Paylaş
Taşlar yerinden oynadı. Görünürde bir boşluk oluştu. Bu fırsattan istifade türlü fırka sahne alıyor şimdilerde. Hepsi kendi görüşünü hakim kılmak üzere. Demokrasi böyle bir şey işte. Biz de faydalanalım nimetlerinden öyleyse..
Bugün lafım özellikle -maksatlı olarak- tüm sorunların “din”den kaynaklandığını iddia edenlere. Esas büyük taarruzun “Hak Din”e olduğunu düşünüyorum günümüzde. Dinin, insanın gerçek özgürlüğüne giden yol yordam olduğu inancımla… Kulu kula köle etmeyi işten bilenlerin, doğaldır dinin hakikatine düşmanlıkları. İnsanın rahmani doğasına düşmanlıktır meselenin aslı. Ah enaniyet!
İki yöntem var; ya doğrudan dini karşına alır cepheden savaşırsın, ya da uyaklı görünüp içten çökertmeye çalışırsın. Bu kadim bir savaş, içte ve dışta. Ve bugün iki yöntemin uygulayıcıları maalesef ittifak halinde. Palazlanmaya çalışıyorlar bilinçsizlik, bilgisizlik zemininde. Nefsani çıkarlar doğrultusunda, vicdanları teslim almak üzere.
18.yy’dan itibaren, esasen de 1800’lerin sonlarında öyle bir nesil türüyor ki etkileri bugüne uzanan, Osmanlı’nın geri kalmasından ve ortaya çıkan idari zaaflardan istifadeyle, -“Batıcılık” kisvesi altında- medeniyetimizin mihenk taşlarını yerinden etmeyi tekamül/kurtuluş olarak kodluyorlar umarsızca. Hem Batıcılığı da son derece şekilci bir yaklaşımla yorumluyorlar. Bunların bir kısmı için din(İslam dini) de geri kalmamızın başlıca müsebbibi olarak hedeftir artık. Ve üstümüzde sömürgeci emelleri olan çevrelerden her zaman destek bulacaklardır bu arkadaşlar.
Fakirin ilmim sınırlı olduğundan Șehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin(1865-1914) 100 yıl kadar önce dile getirdiği görüşlerinden faydalanacağım birkaç hususta.. Çünkü dinin sosyo-politik bir olgu olarak kısırlaştırılmak istenmesinin bazı “entelektüel(!)” camialarda ivme kazandığı önemli bir dönemde kalem oynatmış Ahmet Hilmi, aynı şimdiki gibi.
Hem akademik hem de tasavvufi anlamda iyi bir eğitim almış olan Filibeli(tasavvufi yazılarını Șeyh Mihrüddin Arusi mahlasıyla yazmaktaydı), özellikle de çıkardığı “Hikmet” gazetesi üzerinden “İttihat ve Terakki”cilerin başını çektiği ithal siyasi görüşleri eleştirmekle birlikte, dinin karşısına alternatif olarak konulmaya çalışılan türlü felsefi görüşe de reddiyeler yazıyor. Ne de olsa kendisi ‘Darülfünun’da felsefe hocalığı da yapmaktaydı. Defalarca yayınları yasaklanmış. Siyonizm ve Masonluk hakkında ilk yazı yazanlardan. Ölümü genç sayılabilecek yaşta, zehirlenmeden; şüpheli addediliyor..
Ahmet Hilmi’nin, zamanın din adamlarının geri kalmışlığını da kıyasıya eleştirdiğini belirtelim. O, bizde en geri kalmış ilim dallarının “ilahiyat ve dini felsefe” olduğu görüşündeydi. Çünkü zahiri ilimler, batını ilimlerden köklenirler. Dolayısıyla maddi alanda sorun varsa onun sebeplerini daha derinde, maneviyatta aramak gerekir.
Aslında Filibeli bir ilerlemecidir. Karşı olduğu ‘Köktenci Batıcılık’ın ne anlamda olduğunu ise, en iyisi “İslam Tarihi” adlı eserinin “Muhterem okuyucularla sohbet” bölümünden bir paragraf alıntılayarak aktaralım:
Öncesinde gericilikle eşdeğer bir muhafazakarlık türünü eleştiriyor ve; …“Bütün bu söylenenlerden maksadımız, uzun ve mahalli bir gelişmeye mazhar olan Avrupalılarla temas ve münasebette bulunmaya, onlarla birbirimize karışıp görüşmeye mecbur olduğumuz günden beri bizim de gelişmek suretiyle onların seviyesine yetişmek zorunda kaldığımızı, eğer bu zarureti kabul etmezsek hayatta ve ayakta kalamayacağımızı belirtmektir. Fakat biz şarklılar için sadece bu kadarını kabul etmek yeterli değildir. Gelişmeyi sonuçlandıran sebeplerin tesirleri her yerde bir olamaz. Avrupalıların “gelişme fikri”ni tamamen kabul etmeliyiz, fakat gelişme şekillerini aynen kabul etmek bizim için faydalı olmaktan daha çok zararlıdır. Çünkü onların gelişme şekilleri, ırkları, ırsi istidatları, muhitleri, maneviyatları ile mütenasiptir. Onlarla bizim içtimai(toplumsal) yapılarımız arasında önemli farklar bulunduğundan Avrupa medeniyetini körü körüne taklit etmek bizim için bir ilerleme sayılamayacağından başka insanlık meydanına, taklit mal değeriyle, çığırından çıkmış bir millet şeklinde çıkmamızı gerektirici olur. Bu halde de hayatta ve ayakta kalamayız”… diyor Hazret.
“Allah’ı inkar mümkün müdür?” ekiyle birlikte basılan “İslam Tarihi” kitabında olsun(bkz.Huzur yayınevi), gazete ve dergi yazılarında olsun ve hatta felsefi görüşlerini en iyi dile getiren harika romanı “Amak-ı Hayal”de olsun Ahmet Hilmi, “din”, “kültür”, “felsefe”, “insan/toplum” konularında günümüze ışık tutma potansiyeli taşıyan pek çok mühim yazı vücuda getirmiş. Meraklısına tavsiye ederim..
İmdi esas bahsetmek istediğim konuya gelirsek; Filibeli Ahmet Hilmi, alnıtı yaptığım eserin ilerleyen bölümlerinde evvela dinin tarifini yapıyor ve dini hissin insanın fıtratında olduğunu delillendirdikten sonra ‘dini his’ ve ‘dinin lüzumu’ bahislerine giriyor. ‘Din’ ve ‘insan’ kelimelerinin adeta eşanlamlı sayıldığını vurguluyor, ahlak ve vazife kavramlarının din olmadan boşlukta kaldığını ispat etmesinin ardından da, konuyla ilgili en yaygın bir eleştiri biçimine cevaben yanlış örneğin örnek olamayacağını aşağıdaki bölümde ustaca açıklıyor:
“Dinin lüzumunu inkar edenler, bütün bu hakikatlerin kuvvet ve tesirini değiştirmek ve ortadan kaldırmak için birçok vesikalara başvururlar. Bu cümleden olarak din namına irtikap edilen faciaları ve rezaletleri sayarlar. İstibdadın en ikrah edilen şekli olan din istibdadını bütün meşum safhalarıyla tetkik nazarları önüne koyarlar, dinin vesile ve vasıta olduğu suistimalleri ananesiyle sayıp dökerler. İnsanlık tarihinde bir an eksik olmadığı görülen sefaletleri, cefaları, acıma nazarlarına karşı teşhir ederek tahlil sonunda en önemli amillerden ve sebeplerden birinin de din olduğunu ortaya sererler.
Bunların hepsi doğru ise de dinin inkarcılarının bu doğruluklardan çıkardığı sonuç yanlıştır. Bunların hepsi insan ihtiraslarının alçaklık kudretini, insani nefsin kötülük istidadını ispat edebilir. Fakat ne dinin lüzumunu ve ne de yüceliğini inkar için delil olamaz. Bir şey, tahrifler ve suistimaller ile hasıl olan tesiri ile değil, bizzat kendisinin mahiyetiyle muhakeme edilmelidir. Dinin suistimale uğradığı (kötüye kullanıldığı) pek doğrudur. Fakat bundan dinin lüzumunu inkar etmek gibi bir sonuç çıkarmak hiç de doğru değildir. En faydalı bir şey bile suistimal neticesinde faydasız, hatta zarar verici olabilir. Fakat bu, suistimale ait kalıp o şeyin kendisine ait olamaz. İnsanlar, en yüce fikirleri bile ihtiraslarına alet etmek yolunu bulurlar. Bu kabil suistimaller insanlığın fıtrat ve cibilliyetine veyahut istidat ve terbiye tarzına ait bir keyfiyettir.
Dinin suistimalinden hasıl olan sonuçlar ile dinin gerekli olmadığını yahut zarar verici olduğunu iddia etmek en parlak safsatalardan sayılır.
Tarihte din namına irtikap edilmiş cinayetler çoktur. Fakat din namına icra edilen güzel işler ve faziletler de sayısızdır. Birinciler din namına yapıldığı halde dinin suistimali ile hasıl olmuş, çünkü dinin men ettiği şeylerdir. İkinciler ise dinin emirlerine uygun hareket etme sonucu meydana gelmişlerdir. Dinin lüzumu için bundan büyük delil olamaz fikrindeyiz”…
Bu görüşleri bugün için de geçerli buluyor ve katılıyorum. Köklerinin derinliğinden ötürü toplumumuzdan tamamen dışlanması mümkün olmadığından, dinin, gericilik kaynağı ve ‘insanın özgürleşmesinin önündeki bir engel olarak reddedilmesi gereği safsatası’ bir teklif olarak her zaman masada bulundurulmakla birlikte, esas dinin içinin boşaltılması hareketi ağırlık kazanmıştır.
Akıl ve mantık zaafiyeti gösteren bireyleri tesir altında bırakmak için din adına tertiplenen zalimlikler bu gibi hareketlerin en kuvvetli aracıdır. Bir diğer araç ise ilahiyat ve felsefe düzleminde, dini yaşayışı sekteye uğratacak görüşleri çarpık, çürük dini gerekçelere dayandırarak yaymak, hakim kılmaktır. Basiretsiz din sözcüleri ve halkından kopuk yarı entelektüeller nasıl olmuş da bunca itibarlanmıştır, en önce bunu sorgulaması gereken bizzat kendileri ve halktır.
Kara propagandanın yoğunlaştığı böyle bir dönemden geçiyoruz. Allah’ın dini değil de bireylerin nefsani arzularına hizmet edecek bir din anlayışı cazip gösterilmeye çalışılıyor. Buna karşı duracak kitleler ve bilhassa bazı dini kurumlar da pasifize edilmek isteniyor dolayısıyla, gerekirse şemsiyesi altında bulundukları devletlerle birlikte. Ama Allah(cc) kendine, dinine, dostlarına savaş açanlarla ilgilenecektir mutlaka.
"Kâlû yâ kavmenâ innâ semî’nâ kitâben unzile min ba’di mûsâ musaddikan li mâ beyne yedeyhi yehdî ilâl hakkı ve ilâ tarîkın mustakîmin" (Ahkaf 46;30)
- Onlar: “Ey kavmimiz! Muhakkak ki biz, Hz.Musa’dan sonra indirilen, onların elindekini tasdik eden, Hakk’a ulaştıran ve Tarîki Mustakîm’e(doğru istikamet yoluna) hidayet eden bir Kitap dinledik.” dediler.
"Ve en levistekâmû alât tarîkati le eskaynâhum mâen gadekan" (Cin 72;16)
- Eğer onlar(insanlar ve cinler) yolları(tarikat) üzerinde doğru bir istikamet tuttursalardı, mutlaka biz onlara bol miktarda su içirir(tükenmez bir rızık ve nimet verir)dik.
Allah(cc) bizi hakikat yolundan ayırmasın, istikamet üzere sabit-i kadem eylesin, lütfu ve keremi ile muamele etsin; Kendine, yoluna/yollarına ve dostlarına düşman olanlardan sakındırsın, taliplerini menzile kolaylıkla eriştirsin!
Hayırlar fethola, şerler defola! Hu
Musa Dede / GÖLGENİN HAKİKATİ
Paylaş