Paylaş
Ama o da Türk dış politikasında son yıllarda yaşanan gerilemenin, mevzi kaybının bir parçası.
Giden Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Avrupa Birliği (AB) ile göçmen-vize anlaşmasını erkene alma çabası, dış politikanın daha iyi günlerinden geriye ne kaldıysa kurtarma çabasıydı. Belki yine yüzümüzü Batı’ya dönüp, Orta Doğu işlerine bu kadar dalmanın yaralarını sarabilmek mümkün olurdu. Hala iş işten geçmiş değil, ama o anlaşma da şimdi tehlikede.
Gelişmeler, ülkenin ve halkın çıkarları adına dış politikada bir değişikliği zorunlu kılıyor.
Ve bu değişikliğin daha az ideolojik, daha çok siyasi ve diplomatik yönde olması gerekiyor.
Neden mi?
Türk dış politikası belki uzun bir dönemdir yıldızının en parladığı dönemleri 2008-2009 yıllarında yaşadı.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 2007’de cumhurbaşkanı seçilince yerine dış dünyada iyi tanınan Hazine Bakanı Ali Babacan getirilmişti. O dönem başbakan olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dışişleri danışmanı Davutoğlu’nun “Komşularla sıfır sorun” sloganı, aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganının başka türlü ifadesiydi ve o dönem gerçekten sanki uygulanıyor gibiydi.
Türkiye 2008-2009 yıllarında gerçekten de Kuzey Afrika’dan Balkanlara, Karadeniz’den Hazar’a ve Arap dünyasına kadar hemen hemen bütün devlet ve belli başlı devlet dışı aktörlerle konuşabilir durumdaydı.
Düşünsenize, bugün ikisinde de büyükelçimiz bulunmayan İsrail ve Suriye’nin arasını bulmaya çalışıyordu.
Suriye, Mısır (ki orada da büyükelçimiz kalmadı), Yunanistan, Rusya (ilişkiler dibe vurmak üzere), Irak (dün askerleri çekmemizi istedi) gibi komşularla ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenleniyordu.
Erdoğan “kardeşim” dediği Beşar Esad ile ailece Bodrum’da tatil yapıyordu.
Ermenistan ile irtibat kurulmuş görüşmeler başlamıştı.
Türkiye’nin dışarıdaki yıldızı öyle parlak görünüyordu ki, yeni seçilen ABD Başkanı Barack Obama, denizaşırı ilk seyahatini Türkiye’ye yapmış, Müslüman nüfuslu bir ülkede laik demokrasi ve serbest ekonomiyi bütün İslam dünyasına örnek göstermişti.
Yasadışı PKK ile MİT üzerinden ilk temaslar o zaman kurulmaya başladı. Bölgede başarılı dış politika için Kürt sorunu terörizm boyutundan kurtulmalıydı.
Davutoğlu 2009’da dışişleri bakanı olarak göreve başladığında Kürdistan Bölgesel Yönetimini (MBY) Erbil’de ziyaret etti ve bir bakıma belki de tepe noktası bu oldu.
Sonra, 2010’da bir dizi aksilik yaşanmaya başladı. İkisi önemlidir. Birincisi, Gazze ablukasını delme niyetiyle yola çıkan Mavi Marmara’yı basan İsrail komandolarının 9 Türk vatandaşını öldürmesidir. İkincisi de o yılın son aylarında (devlet başkanının adı Wikileaks belgelerinde yolsuzlukla anılan) Tunus’ta patlayan Arap Baharıydı.
Türk dış politikasındaki ağırlığın siyasetten ideolojiye kayması, Arap Baharının 2011’de ivme kazanmasıyla oldu.
Dönüşüm Libya’da başladı. NATO müdahalesiyle Libya’da iktidar değişikliğinden sonra “Baharın” Mısır’a sıçraması, AK Parti çevrelerinde Müslüman Kardeşlerin (MK) bölge siyasetinde yükselişi işareti olarak yorumlandı.
Mısır’da ve Suriye’de muhalefetin belkemiğimi Müslüman Kardeşler oluşturuyordu ve içlerinde AK Parti gibi seçimle işbaşına gelmeyi hedeflenen çizgi güç kazanıyordu.
Erdoğan ve Davutoğlu, ABD ve Batı’nın “hemen müdahale” eğilimini durdurarak Esad’ı ciddi ciddi seçime gitmeye ikna etmeye çalıştılar; nasıl olsa MK kazanacaktı. Aylar böyle geçti.
Nihayet olmayacağını anlayınca Erdoğan ve Davutoğlu tam bir u-dönüşüyle bu defa Esad’ın devrilmesi için müdahale istemeye, Suriye iç savaşına müdahil olmaya başladı.
Ancak artık çok geçti. Bütün Akdeniz ve Orta Doğu’daki tek askeri üssü Suriye’de bulunan Rusya, Libya’da Amerikan oyununa getirildiği inancıyla devreye girmiş, ABD askeri müdahaleden vaz geçmişti.
Bunu Mısır’da seçimle iktidara gelen MK’nın Suudi Arabistan ve ABD destekli bir darbeyle devrilmesi ve MK’nın sadece Mısır değil Suriye’de de dağılması izledi. Suriye’deki tabanın çık kısa sürede önce El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra 2013 başından itibaren de yeni ortaya çıkan IŞİD’e kaymasına Ankara’nın aynı hızda uyum sağlayamadığı bugün daha açık görünüyor.
Üstelik Suriye krizi Türkiye’nin sadece Rusya ile değil ABD ile de arasını bozdu. Üstelik ABD ile PKK’nın Suriye kolu PYD ile eylem birliği ekseninde patladı görüş ayrılığı.
Yani Almanya ile mevcut gerilime gelene kadar, bardak zaten ağzına kadar dolu hale gelmişti, taşacak damla arıyordu.
Şimdi Davutoğlu gitti, ama dış politika daha iyiye gitmiyor.
Dış politikanın ülke ve halkın çıkarları için bir an önce güncellenmesi gerekli.
Bu güncellenmenin de daha keskinleşme yönünde değil, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ekseninde, uluslararası hukuk ve içeride hak ve özgürlükler temelinde güncellenmesi, daha fazla siyaset ve diplomasi, daha az ideoloji temelinde yapılması zorunlu.
Siyaset ideolojisiz, ilkesiz yapılmaz, ama sadece ideolojiyle, ilkeyle de yapılmaz. Yapılınca böyle sonuçlanıyor.
Paylaş