54 yıl önceki vur emrini eski başbakan Şamir verdi

Onbinlerce Mehmetçik'i Gazze'nin kumlarında bırakarak Filistin'i terketmemizin üzerinden 85 sene geçti ve Filistin'de geçen hafta yine bir şehid verdik: Binbaşı Cengiz Toytunç'u...

Bu şekildeki suikastlerin en ses getireni 1948'de yaşanmış ve İsrailli altı milis, Birleşmiş Milletler arabulucusu İsveçli Kont Folke Bernadotte'yi otomobilinde makineli tüfeklerle taramışlardı. Kont'un ölüm emrinin ileriki senelerde İsrail'e başbakan olan Yitzak Şamir'den geldiği çok sonraları anlaşıldı. Bütün bunlar bir yana, ben Ramallah'ta şimdi olup bitenleri gördükçe İngiliz'in kurşunu ve Arap'ın hançeri yüzünden 1917'de Filistin çöllerine gömdüğümüz onbinlerce gencimizi hatırlıyor ve ‘‘Allah'ın sopası yok’’ sözünün boşuna söylenmediğini düşünüyorum.


Filistin'de 401 sene devam eden hakimiyetimizin bölgeyi 1917 sonbaharında İngilizler'e terketmemizle son bulmasının üzerinden 85 sene geçti ve Türk Ordusu 85 sene sonra orada ilk şehidini verdi: Uluslararası Gözlemci Birliği'nde görevli Binbaşı Cengiz Toytunç'u... Filistin ve İsrail tarafı topu birbirlerinin üzerine atmakla, karşılıklı suçlamalarla meşguller. Aralarında neredeyse dört bin seneden beri devam eden kavgaya, şimdi bir Türk subayının da kanı karıştı.

Binbaşı Cengiz Toytunç'un katledilip Yüzbaşı Hüseyin Özarslan'ın yaralandığı Halil şehrini acaba ne kadar biliyoruz?

Halil, Hazreti İbrahim'in mezarının bulunduğu yerdir, İbrahim'le beraber karısı Sare'nin, oğlu Hazreti İshak'ın, gelini Rebeka'nın, Hazreti Yakub'un, Yakub'un karısı Lea ile güzelliğiyle meşhur oğlu Hazreti Yusuf'un mezarları buradadır. ‘‘Halil’’ sözü Hazreti İbrahim için Arapça'da kullanılan ‘‘Halilü'r-Rahman’’ yani ‘‘Allah'ın dostu’’ tabirinin kısaltılmışıdır; İsrailliler de buraya ‘‘dostluk, arkadaşlık, birlik’’ mánásına gelen ‘‘Hebron’’ ismini vermişlerdir.

Şehrin dini ve tarihi önemi kısaca böyle. Ben, Binbaşı Toytunç'un şehid edildiğini öğrenmemden hemen sonra bölgede bundan 54 sene önce bir başka barış görevlisine karşı girişilen bir diğer suikastı hatırladım: Kont Bernadotte'nin öldürülmesini ve daha da önemlisi, Kont'un ölüm kararını veren kişinin seneler sonra başbakanlığa kadar yükselebilmiş olmasını...

Wisborg Kontu olan Folke Bernadotte, o dönem İsveç'inin kralı Beşinci Gustaf'ın yeğeni ve İsveç Kızılhaçı'nın başkanıydı. Her iki dünya savaşında da barış ve insani yardım için çalışmış, ikinci savaş sırasında Kızılhaç adına Almanya'da ve Alman işgali altındaki yerlerde mekik dokuyup binlerce Yahudi'yi gazodasından kurtarmıştı. Savaşan tarafların tam bir itimadına sahipti ve 1945'te Almanya'nın ilk teslim şartlarını müttefiklere o götürmüştü.

Savaş nihayet bitti, Filistin'de 1917'den beri devam eden İngiliz işgali ve himayesi sona erdi ve daha henüz kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Teşkilátı, Kont Bernadotte'u Araplar'la Yahudiler arasında arabuluculkuk etmesi için 1948 Mayıs'ında Kudüs'e gönderdi.

Bu, Kont'un dünya barışı uğrunda yükleneceği son vazife olacak ve Bernadotte bu uğurda hayatını kaybedecekti.

KUDÜS’E PLAN YARAMADI

Taraflar arasındaki anlaşmazlıklar bugünkülerle aynıydı; ilk sırada Kudüs'ün geleceği ve kime ait olacağı konusu vardı... Kont bir ‘‘Kudüs Planı’’ hazırladı ve Birleşmiş Milletler 1948 yazında bu planı resmi çözüm olarak kabul etti. Plan uyarınca Kudüs'e milletlerarası kimlik verilecek, Yahudiler ve Araplar şehrin idaresinde söz sahibi olamayacaklardı.

O sırada İsrail devleti kurulalı henüz bir ay kadar olmuştu ve plana ilk tepki, Filistinliler'le mücadele eden Yahudi yeraltı örgütlerinden, özellikle de ‘‘LEHI’’ diye bilinen İsrail Özgürlük Savaşçıları ‘‘Lohamei Heruth Israel’’den geldi. LEHI'nin liderlerinden olan genç bir milis, Kudüs'ü elde etmelerinin önündeki en büyük engel kabul ettikleri Kont Bernadotte'in ortadan kaldırılması fikrini ortaya attı. Gencin adı Yitzak idi, teklifini son derece ateşli bir şekilde savundu, örgüte kabul ettirdi ve Kont Bernadotte 1948'in 17 Eylül'ünde ustaca ortadan kaldırıldı.

Siláhlı altı milis, Kudüs'ün Yahudi tarafında bir toplantıya giden Kont'un ve refakatindeki otomobillerin yolunu kestiler. Dört kişi tekerleklere ateş açtı, diğer ikisi de Schmeisser tüfeklerindeki kurşunları öndeki Chrysler'in içine boşalttı. Altı kurşun yiyen 54 yaşındaki Kont ve yanında oturan Fransız temsilci hemen orada can verdiler.

Bütün dünya ve Birleşmiş Milletler ayağa kakmıştı. Tutuklamalar hemen başladı, derken ‘‘katillerin bulunduğu’’ da açıklandı ama aradan aylar geçti ve tutuklananlar mahkemeye bile çıkartılmadan ‘‘káfi delil olmadığı’’ gerekçesiyle serbest bırakıldılar. İsrail, Birleşmiş Milletler'e ‘‘Güvenlik tedbirlerini almamış olması yüzünden Kont'un bir suikaste uğramasında devlet olarak hatalı olduğunu’’ bildirdi, sonra da Bernadotte'un ailesine 54 bin 628 dolar tazminat ödedi, hepsi o kadar...

Suikastin üzerinden seneler geçti, LEHI de zamanla dağıldı. Bir zamanların bu en namlı yeraltı örgütü, İsrail'de artık ‘‘kuruluş efsanesi’’ idi. Ama Kont'un kurşunlanması tam 35 sene sonra, 1983'te yeniden gündeme geldi: 1940'lı senelerde LEHI'nin liderlerinden olan ve Kont'un ölüm emrini veren Yitzak adındaki genç, İsrail'in başına geçmişti; adı Yitzak Şamir'di ve ülkenin başbakanıydı. O bölgenin şartları, dünyanın önde gelen barışçılarından birini gözünü kırpmadan ölüme gönderen kişilerin zirveye tırmanmlarına izin verir mahiyetteydi.

ALLAHIN SOPASI YOK MU?

Binbaşımızı hangi tarafın şehid ettiğini şimdilik bilmiyoruz ve bu yazıyı taraflardan birini töhmet altında bırakmak niyetiyle değil, bir zamanlar bütün dünyayı ayağa kaldıran bir başka suikasti hatırlatmak için yazdım. Askerlerimize Filistin polisi üniforması içerisinde yaylım ateşi açmak bana zaten ‘‘kör gözüm parmağına’’ misali bir iş gibi geldi ve aklıma Filistin yönetimine muhalif aşırı grupları getirdi.

Ben bu yazıyı hazırladığım sırada İsrail, Yaser Arafat'ı karargáhını hapsetmişti ve Ortadoğu'nun yeniden birbirine girmesi an meselesiydi.

Bu sayfada gördüğünüz büyük fotoğraf 1870'lerde, Fiorillo adındaki bir İtalyan tarafından çekilmiş ve o taraflarda nöbet bekleyen bir Türk çavuşunu gösteriyor. Biz, fotoğraftaki askerimizin onbinlercesini İngiliz'in kurşunu, Arap'ın da hançeri yüzünden 1917'de Filistin çöllerinde bıraktık ama bıraktığımız yerler 80 küsur seneden beri bir türlü ifláh olmadı.

‘‘Allah'ın sopası yok’’ diye boşuna dememişler galiba...


O topraklarda çok ihanete uğramıştık


Bugün artık çok uzak iklimlerde kalmış gibi görünen Ramallah'ın, Halil'in yahut Refah'ın bizim için ne demek olduğunu öğrenmek isterseniz, Falih Rıfkı'nın ‘‘Zeytindağı’’nı okuyun. Kudüs'te, Filistin'de ve Sina Çölü'nde uğradığımız yenilgileri ve Araplar'ın ihanetini ‘‘Zeytindağı’’ kadar acı ama gerçek biçimde anlatan bir başka eser Türk Edebiyatı'nda ve Türk tarihinde mevcut değildir.

‘‘Zeytindağı’’, Birinci Dünya Savaşı'nı Cemal Paşa'nın yaveri olarak Kudüs taraflarında geçiren Falih Rıfkı'nın savaş hatıraları gibidir. İmparatorluğun çözülmesi ve çökmesi kitapta bir Türkçe şáheseri olarak önünüze serilir.

Aşağıda, ‘‘Zeytindağı’’nın belki de en hoş kısnı olan ‘‘Allaha ısmarladık’’ başlıklı fasıldan bir bölüm naklediyorum. Okuyun, sonra sadece o zamanları düşünmekle kalmayın, şimdilerde varolan kriz bölgelerine asker gönderme hevesimizi de bir değerlendirin:

‘‘...Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm; Kudüs, İngilizler'in elinde idi.

Oradaki son Türkler'in nasıl kahramanca vuruştuklarını, masanın üstünden aldığım şifreli telgrafta okudum. Kudüs'ü İsrail Oğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık. Nebi Sanom üstünden Müslüman veya Hristiyan mabedlere doğru inenler, Türkler'in son gününü hatırlayacaklardır.

Karargáhın içinde ‘‘Kudüs düştü!’’ sözü, ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut'a, Şam'a, Haleb'e gözyaşlarımızı hazırlamak lázımdı.

Artık yalnız Anadolu'yu ve İstanbul'u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün ruyalarına ve hayallerine Allaha ısmarladık!

...Tren giderken, iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüssüz, Şamsız, Lübnansız, Beyrutsuz ve Halepsiz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.

...İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: ‘‘Benim Ahmed'i gördünüz mü?’’ diyor.

Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini?

Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: ‘‘Bu tarafa gitmişti’’ diyor.

O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdad'a mı?

Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, onu da benim kadar yabancı bulacaksın. Gözünün ışığı sönmüş, çukur yanağı kemiğine batmış, omuzu göçmüş, ona da soracaksın: ‘‘Ahmed'imi gördün mü?’’

...Hayır... Hiç birimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in herşeyi gördü; Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.

...Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed... Şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırmaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.

Ahmed'i niçin harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bu anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!’’
Yazarın Tüm Yazıları