Paylaş
Meydanlarda “bazı” gazetelerin yayınlarından hiç memnun olmadığınızı açıkladıktan sonra, televizyon ekranlarından “gerekirse Facebook’u, Youtube’u da kapatırız” deyişinizi izledim. Aklım haliyle basının zor zamanlarına; Abdülhamid devrine, tek parti dönemine, askeri darbelere, savaş yıllarına, olağanüstü hallere gitti. 150 yıldan beri süre gelen baskılar, davalar, para ve hapis cezaları, suikastler geçti gözümün önünden. Ama belki de özgürlükler, saygı ve tahammül konusunda “modern” kavramları bir kenara bırakıp, çok daha eskilere gitmeliyiz. İsimlerine herhangi bir itirazda bulunmayacağınızı sandığım tarihi kişiliklere...
Mesela 1541-1628 arasında yaşamış Aziz Mahmud Hüdayi: Osmanlı’nın en önemli üç şehrinden birinin, Bursa’nın en üst düzey yöneticisi, yani kadısıyken, kendini başkalarından üstün gördüğünü, kibirli olduğunu fark etmişti. Nefsini terbiye edebilmek için makamını bırakıp, gösterişli kadı kıyafetleriyle pazarda ciğer satmaya başladığında Bursa halkının alaylarına, aşağılamalarına maruz kalmış ama hiç birini terslememiş, saygıda kusur etmemişti.
Mesela 1318-89 yılları arasında yaşamış olan Bahaeddin Nakşibend: Ömrünün bir dönemini Horasan’daki yaralı hayvanları tedavi ederek; hasta, zayıf, uyuz sokak köpeklerine bakıp onlara hizmet ederek geçirmişti. Rivayete göre hem içindeki kibri kırabilmek, hem de mahlukata gereken saygıyı göstermek adına yolda yürüyen hayvanların önüne geçmezdi.
Mesela 1118-82 arasında yaşamış Ahmed Er-Rufai: Halkın sevip, büyük hürmet gösterdiği kişilerden biriydi. Rivayete göre bir gece, adamın biri onu sille tokat dövmüştü. Dayak atan kişi karanlıkta onu tanıyamamış, evini soyup kaçan hırsız sanmıştı! Hırsız zannederek yanlışlıkla dövdüğü kişinin kim olduğunu fark ettiğinde büyük utanç içinde kalan genç adamı Ahmed Er-Rufai teskin etmiş, ona “Üzülme evlat, kızgınlığın geçti mi sen onu söyle” demişti.
Bu kişilikler, karşılaştıkları güçlüklere, uğradıkları itirazlara, hatta hakaretlere karşı insanların seslerini kesmeyi değil, “kusura bakan” gözlerini kapatmayı tercih etmişlerdi. Şimdi tarihteki bu örneklerden hareketle insan ister istemez soruyor kendine: Hangi görüşten olursa olsun, -birini diğerinden ayırmaksızın- bu ülke insanlarının Horasan’ın köpekleri kadar değeri yok mu?
Paylaş