Yenilginin acısını başka yollardan çıkarma çabası, İtalya'da asırlar öncesinden kalma bir gelenektir.
Bugün spordaki yenilgilerinin acısını futbolcuları coplayarak çıkartmaya çalışan aynı İtalyanlar, bundan asırlarca önce de savaşta uğradıkları yenilginin üzüntüsünü masum sivil Türklerin derilerini yüzerek giderme yolunu tercih etmişlerdi. İşte, 1571'de yaşanan ve tarihlere ‘‘Amiral Bragadino olayı’’ diye geçen bu hadisenin kısa öyküsü...
ROMA-Galatasaray maçından sonra yaşananların yarattığı infial hálá devam ediyor ve uzun bir zaman bitmeyecek gibi...
Futbolcularımızın güvenliğini ve kıllarına zarar gelmemesini sağlamakla görevli İtalyan polisi, oyuncularımızı copladı, Galatasaray'ın teknik adamlarını odalara hapsetmeye kalktı, bütün bunlarla da yetinmedi ve maçta çıkan olaylardan bizi sorumlu tutmaya yeltendi.
İtalyanlar'ın emanete böylesine hıyanet etmeye kalkışmaları, bana bundan asırlarca önce yaşadığımız ‘‘Amiral Bragadino’’ hadisesini hatırlattı. Bugün spordaki yenilgilerinin acısını futbolcuları coplayarak çıkartmaya çalışan aynı İtalyanlar, vakti zamanında savaşta uğradıkları yenilginin üzüntüsünü de masum sivil Türklerin derilerini yüzerek giderme yolunu tercih etmişlerdi.
İşte, İtalyanların yenilginin acısını nasıl başka türlü çıkarttıklarının tam bir örneği, tarihlere ‘‘Amiral Bragadino olayı’’ diye geçen bu hadisenin kısa öyküsü:
KORSANYATAĞI BİRADA
Akdeniz, Kanuni Süleyman zamanında tamamen bir Türk gölü haline gelmişti ama Kıbrıs'ı bir türlü alamamıştık. Kıbrıs, o zamanların İtalya'sının en kuvvetli devleti olan Venedik'in elindeydi ve bir yağma ve talan merkezi halini almıştı. Venedikli askerler korsanlık ediyor, Akdeniz'in doğusunda seyreden ticaret gemilerine saldırıyor, hatta İstanbul sarayına mal götüren tekneleri bile yağmalamaktan çekinmiyorlardı.
Zamanın hükümdarı İkinci Selim, 1570'in 15 Mayıs'ında, Kıbrıs'a sefer açılmasını emretti. Şeyhülislam Ebussuud Efendi de bir fetva verdi ve adanın alınmasının dini bir görev olduğunu, zira Kıbrıs'ın İslamiyet'in ilk senelerinde Müslümanların eline geçtiğini ama sonraki asırlarda kaybedildiğini, dolayısıyla da İslam dünyasının en büyük gücü olan Türklere ait olması gerektiğini söyledi. Şeyhülislam'ın en önemli gerekçesi, adayı elinde bulunduran İtalyanlar'ın Akdeniz'i haraca kesmeleriydi.
Padişah'ın Kıbrıs'ı fethetmekle vazifelendirdiği Lala Mustafa Paşa,Barbaros Hayreddin'in Beşiktaş'taki türbesinde dualar edip kurbanlar kestikten sonra askerleriyle beraber denize açıldı. Donanma 1 Temmuz günü Limasol'a demirledi ve ertesi gün karaya asker çıkartıldı. Mustafa Paşa, Lefkoşa ve Girne kalelerinin alınması halinde adadaki Venedik askerlerinin dayanamayacaklarını düşünüyordu ve kaleleri hemen kuşattı. Her iki kale de düştü ama Magosa'da Amiral Marco Antonio Bragadino'nun kumandasındaki Venedik kuvvetleri direnmeye devam ettiler.
ZİNDANDAKİ HACILAR
Magosa kalesinin fethi ve Kıbrıs'ın tam olarak elimize geçmesi ancak bir sene sonra, 1571'in 1 Ağustos'unda mümkün olabildi. Amiral Bragadino 30 Temmuz günü beyaz bayrak çekip teslim şartlarını görüşmek istedi ve hemen bir anlaşmaya varıldı. Venedik askerleri Kıbrıs'ı terk ettikleri takdirde esir edilmeyecek, Türk gemileriyle o devirde Venedik'in elinde bulunan bir başka adaya, Girit'e götürüleceklerdi. Amiral Marco Antonio Bragadino ile on adet yüksek rütbeli subay da serbest kalacak ve atlarıyla beraber Kıbrıs'tan ayrılabileceklerdi. Lala Mustafa Paşa'nın bütün bunlara karşılık tek bir isteği vardı: Magosa Kalesi'nde tutulan ve kuşatmadan önce Venedikli korsanlar tarafından esir alınmış olan 50 Türk esirin hiçbir zarar görmemesi... Esirlerin çoğu hacdan gemiyle dönen yaşlı insanlardı ve aylardan beri zindanda oldukları söyleniyordu.
Teslim belgeleri imzalandı ve Venedikliler 1 Ağustos günü kaleyi Türklere teslim ettiler. İtalyan tarihinin en utanç verici hadiselerinden biri de işte o gün ortaya çıktı.
Amiral Marco Antonio Bragadino, maiyetiyle beraber Lala Mustafa Paşa'nın çadırına getirildi. Paşa, teslim olan Amiral'i askeri törenle karşıladı, uğradığı yenilginin üzüntüsünü hafifletmek için elinden geleni yaptı ve iltifatlarda bulundu. Venedikli askerler Girit'e gitmek üzere Türk gemilerine bindirilmişlerdi ve yola çıkmaları için teslim anlaşmasının son şartının, kalede esir tutulan Türklerin teslimi gerekiyordu.
ASKERDEĞİL KASAP
Mustafa Paşa, esirler konusundan önce bir başka istekte bulundu ve Amiral Bragadino'dan yüksek rütbeli Venedikli bir kumandanın Kıbrıs'ta rehin bırakılmasını istedi. ‘‘Gidebilmeniz için size dünya kadar gemi tahsis ettik. Denizde her taraf Venedik gemileriyle kaynıyor. Bizim gemilerin Kıbrıs'a dönmesine kadar sizin beylerden biri burada rehin kalsın’’ dedi ama Amiral'in cevabı ‘‘Bizden bey değil, tek bir köpek bile alamazsın’’ oldu.
Paşa, Bragadino'nun cevabını moralinin bozukluğuna verdi, duymamış gibi yaptı ve teslim anlaşmasının son şartının, Türk esirlerin teslimini istedi. Amiral, bu defa herkesin kanını donduran bir söz etti: ‘‘Onların tamamı benim esirim değildi, askerlerime aitti, anlaşmanın yapıldığı gece hepsi öldürüldü.’’
Mustafa Paşa, bu cevaba rağmen gene de hiddetlenmedi, sakin bir şekilde ‘‘Ya sende olan esirleri ne yaptın?’’ diye sordu ve Baragadino kılını bile kıpırdatmadan ‘‘Adamlarım kendi esirlerini öldürünce ben de benim esirlerimi öldürdüm’’ deyiverdi.
Türk tarafı, işte bu cevaptan sonra çileden çıktı. Paşa, ‘‘Esirlerin öldürülmüş olması, teslim anlaşmasının bozulmuş olması demektir’’ dedi ve karşılık olarak önce Bragadino'nun yanındaki Venedikli kumandanları idam ettirdi. Sonra Girit'e doğru yola çıkmayı bekleyen Venedikli askerlerin tamamını gemilerden indirtti ve hepsini esir olarak kaleye hapsettirdi. Derken, Türk esirlerin nasıl öldürüldüklerini soruşturdu ve Bragadino'nun da aynı işkencelere uğramasını emretti.
Amiral, Türk esirleri öldürmeden önce kulaklarıyla burunlarını kestirmiş, o vaziyette toprak taşıtmış ve en nihayet derilerini yüzdürmüştü. Dolayısıyla onun da kulakları ve burnu kesildi. Sonra esirlere taktırdığı zincirlerden biri bileklerine geçirildi ve Türklere toprak taşıttığı yere götürülüp aynı iş bu defa ona yaptırıldı. Lala Mustafa Paşa, birkaç gün sonra ‘‘Káfir, Müslümanların canını nasıl aldıysa o da aynı şekilde canından ola’’ buyurdu ve celládlar esirlerin öldürüldüğü yerde Amiral Bragadino'nun diri diri derisini yüzdüler. Paşa bu kadarla da yetinmedi ve Bragadino'nun yüzülmüş derisini Venedik'e, ailesine gönderdi. Amiral'in kardeşi, Bragadino'nun cesedini Venedik'e getirtebilmek için senelerce uğraşacak, nihayet başaracak ve amiralin kemikleri Venedik'teki Aziz Giovanni ve Paolo Kilisesi'nde bir láhde konacaktı.
BİZ SUÇLU OLDUK
Magosa'daki hadisede biz sonuna kadar haklıydık ama Avrupa bizi haksız çıkardı. Bragadino'nun yaptıklarından Batı'da tek kelimeyle bile bahsedilmedi, masum esirleri öldürtmesi tarih kitaplarına bir satırla olsun geçmedi ve kabahat bizim üzerimize kaldı; iş döndü, dolaştı ve ‘‘Barbar Türkler, teslim olan Venedikli General'in derisini yüzdüler’’ halini aldı.
Amiral Bragadino'nun derisiyle kemikleri şimdi Venedik'teki kilisede özenle muhafaza ediliyor ve masum esirlerin katiline ‘‘aziz’’ muamelesi yapılıyor.
Mutavva’nın gücü, sadece Suudi kadınına yeter
BU fotoğraf 1990 kışında, Suudi Arabistan'da çekilmişti. Önde kadın Amerikan askerlerini, hemen arkalarında da namaz kılmaya hazırlanan ‘‘mutavva’’ları, yani ‘‘din polisi’’ni görüyorsunuz.
O günlerde Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i işgal etmesiyle patlayan Körfez Savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu ve Suudi Arabistan'a yüz binlerce Amerikan askeri gönderilmişti. Ben, savaş boyunca Suudi Arabistan'daydım.
Amerikan askerleri arasında kadınlar da bulunacaktı ve gelmelerinden önce, savaşın en fazla hissedildiği Dahran taraflarında gizliden gizliye bir tartışma başlamıştı: Kadın askerler başları açık, yahut vücutları görünecek şekilde dolaşmaya kalkarlarsa ne olacaktı? O zamanın Mekke Kadısı Bin Baz, Suudi Arabistan'da sokak hákimiyetini elinde bulunduran ‘‘mutavva’’lara yani ‘‘din polisi’’ne akıllara durgunluk veren bir emir verdi, ‘‘Amerikalı kadın askerlerin İslamiyet'e uygun şekilde giyinmelerinin sağlanmasını’’ istedi.
Bin Baz'ın talimatı Amerikalıları sadece güldürdü. Ama Kral Fahd ‘‘Ne olur, ne olmaz’’ diyerek devreye girdi, TV'ye çıktı ve ‘‘Bu kadınlar ve erkekler bizi Saddam denilen şeytana karşı korumak için geliyorlar. Sadece bizi değil, kutsal toprakları da koruyacaklar. Dolayısıyla hepimiz onlara saygı göstermekle mükellefiz’’ dedi ve bir de emirname yayınlandı.
Amerikalılar birkaç gün sonra gelmeye başladılar. Dahran ve Dammam, kadın askerlerle dolup taştı ve işin garibi kadınlara en büyük ilgiyi mutavvalar gösterdi. Birkaç gün öncesine kadar sokaklarda elinde kırbaçla yahut bambudan sopalarla dolaşan, ezan okununca milleti ite-kaka namaza sürükleyen adamlar, rastladıkları kadın askerlerin önünde iki büklüm oluyor, yalanırcasına bir ‘‘Ehleeeen!’’ çekiyor ve peşlerinden ayrılmıyorlardı. Bu, savaş bitip Amerikalılar memleketlerine dönene kadar böyle devam etti ve‘‘din polisi’’ kırbacını yeniden şaklatmaya başladı.
Suudilerin resmi mezhebi Vehhabilik'in ürünü olan ‘‘mutavva’’, işte budur. Gücü yettiğinde aslan kesilir, genç kızları ‘‘başları açık’’ diye kebap etmekten bile çekinmez ama iş kendi canını kurtarmaya geldi mi, kadının önünde dinine ve milliyetine bakmadan yerlere eğilir, şaklanbanlıkta meddahları bile geride bırakır.