyarı cümlesi duyarsın: akşam omuzun acıyacak.

* * *

Çok ses çıkardığım, hışırdadığım, her adımda yumurta kabuğu gibi kırıldığım, bir esintiyle hop başka bir yere saklandığım sonbaharlar gri geçti.

Yağmur ruhun sileceklerini çalıştırmıyor olsa, önünü bile göremez insan böyle zamanlarda.

Ama yağmur hep oldu. Zaten ilkokulda da hep olur demişlerdi.

Her insanın kolunun altına sıkıştırdığı kitaplarla koşa koşa eve gittiği, parantez bir zamana ihtiyacı vardır. Ve o zaman sonbahardır. Mevsim geçişlerinde saçmalandığı, hapşurulduğu ve bir tribulans yaşandığı doğrudur.

Ama sonbaharda da great expectations filmindeki (büyük beklentiler) hüzün vardır.

Ankara’daki Kuğulu Parkta da, İstanbul’daki Yıldız Parkında da, New York’ta Central Parkta da bu böyledir. Sanki hayatla aramızdaki yaz aşkı sonrasına, kış ayrılığı öncesine denk gelen alışkanlıktan el tutma dönemidir.

Dir-dır diyip durmuşum ama hiçbir şey de öyledir böyledir değildir. Her şey muallaktır.

Sıra kışta. Kış biriktirdiğim, toparladığım, içime attığım ne varsa saklama dönemidir. Her bir duygunun üzerinde yazar: serin yerde saklayınız. Ben de kışın kendimi o duyguları eksi bilmemkaçta muhafaza eder bulurum. Biraz daha diri olurum, uyanık olurum, nezle olurum.

Doğadan çay değilim ya doğadan maymunum. Sert koşullara zırt diye ayak uydururum. Kara bana yağar, ben kara yağarım.

Aklıma beyaz bir hayal takılır, yavaş yavaş cama iner, yıldız olur. Kış zaten hayal meyal geçer. Hiçbir kış net olarak hatırlanamaz. Herkes kışın mutlaka bir kar topu yapar.

Küçükken arkadaşına atar. Büyüyünce yere. Paltonun içinden atkın, atkının içinden kazağın, kazağının içinden tişörtün çıkar. Göbeğini kimseler görmez ve bir sır senle gezinir durur.

* * *

İlkbahar bandolarla mızıkalarla kırk gün kırk gece kutlamalarla gelir. Bahar gelir hoş gelir, leeey ley ‘rimi rimi ley’! Sonbahar-kış modası duygu-kaygı topuklar boş gelir. Sanki bir çocuk bir kağıdın sağ üst köşesine çeyrek yuvarlak çizer. İçini sarıya boyar. Dediler özgür kız nerelerdeydin, bir duygu olur. Yani bende. ‘Anne sence bu giyilir mi bu havada’lar başlar.

Bir penye sevgisi olur. Telefonda konuşurken kağıda çiçek çizilir. Allah bilir bundan sonra nasıl bir yaz gelecek duygusu fokurdamaya başlar.

Polenler şımarır. O güne kadar yüz verilmeyen güneşe ilk kez tak diye direkt bakılır. İçimdeki binlerce koridorun açılış törenlerine yetişme telaşı başlar.

Hiç çekinmem, hiç korkmam önüm arkam sağım solum güneş, kırt diye keserim kurdeleleri. İlkbaharda elimden tutar koştururum: Nil gel bak, bu salonda korkacak hiçbir şey yokmuş.

* * *

Yaz gelir. Geniş kenarlı bir şapkayla, büyük güneş gözlükleriyle, havaalanından otele, taksiyle. Her insanın kolunun altına sıkıştırdığı kitaplarla koşa koşa eve gittiği, parantez bir zamana ihtiyacı vardır.

Ve o zaman sonbahardır. Herkes kışın mutlaka bir kar topu yapar.

Küçükken arkadaşına atar.

Büyüyünce yere.

İlkbaharda elimden tutar koştururum:

Nil gel bak, bu salonda korkacak hiçbir şey yokmuş.
Yazının Devamını Oku

Aşk oyunu

14 Mart 2005
Şimdi bak. Bu oyun çok basit. Sen sensin, ama ben seni babam zannediyorum. Ben de benim, ama ben de kendimi annem zannediyorum. Ben senden babam gibi davranmanı beklerken, sana da farkında olmadan annem gibi davranıyorum. Bu işin ben kısmı. Sense kendini baban zannedip, beni annen sanıyorsun. O yüzden de bana karşı baban olup, benden de sana annen gibi davranmamı bekliyorsun. Bak hiç istiyorsun demedim. Çünkü böyle davranmak ya da davranılmak istemeyebilirsin. Bunlar sadece bizim referans noktalarımız, anladın?

Özetlemek gerekirse: Senin annen benim, baban sensin. Benim de annem benim, babam sensin. Ayy ben iki anne mi oldum! Değiştirmek lazım. Yahu senin iki baba olmandan bir şey olmaz. Baba neticede babadır. Sen anne ne demek biliyor musun! Bu durumda şu kaynatılan gelin programları show olmaktan çıkıyor değil mi? Annelerin kendileriymiş gibi yapan gelinlere saldırması, süt kadar doğal. Ayrıca iki erkekten bir problem çıkmaz da, ben hem kendi annem olup hem de senin annenmiş gibi yapınca aynı bedende iki kadın ediyorum. Facia! Hahhaha... Hmmm... Bu iki anneli, iki babalı modeli nasıl çözeriz? Seçelim! Sen seç: Ben olan annen mi, yoksa annen olan annen mi annen olsun? Tamam ben olmayayım. Zaten tercih ederim, çünkü ben kendi annemim ya. Ben de seçeyim. Ben de babamı seçtim. Yani babam, babam olarak kalsın. Sen de kendi baban ol rahat rahat. Birazcık rahatladı sanki durum. Ama dur, bu durumda ileride çocuklarımız olursa senin babanla benim annemin karışımı yavruları, benim babamla senin annen büyütmüş olur. Ki belki de evrim budur!

Oynarken şunu yapmak serbest. Ben mesela annemi canlandırırken onun sevmediğim ya da bana oturmayan yönlerini değiştirebilirim. Atıyorum, onun kadar fedakar olmak istemiyorum. Bana uymuyor. DNA’mda fedakarlığa dair yazılı çizili bir kayda henüz rastlanmadığından, bu saçlar kolay kolay süpürge olmaz çünkü. (Bu arada inşallah senin annen süpürge saçlılardan değildir, yoksa benden için için bunu beklersin. Ama oyunun zevki bu, haklısın.) Sen de babanı değiştirebilirsin tabii ki... Karakterin özüne ihanet etmedikçe, küçük değişiklikler yapmak serbest. Bu da tamam.

Boşuna herkes bu oyunu oynamıyor. Oyunun tatlılığına bak. Matematiğine bak. Bulan dahiymiş resmen. Bu oyunda ben, senin annenle benim annemin kesiştiği yere kadar kazanıyorum. Sen de öyle. Ama diyelim ki -ki kuvvetle muhtemel- bir yerde ben senin annenin yapmayacağı, ama benim annemin yapacağı bir hamle yaptım. Ya da annemde değiştirdiğim bir şey annenle uyuşmadı. Yani ben o an sadece kendi annemim ya da kendimim.

O durumda sen karar veriyorsun. Daha doğrusu (yahu ancak bu kadar dahice olur bir oyun) o durumda sen, benim babamla kendi babanı çeliştirmediğin bir durumdaysan, beni oyundan atabilirsin. Yok eğer ben annemken sen de babansan, ikimiz de oyundan atılıyoruz. Beni oyundan atmazsan, ben annem ya da kendim olarak devam ediyorum. Ama sana borçlu oluyorum. Sende bir hayalkırıklığı oluyor ister istemez. Bu yüzden sen de gitgide babam olmaktan uzaklaşmayı seçebilirsin. Bak hálá istiyorsun demedim. Ama keşke birbirimizin anne ve babasını çok iyi tanısak. O zaman oyun çok uzun sürebilir. Hani bazı evlerde birbirlerinin anne babasına anne baba diyenler var ya. Uyanık onlar. Onları bu oyunda kimse yenemez. Yani kim kimin annesi, kim kimin babası bu kadar karışırsa, ortalık anababa günü olur (Hahaha kelime oyunu ama oyuncak değil)...

Hem senin baban çapkın değil miydi?

Aaaaannnnneeeeeeee!

Bir de aşk anlaşılmaz bir şey derler.

Tövbe tövbe!

(Haftaya: Ben anne olunca oyun nasıl değişir? Şaka şaka!)
Yazının Devamını Oku

100 liraya hep açık kal!

7 Mart 2005
Bir frekans var. 94.9’da havada durur. Ya da söyle demeli: gezinir. Kainatın tüm seslerine Açık Radyo olur kendisi. Ben bu frekansı ne zaman duysam, benim dükkanın kapısındaki yazı ters dönüverir. ‘Açık’ olur. Hani Orhan Pamuk olsam, derdim ki: Bir gün bir radyo dinledim ve bütün hayatım değişti. Açıkradyo kainatın ekolayzırıyla oynuyor. Sesini açtığı şeyleri duysam inanmazdım. Duydum, dinledim. İnanmak da neymiş.

Somut örnekler vermeden anlatmam mümkün değil. Somut bir örnek olmadan, ben bile kendimi anlamıyorum. Açıkradyo’ya kulak verince neler açılıyor bir görelim:

Göğüs sesiyle söylediğim ‘kapalı bölgeler’ böyle,

Kafa sesiyle söylediğim ‘açılan bölgeler’ böyle yazılmıştır.

Örnek 1: ‘Malatya’da kuş evleri var. Kuş evi diye bir şey var.’

Sabah sabah 94.9 pıt diye açılır: Deli gibi kuş sesleri duyulur. Sanki koca bir apartmanda binlerce kuş uçmaktadır. Birazdan bunun aynen böyle olduğu anlaşılır. Malatya’da Kuşevleri işleten bir adamın sesi sonuna kadar açılmıştır. Adam der ki: Malatya’dan insan gelemez, bu kuş salınsın akşama gelir! 2 saat müzik yok. Kuşevleri var. Bu adamlar deli. Ya, ne güzel kuşevleri diye bir şey var. İçi kuş dolu bir apartman. O, bırakınca akşama buraya gelen kuş ne komik. O, ‘Malatya’dan insanı salsan akşama buraya gelemez’ diyen adam ne komik. O adamın bütün işi kuş. Ben bu sesi dinlemek istiyorum. Resmen müzik bu.

Örnek 2: ‘E, ben de bir şey diyorum. Benim sesim neden açılmıyor ?’ Bu radyoda gönüllü yüzlerce programcı var. Bazılarına göre ben, bütün kızları toplayıp kek yapan xl şişirilmiş bir pop-up girl’üm. Müzik kategorisi dışıyım. Bazılarına göreyse Babylon’da konser veren, İstanbul Caz Festivali’ne davet edilen bir pop-reformer’ı.

İçimdeki sese kulak verdiğimde hem hayır öyle değilim
hem de evet öyleyim. Benim çıkardığım sesin açılmaması çoğu zaman hoşuma gidiyor. İçimde ve de evimde bana ait hiçbir poster asılmamış oluyor.

Adam asmada asılan çöpten nil, bir kelime kazanıyor. İnsan kendisiyle ilgili amorti bilet algısından şaşmamalı! Yoksa kendini boşayıp, Bora Bora’da tatile gideceğini sanırsın. Yaşasın Naim Dilmener ve Yaşasın Görgün Taner! Yaşasın Nil Tanrısı ve Yaşasın Nil Sanrısı!

Örnek 3: ‘Kainatta ne sesler var bir bilsen!’

Arabayı sola çekip bekledim. İlk kez dinlediğim bir şey beynimdeki kıvrımlarla aynı kıvrımlara sahipti. Düşünmemi kolaylaştırmıştı. Bana hep bildiğim bir şeyi tatlı dille anlattı. Ben de uzun uzun dinledim. Memenun oldum Telefon Tel-Aviv.

Bir gece stüdyodan dönüşte evin önünde gözlerimden yaş geldi. Japon bir adamla bir kadın birbirlerine kelimesiz ritimsel bir şey anlatıyordu. Biri susunca öteki. O kadar güzel bir şey anlatıyorlardı ki. Acelemiz yoktu ve hepimiz o kadar Japonduk işte. Memnun oldum Asa-Chang & Junray. Sonra bir de deliler var Tiger Lillies. Tiyatral manyaklar. Kurbağa konçertosu var. İsveç’de top 10’e girmiş. Souad Massi var. Sesi ne güzel. ‘

Böyle müzik olur mu canım. Melodi lazım, ritim lazım, ses lazım, şöyle üç beş kıpırtı, nakaratta da hoyda hep beraber bir şey söylemek lazım. Bir şarkının A’sı olmalı B’si C’si olmalı. Ayrıca iyi şarkı satmalı.’ Diyip duruyordu biri, kovdum. Ben bunlarla tanışa tanışa memnuniyetten bir hal oldum. Nildünyasının ve nilfm’in türsüz aşure halini dinleyenler şaşırmasın. Kendimi açık radyo gibi dünyanın tüm seslerine açık nil yapma çabasındayım. Bu köşe de nilfm’in flyerından başka birşey değildir. Frekansını bulan diğer frekansları da duymaya başlamaz mı, ya da tam tersi.

Bu kadar örnek anlatmaya yetti mi bilmiyorum. Açık Radyo beni güncelleyen birşey işte. Eskimiyorum, paslanmıyorum, kapanmıyorum. Bu radyo bir gönüllüler projesi. Yüzlerce insan çeşitli zamanlarda orada küçük bir odada bizim için kainattan bir şeyin sesini açıyor. Bu aralar geçen sene başlayan Dinleyici Destek Projesi’ne davetliyiz. Herhangi bir programa kişisel olarak sponsor olup onun devamlılığını sağlayabiliyoruz. Peki siz buradan buraya seyahati sevenler, Açıkradyo’nun açık kalması için Dinleyici Destek Projesi ‘çoğalıyoruz’a destek olmaz mıydınız?

Tel: 0216 572 95 20

(50 lira ya da 100 liraya bu frekansın hep açık kalmasına sponsor olabiliriz)
Yazının Devamını Oku

Kafa kalp Kalp

28 Şubat 2005
Hani klişedir. Söylenir. Hayat bir sahnedir. Hayat bir oyundur. Hatta bir de maskeli balo denir bazen. Hiç sevmem. Bu sabah pencereyi açıp kendimi havalandırırken, şöyle bir ters çevireyim dedim. Bir sahne gördüm. Bir benzetme yaptım. Bezeme yaptım. Bir baktım: İki yargıç bir de teyze var iç mahallemde oturan. Yargıçlardan birinin adı Kalp, öbürününki Kafa.

Biri hissederek yaşar. Öbürü düşünerek. Biri sakar, etrafı kırar döker. Biri temkinli, her adımı dikkatli. Bu iki yargıç ben çocukken çocuktu. Daha yargıç olmamışlardı. Arkadaşlardı. Beraber kaydıraktan kayarlar, salıncakta birbirlerini sallarlardı. Hayat Hanım o zaman tek yargıçtı. O ne derse o oluyordu zaten. Bir de bir teyze daha var demiştim ya. Vicdan Teyze. O da daha doğmamıştı.

Vicdan Teyzenin muhasebeci ikizi vardır. Pek evde oturur. O da doğal olarak yoktu o zaman.

Ben büyüdükçe bu ikisi her bişeyde haklı haksız tartışmasına girmeye başladılar. Hukuk Fakültesini birincilikle kazandılar. Ama bir daha da arkadaş olmadılar. Tek başlarına kaydıkları, sallandıkları oldu tabi. Ama parkta değil artık. E bir yaygaradır koptu sonra. Aynı davayı bir o ele alır, bir öteki. Biri vurur masaya müebbet hapis. Öbürü vurur masaya kefaletle serbest. İkisi de dürüst. Rüşvet işlemez. Kalp böyle bir teklifte kırılır. Kafa kuşkulanır kabul etmez. İkisi bir yandan da Yingyangdırlar. Siyah beyaz ama nokta nokta ukdelidirler. Anlayacağınız hem kalp kalbe karşıdırlar. Hem de kafa kafaya gelirler. Bunların ikisi tahmin edersiniz biraz ihtiyar. Doğuştan biraz öyle. Biri bilmiş, biri hissetmiş. Sanki bunlar hayatın içine doğmamış, hayat bunların içlerine doğmuş.

İkisi de birbirini ortadan kaldırmaya çalıştı. Çeşitli zamanlarda. Bazı davalar uğruna.

Ama bir kusurları var, gözle görülmez. İkisi de ölmez. İkisi de vampir sanki. Geceyi sever. Aynayı sevmez. Kan gittikçe beslenir. Ama itiraf etmeliyim ki bazı meseleler Kalpsiz, bazıları da Kafasız çoktan çözülmüştü. Birisi yeterince doğuya gitseydi, öbürü de yeterince kuzeye gitseydi yine çözülürdü birçok şey.

Ne demiştim, bunlar iki ihtiyar ya, nefretlerinden aşk falan da doğmadığına göre bunlara yarenlik eden bir teyze lazım! İşte o Vicdan Teyze. Bu ikisine gider gelir durur. Geceleri de muhasebeci ikiziyle şöminenin başına oturur. Konuşur konuşur sızar. İkisine de kızar.

Bu iki yargıcın muhasebe işlerine, işte bu Vicdan Teyzenin ikizi bakar. Kalbi zengin etmek ister, katakulli çevirir. Kafaya bir vergi borcu bindirir sene sonu, sonra çıtır çıtır güler şömine başı. Aslında hesap kitaptan anlamaz. Rakamlarla değil işi, rakımlarla.

Yüksek değerler adını verdiği çarpım tablosuna benzer bir sistemi var. Uyduruk. Ona göre hesaplıyor herşeyi. Neyi neye çarpacağını da ona fısıldayan, tabi ki Vicdan Teyze. Daha bugün tablosuna bakıp, Kafadan altı sıfır attı. Her şeyini öyle hesapladı.

Vicdan Teyze arada bir küpe yapar.

İçinde Kafa kalp Kalp yazar.

Hobi olsun diye yapar.

Bir tezgah açar, satar.
Yazının Devamını Oku

Mutfağında muhabbet kuşu var

21 Şubat 2005
Şiirin adı burada tekrar geçmesin

Anladınız işte nerede ne var

Gülden’in mutfağında

masaya vuran parmaklar

bir şarkı üç dörtlük mü dört dörtlük mü

(sayardan önce bir nefes bekle)

sayar.

Gülden Gökşen yeni müzik öğretmenim. Piyano virtüözü. Hem çok genç, hem çok bestekár. Yakında albümü çıkıyor. Azize Mustafa Zadeh gibi demeyeceğim. Ama siz kesin ona benzeteceksiniz, bakın yazıyorum. Konserine gidince şaşırmıştım. A a bir klasik müzik konserinde seyirciden kahkahalar geliyor. Niye? E elleri kadar beyni de koşuşturan bu kadın, şarkılarının hikayesini en sevdiğim tür olan ‘kendisiyle dalga geçme’ tonunda söylüyor da ondan. Siyah beyaz bir şeyi çalan rengárenk biri. Hiç de klasik değil!

Evet, bundan önce seri bir öğretmen katili olduğum doğru. Dünyadaki yüzlerce insana sormadığım soru kalmadı. Taksi şoförlerine bile durak taksisi olmakla olmamanın farkını soruyorum. Fakat gelgör ki çoğu zaman cevapları dinlemeye vaktim olmuyor. Acilen başka bir soru fenalaşıyor ve resepsiyondan çağırılıyorum. Gülden’de kararlıyım ama. ( Şan öğretmenim Elvin Hanım’da, gitar öğretmenim Can’da, pilates öğretmenim Taha’da da aynı şekilde!) Öğrenmeye doyamıyorum diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Evrilmemiş bir maymunum diyebiliriz. İştahım çok ama muzları bitiremiyorum diyebiliriz.

Peki Gülden nasıl oldu da bana majör tonlarını öğretebilen ilk insan oldu? Nasıl pıt pıt masaya vurarak en zor şarkıların bile kaç kaçlık olduğunu bilebiliyorum? O.5 kalem ve pelikan silgimle, nasıl her yerde notaların içini siyaha boyaya boyaya ödevler bitiriyorum? Hem de sadece iki dersle! Cevabı bir vuruşluk es sonra!

(Satır başı aman ha sol anahtarını unutmayayım) Gülden benim çoğu insana sapa gelen anlama yollarımı biliyor. İyi öğretmen diye buna derim. ‘He who can, does. He who cannot, teaches.’ (Yapabilen yapar, yapamayan öğretir.) diyen George Bernard Shaw’u Gülden’le çürütürüm. Gülden tonik dereceler yerine gezegenler, aylar, yıldızlar çizince; porteye de nota merdiveni diyince ben ‘hah!’ derim, ‘şimdi anladım!’

Gülden’in kuyruklu yıldızını (piyanosunu) geçenlerde demonte edip kayıtlar için stüdyoya götürdüler. Salonda bir yıldız daha var ama onun kuyruğu yok. (kuu vak vak vak, kuu vak vak vak, kuyruuğun neereedee?...hmm bakiym, dört dörtlük! ) Biz şimdilik mutfaktayız. İşin mutfağını öğreniyorum ya. Ha.ha.ha. Mutfak kapısından bakınca sağdan sola doğru: sıcak kalorifer, ben, kaynayan çaydanlık, Gülden ve muhabbet kuşu Nurkuş. Hadi Nil göreyim seni, sakın çıkma şu resimden.

Evdeki duvar panoya müzik evreninin haritasını çizmeye başladım. Bundan sonraki seyahatlerim merdivenlerle dünya, ay, yıldızlar arası olacak.

Balonumu ne mi yaptım? Balonumu bahçeye parkettim.

Şu anda nasıl mı seyahat ediyorum? Gülden’in motosikletinin yan koltuğunda tabii ki. Kucağımda da muhabbet kuşu var! II (Ve bu çift çizgiyle başa dönülür)
Yazının Devamını Oku

Ceren ile kanguru

14 Şubat 2005
Herhangi bir gün Boğaziçi Üniversitesi’nde tanıştık. Ben merdivenleri çıkmıştım. O Cumhuriyet gazetesini indirip bana bakmıştı. Sarışın, entel, konuşması ‘ben burada büyümedim’ aksanlıydı. Yanınız boş mu deyip, o gün derste yanıma oturdu. Ve bir daha hiç yanımdan kalkmadı. Yapıp ettiklerimin yükleminde ‘her zaman’ oldu. Ve adı hep o ilkokul cümlesinin öznesi oldu:

En iyi arkadaşım Ceren.

Bu girizgahtan kafa kafaya verip, dip dibe yürüyüp, yan yana dizilen iki arkadaş olduğumuz zannedilmesin. Ben, arkadaşlara karşı pek canlı değilim. Ceren ise yılın 350 günü buralarda değil. Benim gibi yanı boş’ların arkadaşına en uzak bir ada yakışırdı değil mi? Kendisi Avustralya’da yaşıyor. Şimdi(lik) burada. (Bu ‘lik’ eki var ya, hayattaki en mühim ek. Nedenini başka yazıya lakırdarız, Ceren yokken) ‘Ceren İstanbul’da’ önemli macera oldu bu gelişinde. Bana ‘Nil Macera’da’yı hatırlattı çünkü bir haftada.Öyle demeyin insan kendi macerasını unutabilir bazen.

Ceren’i birazcık boyamak gerekirse, yüzü gülerdir. Bana pat diye oturan çok parçalıdır. Ruhu paramparçadır. Kafası boz-ama-yapama tahtasıdır. Çok neşelidir ama bu neşe onun Boğaz’da yürürken hep yere bakmasıyla çelişmez. Ceren bir Matruşka olsa, içinden hep büyüğü çıkması gerekir. Ceren bir yol olsa kestirmesi olmaz. Ceren hava durumu olsa sabahı Luxemburg’ta günlük güneşlik, akşamüstü Boğaziçi Güney kampüste çok rüzgarlı, akşamı dünyanın herhangi bir yerindeki kutup soğuğu olur.

Benim gözümde gerçeğin ortasına düşmüş bir hayal kahramanıdır. Kağıdından sıyrılmaya çalışır durur. ‘Gel’ desem dünyanın öbür ucundan bir adımda gelir, kayıp düşmüş olsam, kayıp olsam iki elini birden verir.

Buraya geldi ve farkında olmadan beni, bir kanguru gibi cebine atıp, hayat alemimde gezdirdi. Kanguru ‘bilmiyorum’ demekmiş... Bu hikayeyi anlatmalıyım: Avustralya yerlisine bir hayvanı gösterip bu ne diye sormuşlar. O da cevap olarak kendi dilinde ‘neden bahsettiğinizi bilmiyorum’ anlamına gelen kelimeyi söylemiş: Kanguru! Ve o hayvanın adı kanguru olmuş. Ben de benim kangurumdum işte. Ben de bilmiyordum. Ceren bir keresinde ‘Dünyadaki en çirkin hayvan, insan’ demişti. ‘Hem tüysüz, hem pembe hem de iki ayağının üstünde duruyor!’ Ben de tüysüz, pembe ve iki ayaklı bir nil hayvanıydım. Ceren safarisinde poz verdim. Bir baktım: Doğal habitatımda pek bir şıkım. Şımarıklıkmış meğer pembe pembe kızaran sıkılmışlığım. Kendimi sivilce gibi sıkmışım, patlatmışım. Unutmuş kalmışım dünyanın sol üst tarafında küt küt atan bir kalbin içinde oturduğumu. Kocaman pencerelerinden kocaman güneşle dolan kocaman bir salonda yapılacak çok şey olduğunu. Pollycerenanna beni ziyarete geldi. Arabamla gezdirdi, anneme, babama, kardeşime sardı, saçlarıma bile renk kattı. ‘Of zaman kısalıyor, yapılacaklar listesi uzuyor ama bu çok zevkli bir deve cüce’yi hatırlattı.

Ceren geldi, hemen arkasından Nil geldi.

Ceren bu pazar gidiyor ve ben pazar sabahı Luxemburg’ta günlük güneşlik olmaz diye korkuyorum... Kanguru.
Yazının Devamını Oku

Bardağın yarısı loş

7 Şubat 2005
Bu, ‘tavuk mu yumurta yumurta mı tavuk’un kafa bulduran döngüsüne benzemez. Bardağın tam da yarısında duran mood çizgisi bizi iyimser ya da kötümser yapıverir. Peki suyu tam da yarısına kadar içip bırakan bu zihniyetin ‘su falı’ gerçekten çıkar mı? Yarısı boş’çuların hayatı boşalır da, yarısı dolu’cular dolu dolu yaşar mı? Şu bardağın dibindeki suyu dökelim de bir dinleyelim bakalım ruh duvarlarını. Bardak neye göre boş?

Bardaktan çok susamış biri içiyorsa: Hop yarısında bardağı çekilip sorulursa, der ki: Daha yarısı dolu. Daha da içmek isteyen biri içeceği şeyin varlığına odaklanmaz mı? Hayatı kana kana içen susamışlara, bardak yarısından az bile dolu olsa, DOLUDUR nokta.

Bardaktan hiç susamamış biri içiyorsa: Bardağı elinden alınıp sorulursa, der ki: Yarısı boş. Daha fazla içmek istemeyen biri, zaten yeterince içmiş olduğuna inanmak ister. Yani susamışın geleceğe bakması doluysa, susamamışın geçmişe bakması boştur. Hayatta iştahı olmayanlar bardağın yarısını zor ederler. İştah hapı almış çocuk gibi bardağa suyu geri veriyormuş gibi içerler. Yudum bile onlara ağız dolusu gelir. İçtiği yerler BOŞTUR BOŞ.

Bardağa su dolduruyorsan: Daha doldur, yarısı boş! Hayatın başında, yolun başında, suyun başında, işin başında, işinin başındaki insanlarda durum budur. Doluyorsa daha doldurucak çok yer vardır. Ne kadar doldurursan doldur BOŞtur. Bu susamamışın boşu gibi ‘boşaltılmış bir boşluk’ değil. Doldurulacak bir boşluk. Aralarındaki seviye farkı da, dikkat, su seviyesinde değil.

Bardaktan su boşaltıyorsan: Daha boşalt, yarısı dolu! İçinde ne varsa boşalt, bir şey kalmasın der gibi. Bağır, çağır, küfret, isyan et, yeter ki boşalt gibi. Eğer amacın dökmekse, dibini gör. Suyu da dök. Belki bayat, belki içine kurt düştü, belki yıkanıyorsun. Nedeni neyse ne. Suyu boşaltmaksa istediğin, boğuluyorsun ve hafiflemek istiyorsun diyelim, kalan herşey DOLUluk yapar. Senin için yalnızca bomboş boştur artık.

Başkası bardağını uzatmış doldurmanı bekliyorsa: Doldurmadın ki, yarısı boş! Başkaları cehennemimdir demiş Sartre. Ne kadar doğru. Hayatta biri sana bardağını uzattıysa artık ne yaparsan yap yetmeyecektir. Senin ‘başkası’ olduğun başkaları için de bu böyledir. O yüzden bambaşka olup başkası olmamak en iyidir. Yarısına kadar doldurman BOŞ bir çaba. Beklenti ‘doldur’sa eğer, ‘kafamı doldur, ruhumu doldur, yalnızlığımı doldur’ gibi, boşluk hep yarıda sabit olacaktır. Bardak uzayıp kısalacak, dibinde delik bile açılacaktır. Beklenti doluluksa, beklenilen boşluktur.

Başkası bardağındaki suyu boşaltmanı bekliyorsa: Boşaltmadın ki, yarısı dolu! Yahu boşalttım ya! İstediğin her alanı sana açtım ya. ‘Beklentili başkası hastalığı’ işte. Neyiniz var? Hayatınızda gözleri sürekli DOLU biriniz mi var? Doldur dedin doldurdum, boşalt dedin boşalttım. Doldurunca daha doldur, boşaltınca daha boşalt de diye mi yaptım bunları? Suyumu nereye boşaltmamı istersin? Sen yeşer diye bitkine boşaltabilirim, senin suyun azsa suyuna ekleyebilirim. Ama bende su olduğu sürece bahse varım geçmeyecektir kuraklığın.

***

Hal buyken, sen en iyisi doluyu boşu boşver, şunlara cevap ver:

Susadın mı, susamadın mı?

Suyu dolduruyor musun, boşaltıyor musun?

Senden suları doldurmanı mı bekliyorlar, boşaltmanı mı?

***

Yani şimdi bu benzetmelerden bir hayat felsefesi çıkmaz mı diyorsun? Sudan felsefe bakıyorum, de ki düzenbazın biriyim. Bir gazete ekini külah yapmış, suyu doldurup doldurup boşaltıyorum. Ama sen de bana şimdi iyimserlik doluluk, kötümserlik, boşluk çizgisini çekme artık. Onu külahıma koyar, çekirdek gibi çıtlarım çünkü. Bak seninkiyle benimkini birleştiriyorum.

İyimserlik: Hayata susamışsan, sen onu boşaltırken bir yandan da ‘boo-şalt, boo-şalt’ beklentisi varsa, YAŞADIN BARDAĞIN YARISI DOLU.

Kötümserlik: Hayata pek susamamışsan, sen onu doldurmaya çalışırken ‘dool-dur, dool-dur’ beklentisi varsa, HAY ALLAH BARDAĞIN YARISI BOŞ!

***

Yarısı ilki, yarısı ikinci

Sanki ortası.

Hepsi hepsi o tatlı su balığının

Suyla şakası.

***

Çıt.
Yazının Devamını Oku