Murat Bardakçı

İstanbul’da ezan ve namaz yasağı

14 Aralık 2001
İstanbul'da, şehrin fethinden bugüne kadar ezan sesi hiçbir zaman eksik olmadı ama bir gün hariç: 1730'un Cuma gününe rastlayan 29 Eylül'ünde şehirde ezan okunması yasaklandı, cuma namazı kılınmadı ve hiçbir cami açılmadı. İşte, Patrona Halil ayaklanması yüzünden yaşanan bu garip yasağın öyküsü: İstanbul'da, şehrin fethedildiği 1453'ün 29 Mayıs'ından bugüne kadar ezan sesi hiç eksik olmadı. Müezzinler vazifelerini asırlar boyunca günde beş vakit yerine getirdiler, bu işgal günlerinde bile böyle devam etti ama tek bir gün hariç: 1730'un 29 Eylül'ünde İstanbul'da ezan okunması yasaklandı ve camilerde namaz kılınmadı. Şehirde ne kadar cami varsa, o gün kapalı kaldı.

İşte, bu garip yasağın öyküsü:

Yeniçeriler tarihleri boyunca defalarca ayaklandılar. Bazan padişahları tahtlarından, bazan da sadrazamları, şeyhülislamları ve vezirleri kellelerinden ettiler. En büyük ve en kanlı yeniçeri isyanlarından biri, 1730'da yaşandı ve tarihlere 'Patrona Halil Ayaklanması' diye geçti.

O günler, 'Lale Devri' denilen zamanlardı. Tahtta Üçüncü Ahmed, sadaret yani başbakanlık koltuğunda da Nevşehirli Damad İbrahim Paşa vardı. Memlekete barış hakim olmuş ama bir kesim sınırsız bir eğlenceye dalmış, devlet kendi başına bırakılmış, neticede ekonomi yoldan çıkmış, pahalılık dayanılmaz bir hal almıştı. Halktan homurdanmalar yükseliyordu.

Tarihe geçen ve bir devri kapatan ayaklanma işte böyle bir ortamda başladı. Bayezid Hamamı'nın telláklarından Patrona Halil'in önderliğinde sokağa dökülenler birkaç dakika içinde kendilerine binlerce destekçi buldular. Derken, asker yani yeniçeriler de isyancıların tarafına geçti ve Bayezid Hamamı'nın tellákı Halil bir anda İstanbul'a hakim oldu.

Saray, olup bitenin henüz farkında değildi ama isyancılar da ne yapacaklarına henüz karar vermemişlerdi. Halil ile yeniçeriler arasındaki ilk ciddi görüşme, sokağa dökülmelerinin ikinci gününde yapıldı. Halil, Sadrazam Damad İbrahim Paşa ile bazı devlet adamlarının 'halkı sıkıntıya soktukları için' kellelerinin alınmasını istedi. Bu arada bütün yeniçeri kışlalarının ve tersanenin de ayaklanmayı desteklediği haberi geldi. İyice güçlenen Halil, şehirdeki bütün zindanları boşalttırıp mahkumları serbest bıraktırdı.

İşte tam bu sırada, ortaya 'Deli İbrahim' adında bir softa çıktı. Patrona Halil ile yeniçeri ağalarının önüne geldi ve 'Mübarek bir davaya kalktınız. Zalimlerden hesap soruyorsunuz. Böyle büyük bir günde ezan okunmaz, namaz kılınmaz' dedi, derken bir de fetva verdi.

Deli İbrahim'in fetvasıyla, o gün camiler ve mescitler kapatıldı, ezan okunması ve camilere namaz için gelinmesi yasaklandı ve 1730'un 29 Eylül günü, tarihlere 'İstanbul'da fetihten buyana ezan okunmayan tek gün' olarak geçti.

Sonrası, malum... Yeniçeriler saraya yürüyüp Üçüncü Ahmed'i tahtından indirdiler. Tahta Birinci Mahmud geçti. Damad İbrahim Paşa önce idam edildi, sonra cesedi parçalandı. Ayaklanma 29 gün boyunca devam etti. Yeni hükümdar 26 Ekim 1730'da Halil ile arkadaşlarını bir baskınla ortadan kaldırdı ve herşeye hakim oldu.

O günlerden bugüne iki hatıra kaldı: Biri İstanbul'da 29 Eylül günü namaz kılınmadığı bilgisi ve bir de yasaklama: Herşey sakinleştikten sonra Birinci Mahmud İstanbul kadısına bir ferman gönderdi ve 'Halil, Arnavuttu. Sebep olduğu kötü hatıradan dolayı bundan böyle hamamlarda Arnavut tellák çalıştırılmayacaktır' buyurdu.

Ramazan MÖNÜSÜ


Patlıcan dolması

Patlıcanları önce ortalarından ikiye kesin, sonra içlerini bir miktar oyarak boşaltın. Bir tencereye bir kepçe zeytinyağı koyup kızdırın. Maydonoz, soğan, iki diş sarmısak ve dört beş adet mantarla beraber patlıcanların içinden bir parçayı çok ince kıyın. Tuz ve biberini koyarak yağın içine atın ve biraz kavurun. Sonra patlıcanları bu karışımla doldurarak çukur bir kaba dizip üzerine ufaltılmış ekmek içi serpin ve bir miktar zeytinyağı koyun. Kızgın fırına salarak yirmibeş dakika pişirin.

Abdülbaki Hoca'nın Ku'ran yorumu


Tasavvufta kadınla erkeğin farkı yoktur

İslamiyet'in ilk yıllarında kadınla erkek arasında bir fark yoktu, kadınlar büyük haklar kazanmışlardı ve kadınlardan hadis bile rivayet edilirdi. Harem uygulaması saray hayatıyla beraber başladı ve medrese kadını toplumdan ayırdı.

Tasavvuf, kadınla erkek arasındaki farkı kaldırmaya çalışmıştır. İslamiyette aslında harem hayatı yoktu. Kadın, cahiliyye devrine nazaran İslam'da pek büyük haklar kazanmıştı. Sahabe, Ayişe'den Ümmü Seleme'den hadisler rivayet ederler, şairler şiirlerini İmam Hüseyin'in kızı Sekine'ye arzederler, fikirlerini alırlar, eleştirmesine önem verirlerdi. Harem hayatı saray hayatıyla başladı ve medrese kadını toplumdan ayırdı.

Sufiler, IV. surenin (Nisa) 34. ayetini 'erlik makamına erenler, yani aktif bir rol oynayanlar, pasif kalanlardan üstündür' tarzında yorumlamışlar, kadınlardan 'rical-erler' derecesine erişenlerin bulunduğunu kabul etmişlerdir. Sülemi'nin sufi kadınlar hakkında ayrı bir kitabı vardır. Hatta bazı sufiler, 'kadınların, erkeklere üstünlüklerini anlatsaydık, güneş kelimesini dişi olarak kabul etmek ayıp olurdu, erkeklerde bir üstünlük olmazdı' diyecek kadar ileri gitmişlerdir. Mevláná, Mesnevi'sinde bilgisiz kişilerin kadınları horladığını, çünkü onlarda hayvanlık sertliğinin bulunduğunu, akıllılara, gönül sahiplerine ise, kadınların üst olduğunu, sevginin, inceliğin insan vasfı bulunup öfkenin, şehvetinse hayvanlık sıfatlarından sayıldığını, kadının, sevgili değil, Tanrı ışığı, hattá ádeta yaratılmış değil, yaratan vasfına sahip bulunduğunu söyler.
Yazının Devamını Oku

Aylık ödemek için karısından borç para alan padişah

13 Aralık 2001
Osmanlı hükümdarlarından Üçüncü Mustafa, 1768'de Rusya'ya savaş ilán etti ama savaşın uzaması üzerine hazine tamtakır oldu ve askerin aylıkları ödenemedi. Padişah, bunun üzerine son derece zengin olan karısı Mihrimah Valide Sultan'dan senetle borç para aldı ama aniden öldü ve borcunu ödeyemedi. Bu işten geriye, hükümdarın karısına verdiği işte bu borç senedi kaldı. Osmanlı hükümdarı Üçüncü Mustafa, 1757'de tahta çıktı. Sarayda dünyaya kapalı bir ortamda yetişmesine rağmen iktisadi ve siyasi gelişmeleri çok iyi takip edebiliyordu. İmparatorluğun geleceği için 'batılılaşmanın' gerekli olduğuna inanmış ve ordunun yeniden yapılanmasından bütçenin dengelenmesine kadar birçok alanda reformlara girişmişti.

Tahta çıktığında, imparatorluk eski senelere göre daha iyi durumdaydı. Üçüncü Mustafa bundan faydalanmasını bildi, hazineyi iyileştirdi, bütçe açıklarını kapadı, derebeylerinden 'imdadiye' adında bir vergi topladı ve paranın ayarını düzeltti. Onun devrinde hazine son 30 yılın en iyi halini almıştı.

Batılılaşma, orduda yenilik ve hazinenin güçlü olmasının gerekliliği kadar, kuzeydeki Rus tehdidinin de bir an önce sona ermesinin şart olduğuna da inanıyordu. Bunun için Avrupa'da kuvvetli bir müttefik aramaya başladı ama daha bulamadan Rusya'ya savaş ilán etmek zorunda kaldı. Savaşın gerekçesi, Rusya'nın Lehistan'ın içişlerine karışmaya başlamasıydı.

Savaş altı sene devam etti Osmanlı tarafının yenilgisiyle sonuçlandı. Hazine boşaldı, ordu dağıldı ve Üçüncü Mustafa'nın ölümünden altı ay sonra, 17 Temmuz 1774'te Osmanlı İmparatorluğu yenilgiyi resmen kabul etmiş, Kaynarca Antlaşması'nı imzalayıp toprak ve tazminat vermek zorunda kalmıştı.

Osmanlı-Rus savaşının beşinci yılında son derece ilginç bir olay yaşandı. Savaşın sebep olduğu büyük harcamalar yüzünden boşalan hazine, askerin aylıklarını bile ödeyemeyecek hale gelince, Üçüncü Mustafa, oğlu Üçüncü Selim'in annesi Mihrişah Valide Sultan'dan borç istedi.

Mihrişah Valide'nin mal varlığı, oğlunu dünyaya getirdiği sırada aldığı hediyelere dayanıyordu. Padişah karısı olan kadınlar evlát dünyaya getirdiklerinde devletin önde gelenleri hediyeler ve büyük miktarda para gönderirler, böylece anneyi kutlamış olurlardı. Bu paranın ve hediyelerin tamamı valide sultana ait olur ve buna ondan başka kimse el süremezdi.

Üçüncü Mustafa, yeniçerilerin biriken aylıklarını ödeyebilmek için, 'barıştan sonra geri verilmek üzere' karısından borç aldı. Üstelik Mihrişah Valide'ye bir de borç senedi imzalayıp verdi. Bu senede göre borç miktarı 237 kese 55 kuruş altındı ve barıştan sonra padişaha ait vakıf gelirlerinden ödenecekti.

Ancak padişah 1774'ün 21 Ocak'ında aniden ölüverince savaşın sonunu göremedi ve tabii karısına olan borcunu da ödeyemedi. Dolayısıyla Mihrişah Valide padişaha verdiği borcu geri alamadı ve bu hadiseden bugüne, Üçüncü Mustafa'nın şimdi Topkapı Sarayı Arşivi'nde saklanan işte bu borç senedi kaldı.

Abdülbaki Hoca'nın Ku'ran yorumu


Yaratılmış varlıklarda tekámülün aşamaları

Tasavvuf, ilk insanın yaratılışı konusunda tekámül inancını güder. Onlara göre tekámül şu şekilde olmuştur: Cansızlar mercana, mercan bitkilere, bitkilerden hurmaya, hurmadan hayvanlara, hayvanlardan da insanlara geçer. Bu inanç ilk sufilerde değil, sonrakilerde ortaya çıkmıştır.

İlk sufilerde böyle birşey yoksa da, sonrakiler, ilk insanın, tekámülle meydana geldiği inancını gütmüşlerdir.

Onlara göre cansızlar, tekámül ede ede mercana gelmiştir. Mercan katılıkta taş gibidir, fakat zerre zerredir, denizde biter, ürer, çoğalır, denizden boy atınca kurur ve taş kesilir. Mercan, cansızlardan bitkilere bir doğuş yeridir adeta. Bitki tekámül ede ede hurmaya gelmiştir. Bitkilerle canlılar arasındaki geçit de hurmadır. Hurmanın başı kesilirse ölür, çiftleşmekle ürer. Hayvanlar da tekámül edince insan meydana gelmiştir. Hayvanların en mütekámili bazılarına göre attır, bazılarına göre maymunla insan arasında bir yaratık olan 'nesná'dır; hatta insan sözünün bu nesná sözünden geldiğini bile söyleyenler olmuştur.

Bu tekámülün ilk insan meydana gelirken mi olduğu, yoksa hálá mı devam etmekte bulunduğu hakkında açık bir ifade olmamakla beraber, ilk insanın meydana gelişine ait olduğu kanaatindeyiz.

Reşad Ekrem'le hoş sohbetler


İstanbul’un iki delisi


İkinci Abdülhamid devrinde İstanbul tarafında Çıplak Mustafa, Beyoğlu'nda da Madam Opala adında iki meşhur deli vardı. Mustafa yaz kış çırılçıplak gezer, Opala da nesi varsa üzerinde taşırdı. Birbirlerini hiç sevmezler ve karşılaşınca müthiş kavga ederlerdi.

Ramazan MÖNÜSÜ


Sebzeli domates

Yeteri kadar domatesi ortalarından kesip ikiye ayırın. Sonra bir tepsiye veya fırına girebilecek bir kaba bir kepçe zeytinyağı koyup domatesleri kızartın. Maydonoz, soğan ve iki diş sarmısağı ince ince doğrayıp bir parça ufalanmış ekmek içiyle tepsiye yayın. Domatesleri bunun üzerine dizip tuzunu ve biberini koyduktan sonra üstüne yine alta koyulan sebzelerden serpin. Üzerine biraz zeytinyağı dökerek fırına koyun ve hafif ateşte en fazla bir saat pişirin.
Yazının Devamını Oku

Eski ‘karakullukçu’ bugün karakol oldu

11 Aralık 2001
Karakol sözü, eski devirlerde şehrin asayişini sağlayan ve ordu mensubu olan 'kullukçu'lardan gelir. Kullukçular 'baş karakullukçu'nun idaresi altında bulunurlardı ve bu 'karakullukçu' sözü zamanla 'karakol'a döndü. 'Karakol' sözünün nereden geldiğini bilmem hiç merak ettiniz mi?

Eski devirlerde şehrin asayişini sağlayanlara 'kullukçu' denirdi, bunlar aslında ordu mensubuydular. Şehirlerde emniyeti sağlayan kullukçular 'baş karakullukçu'nun idaresi altında bulunurdu.

Kullukçular bir yıllık için göreve getirilir, üç ay İstanbul'da dokuz ay taşrada çalışır, bu bir yılın sonunda tekrar orduya dönerlerdi. Aldıkları ücret de, görev yaptıkları bölgelerden toplanırdı.

Tanzimat'ın ilánından sonra Avrupa'nın yerel idareleri örnek alındı ve asayiş görevleri askerden alınarak sivil teşkilátlara ve giderek polise bırakıldı. Bugünkü jandarma yerine de zaptiye teşkilátı oluşturuldu.

Zaptiye Nezareti, doğrudan doğruya padişaha bağlıydı. Başında yine padişahın atadığı bir paşa vardı ve saray ile idare aleyhine gizliden gizliye yapılan faaliyetlerden haberdar olur ve bunları her şekilde takip ederdi.

Bugünkülerden çok farklı olan o devrin karakolları Zaptiye Nezareti'nin şehre yayılan kollarıydı ve bu karakolların başındakiler öncelikle saraya, daha sonra da Zaptiye'ye karşı sorumluydular. Mahalledeki zanlılar gayet iyi tanınır ve devamlı gözetim altında tutulurdu ve karakol bunun için mahalle bekçisi, muhtar ve imamla devamlı bağlantıdaydı.

İkinci Meşrutiyet'e kadar çoğu tahsilsiz, bir kısmı ise sadece ilkokul mezunu olan polisler daha sonra açılan meslek okullarına gönderildiler. Ama her bakımdan siyasete alet edilen polis teşkilatı Meşrutiyet'ten sonra bile bugünkü anlamda görev yapamadı.

Şehirde askerin çıkardığı olaylara polis karışamaz, askeri karakollarda nefer konumunda olan 'kanun'lar müdahale ederdi. Bunların boyunlarında üzerinde 'kanun' yazan, parlak madenden ve hilál şeklinde bir plaka asılıydı. Kara askerinin çıkardığı olaya ancak bir 'kara kanunu', bahriyelinin çıkardığı olaya da 'deniz kanunu' el koyardı.

19. asırdaki askeri karakolların en meşhuru Karaköy'deki Aziziye, sivil karakolların en tanınmışı ise Beşiktaş Çırağan'daki Hasan Paşa Karakolu'ydu. Hasan Paşa Karakolu sarayların güvenliğinden sorumluydu ve başında bulunan Hasan Paşa, Çırağan'da hapis tutulan devrik hükümdar Beşinci Murad'ı yeniden tahta çıkartabilmek için Ali Suavi'nin giriştiği 'Çırağan baskını'nı bastırdığı ve Ali Süavi'yi kafasına odunla vurarak öldürdüğü için sonra paşalığa terfi ettirilmişti.

Reşad Ekrem'le hoş sohbetler


Mescidlerin imamı

Fatih devri devlet adamlarından Muhiddin Efendi'nin eseri olan Sultanahmet civarındaki Akbıyık Mescidi, İstanbul'un Avrupa yakasında Kabe'ye en yakın mabeddi. Bu yüzden halk arasında 'mescidlerin imamı' anlamına gelen 'imamü'l-mesácid' adıyla anılırdı. (Mescidin bu çizimi, Burak Çetintaş'a aittir).

Abdülbaki Hoca'nın Ku'ran yorumu


Tevhid ve vahdet inançları

Tevhid ve vahdet inançları hem şeriatte hem de tasavvufta önemli yer tutan iki düşüncedir. Sufilere göre tevhid Allah'tan başka bir 'var' bilmemek, tanımamak ve bütün varlıkları onun varlığında yok bilip onun varlığıyla yok olmaktır.

Tevhid lügatte 'bilmek, birlemek', şeriatta Tanrı'nın varlığını, birliğini kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu, noksan sıfatlardan ári bulunduğunu, eşi benzeri, ortağı bulunmadığını bilmek ve buna inanmak'tır.

Hazreti Muhammed'in peygamber olduğunu ve son peygamber bulunduğunu, álemlere rahmet olarak gönderildiğini bilip inanmak da bu tevhidin ikinci rüknüdür ve birinci inancı tamamlar. Bu bakımdan şeriatta tevhid kelimesi 'La ilahe illa'llah Muhammed'ür Resulullah' yani, 'Allah'tan başka yoktur tapacak, Muhammed onun elçisidir' sözüdür.

Sufilere göre ise tevhid, Allah'tan başka bir var bilmemek, tanımamak ve bütün varlıkları onun varlığında yok bilip onun varlığıyla var olmaktır. Bu da önce bilgi, sonra görüş, sonra da oluşla gerçekleşir ki süluk inancında bu biliş, görüş ve oluşa ulaşmak için aşılan manevi yoldur.

Ramazan MÖNÜSÜ


İrmik Çorbası

Yağlı et, tavuk veya hindi kaynarken suyuna bir miktar irmiği azar azar iláve edin ve tuzunu serpin. Topak topak olmaması için pişinceye kadar aralıksız karıştırın. İrmiğin kokusu kalmadığında ateşten alın. Káselerle servis yaparken üzerine bir miktar tarçın serpin.
Yazının Devamını Oku

Ezan piyanoyla okunur mu?

10 Aralık 2001
Bundan 100 yıl kadar önce, bir İstanbul gazetesinde enteresan bir nota yayınlandı. Mısır'da yaşayan bir Alman'ın ezanı notaya aldığı söyleniyor ve sayfada bu notaya yer veriliyordu. İşin enteresan tarafı, notada piyano partisinin de bulunmasıydı. İşte, bu notanın ve geçmişte bestelenmiş bir başka ezanın öyküsü.

Bu sayfada gördüğünüz notalardan eski harflerle olanını, 1900'lerin başında yayınlanmış bir gazeteden aldım. Üzerinde 'Mısır'da bulunan bir Alman, Ezan-ı Muhammedi'ye aşık olmuş, bir notasını yapmıştır. Okuyucularımıza bu notayı takdim ederken, dinimizin iláhi bir davet nağmesinin ecnebiler tarafından takdir edildiğini görmekle pek çok memnu ve müftehiriz (iftihar ediyoruz).

Mısır'da yaşayan Alman, ezanı notaya aldıktan sonra altına bir de piyano partisi yazmış. Notayı belki bir meraklısı çıkabilir ve piyano refakatindeki ezanın nasıl birşey olduğunu duyurabilir diye yayınlıyorum.

Sayfadaki diğer nota ise, ezanın ama 'Türkçe' ezanın bestelenmiş şeklinin bir bölümü. Bestecisi ise, Türk Müziği'nin meşhur bir ismi, şarkıları bir zamanlar dillerde dolaşan Rakım Elkutlu, yani Türk müzik çevrelerinde bilinen ismiyle 'Rakım Hoca'.

Elkutlu, 1969'da İzmir'de doğdu. Babası, İzmir'deki Hisar Camii'nin imamı Şuayib Efendi idi, 1892'de vefat etti ve aynı vazifeye tayin edilen oğlu Rakım 1948'deki ölümüne kadar bu görevde kaldı.

Rakım Elkutlu, zamanının en tanınan ve sevilen bestecilerinden oldu. 'Hayal içinde akıp geçti ömr-i derbederim', 'Mümkün mü unutmak güzelim neydi o akşam', 'Bana hiç yakışmıyor böyle intizar şimdi' gibi pek çok güzel şarkı okun imzasını taşıyordu.

İmamlık yaptığı dönem, Türkiye'de Kur'an'ın ve ezanın Türkçe okunup okunamayacağı tartışmalarının gündemde olduğu bir devirdi. Rakım Hoca bu tartışmaların dışında kalamadı, zaten ezanın Türkçe okunmasının mümkün olduğunu savunuyordu ve 'Tanrı uludur' diye başlayan sözleri oturdu, Bayati makamından besteledi.

Uzunluğu sebebiyle sayfada tamamına yer veremediğim eser, Rakım Hoca'nın işte bugüne kadar hiçbir yerde okunmayan Bayati makamındaki bu bestesinin başlangıç bölümü. Ben, bu notayı, Rakım Hoca'nın birçok eserini notaya kaydeden ve Türk Müziği'nin çok önemli bir saz eserleri bestecisi olan rahmetli Reşad Aysu'dan yemin etmiştim. Müzikle alákalı olanlar bu eseri bakalım nasıl bulacaklar?


Abdülbaki Hoca'nın Ku'ran yorumu



Biliş, görüş ve oluş mertebeleri


Sufilere göre tevhidin üç mertebesi vardır ve bu mertebelerde yani 'tevhid-i ef'al', 'tevhid-i sıfat' ve 'tevhid-i zat'ta bunların aşılması gerektir.

Her üç mertebeye de 'fená', yani 'yokluk' mertebeleri denir. Tevhid-i ef'alde sálik, bütün işleri Tanrı işlerinde yok eder; her işi onun işi bilir, görür ve bu bilgiyi, bu görgüyü oluş haline getirir. Tevhid-i sıfatta, işlerin sıfatlardan doğduğunu, sıfatların tümünün de Tanrı sıfatları olduğunu anlar; gözünden varlıklara, yaratıklara ait sıfatlar yok olur. Tevhid-i zatta, herşeyin mecazi ve izafi varlıkla var olduğunu, sıfatların Tanrı varlığının tecellisi olduğunu bilir, görür ve herşey gözünden silinir; Tanrı'dan başka bir varlık göremez ve bu bilgi ve görgüyü oluş haline ulaştırır. Biliş, görüş ve oluşa, tasavvuf terimi olarak, 'İlm'el yakıyn, Ayn'el yakıyn, Hakk'al yakıyn' derler. Arapça bir söz olan 'yakıyn'in lügatteki anlamı, 'şüphesiz bilgi'dir. Terim olarak bir şeyi, başka türlü olmasına imkan bulunmadığına inanarak olduğu gibi bilmektir. Bilgi yoluyla bir şeyin bu çeşit bilinmesine 'ilm'el yakıyn', keşif ve görüşle bilinmesine 'ayn'el yakıyn' denir. Hakk'al yakıyn kulun Hak'ta yok olması ve Hak varlığıyla varlığa ulaşmasıdır. 'İlm'el yakıyn şeriatın záhiri, ayn'el yakıyn emirleri ihlásla yapmak, hakk'al yakıyn da kulluk ederek adeta Hakk'ı görmektir' demişlerdir.

Ramazan MÖNÜSÜ


Çayır mücveri

Taze soğanla dereotu ve kaşkaval peyniri ince ince doğrandıktan sonra ince kıyılmış kuzu kıymasıyla beş altı yumurta çırpılıp yeteri kadar tuz ve biber de iláve edildikten sonra hamur gibi yoğrulur. Sahan içinde kızgın sade yağda iki tarafı da kızartılır. Sonra yağı iyice süzülerek tabağa konur ve sıcak sıcak yenir.

Kocakarı İLAÇLARI


Saçkırana Abdüsselám

Su değmedik yeni bir kiremit üzerine zeytinyağı dökülür, Abdüsselam denilen madde kiremide sürülür, sonra Abdüsselám saç dökülen yere konur.

Saçın döküldüğü yere ustura ile birkaç çizik atılır, sonra bir diş sarmısak ortasından kesilir, kesilmiş tarafı çizgiler üzerine kuvvetle sürülür. Bazen sarmısak yerine barut da kullanılır.

Saçların dibine tütün külü sürülür.

Yine saçların dibine sigara ağızlığından hásıl olan zifir sürülür.

Defne tohumu kaynatılır, suyu saçlara sürülürse kökü kuvvetlendirir.
Yazının Devamını Oku

‘İsmet hakkı’: Ayrıcalıklı kadına ayrıcalıklı boşanma

9 Aralık 2001
Cumhuriyet öncesinde sadece hanedan mensubu kadınlara tanınan ve eşlerini derhal boşamalarını sağlayan "ismet hakkı" denen bir hak vardı. Medeni Kanun'daki son değişiklikler, bana eski zamanların bazı özel evlilik sözleşmelerinde geçen ve bugün pek bilinmeyen bir hukuki kavramı, ‘‘ismet hakkı’’nı hatırlattı: Bu, sadece hanedan mensubu olan kadınlara tanınan ve kocalarını istedikleri an boşayabilmelerini sağlayan bir haktı. Cumhuriyet öncesinde karısı tarafından ‘‘ismet hakkı’’ kullanılarak boşanan son erkek, Başbakan Bülent Ecevit'in büyük eniştesi İsmail Hakkı Bey'di. Sultan Vahideddin'in kızı Ulviye Sultan'la evli olan İsmail Hakkı Bey, karısı tarafından 1922'nin 22 Haziran'ında ‘‘ismet hakkı’’yla boşandı, sonra

Bülent Ecevit'in büyük teyzesi Ferhunde Hanım ile evlendi.

Medeni Kanun'da senelerdir tartışılan, beklenen ve hayal edilen değişikliği nihayet yapabildik. Erkek artık aileye reislik edemeyecek, kadınla erkek arasında hukuki üstünlük farkı kalmayacak, meselá kadın çalışmak için erkeğin iznine ihtiyaç hissetmeyecek ve en önemlisi bundan böyle uygulanacak olan yeni mal rejimiyle kadınla erkek birbirlerinin malına ortak oluverecek.

BU İŞ, CİNAYETE GİDER

Ben, bu kanunun son derece başarılı bir şekilde uygulanacağından eminim. Meselá Anadolu'nun bazı bölgelerinde, sokakta erkeğinin hálá üç adım gerisinden yürüyen kadınlarımız kalkıp ‘‘Gayrı kanun var... Altı öküzün üçünü ben alıyorum, bu tarlanın yarısına elkoyuyorum ve meydandaki kahvenin karşısında yarın bir birahane açıyorum’’ deyince kocaları boyun bükecekler: ‘‘Tabii garı, kanun var gayrı, buyur al!’’

Gazetelerde çıkacak olan ‘‘Medeni Kanun Cinayeti’’ haberlerinin başlıklarını şimdiden görür gibiyim...

Medeni Kanun'daki bu değişiklikler, bizde eski zamanlarda uygulanan ama şimdilerde pek kimselerin bilmediği bir hukuki kavramı hatırlattı: ‘‘İsmet hakkı’’nı.

Evlilikte dini nikáhın uygulandığı eski devirlerde boşanma hakkı kocaya aitti.

Gerçi evliliği ıstıraba dönmüş olan olan kadının kadıya gidip ‘‘Bu herif beni öldürecek kadı efendi, ayağını öpeyim boşa boşa beni’’ dediği zamanlar da vardı ama böyle bir talep o dönemin şartlarında pek kolay değildi, üstelik çok söz getirirdi ve daha da önemlisi kadının böyle bir işe kalkışması için mangal gibi yürek sahibi olması lázımdı.

SULTANSAN BOŞAYABİLİRSİN

Neticede, boşanmada ipleri gene erkek elinde tutmadaysa da bazı durumlarda kadının da kocasını boşamasına izin verilir ve buna ‘‘ismet hakkı’’ denirdi.

Ama her kadın ‘‘ismet hakkı’’nı öyle kolayca elde edemezdi. Bu hakkı alabilmesi için bazı şartları taşıması gerekirdi ve şartların başında kadının hanedan mensubu, yani ‘‘sultan’’ olması gelirdi. ‘‘İsmet hakkı’’ kavramı, hanedan mensubu olan sultan ve hanımsultanların kocaları tarafından birdenbire boşanmaları halinde ortaya hoş olmayan durumların çıkmasını önlemek maksadıyla icad edilmişti ve damada senet imzalatırcasına kabul ettirilirdi.

SENETLE YAPILAN EVLİLİK

O devirlerde, nikah sırasında hazırlanan evlilik mukavelelerinde ‘‘mihr’’ denilen unsurun yeralması şarttı. Mihr, basit bir ifadeyle ‘‘kadının kocası tarafından boşanması halinde alacağı tazminat’’ demekti.

Ama nikáhı kıyılan kadın sıradan biri değil de hanedan mensubuysa ‘‘mihr’’ hükümlerinin yanına mutlaka ‘‘ismet hakkı’’ da yazılır ve mukavele damad adına tasdik eden şahitlere de imzalatılırdı. Anlayacağınız, sultan efendi kocasını istediği zaman boşayabilme hakkını elinde tutuyor ve damad paşayı boşadığı anda üstüne üstlük bir de yüklü tazminat alıyordu. ‘‘İsmet hakkı’’, Osmanlı döneminde asırlar boyunca kullanıldı ve sahip olduğu bu hakka dayanarak kocasını boşayan hanedan mensubu son kadın ise, Osmanlılar'ın son hükümdarı Sultan Vahideddin'in kızı Ulviye Sultan oldu. Ulviye Sultan, kocası İsmail Hakkı Bey'i 1922 Haziran'ında ‘‘ismet hakkı’’nı kullanarak boşadı.

NAZLI HANIM’IN TEYZESİ

Tanımayanlar ve bilmeyenler için İsmail Hakkı Bey hakkında biraz bilgi vereyim: Sultan'la evliliğinden doğan kızı, Kuşadası'ndaki meşhur Kısmet Oteli'ni işleten ve geçen sene vefat eden Hümeyra Özbaş ‘‘Hanımsultan’’dı. İsmail Hakkı Bey, aynı zamanda Başbakan Bülent Ecevit'in büyük eniştesi olurdu. Vahideddin'in kızı Ulviye Sultan tarafından boşanmasından sonra ikinci defa evlenmişti ve yeni eşi Ferhunde Hanım, Bülent Ecevit'in annesi rahmetli ressam Nazlı Hanım'ın teyzesiydi. Dolayısıyla Sultan Vahideddin'in torunu Hümeyra Hanımsultan'la Bülent Ecevit arasında uzak bir ‘‘üvey kuzen’’ olma durumu vardı.

Boşandığını cephede öğrendi

Ulviye Sultan, Osmanlılar'ın son hükümdarı Sultan Vahideddin'in büyük kızıydı.

Vahideddin henüz tahta geçmediği sırada, kızı Ulviye'yi Dolmabahçe Sarayı'nda, 1914'ün 12 Kasım'ında, imparatorluğun Londra Büyükelçisi Tevfik Paşa'nın Alman askeri akademisinden mezun oğlu İsmail Hakkı Bey ile evlendirdi. Daha önceleri sadrazamlık yani başbakanlık yapmış olan Tevfik Paşa bu makama sonraki senelerde yeniden gelecek ve imparatorluğun son sadrazamı olacaktı.

Ulviye Sultan ile İsmail Hakkı Bey'in nikáhını Şeyhülislam Hayri Efendi kıydı. Damadın vekilliğini Sultan Reşad'ın başyaveri Salih Bey, Sultan'ınkini Başmabeynci Mehmed Tevfik Efendi yapmış, Mefruşat Müdürü Akif ve mabeyn kátibi Şevki Beyler erkek tarafının; mabeyn doktoru Ahmed Reşad Bey'le sarayın ikinci kahvecisi Abdülhadi Efendi de kız tarafının şahidi olmuştu. Gelinin ‘‘mihr’’i, 1001 kese altındı. Nikáh sözleşmesinde Ulviye Sultan'ın ‘‘ismet’’ yani kocasını boşama hakkına sahip olduğu açıkça yazılıydı.

Çiftin, 1917'de Hümeyra adını verdikleri bir kızları doğdu. O sırada Sultan Vahideddin tahta geçmiş, İsmail Hakkı Bey ‘‘dámád-ı şehriyari’’ yani hükümdar damadı olmuştu.

Ama evlilikleri pek iyi gitmedi. İsmail Hakkı Bey, İstiklál Harbi sırasında gizlice Anadolu'ya geçti ve karısı Ulviye Sultan'ı gidişinden haberdar etmedi. Bu arada bir de hata yaptı: Karısına bir ‘‘boş káğıdı’’ yolladı, yani ‘‘Boşandık’’ dedi ama bu hakkın Ulviye Sultan'da olduğunu unutmuştu ve gönderdiği ‘‘boş káğıdı’’ geçersizdi.

Ulviye Sultan, her nedense beş ay bekledi ve kocasını bu beş ayın sonunda, 22 Haziran 1922 sabahı ‘‘ismet hakkı’’nı kullanarak bu defa kendisi boşadı. Boşanmada şahitlerle beraber zamanın şeyhülislamı Mehmed Nuri Efendi de hazır bulunacak, karar gazetelerde de yayınlanacaktı.

İsmail Hakkı Bey, daha sonra yayınladığı hatıralarında karısı tarafından boşandığını haftalar sonra cephede, Gönen'in Yunan birliklerinden geri alınışı sırasında okuduğu eski bir gazeteden öğrendiğini ve arkadaşlarının ‘‘Hiç üzülme. Çok kızlarımız, güzel kızlarımız var, gene evlenirsin’’ dediklerini yazacaktı.

Evlendi, hayatını Bülent Ecevit'in annesinin teyzesi Ferhunde Hanım'la birleştirdi ve 1977'de vefat etti. Ama Ulviye Sultan eski kocasını hiçbir zaman affetmedi. Sonraki senelerde aynı yerlerde tesadüfen de olsa defalarca bulunmalarına rağmen yüzyüze gelmemek için çaba gösterdi. Hayata 1967'de veda eden Ulviye Sultan, kocasının ikinci hanımı Ferhunde Hanım'la dostluk bile etti ama İsmail Hakkı Bey hakkında ‘‘Onu asla affetmem. Ben yatağımda, kızım beşikte uyurken kaçar gibi gidişini asla affedemem’’ diyordu.
Yazının Devamını Oku

Birinci Dünya Savaşı’na işte bu telgrafla girdik

8 Aralık 2001
1914'ün 4 Kasım sabahı, Osmanlı İmparatorluğu'nun Sadrazamı yani Başbakanı olan Said Halim Paşa, Londra'daki Osmanlı Büyükelçisi Tevfik Paşa'ya bir telgraf yolladı ve İngiltere ile diplomatik ilişkileri kesme talimatı verdi. Türkiye bu telgraftan tam bir gün sonra Birinci Dünya Savaşı'na girdi ve neticede tarihimizin en büyük yenilgilerinden birine uğradık. Tarihimizin en önemli dönüm noktalarından birini 1914 Kasım'ında yaşadık: Dünya savaşına girdik ve bu savaştan o zamana kadar gördüğümüz yenilgilerin en acısına uğrayarak çıktık.

İktidardaki İttihad ve Terakki Hükümeti'nin uyguladığı politikayla Osmanlı İmparatorluğu Almanya'nın yakın müttefiki haline gelmişti. Almanya, Türkiye'yi kendi safında savaşa sokabilmek için bütün gücüyle bir oldu-bitti yaratmaya çalışırken, Osmanlı Devleti 2 Ağustos günü bir ön hazırlık olarak seferberlik ilán etti. Sonra hepimizin bildiği bir hadise meydana geldi; Türkiye tarafından satın alındığı açıklanıp Yavuz ve Midilli isimleri verilen iki Alman savaş gemisi Boğazlar'dan geçerek Karadeniz'e çıktı ve Rus limanlarını bombardıman etti.

Rusya, 2 Kasım'da Türkiye'ye savaş ilán etti, 3 Kasım günü de İngiliz donanması Çanakkale'yi bombaladı. O gün öğleden sonra İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi Babıali'ye giderek Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kestiklerini bildirdi.

Artık sonun başlangıcına gelinmişti ve Türkiye henüz savaş ilán etmemiş de olsa İngiltere'ye mukabele etmek, ilişkilerini kesmek zorundaydı.

4 Kasım sabahı, Osmanlı İmparatorluğu'nun Sadrazamı yani başbakanı olan Said Halim Paşa, Londra'daki Osmanlı Büyükelçisi Tevfik Paşa'ya bir telgraf yolladı ve İngiltere ile ilişkileri kesme talimatı verdi. Sadrazam, Fransızca olan bu telgrafta şöyle diyordu:

'Majesteleri Sultan'ın Londra'daki Büyükelçisi Ekselans Tevfik Paşa'ya:

İngiliz büyükelçisi, hükümetiyle aramızdaki diplomatik ilişkileri keserek İstanbul'dan ayrıldı. Sizden de aynısını yapmanızı, Birleşik Amerika Büyükelçisi'nden vatandaşlarımızın himayesini talep ederek imparatorluğumuzun elçilik ve konsolosluk personeliyle beraber İstanbul'a dönmenizi rica ediyorum'

Tevfik Paşa, hükümetinden gelen talimatı sabah saat dokuz buçuk sularında aldı ve gereğini hemen o gün yerine getirdi. İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na gitti, ilişkileri kestiklerini tebliğ edip Londra'dan ayrıldı. Daha önce sadrazamlık da yapmış olan Paşa ileriki senelerde yeniden aynı makama gelecek ve 'imparatorluğun son sadrazamı' olarak tarihe geçecekti.

İngiltere ve müttefikleri, işte bu telgraftan bir gün sonra, 5 Kasım'da Türkiye'ye savaş ilán ettiler. Tarihimizin en önemli dönüm noktalarından birinin belgesi olan bu telgraf şimdi bir aile dostumun elinde bulunuyor ve bu dostumun izniyle burada yayınlıyorum.

Kocakarı İLAÇLARI


Sizi sokan arıyı soktuğu yere bastırın

Bu hayvanlar ezilip sokulan yerin üzerine koyulur.

Sokulan yer hafifçe çizilip kan çıkartılır.

Üstüne bir miktar kalaycı çamuru sürülür ve sokulan yerin havayla teması kesilir.

Bir miktar turunç havanda dövülüp suyu hastaya içirilir.

Sokulan yere gazyağı sürülür, hastaya da bir kahve fincanı kadar gazyağı içirilir.

Sokulan yere nişadır ruhu sürülür.

Ramazan MÖNÜSÜ


Peksimetli biftek

Kaburga kemiklerini pirzola şekline koyup dövün. Ezilmiş peksimedi soğan suyu, tuz ve soğan suyu bulamazsanız adi su ile bulamaç haline getirin. Önceden dövdüğünüz etleri bu bulamaca bulayıp yağda ikişer ikişer kızartın ve kızardığı anda yağdan çıkartıp yerine yenilerini koyun. Piştikten sonra kayık tabağa yerleştirin ve soğumadan servis yapın.

Reşad Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Hediyenin böylesi

'Enderun Tarihi' isimli eserin yazarı Tayyarzade Atá Bey çocukken babası tarafından elini öpmeye götürüldüğü Serasker Hüsrev Paşa, sünnet hediyesi olarak Atá Bey'e 'Evladım fakirlik zamanım, kusura bakma..' diyerek bir zarflı fincan vermişti. Aradan yıllar geçti. Atá Bey çok sıkıntıya düştü ve bu küçük hediyeyi sattı. Meğer zarf ile fincan son derece kıymetli bir antika imiş. Parasıyla evini rehinden çıkarttı, bütün borçlarını ödedi, geri kalanı ile de bitin aile mensuplarıyla beraber hacca gidip geldi.
Yazının Devamını Oku

Müzik sistemimizi bu Lübnanlı’dan öğrendik

6 Aralık 2001
Türk Müzik sisteminin temelinde Lübnan'lı bir Hristiyan'ın 1800'lerin ilk yarısında yazdığı bir eserin yattığını bugün çoğumuz bilmeyiz. 1800 ile 1888 yılları arasında yaşayan Mihail Meşakka adındaki bu musiki álimi sadece Türkiye'nin değil bütün Ortadoğu'nun musikisini etkilemişti. Türkiye'de Mihail Meşakka'nın kim olduğunu bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Hayatı hakkında bizde neredeyse hemen hiçbir bir kayıt yoktur ama kurucusu olduğu bir sistemle bugün Türk Müziği'ni baştan sona etkilemiş çok önemli bir isimdir.

Mihail Meşakka, Lübnan'lı bir Hristiyan'dı. 1800'de Lübnan Dağları'ndaki Raşmiya'da doğdu, gençlik yıllarında bir müddet Mısır'da yaşadı, sonra Suriye'ye, Şam'a geçti ve orada musikiye merak saldı. Muhammed bir Huseyn el Attár Attárzade adında bir hocadan dersler aldı ama müziğin icrasından çok nazariyatına yani akustik ve makamların oluşması bahislerine merak saldı. Ses fiziğiyle uğraştı, derken hocasından öğrendikleriyle yetinmez oldu, kendini araştırmaya verdi ve genç yaşlarında bu konuları anlatan bir kitap kaleme aldı. Kitap, Lübnan beylerinden Emir Muhammed Faris Şiháb'a ithaf edilmişti ve onun ismini taşıyordu: 'Risále-i Şihábiyye'.

Yepyeni bir bir ses sistemi ortaya koyuyor, bir sekizliyi yani çok basit bir şekilde söylemek gerekirse 'kalın do-ince do' arasını 24 eşit parçaya bölüyordu. Bu, İslam dünyasının musikisinde o zamana kadar görülmemiş bir uygulamaydı ve Araplar tarafından hemen benimsendi. Meşakka'nın sistemi batılı müzikologlar yani musikinin ilim tarafıyla uğraşanlar tarafından da alákayla karşılandı ve eserin İngilizce bir özeti 1851'de Amerika'da yayınlandı.

Amerikalılar, Meşakka'yı 1859'da Şam'daki Amerikan Konsolosluğu'nda konsolos yardımcısı yaptılar. 1888'de öldüğünde, Arap dünyasının en seçkin entellektüellerinden kabul ediliyordu.

Biz, Meşakka'ya ölümünden çok sonraki senelerde aláka duymaya başladık. Yazdıklarını ilk okuyan kişi meşhur bir musiki bilginimiz, Rauf Yekta Bey oldu. 20. asrın ilk yıllarında Türk Müziği'nin teorisini yeniden yazarken Meşakka'dan etkilendi, onun '24'lü sistem' denilen sistemini benimsedi ama seslerde bazı değişiklikler yaptı. Benimsemesinin sınırlarını 1932'de Kahire'de yayınladığı bir kitapta açıkladı ama Türk müzisyenler Mihail Meşakka'nın Rauf Yekta Bey'e verdiği ilhamdan haberdar olamadılar.

Derken aradan gene seneler geçti ve Türk Müziği'nin bu defa diğer iki önemli ismi, Hüseyin Sadettin Arel ile Suphi Ezgi 1930'ların sonuna doğru bir başka müzik sistemi kurmaya çalıştılar ama temel olarak Rauf Yekta Bey'i aldılar. Dolayısıyla Mihail Meşakka'nın '24'lü sistemi' bizdeki mevcudiyetini korudu. Ama zamanla daha da başka ilginçlikler yaşandı ve Lübnan'lı Meşakka'nın eseri olan bu sistem, Türkiye'de 'Orta Asya'dan getirdiğimiz öz musikimizin kuralları' diye anılır oldu.

Bu 'müzik sistemi' hakkında, bugün çok dar bir çevrede de kalsa devam eden bir tartışma var. Ama bu tartışmayı yapanlar temel kaynaklara ulaşamadıkları için üzerinde olumlu yahut olumsuz fikir beyan ettikleri sistemin aslında bizim değil, Arap dünyasının malı olduğunu bilmiyorlar. Ben, ayrıntılı teknik konulara girmeden, burada 'Bugün Türk Müziği'nin sistemi olarak kabul ettiğimiz kurallar, aslında Lübnan'lı Mihail Meşakka'nın eseridir' demekle yetiniyorum.
Yazının Devamını Oku

İzleri kalmayan hayalet okullar

5 Aralık 2001
İkinci Meşrutiyet sonrasında, Türkiye'de özel okul sayısında bir patlama yaşandı. Batı tarzı eğitim vermeye çalışan bu okulların en büyük sıkıntıları, kendilerine ait binaları olmamasıydı. O senelerin gözde okulları sayılan 'Hadika-i Hidayet' ve 'Numune-i Fazilet Mektepleri' bu hayalet okulların sadece ikisiydi. Osmanlı İmparatorluğu'nda 18. yüzyılın sonlarında başlayan batılılaşma çabaları, her alanda olduğu gibi, eğitimde de batılılaşma konusunu gündeme getirdi.

Batılı anlamda olmasına karar verilen ilk eğitim kurumları askeri mekteplerdi, zira ordunun yenilenmesi gerektiğine inanılıyor ama Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasına cesaret edilemiyor ve reformun yeni okullarla yapılmasına çaba gösteriliyordu.

Bu doğrultuda açılan ilk okullar Mühendishane-i Bahri-i Humayun, Mühendishane-i Berri-i Humayun, Mekteb-i Ulum-ı Harbiye ve benzerleriydi. İmparatorluk sınırları dahilindeki ilk sivil okulların açılması için ise 65 yıl daha beklemek gerekecekti. Bu öncü okullar kuruldukları dönemde istenen sonucu veremediler ama eğitimin hangi düzeyde olması gerektiği konusunda bir fikir edinilmesini sağladılar.

'Türk Maarif Tarihi' adındaki büyük eserin yazarı olan Osman Nuri Ergin, sivil okulların beklenen başarıyı yakalayamamasını 'bina sahibi olamamalarına' bağlayacaktı: 'Türkiye'de kurulan müesseselerin yaşayabilmesi için herşeyden önce bir binaya sahip olmaları gereklidir. Askeri okullar varlıklarını ve sürekliliklerini buna borçludur. Sivil okullarsa derme çatma binalarda, ahşap konaklarda yerleşmeleri neticesinde askeri eğitim veren kurumlardan yarım asır geri kalmış ve süreklilik sağlayamamışlardır'

Tanzimat döneminde özel okul sayısında bir artış oldu ve bu okullara azınlıklar tarafından açılan eğitim kurumları da katıldı. Ancak, gerek maddi yokluklar ve bina sıkıntısı, gerekse de dönemin siyasi koşulları dolayısıyla bu okullar önce el değiştirdi, sonra da ardarda kapandı.

Bugün, haklarında hiçbir bilgi bulunmayan ve ortak özellikleri tumturaklı isimleri olan eski özel okulların sayısı bir hayli fazladır ve 'Hadika-i Hidayet' ile 'Numune-i Fazilet Mektepleri' bunların sadece ikisidir. Topkapı'da, Tramvay Caddesi üzerinde sekiz dönümlük bir bahçe içerisinde bulunan ahşap bir konakta eğitim veren Hadika-i Hidayet Mektebi'ni, 1911'de Mehmed Salih Bey kurdu. 120 öğrencisi olan okul altı yıllıktı ve edebiyat, okuma, Kur'an, güzel yazı, müzik ve Fransızca öğretiliyordu. Bugünkü öğrenci servislerinin yerine 'bevvap' denen kapıcılar vardı. Bevvap öğrencileri evlerinden alıp okula getiriyor, dersler bittikten sonra yeniden evlerine dağıtıyordu. Okulun yıllık ücreti 18 ile 20 altın arasındaydı.

Hadika-i Hidayet Mektebi'nin binasını, daha sonra Topkapı Fukaraperver Cemiyeti'nin kurucularından olan Doktor Nasır Şevki Bey satın aldı ve yıktırıp yerine bir villa yaptırdı.

Bugün hakkında bir kayıt bulunmayan ikinci okul ise, Hadika-i Hidayet Mektebi'nden maddi bir anlaşmazlık yüzünden ayrılan edebiyat hocası Nevzat Bey'in 1917'de kurduğu 'Numune-i Fazilet Mektebi' idi. Şehremini'nde, Küçük Saray Meydanı'na bakan bir konakta eğitim veriyordu. Ders programı Hadika-i Hidayet ile aynıydı. Okul müdürünün yakın ahbabı olan Yenikapı Mevlevihanesi'nin şeyhi Abdülbaki Dede ile dönemin ünlü din bilgini Yusuf Efendi Kur'an, Abdülbaki Dede'nin oğlu ve sonraların meşhur müzisyeni Gavsi Baykara ise müzik dersi veriyorlardı. 15 yıla yakın bir süre eğitime devam eden okul 1920'lerin sonunda kapandı. Binası ise 1950'lerin başında yıktırıldı ve yerini apartmanlar aldı.

Bu okulların öğrencilerinden bugün hayatta olanlar, şimdi 90 yaşını çoktan geride bırakmış olmalılar... Ben, bu öğrencilerden şimdi hayatta bulunanlardan sadece bir kişiyi, Sadberk Hanım'ı biliyorum ve hayatta olan diğer öğrencilere de daha uzun bir ömür temenni ediyorum.

Abdülbaki Hoca'nın Kur'an yorumu


En doğru adalet, áhiretteki tartıdır


'O gün tartı olacak, gerçektir bu. Kimlerin iyi amelleri, terazide ağır gelirse onlardır kurtulanlar, muradlarına erenler. Kimlerin hafif gelirse onlardır áyetlerimizi inkár ederek zulmettiklerinden kendilerine yazık edenler' (A'ráf suresi, 8.-9. áyetler)

Tartıdan maksat, áhiretteki tam adalettir. Mücáhid, Dahhak ve Belhi bu kavli kabul etmişlerdir. İbn-i Abbas, Hasen ve diğerleri, Tanrı'nın bir dili, iki kefesi olan bir terazi kurduracağını ve bu terazide kulların iyilikleriyle kötülüklerinin tartılacağını söylemişlerdir. Tartının keyfiyetinde ihtiláf vardır. 'Yapılan işler árazdır, yani kendiliklerinden meydana gelmeyen ve ancak bir cevherle kaim olan ve bir zaman içinde vücuda gelip geçen şeylerdir. Bu bakımdan onların ne ağırlığı vardır ne de tekrar meydana gelebilir' diyenler olduğu gibi 'Amellerin yazılı olduğu sahifeler tartılacaktır, yahut iyi ameller güzel suretlerde, kötüler çirkin suretlerde zuhur edip tartılacaktır' diyenler de olmuştur. 'Tartıdan maksat inananın, Tanrı katındaki kadrinin, inanmayanın da aşağılığının meydana çıkmasıdır' diyenler de bulunmuştur.


Reşad Ekrem'le HOŞ SOHBETLER


Şemsiye Modası

Onsekizinci asır sonlarında İstanbul gençleri arasında bir şemsiye modası çıkmıştı. Rengárenk ipek püsküllü şemsiyeler, pırpırı kıyafet, yalın ayaklı gençlerin elinde bile görülürdü. Kibar küçük beyler külhani levend esvapları giyerler, at üstünde şemsiye açarak dolaşırlardı. Mizah şairleri de bunlara şarkılar ve gazellerle takılırlar, alay ederlerdi.
Yazının Devamını Oku