SDG deniyor ama, bu gücün çoğunu PYD, yani PKK’nın Suriye koluna bağlı YPG militanları oluşturuyor; bir yerde “sadece PYD yok, Araplar da var” demek için kurulmuş bir tabela örgüt SDG.
Bir yandan da Rusya desteğindeki Suriye ordusu Rakka’ya (şehrin kendisine değil de vilayet sınırlarına) ilerliyorlar.
Aslında her iki kolun hedefi de Irak ve Şam İslam Devleti örgütünün Suriye’deki merkezi Rakka’ya girmek.
Türkiye de IŞİD’e karşı mücadelede. ABD-önderliğindeki koalisyonun bir parçası. İncirlik üssü kullanımda.
Ama o da Türk dış politikasında son yıllarda yaşanan gerilemenin, mevzi kaybının bir parçası.
Giden Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Avrupa Birliği (AB) ile göçmen-vize anlaşmasını erkene alma çabası, dış politikanın daha iyi günlerinden geriye ne kaldıysa kurtarma çabasıydı. Belki yine yüzümüzü Batı’ya dönüp, Orta Doğu işlerine bu kadar dalmanın yaralarını sarabilmek mümkün olurdu. Hala iş işten geçmiş değil, ama o anlaşma da şimdi tehlikede.
Gelişmeler, ülkenin ve halkın çıkarları adına dış politikada bir değişikliği zorunlu kılıyor.
Ve bu değişikliğin daha az ideolojik, daha çok siyasi ve diplomatik yönde olması gerekiyor.
Daha önce ülke parlamentolarından 1915 felaketini soykırım olarak ilan eden kararlar geçtiğinde boykot ilan etmeden, büyükelçiyi geri çekmeye dek varan uygulamalar görmüştük.
Üstelik bu defa söz konusu olan Almanya gibi 1914-1918 arası Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı yönetiminin müttefiki olan bir ülke. 1960’tan bu yana Türkiye’den giden sayıları 4 milyona yaklaşan nüfusun ikinci vatanı. NATO’da müttefik. Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerde en önemli aktörlerden. Ve halen ne olacağı belirsizliğini koruyan Göçmen-Vize anlaşması, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in orkestra şefliğinde seyrediyor.
Evet, zorunlu hareketler yapıldı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Kenya’da sorulunca Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu’nun danışmalarda bulunmak üzere Ankara’ya çağrıldığını açıkladı. Ancak bundan sonra ne gibi adımlar atılacağına büyükelçiyle görüştükten sonra karar verilecekti. Başbakan Binali Yıldırım, Erdoğan’ın bahsettiği o kararlar alınırsa uygulamakta hiç tereddüt edilmeyeceğini söyledi mesela. Dışişleri Bakanlığı da Ankara’daki Alman İşgüderini (maslahatgüzar) çağırıp durumu protesto etti.
Ama Meclis’ten dört partinin de katıldığı bir bildiri çıkarmak mümkün olmadı. AK Parti, CHP ve MHP yayınladı ama HDP zaten seçim bildirgesinde 1915’i soykırım olarak tanımaktan yana olduğunu söylemişti.
Önce Dışişleri Bakanlığı Suriye’nin İdlib şehrindeki bir hastanenin bombalanmasından dolayı hem Rusya’yı kınadı, hem de uluslararası toplumu Rusya ve Suriye’nin “savaş suçlarına” karşı durmaya çağırdı.
Kısa süre sonra önce Rusya savunma bakanlığından “Biz yapmadık” açıklaması geldi. Ardından Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov tuttu ters köşeden vurdu: Irak’taki Türk askeri hemen geri çekilmeliydi; Başika’daki askerler her taraftan dikişleri atmış olan Irak için tehdit oluşturuyordu.
Lavrov’un suçlamasının Türk dışişlerinin daha önceki açıklamasına misilleme olduğunu anlamak zor değil.
Daha birkaç gün önce Devlet Başkanı Vladimir Putin, ilişkilerin düzelmesi için Türkiye’den adım beklediğini söylediğinde bir iyimserlik havası eser gibi olmuştu.
Malum, İHH 2010 yılında Gazze ablukasını delip insani yardım götürmek için sefer örgütleyen kuruluş. O sefer, İsrail komandolarının 30 Mayıs’ta yani altı yıl önce dün Mavi Marmara gemisini basıp 9 Türk vatandaşını öldürmesiyle bir faciaya dönüşmüştü.
İlk bakışta bu gösteriye izin verilmesi, teşvik edilmesi İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi görüşmelerine karşı bir gövde gösterisi gibi algılandı yabancı gözlemciler tarafından.
Oysa İHH’nın yürüyüşü üç yıl önce Gezi protestolarının başladığı gün, Gezicilerin güzergâhında yapıldı; bu yönüyle aslında dış değil, iç kamuoyuna, özellikle de AK Parti tabanına da güçlü mesaj veriliyordu.
Bir yandan da İHH çevrelerinde İsrail’le ilişkilerin normalleşmesine karşı biriken fazla basınç alınmış oluyordu.
Bundan beş yıl önce AK Parti hükümeti yetkililerinin hedefi, Suriye’de Beşar Esad rejimi nasıl olsa altı ay içinde, 2011 sonuna dek yıkılacağına göre, bayram namazını Şam’da Emeviye Camii’nde kılmaktı.
Bugün hedef, IŞİD’in Suriye’deki merkezi Rakka’nın PKK’nın Suriye kolu PYD’nin kontrolüne girrmemesini sağlamak.
İzlenen Suriye politikası sonucu hükümetin hedefi bu noktaya gelmiş; nereden nereye?
Ankara bunun için Washington’la görüşüyor, uyarılar yapıyor.
ABD’yi “ikiyüzlülükle” suçladı, o zaman neden IŞİD arması da takmadıklarını sordu ve “bu kabul edilemez” dedi. Hükümet hem Ankara, hem de Washington’da diplomatik girişimde bulundu, protesto etti.
Oysa AK Partili Naci Bostancı’nın CHP ve MHP’den gelen tepkilere karşı cevabı Çavuşoğlu kadar sert olmadı.
Bostancı’ya göre ABD askerleri “kamuflaj amaçlı” bir stratejinin parçası olarak o armaları takmış olabilirlerdi; Bostancı adeta makul bir gerekçe arıyor gibiydi açıklamak için.
Bostancı bu açıklamasıyla Çavuşoğlu’dan çok, bir gece önce Washington’da soruları cevaplayan Pentagon sözcüsü Peter Cook’un çizgisine yakın duruyordu sanki.
“Türkiye'nin kirli çamaşırlarını Amerika mı yıkayacak?”
Bu cümleyi sarf etmeden önce de, Ordu’da yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Bakanların, yolsuzluk yapanların dokunulmazlıkları kalksın dedim, kaldırmadılar. Şimdi dava nerede görüşülüyor? ABD'de. Şu ayıp değil mi? Sen Türkiye Cumhuriyeti'nin yargısına güvenmiyor, dokunulmazlığını kaldırmıyorsun orada gidip yargılanmıyorsun. Amerikan yargısı seni yargılıyor.”
Bakanlar derken, dört eski bakandan söz ediyor Kılıçdaroğlu; 17-25 Aralık 2013 soruşturmalarında rüşvet almakla suçlanan dört eski bakan: Muammer Güler (içişleri), Zafer Çağlayan (ekonomi), Egemen Bağış (AB işleri) ve Erdoğan Bayraktar (şehircilik).