Paylaş
Tabii, dağdan yavru ayı kurtarıp onu sevgiyle besleyen Erzurumlu’yu da unutmayalım. Ne güzel haberler değil mi? Öte yandan, doğal sayılması gereken davranışların bu kadar ilgi çekmesi, bir açıdan da düşündürücü. Hele de tarih boyunca hayvan sevgisiyle tanınan bir kültürde…
ORTA ASYA’DAN DERSAADET’E
Tarihe bakarak şunu en kestirmeden söyleyebiliriz: Türkler hayvanları severler. Takvimin bile ’12 hayvanlı’ olduğu Türk kültüründe hayvanlar, gündelik yaşamın ayrılmaz parçasıdır. Özellikle de sürülerin ve obanın koruyucusu olan köpekler. Sayısal olarak doğrulamak pek mümkün olmasa da İstanbul’un 1453’teki fethinden sonra şehirdeki köpek sayısının arttığı söylenir. Kedi sevgisi ise Türklerin hayatına daha çok yerleştikleri şehirlerde girmiştir. Osmanlı’da kediler ve köpekler için özel vakıflar kurulmuştur. Bu vakıflar, kasaplar ve fırınlar aracılığıyla sokak hayvanlarının beslenmesini sağlardı. Bazıları ise ‘vasiyet gereğince’ güvercinlere yem verilmesini üstlenirdi. 18.Yüzyılda, Şam’da hasta, yaralı kedileri ve köpekleri tedavi eden bir hastanenin varlığı kayıtlara geçmiştir.
YAVRU KÖPEKLERİN ETRAFINDAN GEÇEN ORDU
Osmanlıların hayvan sevgisinin elbette dini bir yönü de vardı. Hz.Muhammed, “Müvezza” isimli kedisi başta olmak üzere kedilere sevgisini gösterirdi. 630 yılında Mekke’ye doğru ilerlerken, yeni doğum yapmış bir köpeği ve emzirdiği yavrularını gören Hz.Peygamber, onların başına nöbetçiler koydurmuş; böylece hayvanlar 10.000 kişilik ordunun geçişinden zarar görmemişti. "Haksız olarak bir serçeyi öldürenden, Cenab-ı Hakk kıyamet gününde hesap soracaktır" ve hayvanlarla ilgili “her canlıya yapılan iyilik için mükafat vardır” hadisleri, İslam hukukunun bu konulardaki özeti gibidir. Bu ilkeler, Osmanlı hukukunda hayvan haklarıyla ilgili fermanların (ilki 1587 tarihli) yanı sıra ilginç geleneklerde karşımıza çıkar. Örneğin, sevap kazanmak için kafeslerdeki esir kuşlar parası verilerek serbest bırakılırdı.
YABANCILARIN HAYRANLIĞI
Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret eden yabancılar, hayvanlara verilen değere çok şaşırmışlardır. Seyahatnamelerde bu konuya çok sık rastlanır. Örneğin Fransız seyyah Jean du Mont, 17.Yüzyıl’da şöyle yazar: “Türkler… özellikle köpeklere karşı çok müşfiktirler. Ekmek ve etle bu köpekleri kapılarının önünde beslerler. Türklere göre kedi, köpek ve at gibi eti için beslenmeyen hayvanları öldürmek suçtur.” Cornelius de Bruyn ise 1678’de Galata’da tanık olduğu bir manzarayı aktarır: “Sokakta bir köpeğin yavrularının etrafı küçük taşlardan yapılmış alçak bir duvarla çevrilmişti. Böylelikle ezilmeleri önlenmişti. Yavruları her gün besliyorlardı. Ayrıca bir de yağmur örtüsü yapmışlardı”.
GURABAHANE-İ LAKLAKAN
Osmanlı’da kuşlara da özel ihtimam gösterilirdi. Kent temizliğine yardımcı olan yaban kuşlarından çaylaklar, beslenir ve avlanılmazdı. 17.Yüzyıl’dan itibaren Osmanlı mimarisinin ayrılmaz unsurlarından birisi de “kuş evleri” olmuştur. Bu zarif evleri bugün bile büyük camilerin ve sarayların duvarlarında görmek mümkün. Ayrıca kuşların su içmeleri için özel yapılan oyukları da unutmamak gerek. Kuş sevgisi, 19.Yüzyıl’da, “dünyanın ilk kuş hastanesi” sayılan, Bursa’daki “Gurabahane-i Laklakan” ile doruk noktasına ulaşmıştır. Leylekler ve kargalar gibi yaralı kuşlar burada tedavi ediliyor, ardından tekrar doğaya bırakılıyorlardı.
MODERNLEŞME VE İMHA
Elbette Osmanlı tarihinde bu sevginin tam tersi uygulamalar da olmuştur. Şehir merkezlerinde köpek nüfusunu azaltmak amacıyla toplu sürgünlere, Kanuni devrinden itibaren az da olsa rastlanıyor. Öte yandan sokak köpeklerine karşı en kapsamlı imha hareketleri modernleşme sürecinde görülür. “Medeni” Batı’nın büyük şehirlerinde başı boş köpek sürüleri görülmezken, başkent İstanbul, Edmond de Amicis’nin ifadesiyle “kocaman bir köpek harası” gibiydi. ‘Muasır” şehir hayatına yakışmayan, ayrıca hiç de “sıhhi” olmayan bu ‘sorun’un halli gerekiyordu. II.Mahmud döneminde, bu yoldaki ilk girişimin İstanbul’daki Batılılarla ilişkisi bir rastlantı olmasa gerek. Bir İngiliz vatandaşının köpekler tarafından öldürülmesi ardından başlatılan “sürgün” hem hava, hem de halk muhalefeti nedeniyle gerçekleşmedi. Abdülaziz dönemindeki itlaf sonrasında çıkan büyük yangın, halka göre köpeklere yapılan eziyetin sonucuydu. Alman İmparatoru II.Wilhelm’in ziyareti öncesinde “sokakların temizlenmesi” konusu yeniden gündeme geldiyse de II.Abdülhamid döneminde bu tür bir uygulama olmamıştır. 1910’da, yani II.Meşrutiyet’in ilanından iki yıl sonra ise 60 bin kadar köpek toplatılarak Hayırsız Ada’ya sürgün edildi. Açlık ve acı içinde ölen binlerce hayvanın uluması günlerce şehirden duyulmuştu!
Modernleşmenin getirdiği ‘insani yaşam’ ilkeleri ve şehirleşme, New York’tan İstanbul’a kadar her yerde kapalı mahalleleri ortadan kaldırırken, mahallenin doğal sakinleri kabul edilen ‘sokak hayvanlarını’ sokaklardan çekilmeye zorluyordu. Modern devletin, ‘sahipsiz’ şeyler karşısında çelişkiye düşmesi kaçınılmazdır. Böyle bakıldığında, şehirlerimizin bugün bile tam olarak modernleşmediğini söyleyebiliriz!
GELENEKSEL VE MODERN HAYVAN SEVGİSİ
Modern dünyanın sahipli, belgeli ev hayvanlarıyla, kadim kültürlerin serbestçe, insanlarla yan yana, iç içe yaşayan sokak hayvanları aslında iki farklı dünya görüşünün yansımasıdır. Bu karşılaştırmaya ev kuşlarıyla, çatılarda bakılan kuşları eklemek bile mümkün. Marifet hem geleneksel anlayıştaki güzellikleri, hem de modernliğin olumlu yönlerini uzlaştırabilmekte. Kasabın, balıkçının önünde sabırla rızkını bekleyen kediler; geceleyin kendini mahallenin bordrosuz bekçisi ilan eden köpekler; şehrin her köşesine imzasını atan güvercinler, kumrular, serçeler, zeka küpü kargalar ve tabii vapur etrafında simit kovalayan martılar… Kısacası tüm sokak hayvanları, eski ve yeni arasındaki kültürel dengenin, çevrenin korunmasına ve tabii insanların sevgisine daima muhtaç.
Paylaş