10 Şubat 2002
Türkiye sınırları dışında kalan Osmanlı eserlerinin başına son zamanlarda hep bir işler geliyor. Mekke'deki Ecyad Kalesi'nin yerle bir edilmesinden sonra, şimdi de Suriye'deki dokuz dönümlük 'Türk Mezarı'nın ákıbeti tartışılır hale geldi. Suriye, Lozan Andlaşması uyarınca Türk toprağı sayılan, üzerinde Türk bayrağı dalgalanan, Türk askeri tarafından korunan ve tam göbeğinde Selçuklu İmparatorluğu'nun komutanlarından Süleyman Şah'ın mezarının bulunduğu bu arazinin yeni inşa edilen Teşrin Barajı'nın suları altında kalacağını söylüyor ve bir başka yere nakledilmesini, yahut ‘‘Türkiye'ye taşınmasını’’ istiyor.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Osmanlı eserlerine bir hál oldu. Başlarına her gün yeni bir iş geliyor yahut gelme tehlikesi yaşanıyor. Suudiler'in Mekke'deki Ecyad Kalesi'ni yerle bir etmelerinden sonra, şimdi de Suriye'deki ‘‘Türk Mezarı’’nın ákıbeti tartışılır hale geldi.
‘‘Türk Mezarı’’nın ne olduğunu, bilmeyenler için kısaca anlatayım: Sınırlarımız dışında sahip olduğumuz tek toprağımızdır. Bugün Suriye sınırları içerisinde kalan ama Lozan Andlaşması uyarınca Türk toprağı sayılan, üzerinde Türk bayrağı dalgalanan ve hálá Türk askeri tarafından korunan dokuz dönümlük bir arazi ve arazideki 916 senelik bir mezardır: Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun en seçkin komutanlarından Süleyman Şah'ın mezarı... Şimdilerde, işte bu mezarın geleceği de tehlikeye girdi.
Öldürüp başında ağladılar
Süleyman Şah, Anadolu'nun fatihi Selçuklu hükümdarı Alparslan'ın kumandanlarındandı ve 1071'deki Malazgirt savaşından sonra Anadolu'nun fethini tamamlamakla görevlendirilenlerin arasındaydı. O zamanlar Bizans, daha doğrusu İkinci Roma toprağı olan Anadolu'ya senelerce akınlar yaptı, Bizans ordularını batıya doğru sürdü ve Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra ortaya çıkan Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucularından oldu. Derken siláh arkadaşlarıyla güç kavgasına girdi, 1086'nın 5 Haziran'ında diğer Selçuklu beyleriyle Halep yakınlarında savaşa tutuştu ve savaş meydanında öldü. Düşmanları canını almışlardı ama hatırasına saygıların en büyüğünü gösterip tantanalı bir cenaze merasimi yaptılar. Cenaze namazını rakip ordunun kumandanı Tutuş kıldırdı ve Süleyman Şah, Fırat vadisinin sol sahilinde bulunan, bugün Rakka ile Meskene şehirleri arasında kalan Caber Kalesi'nin eteklerine defnedildi.
Sonra aradan asırlar geçti ve Osmanlı tarihçileri Süleyman Şah'ı Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'nin dedesi yaptılar. Bir de efsane doğdu: Süleyman Şah guya Anadolu'yu fethe giderken atıyla beraber Fırat'a düşüp boğulmuş ve Caber Kalesi'ne defnedilmişti. Selçuklu kumandanı Süleyman Şah ‘‘Osmanlı hanedanının dedesi’’ idi ve İkinci Abdülhamid zamanının Halep valilerinden Cemil Hüseyin Paşa, 19. asrın sonlarına doğru Caber'deki türbeyi baştan aşağı restore ettirdi.
Derken, Birinci Dünya Savaşı çıktı, Fransa Suriye'yi işgal etti. Türkiye, Lozan görüşmeleri öncesinde Fransa ile masaya oturdu ve Ankara'da 1921'in 20 Kasım'ında bir ‘‘ön barış andlaşması’’ imzalandı. Fransa, andlaşmanın 9. maddesiyle Caber Kalesi'nin eteklerindeki ‘‘Türk Mezarı’’nın Türk toprağı olduğunu, Türkiye'nin malı olarak kalacağını ve mezara Türk bayrağı çekileceğini kabul ediyordu.
Türkiye'nin yeni sınırları 1923'ün 24 Temmuz'unda Lozan'da son şeklini alırken Fransız tarafı Ankara Andlaşması'nın hükümlerinin aynen geçerli olduğunu, Lozan'la çakışmadığını duyurdu. Bu, Caber Kalesi'ndeki Türk Mezarı'nın Türk toprağı olduğunun teyidiydi. Fransız hakimiyetinden çıkıp tam bağımsızlığını kazanan Suriye de anlaşmaya aynen uydu.
Su geldi, mezar gitti
Ama Süleyman Şah ölümünden 900 küsur sene sonra, 1973'te mezarından oldu. Suriye'nin inşa etmeye başladığı Tabka Barajı'nın suları Caber Kalesi'nin eteklerine kadar uzanınca Ankara ile Şam anlaştı ve ‘‘Türk Mezarı’’ Caber Kalesi'nin ilerisindeki Karakozak mevkiine taşındı. Burada yeni bir türbe ile bir de karakol binası inşa edildi ve Türkiye türbede bir müfreze asker bulundurup bayrak çekme hakkını gene elinde tuttu.
Bugün sınırlarımızın dışında kalan ama bizim olan ve üzerinde bayrağımızın dalgalandığı ‘‘Türk Mezarı’’nın öyküsü, kısaca işte böyle. Fakat dokuz dönümlük bu Türk toprağı ile ilgili olarak son günlerde yeni bir tatsızlık yaşanıyor. Suriye ‘‘Türk Mezarı’’nın ya tekrar bir başka yere nakledilmesini, yahut ‘‘Türkiye'ye taşınmasını’’ istiyor. Gerekçe ise, yine ‘‘sulu’’ bir hadise: Yeni inşa edilen Teşrin Barajı'nın tutacağı suların türbenin duvarına kadar gelmesi, türbeye erişim yolunun sular altında kalması ve ‘‘Türk Mezarı’’nın bir adacık halini alması.
Ha Diyarbakır, ha Türk Kalesi
Suriye'nin gönlünde mezarın artık Türkiye'ye nakledilmesi yatıyor ama Ankara iki farklı çözüm ihtimalini değerlendiriyor: Ya türbenin duvarları suya karşı güçlendirilecek yahut Süleyman Şah'ın kemikleri yeniden zoraki bir yolculuğa çıkartılacak ve Karakozak'ın birkaç kilometre ötesine nakledilecek. Bunları yapabilmek için de para gerekecek ve şimdi bu paranın bulunmasına çalışılıyor.
Suudiler'in Mekke'deki Ecyad Kalesi'ni buldozer marifetiyle yerle bir etmelerini geçen ay gıkımız bile çıkmadan seyrettik. Ama artık aklımızın başına geldiğini zannediyor ve ne kadar küçük olursa olsun İstanbul, Konya ve Diyarbakır, ‘‘bizim toprağımız’’ olan, bayrağımızın dalgalandığı ‘‘Türk Mezarı’’nın Türkiye'ye nakledilmesi ihtimalini düşünmek bile istemiyorum.
Bakalım, göreceğiz.
Alkışlayacakları yerde işten atacaklar
Aralarında 80'lik delikanlı Recep Birgit gibi büyük bir sanatkárın da bulunduğu bir grup müzisyen, son senelerin en güzel Türk Müziği icralarından birini yaptılar ve ortaya yedi CD'lik nefis bir albüm çıktı. Bu müzisyenlerin bazıları TRT mensubuydular ve başlarına garip bir iş geldi. Böylesine güzel bir eser yarattıkları için şimdi işten atılma tehlikesiyle karşı karşıyalar.
Bir grup müzisyen, bundan iki ay önce yedi CD'lik bir Türk Müziği serisi yaptı. Yüz küsur eserden meydana gelen seride padişah besteleri, kadın bestecilerin eserleri ve azınlık müzisyenlerin şarkıları vardı. Yani imparatorluk coğrafyamızın sesleri...
CD'lerde, son senelerde dinlediğim en güzel Türk Müziği icrası vardı. Eserler, müziğimize bugün hakim olan ayağa düşmüş, iniltiyle bağırtı arasındaki üslupla değil, eski günlerin ciddi tavrıyla icra edilmişlerdi. Çalanlar sazlarına hakimdiler, okuyanlar eserlerin hakkını veriyorlardı.
İcracılar arasında, 80'lik bir de delikanlı vardı: Recep Birgit. Sesinden ve üslubundan hiçbirşey kaybetmemişti ve sanatçı olduklarını iddia eden zamane okuyucularına müziğiyle güzel bir ders vermekteydi. Bugünün ‘‘üstad’’ları, Recep Birgit'in ‘‘Gel ey denizin nazlı kızı’’ndaki hitabından, Faize Hanım'ın ‘‘Gönül ne için áteşlere yansın’’daki yorumundan ve hele ‘‘Ben gamlı Hazan’’da son heceyi saniyeler boyu uzatmasından çok şeyler öğrenmek zorundaydılar.
Böylesine nefis bir eseri ortaya koyan sanatçılardan bazıları TRT'nin kadrosundaydılar ve bize mahsus garipliklerden birine hedef oldular: Takdir beklerken şimdi TRT'den kovulmayla karşı karşıyalar.
CD'lerin piyasaya çıkmasından hemen sonra, ‘‘Kurum dışında iş yapmanız yasaktır’’ denerek müzisyenler hakkında soruşturma açıldı. Sanki barda yahut pavyonda sahneye çıkmış, bir mafya düğününde TRT'nin şánını düşürmüşlerdi. Bu işi becerenler, özellikle de Ankara'da ahkám kesen bir hanımefendi CD yapmanın yahut kitap yazmanın ‘‘telif’’ mánasına geldiğini, anayasal bir hak olduğunu ve bunun ‘‘kurum dışında çalışmak’’la alákasının bulunmadığını göremeyecek kadar hırslanmıştı.
Sanata sed çeken böylesine bir hırsın nereden kaynaklandığını çok düşündüm ve sebebini de galiba buldum: TRT Müzik Dairesi'nin başındakiler yani devletin resmi radyo ve TV'sinde ciddi müzik yayını yapmaları gerektiği halde özel TV'lerle bilmemne yarışına çıktıkları için TRT'yi beşinci sınıf pavyonlardan da beter müzik yayınlar hale getirenler, doğru-dürüst müzisyen bile değildiler. Sazını çalamayan, basit bir eseri bile hatasız okuyamayan ama üstadlığı kimselere bırakmayanlar TRT'de son senelerde maalesef Müzik Dairesi’nin başına getirilmişlerdi , dolayısıyla kaliteli müzisyenleri susturarak müzik ve müzikalite fakirliklerini tatmin etmekteydiler.
Son senelerin bu en güzel Türk Müziği icrasının yaratıcıları, konuyu şimdi TRT'nin feşmekán müzikler müdüründen yahut daire başkanından çok daha yukarılara götürüyorlar. Ses getirip işi bir neticeye bağlayacaklarından eminim ve gelişmeyi önümüzdeki haftalarda isim isim yazarak duyuracağım.
Türk Müziği'nin hakikisini, ciddisini ve kalitelisini öğrenmek istiyorsanız ‘‘Osmanlı Mozayiği’’ isimli bu seriyi mutlaka alın, dinleyin ve böyle güzel bir eser ortaya koyanları işsiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakanlar için aklınıza ve dilinize ne gelirse söyleyin.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2002
Bundan 20-25 sene önce ‘‘Satanist’’ olduklarını söyleyen bazı kişilerle tanışmış, ne yapıp ettiklerini merak etmiş ve bu sayede inançlarını bir yere kadar öğrenmeye fırsat bulmuştum. Şimdi, zamanın beni haklı çıkartacağına inanarak söylüyorum: Türkiye'de günlerdir tartışılan intihar salgınının gerisinde varolan kavram ‘‘Satanizm’’ değil, Batı'nın ‘‘suicide cults’’ dediği Amerikan kökenli ‘‘intihar tarikatları’’dır. Satanizm ‘‘hayatta olmayı’’, intihar tarikatları ise 'ölümü' isterler. Bu tarikatlardan biri veya birkaçı şu anda Türkiye'de! Nihayet bunları da ithal ettik ve okullarımızda bir ‘‘ölüm kültü’’ kol geziyor! İşte bu tarikatların ve marifetlerinin bir listesi...
Satanizm, genç çocukların kendi canlarına kıymaları üzerine Türkiye'nin gündemine hüzünlü bir şekilde, girdi. Günlerdir Lara'nın, Ceylan'ın, Aslı'nın ve Cenan'ın acı kaderlerini, dolayısıyla da Satanizm'i yani ‘‘şeytana tapma’’yı tartışıyoruz.
Tartışmalar devam edip giderken yetkili ne kadar kişi ve kuruluş varsa önce canlarına kıyan çocukların ‘‘bunalımda olduklarını’’ ileri sürdüler, daha sonra polis İstanbul'da ‘‘Satanist avı’’na çıktı. Sokakta rastlanan koyu renk elbiseli, sivri sakallı, dövmeli yahut halkalı gençler toplandı, böylelikle ‘‘şeytani tarikatın önünün alındığı’’ zannedildi ve birkaç saat sonra da hepsi serbest bırakıldı.
Şimdi bir anlığına, bundan yıllar öncesine dönmem gerekiyor: Ben, 1970'lerin sonundan itibaren, Türkiye'de Satanizm'e meraklı bazı kişileri yakından tanıdım. Okumuş, etmiş, sosyal bir mevkiye sahip, en azından iki yabancı dile hakim olan, modern bir hayat süren ve dışarıdaki dünyayı yakından takip eden insanlardı. Zannedildiğinin aksine hiçbiri ruhunu şeytana satmamış, su yerine kedi kanı yudumlamamış ve beş köşeli yıldızın ortasında iblisin gelmesini beklemekle vakit geçirmemişlerdi. Aslında şeytana değil, ‘‘dünya dışı’’ işlere meraklıydılar ama söz dönüp dolaşıp ‘‘Satanizm’’ üzerinde düğümleniyordu ve kendi akıllarınca bazı sembolik merasimleri yapmalarının şart olduğuna inanırlar ve herşey bittikten sonra bu çocukluklara bizzat kendileri kakahalarla gülerlerdi.
ANUBİS’E TAPANLAR
Mısır'da yaşadığım senelerde de, fantazik bir şekilde de olsa, eski Mısır inançlarına yani Firavunlar döneminin tanrılarına meraklı kişilerle birarada oldum. Ortak özellikleri en büyük tanrı Ra'ya değil, onun rakiplerine, meselá ölüler tanrısı Anubis'e bağlı olmalarıydı. Hepsi mevki sahibi koca koca adamlardı ama vücudu köpeği andıran Anubis için senenin belli günlerinde ayin yapmadan duramazlardı. Derken aradan seneler geçti, bu kişilerin hemen hepsi dünyaya veda ettiler ama uğurlanmaları şeytani değil, İslami ádetlerle oldu.
Ben, şimdi ‘‘Satanizm’’ dediğimiz konularla işte bu kişiler vasıtasıyla karşılaştım. Ama aralarına girip onlarla aynı şeylere inandığımı falan zannetmeyin, sadece ne yapıp ettiklerini merak ettim ve bu merakım sayesinde böylesine garip bahislerde birçok şeyleri öğrenmeye fırsat buldum.
Bunları yazmamın tek bir sebebi var: Bütün bu işlerin temeli iyi ile kötünün, siyah ile beyazın mücadelesinde ‘‘kötü’’ ve ‘‘siyah’’ diye bilinen tarafı tutmak, o taraf için çalışmaktır ve bu çalışmanın ilk şartı da ‘‘dünyevi iktidar’’a sahip olmak, yani hayatta kalıp elde edilecek olan gücü bu dünyada kullanmaktır. Ölüm, güce sahip olmanın önündeki en büyük engeldir; ‘‘şeytan’’ kendisine ölmüş değil, ‘‘hayatta olan’’ müridler arar.
CALIFORNIA MALI TARİKATLAR
Dolayısıyla, çocukların canlarına kıymalarından sonra başlayan tartışmada herşeyi ‘‘Satanizm’’e bağlayıp bir başka ihtimali gözardı ediyoruz: Amerikalılar'ın ve İngilizler'in ‘‘suicide cults’’ dedikleri ‘‘intihar tarikatları’’nın varlığını, bu tarikatların Türkiye'ye de gelip seçkin okullara sızmış olabileceğini...
Bilmeyenler için, bu tarikatların ne olduklarını kısaca anlatayım: Genellikle Amerikan kökenlidirler ve California tarafından çıkarlar. Hepsinin bir peygamberin, genellikle de Hazreti İsa'nın reenkarnasyonu yani yeniden bedenlenmiş hali olduğuna inandıkları bir lideri vardır. Yüksek bir varlığı rehber edinmişlerdir, ortak düşüncelerinin başında öldükten sonra bir yıldızda yeniden hayata dönmek gelir. Dolayısıyla bu dünya onların gözünde ‘‘hiçbirşey’’dir, yıldızlarda yeniden doğabilmeleri için bu hayattan kurtulmaları gerekir ve kurtulmanın tek yolu intihardır ve işin kesin olan tarafı da, bu garip inançların hiçbir şekilde Satanizm olmadığıdır.
Yandaki kutuda bazı intihar tarikatlarının marifetleriyle beraber bir listesini veriyor ve zamanın beni haklı çıkartacağına inanarak söylüyorum: Bu tarikatlardan biri veya birkaçı yaklaşık beş seneder beri Türkiye'de! Canlarına kıyan çocukların anne ve babaları da şimdi bir ‘‘ölüm kültü’’nden sözediyorlar. En nihayet bu tarikatları da ithal ettik ve gençler ‘‘Satanizm’’ gibi saçmalıklara değil, daha da saçma olan bu intihar tarikatlarına kurban gidiyorlar.
Bu işin gerisindeki‘‘yıldızı’’ ve tarikatın ithalátçısını hakikaten merak ediyorum!
Yeni Zelanda’da intiharcı turist avı
Yeni Zelanda'da, 1999 Mayıs'ında bir ‘‘intihar tarikatı’’ teláşı yaşandı. Polis, böyle bir tarikatın mensuplarının toplu halde intihar etmek maksadıyla ülkeye turist olarak geldiklerini belirledi ve Interpol'ün de desteğiyle hemen geniş bir soruşturma başlattı.
Araştırmalar, gelenlerin yeni yılı ülkenin en doğusundaki Gisborne şehrinde kutlamaya hazırlandıklarını ortaya çıkarttı. Geliş sebepleri, yeni milenyumda bir yıldızda doğacaklarına inanmalarıydı ve milenyumun başlangıcı olan 2000 yılına dünyada ilk girecek olan yer Gisborne idi. Diğer yıldıza gitmenin yolu sadece ve sadece intihardan geçiyordu ve tarikatın mensupları kendi canlarına burada kıymayı planlamışlardı.
Toplu intiharlar önlendi ama Yeni Zelandalı yetkililer, bu işin önünü nasıl aldıklarını açıklamadılar. Sadece, ülkeye ileriki aylarda gelen turistlerin bir bölümünün yapılan araştırmalardan sonra hemen sınırdışı edildikleri öğrenildi, o kadar.
İşte, ölüme çağıranlar
HALKIN TAPINAĞI: En büyük toplu intihar olayı, eski bir rahip olan Jim Jones'in kurduğu bu tarikatın Guyan'daki merkezinde, 1978 Kasım'ında yaşandı. Tarikat mensupları, kendileri hakkında soruşturma yapmaya gelen Kongre üyesi Leo Ryan ile beraberindekileri öldürdükten sonra topluca zehir içtiler. İntiharı reddedenler arkadaşları tarafından vuruldu ve tarikata ait olan köyde 914 kişinin cesedi bulundu.
TA HE: Vietnam'da, 1993 Ekim'inde, Hanoi'nin 380 kilometre kuzeyindeki bir köyde yaşayan 53 kişi, hemen cennete gideceklerini vaadeden Ca Va Liem isimli tarikat liderinin talimatıyla çakmaklı tüfekler ve baltalar kullanarak intihar ettiler. Ölenlerin 19'u çocuktu.
GÜNEŞ TAPINAĞI: İntiharın, Sirius yıldızında yeniden dünyaya gelmeyi saylayacağı temeline dayanan tarikat, Luc Jouret tarafından kurulmuştu. Tarikatın 53 mensubu, 1994 Kasım'ında İsviçre'nin ve Kanada'nın değişik yerlerinde aynı anda intihar ettiler. Güneş Tapınağı tarikatına bağlı 16 kişi 1995 Kasım'ında Fransa'da, beş kişi de 1997 Mart'ında Kanada'da kendilerini yaktılar.
ON EMİR: Uganda'nın batısındaki Kunungu bölgesinde yaşayan 470 kişi, 2000 yılının 20 Mart günü kendilerini kilitledikleri ahşap kiliseyi ateşe vererek topluca intihar ettiler. Bir yıl içerisinde kıyametin kopacağına inanıyor ve cennette önceden yer kapmaya çalışıyorlardı. Topluca intiharlarından bir gün önce yüzlerce Coca Cola satın almış ve kilisede birbirlerine bir ‘‘Cola partisi’’ vermişlerdi.
DAVİD'İN YOLU: Tarikat, müridleri tarafından Hazreti İsa olduğuna inanılan David Koresh tarafından kurulmuştu ve Teksas'taki bir çiftlikte toplu halde yaşıyorlardı. Burada kaçak içki yapıldığı ihbarını alan polis, 1993 ilkbaharında çiftliği kuşattı. Kuşatma 51 gün sürdü, David Koresh kafasına kurşun sıkarak intihar ederken 70 müridi binaları yakarak kendilerini ateşe attılar.
CENNETİN KAPISI: Birleşik Amerika'nın Santa Fe şehrinde faaliyet gösteren tarikatın ismi, ancak 1997 Mart'ındaki toplu intiharlarından sonra duyuldu. Ruhlarının ve bedenlerinin dünyadan ayrılıp Hale-Boppadındaki kuyruklu yıldızda yeniden doğacağına, Hazreti İsa'nın da bu yıldızdan geldiğine ve yıldızın 2 bin senelik bir ayrılıktan sonra yeni milenyuma doğru kendilerini almak üzere dünyaya yeniden yaklaşacağına inanıyorlardı. Marshall Apple white'ın kurduğu tarikatın mensupları, Santa Fe şehrinin dışında geniş bir çiftliğe yerleşip ‘‘yolculuğa’’ hazırlandılar. Bekledikleri an 1997 Mayıs'ında geldi. Valizlerini yapıp en şık elbiselerini giydiler, sonra birbirlerine zehirli içkiler ikram ettiler, yataklarına uzanıp uzay gemisinin gelişini sonsuz bir uykuda beklemeye başladılar. Polis, çiftlikte 39 kişinin cesedini buldu.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2002
Kültür Bakanlığı, İktisat Bankası'na ait resim kolleksiyonunun satışını son anda durdurttu. İşte, müzayedenin iptalinin perde arkası: Kültür Bakanlığı'nın elinde zaten varolan binlerce tabloya sahip olamayıp yüzlercesini çaldırmasının, resim galerinin oyununa gelmesinin ve İktisat Bankası'na ait kolleksiyonun yollanacağı mezbelelerin öyküsü... Günlerdir, aslında İktisat Bankası'na ait olan ama bankanın eski sahibinin ismiyle, yani Erol Aksoy'un adıyla bilinen resim kolleksiyonunu tartışıyoruz ve kolleksiyonun satışının durdurtan Kültür Bakanlığı'nı alkışlamakla meşgulüz.
Bilmeyenler için, hadiseyi kısaca özetleyeyim: Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, İktisat Bankası'nın demirbaşında bulunan 322 adet tablodan 280'ini müzayedeyle satma kararı aldı. Satıştan elde edilecek gelirle bankanın zararının 15 milyon dolarlık kısmı kapatılacaktı ama araya birileri girdi ve müzayedeye birkaç gün kala satış iptal edildi. Kolleksiyon şimdi Kültür Bakanlığı'na devredilecek, İstanbul'da hálá eli-yüzü düzgün bir resim müzesine bile sahip bulunmayan bakanlık, bir müze yapıp tabloları burada sergileyecek... Bitecek yonca misali...
RESİM MAFYASI DEVREDE
İşin garip tarafı da, işte burada: BDDK, satış kararından önce bankaya ait tabloları bir uzmanlar heyetine göstermiş ve uzmanlar 322 adet eserden başta Osman Hamdi Bey'in meşhur ‘‘Kaplumbağa Terbiyesici’’ olmak üzere sadece 17'sinin müzelere konmasını teklif etmişlerdi. Kültür Bakanlığı'nın elinde zaten çok büyük bir kolleksiyon vardı ve bakanlık, İktisat Bankası Kolleksiyonu'ndaki ressamların neredeyse tamamının düzinelerle eserine sahipti. Elindeki eserleri bile doğru dürüst sergileyemeyen bakanlık, şimdi reklam uğruna ve bizim paramızla, aynı ressamların eserlerini mükerreren alıyordu.
Şurasını açıkça söyleyeyim: Kültür Bakanlığı, tablo konusunda sabıkalıdır! Elinde bulunan kolleksiyonlara sahip olamamış, tabloların yüzlercesini çaldırmış ama bütün bu yürütmeler sonradan örtbas edilmiştir!
Bir örnek: 1996 Kasım'ında, Kültür Bakanlığı'nın depolarında bulunan tam 414 adet tablonun ortadan sırra kadem bastığını yazmıştım. Yürütülen tabloların 94 adedi, hocaların hocası Ali Rıza Bey'e aitti.
Olay günlerce konuşuldu, bakanlık ‘‘Araştırıyoruz, ediyoruz’’ gibisinden açıklamalar yaptı ve neticede bu tablo vurgunu örtbas edildi. Derken aradan altı sene geçti, geçen Kasım ayında kayıp tablolar hadisesi yeniden alevlendi, başka eserlerin de yokolduğu anlaşıldı ve konu Meclis'e getirildiği sırada birileri usta bir manevrayla gündemi kayıp tablolardan İktisat Bankası Kolleksiyonu'na kaydırıverdiler. Hadise, gazetelerimize ‘‘Kolleksiyon kurtuldu’’ diye yansıdı. Bilen bilmeyen konuştu ama bunun, satıştan elde edilecek 15 milyon doların bizim cebimizden çıkacağı demek olduğunu kimseler söylemedi.
Tabloların satışının durdurulmasının arkasındaki gerçek, bakanlığın kültür ve sanata duyduğu sevgi yahut kolleksiyonun dağılma endişesi değil, sadece galeri operasyonudur. Resim meraklıları, müzayededen birşeyler alabilmek için aylardır bu satışı bekliyorlardı ve bekleyiş yüzünden bazı galeriler artık iş yapamaz olmuştu. Ressamlar, müzayedede fiyatların yeteri kadar yükselmeyeceğinden korkuyorlardı, dolayısıyla müzayedenin iptali gerekiyordu. Böylece satışlar açılacak ve düşmüş olan resim fiyatları yukarılara çıkacaktı. Galericilerle bu satışı yapabilme şansını kaçıranlar devreye girip her türlü yolu denediler ve satış iptal edildi. Kolleksiyon, son anda bir değişiklik olmazsa Kültür Bakanlığı'na gidecek ve sergilenene kadar da, bakanlığın mezbeleyi andıran depolarına konacak.
Ne yalan söyleyeyim, ben Türk ressamlarının eserlerine biçilen bu fiyatların hep sun'i olduğuna inandım. Orientalist yahut modern bir Türk resmine milyonlarca dolar verileceği yerde Türkiye'ye ufak boyda da olsa bir Matisse'in, bir Kandinsky'nin, bir Miro'nun getirilmesinin daha doğru olacağını, böylelikle Türk resminin de gerçek fiyatını bulacağını ve kolleksiyon işinin gelişmiş ülkelerde olduğu gibi artık özel kişilere ve kuruluşlara bırakılması gerektiğini savundum.
BU MÜZAYEDE YAPILMALIDIR
Şimdi, Kültür Bakanı İstemihan Talay'a samimi birkaç sözüm var: Etrafınızdaki herkese inanmayın İstemihan Bey, sizi yanıltıyorlar! Málum Teşvikiye işinde yanılttılar, Ecyad hususunda yanılttılar, şimdi de bu kolleksiyon bahsinde yanıltıyorlar. Resim mafyası yanılttı, fiyatlarını arttırmak isteyen ressamlar yanılttı. Bir defa bile görmediğiniz bir kolleksiyon hakkında yanlış kararlar verdirttiler ve batık bir bankanın zararının bir bölümünü bu yolla devlete ödettirmek üzereler. Kolleksiyonu ticaret değil sanat aşkıyla yapan, şahsen ve hatta yakinen tanıdığınız kişilerle bir konuştuğunuz takdirde gerçek kolleksiyoncuların, sanat hámilerinin ve birşeyler toplamanın heyecanını samimiyetle hissedenlerin ne derece ürktüklerini, ‘‘Acaba devlet günün birinde evimdeki tablolara da el koyar mı?’’ diye nasıl endişe içinde olduklarını hemen farkedeceksiniz.
Ve, unutmayalım: Müzelerimizden son senelerde çalınan eser sayısı 1600 civarındadır, başta Konya'daki Yusuf Ağa Kütüphanesi olmak üzere birçok elyazması kitaplığı talan edilmiştir. Bütün bunların üzerine, bu devirde böylesine koyu devletçi bir sanat politikası güden bir kültür bakanına, tarih çok daha başka biçimde yer verir.
Bu sorular cevap bekliyor
Kültür Bakanlığı, resim kolleksiyonlarının müzayedelerle satılmasına karşı ise, Etibank'a ait kolleksiyonun satışına daha önce neden izin verdi?
Bakanlıkta yokolan tablolar konusunda Meclis'e 11 Ocak'ta bir soru önergesi verildi. Bakanlık önergenin verildiği gün bir açıklama yaptı ve ‘‘İktisat Bankası Kolleksiyonu'nu kaptırmayacağını’’ duyurdu. Açıklamanın önergenin hemen arkasından gelmesi sadece bir tesadüf mü idi yoksa çalıntı tablolar konusunun Meclis gündemine gelmesini örtbas etmeye mi yönelikti?
Bakanlığın 11 Ocak'ta yaptığı açıklamanın üzerinde ‘‘11 Şubat’’ tarihinin yazılması sıradan bir hata mı, yoksa teláş eseri mi idi?
Kayıp tablolar konusunda 1995 Ekim'inde Sayıştay denetçilerine ‘‘Konuyu bilen memurlar emekliye ayrıldılar’’, ‘‘Tablolar tecrübesiz memurlar yüzünden kayboldu’’ yahut ‘‘300 küsur resmin nerede olduğunu araştırıyoruz’’ diye ifade veren Güzel Sanatlar'ın eski genel müdürü bugün nasıl oluyor gazetelere demeç verip da ‘‘Tablolar kaybolmadı, o zamanki bakan Cihat Baban'ın emriyle devletin başka birimlerine dağıtıldı’’ diyebiliyor? Cihat Baban hayatta olmadığı için mi?
Ve en önemlisi: Elindeki kolleksiyona sahip çıkamayan, bir partide 94 adedi hocaların hocası Ali Rıza'ya ait tam 414 adet tabloyu, daha sonra da düzinelercesini çaldırma basiretsizliğini gösteren Kültür Bakanlığı şimdi bütün bu beceriksizliklerini unutup hangi hakla yeni bir kolleksiyona sahip olmaya çalışıyor?
Bu dev çukurun yerinde eskiden Türk Çarşısı vardı
Olan oldu, giden gitti ve Mekke'deki Ecyad Kalesi, Dışişleri ile Kültür Bakanlıklarımızın müşterek aczi, beceriksizliği ve en önemlisi ortak cehaleti yüzünden, Suudi kepçeleriyle dümdüz edilip yerlere serildi.
Bu tarih ve kültür cinayeti Türkiye'de günlerce konuşuldu, önüne gelen fikir beyan etti ama işin garip tarafı bu konudaki tek resmi kınama, Muğla Üniversitesi Senatosu'ndan geldi, başka yerlerden çıt çıkmadı. Hatta, ‘‘Siz kendinize bakın. İznik'ten, Zeugma'dan ne haber?’’ diye küstahça konuşan Suudi Büyükelçisi'nin saygısızlığını da devletçe sineye çektik!
Geçen hafta, Ecyad Kalesi'nin Suudi Kralı Fahd'ın 24 yaşındaki en küçük oğlu Prens Abdüláziz'in inşa ettireceği otele kurban gittiğini, prensin kalenin yerine 11 kuleli bir otel ve iş merkezi yaptıracağını yazmıştım.
Hafta içinde, Mekke'deki dostlarımdan bu konuda detaylı bilgiler geldi. Prens Abdüláziz'in, Suudi Veliahdı Abdullah'ın oğlu olan adaşı diğer Prens Abdüláziz'le ortak bir şirket kurduğunu, oteli ikisinin inşa ettireceklerini ve üzerinde Ecyad Kalesi'nin bulunduğu arazinin sahibi Haremeyn Vakfı'nın kalenin yerini bu iki Abdüláziz'e 100 seneliğine devrettiğini anlattılar.
Geleneksel umursamazlığımızın birkaç gün içinde devreye gireceğinden ve Ecyad hadisesini tamamen unutacağımızdan adım kadar eminim. Ama hafızamızda ufak da olsa yer işgal edebilir ümidiyle, Kábe ve çevresinin bundan birkaç sene önce helikopterden çekilmiş bir fotoğrafını yayınlıyorum. Bir okuyucumun gönderdiği bu resimde, Harem-i Şerif'in sol alt tarafındaki dev çukurun yerinde, eskiden Türk Çarşısı vardı. Suudiler çarşıyı yıkıp toprağı işte böyle kazdılar ve devásá bir otel diktiler. Resmin sağ üst tarafından görünen Ecyad Kalesi'nin bulunduğu tepe de böyle oyulacak, ve aynı çukurun benzeri buraya açılacak.
Bu çukurlar aslında aslında Mekke'de değil tarihimizin, oralardaki beş asırlık hatıramızın ve haysiyetimizin bağrında açılıyor ama kimin umurunda?
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2002
Ecyad Kalesi'ni yıkan ve Kábe'deki Türk revaklarını da yıkmaya hazırlanan Kral Fahd, Kábe'nin Suudi kimliğine bürüneceğini zannederken yanılıyor. Mekke'de, bütün Türk yapılarından çok daha önemli olan bir başka Türk eseri hálá dimdik ayakta: Kábe'nin kendisi... Bugünkü Kábe, Hazreti İbrahim zamanından gelen yapı değildir. bizden kalmadır, 1612'de temelinden çatısına kadar yenilenmiştir ve yenilemeyi Sultanahmed Camii'nin de mimarı olan Mehmed Ağa yapmıştır. Dolayısıyla, Fahd'ın kutsal topraklardaki Türk izlerini silebilmek için, Kábe'yi de yıkması şarttır..
Kral Fahd, Taliban'ın verdiği ilhamla Ecyad Kalesi'ni yerle bir etti. Sırada şimdi Kabe'yi çevreleyen Türk Revakları geliyor. Sultan Abdüláziz ve Abdülhamid zamanında kutsal toprakları güzelleştirmek ve oralarda bizden bir iz bırakmak maksadıyla fakir Türk insanının nafakasından kesilen paralarla inşa ettirilen güzelim revaklar yakında buldozerlere havale edilecek.
Fahd bu işi de becerdikten sonra Kábe'ye Suudi kimliği verme operasyonunu tamamladığını zannedecek ama kazın ayağı hiç de öyle olmayacak; zira Mekke'de yıkılan Ecyad Kalesi'nden de, yıkılacak olan revaklardan da önemli ama onlar kadar bizim olan bir başka Türk eseri var: Kábe'nin kendisi...
Çoğumuz bilmeyiz, hatta belki Kral Fahd bile farkında değildir ama, altın işlemeli kalın siyah örtünün altındaki Kábe bundan binlerce sene öncesinden, Hazreti İbrahim zamanından gelen eski orijinal bina değildir. 17. asırdan kalmadır, 1612'de, Birinci Ahmed'in saltanatında, temelinden çatısına kadar yenilenmiştir, bu yenileme işi Türk mimar ve ustalarının eseridir ve planları çizip uygulayan kişi de Sultanahmed Camii'nin mimarı olan Mehmed Ağa'dır.
KÁBE’NİN DAMI ÇÜRÜMÜŞ
İşte, Kábe'yi bundan tam 390 sene önce baştan aşağı elden geçirişimizin kısa öyküsü:
Mekke'den dönen hacılar Kábe'nin perişan bir halde bulunduğunu; çatısının neredeyse çöktüğünü, duvarlarının da yıkılmak üzere olduğunu anlatmaktadırlar.
Sultan Ahmed, başmimarı Mehmed Ağa'yı Kábe'yi tamirle vazifelendirir. Kutsal yapının ölçüleri mimarbaşının elinde zaten vardır. Bir plan çizilir ve yenilenecek direklerle çatı tahtaları İstanbul'daki atelyelerde imal edilir. İşin tamamlanmasından sonra Edirnekapı taraflarındaki bir çiftlikte Kábe'nin bire bir maketi kurulur ve herşeyin tamam olduğu anlaşılınca Mehmed Ağa yola çıkar.
Tamir, 1612'nin 4 Mart günü başlar. Önce bir dua edilir, arkasından iskele kurulur, Kábe'nin damı açılır, tahtaların neredeyse tamamının erimiş olduğu görülür ve değiştirilir.
Sıra, çürümüş direklere gelmiştir. Mehmed Ağa duvarları askıya alır, eski direkleri çıkartıp Hazreti İbrahim zamanından kalma temellere iner ve yeni direklerle kemerleri yerleştirir.
Asırlar öncesinin duvarları hemen her dokunuşta küçük parçalar halinde dağılmaktadır ve Mehmed Ağa duvarları yıkıp yeniden yapar. İşlerin tamamlanmasından sonra dam tekrar elden geçirilir, İstanbul'dan gönderilen ve bugün Kábe'nin hálá üzerinde bulunan altın oluk yerine yerleştirilir, kapıdaki gümüş kitabenin yerine de som altından bir başka kitabe konur.
Kábe'nin tamiri dört ay sürer. İş bitince yeniden dualar edilir ve Mehmed Ağa ile adamları İstanbul'a dönerler.
ÜÇÜNCÜ MAHMUD MASALI
Mimar Mehmed Ağa'nın 1612'de yaptığı Kábe restorasyonun ayrıntılarını öğrenmek isterseniz, Türk Edebiyatı'nın son büyük álimlerinden rahmetli Orhan Şaik Gökyay'ın 1988'de yayınlanan ‘‘Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'ya Armağan’’ isimli eserde yeralan ‘‘Risále-i Mimáriyye-Mimar Mehmed Ağa-Eserleri’’ başlıklı uzun makalesini okuyun. Daha fazla bilgi için Mustafa bin İbrahim'in Topkapı sarayı Kitaplığı'nda ‘‘Revan, 1304’’ numarada saklanan ‘‘Zübdetü't-Tevárih’’ine ve Kátip Çelebi'nin ‘‘Fezleke’’sine bakın.
Dolayısıyla, Kral Fahd'a şimdi Kábe'yi yıkıp yeniden yapmak düşüyor... Haydi majesteleri; buyurun, yıkın! Sizin bu hırsınız, bizim ise Ecyad yıkıldığı dakikada bile dünyadan bihaber halde TV'ye çıkıp hiç utanmadan ‘‘Yıkımı önledim’’ diye şahsi reklámını yapan bir kültür müsteşarımız ve Meclis'te bundan iki sene önce verilen soru önergelerine ‘‘Ecyad'ı Sultan Üçüncü Mahmud yaptırmıştı’’ deyip ‘‘Üçüncü Mahmud’’ adında hayali padişahlar icad eden böyle bir hariciyemiz varken, siz bu işi de becerirsiniz!
Ecyad Kalesi işte bu çocuk için yıktırıldı
Dünyanın en zengin delikanlısı sayılan Abdüláziz, bugün 24 yaşında. Suudi Kralı Fahd'ın, en sevdiği karısından olan oğlu...Suudi Arabistan'a sık gittiğim senelerde Abdüláziz 8-10 yaşlarında bir çocuktu. Kral babası hemen her yere onu da götürürdü. Hatta saraydaki bazı ziyafetlerde küçük Abdüláziz'le birkaç defa konuşmuşluğum da vardı.
Derken seneler geçti, Abdüláziz büyüdü ve işadamlığına soyundu. Gerçi ileride sıkıntı çekmemesi ve ağabeylerine muhtaç olmaması için babasının İsviçre'de onun adına 10 milyar dolarlık mütevazi bir hesap açtırdığı biliniyordu ama, genç prens mebláğı az bulduğundan olacak, mevcut bin küsur diğer Suudi ‘‘prens’’leri gibi yaptı ve bazı yabancı şirketlerin temsilciliklerini aldı. Derken otelciliğe merak saldı, Intercontinental Grubu'nun temsilcisi oldu, geçen sene Kábe'nin önünde uzanan ve metrekaresi 50 bin dolar olan caddeye devása bir Intercontinental Oteli dikti.
Ecyad Kalesi rezaletinin başladığı günden itibaren Cidde, Riyad ve Mekke'deki tanıdıklarımla temas halindeyim ve hepsinden aynı şeyi duyuyorum: Kale'nin yerine yapılacak olan bina kompleksini Abdüláziz'in inşa ettireceğini... Kulelerden, restoranlardan ve alışveriş merkezlerinden meydana gelmesi planlanan 231 bin 300 metrekarelik ‘‘699’’ sayılı projenin tamamının, 24 yaşındaki bu delikanlıya ait olduğu söyleniyor.
Aklıma gelmişken bir de şunu sorayım: İstanbul'da, İslam Konferansı Teşkilatı'na bağlı ‘‘İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA)’’ diye bir kuruluş vardır. Bazı kitaplar çıkartır, toplantılar düzenler, ve arada bir İslam ülkelerinin önde geşen kişilerini ağırlar.
Ben, IRCICA'nın Ecyad Kalesi yahut Kábe'deki revaklar konusunda hiçbir açıklamasını işitmedim. Acaba yaptılar da ben mi duymadım, yoksa Mekke'de hák ile yeksán edilen Türk eserlerini ‘‘İslamî’’ saymıyorlar mı?
Bekliyorum, göreceğiz...
Öneriyorum: Hacı elbisesine Ecyad’ın resmini koyalım
Suudi küstahlığına karşı haccın bu sene boykot edilmesi fikrini ortaya ben attım. Boykot dini bir vecibe olan haccı değil, Suudi yönetimini hedef alıyordu ve maksat Riyad Sarayı'nın hususi jakuzilere düşkünlüğüyle meşhur sakinine, kutsal topraklarda canının istediğini yapma hakkına sahip olmadığını göstermekti.
Boykotun örnekleri de vardı, daha önce birkaç defa yapılmış, istenen sonucu vermiş, yani Suudiler'i yola getirmişti. Dolayısıyla, Diyanet İşleri Başkanı'nın önceki gün söylediği ‘‘boykotun hukuki sorunlar yaratabileceği’’ ifadesindeki kerameti ben bir türlü anlayamadım.
Merak edenler için, son hac boykotlarından ikisini kısaca anlatayım:
Kábe'nin üzerindeki altın işlemeli siyah örtüyü, asırlar boyunca her sene biz değiştirirdik. Mekke'nin elimizden çıkmasından sonra bu işi Mısır üstlendi. 1950'lerin sonunda, Suudi Arabistan'ın o zamanki kralı ve şimdiki Kral Fahd'ın babası olan İbni Suud, Mısır'dan yollanan örtüyü geri gönderdi. Gerekçe olarak ‘‘Mekke benim toprağımdır, benim bu örtüyü yapacak gücüm ve param vardır’’ diyordu ama asıl sebep Mısır lideri Cemal Abdülnasır'ın Yemen'e asker göndermesi üzerine Suudi tahtının zangırdamasıydı.
İbni Suud'a cevap, Kahire'nin meşhur El Ezher'inden geldi. Ezher Şeyhi ‘‘Mekke, Suudi işgali altındadır, dolayısıyla hac yapılamaz’’ diyen bir fetva verdi ve Mısır bu fetvayla haccı boykot etti. Boykot, İbni Suud'un yeni elde etmeye başladığı petrol gelirine dayanarak İslam dünyasında giriştiği liderlik oyununa büyük darbe oldu ve ertesi sene Kahire'nin yeniden yolladığı örtüyü kabule mecbur kaldı.
İkinci hac boykotu, 1987'de yaşandı. Suudi askerleri bir sene önce gösteri yaptıkları gerekçesiyle İranlı hacıların üzerine ateş açıp yüzlercesini öldürmüşlerdi. Bugün İran'ın Cumhurbaşkanı olan Muhammed Hatemî o günlerde ‘‘İslamî İrşad Bakanı’’ idi, boykotu gündeme o getirdi. Fetvalar verildi ve İran'dan tek bir kişi bile o sene hacca katılmadı. Kriz ertesi yıl Sudan'ın arabuluculuğu ve Suudiler'in ‘‘hacılara sert davranmayacağını’’ vaadetmesiyle çözüldü.
Bilmem, farkında mıyız? Kral Fahd, Yavuz Selim'den itibaren Osmanlı hükümdarlarının kullandığı ve ‘‘Mekke ile Medine'nin hizmetkárı’’ demek olan ‘‘Hádimu'l-Haremeyn-i Şerifeyn’’ unvanını 1980'lerden itibaren sahiplenmiş ama kutsal toprakların ‘‘hádimi’’ yani ‘‘hizmetkárı’’ gibi değil, ‘‘hákimi’’ olarak hareket etmeye başlamıştır. Bu işin ileri aşaması, ‘‘hiláfet’’ yahut bu sözü kullanamasa bile ona benzer bir unvan takınmaktır. Böyle bir unvanı üstlenmenin şartlarından biri, dört asır boyunca Türkler'in temsil ettiği hiláfetin hükümsüz ilán edilmesi ve Mekke ile Medine'nin ‘‘Sultan-Halife’’ olan Osmanlı hükümdarları tarafından yaptırılmış eserlerden ‘‘temizlenmesi’’dir.
Dolayısıyla, Suudiler'in bu girişimlerini durdurmak Türkiye'nin tarihe olan bir borcudur, Diyanet'tin vereceği fetvaya dayalı bir hac boykotu bu yolda atılacak ilk adımdır ama umre boykotu ‘‘tavşan dağa küsmüş’’ misali bir iş...
Diyelim ki boykota cesaretimiz yok... O zaman hacca veya umreye giden Türk vatandaşlarının göğüslerindeki ayyıldızın altına Ecyad Kalesi'nin resmini de mi iliştiremeyiz?
Biz koyalım, Suudiler çıkartsınlar.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2002
Fatih Sultan Mehmed'in oğlu ve Türk tarihinin belki de en bahtsız ismi olan Cem Sultan'ın Avrupa'daki gurbet yıllarında Hıristiyanlığı kabul edip etmediği konusu bugüne kadar çok tartışılmıştı. Yeni ortaya çıkan bir belge, bu tartışmayı şimdi başka bir noktaya getirdi: Rönesans dönemi kilise müziğinin en saygın bestecisi Josquin des Prez'in en önemli eseri kabul edilen ‘‘Lesse faire a mi’’ yani ‘‘Onu bana bırak’’ isimli dini müzik parçasını Cem Sultan'a ithaf ettiği, eserin asırlardan beri Vatikan arşivlerinde saklanan orijinal notasının üzerinde de Cem'in bir resminin bulunduğu ortaya çıktı.
BUNDAN 500 küsur sene önce bestelenmiş bir eser, o zamanlardan beri devam eden ama üzerinde hálá sonuca varılamayan bir tartışmayı yeniden gündeme getirecek gibi görünüyor: Fatih Sultan Mehmed'in oğlu ve Türk tarihinin belki de en bahtsız ismi olan Cem Sultan'ın Avrupa'daki gurbet yıllarında Hıristiyanlığı kabul edip etmediği tartışmasını...
Tartışmaları bambaşka bir noktaya çekecek olan eser, adı bizde pek bilinmeyen ama batı müziğinin en önemli isimlerinden olan bir Rönesans dönemi bestecisine, Josquin des Prez'e ait.
İşte, Josquin'den Cem'e, oradan Vatikan'a, Fransa'ya ve nihayet İstanbul sarayına uzanan garip bir kader yumağının ve bir bilinmezlikler yumağının öyküsü:
Josquin, 1450'de bugün Belçika'ya ait olan Hainault bölgesinde doğdu. Gençlik yıllarını İtalya'da geçirdi. 19 yaşındayken Milano'nun en büyük kilisesinde okuyordu, derken Ferrara sarayının koro şefi oldu ve saray tarihinin en yüksek aylığı ona ödendi ve sonraki senelerde Avrupa'yı baştan başa dolaştı, bir memleketten öbürüne taşındı.
KRALLAR KUYRUKTAYDI
Daha 40'ına gelmeden Avrupa'nın en seçkin bestecisi kabul edildi. Birbirlerine rakip olan devlet adamları bile Josquin'e hayrandılar. Bir yandan Papa Altıncı Alexander, diğer yandan da papayı reddedip kendi yolunu kuran Martin Luther, Milano'nun en zengin ailesi olan Sforzalar ve Fransa Kralı 12. Louis, Josquin'e eser besteletme kuyruğuna girmişlerdi.
1521'de anavatanı olan Belçika'da, Conde-sur-Escaut'da öldüğünde, ardında çoğu kilise için bestelenmiş yüz küsur eser bırakmıştı. Eserlerinin kendi elyazısıyla olan orijinalleri Vatikan Müzesi'ne kaldırıldı. Josquin des Prez, sonraki asırlarda çoksesli batı müziğinin kurucularından ve en seçkin bestecilerinden biri sayılacaktı.
Josquine, ölümünün üzerinden neredeyse beş asır geçmesinden sonra, şimdi çok önemli bir tarihi tartışmaya konu oldu: Cem Sultan'ın, Avrupa'da geçirdiği bahtsız senelerinde Hıristiyan olup olmadığı tartışmasına...
Tartışma, Josquine'in kilise için bestelediği dini bir eserden, ‘‘Lesse faire a mi’’ yani ‘‘Onu bana bırak’’ ismini taşıyan parçadan kaynaklanıyor. Ama eserin müzik yönü yahut diğer teknik özellikleri değil; elyazması notası, notada yeralan bir resim ve parçanın ithaf edildiği kişi tartışılıyor. Vatikan, parçanın Cem Sultan için bestelendiğini ve ona ithaf edildiğini söylüyor.
GİZLİ KALAN BİR NOTA
‘‘Lesse faire a mi’’nin Josquin'in elyazısıyla olan orijinal notası asırlardan beri Vatikan'da, Papalık Kütüphanesi'nde saklanıyordu. Orijinal nota hiçbir zaman ortaya çıkartılmamış, eser 20. yüzyılın son senelerine kadar Josquin'e ait bu elyazmasının kopyası olan başka notalarla icra edilmişti. Vatikan, elyazmasının orijinalini araştırmacılara bundan ancak kısa bir müddet önce gösterdi ve ortaya enteresan bir durum çıktı:
Notanın üzerinde, hemen sol köşede, o devrin Türk giysilerine bürünmüş sarıklı bir gencin resmi vardı. ‘‘Lesse faire a mi’’ yani ‘‘Onu bana bırak’’ sözü bu resmin hemen yanında yeralıyordu. Vatikan'a göre resimdeki genç Cem Sultan'dı ve eser Cem'e ithaf edilmişti. Bir başka ifadeyle söyleyeyim: Papa'nın resmi bestecisi sayılan Josquin'in, kilise için ‘‘prestij eseri’’ olan bu dini parçayı bir Müslüman'a ithaf etmesi imkánsızdı ve dolayısıyla ortada Cem Sultan'ın diniyle ilgili bazı bilinmeyenler vardı.
Papalık Kütüphanesi'nde yapılan son araştırmalar, Josquin'in eserinin ilk defa 1495'in 20 Ocak'ında, Vatikan'da bizzat Papa Alexander'ın idare ettiği bir áyin sırasında okunduğunu gösteriyor ve o gün yapılan áyin, Cem Sultan açısından da bir özellik taşıyor: Cem, kendisini almak ve başlatacağı yeni Haçlı Seferi'nde Türklere karşı rehin olarak kullanmak için Vatikan'a gelen Fransa Kralı Sekizinci Charles'la beraber áyinden tam sekiz gün sonra, yani 28 Ocak'ta Roma'dan ayrılıyor. Josquin'in eserinin icra edildiği ayinin maksadı da, çıkılacak olan işte bu yolculuğun kutsanması!
Bu seyahat aslında Cem'in son yolculuğu olacak, bahtsız şehzade Roma'dan ayrılmasından sadece bir ay sonra, 25 Şubat 1495 gününün sabahı İtalya'da, Castel Capuana taraflarında acılar içerisinde can verecek ve Papa tarafından önceden zehirlenmiş olduğu iddiası ortaya atılacaktır.
Kesin söylemiyorum, bağlayıcı bir ifade de kullanmıyorum ama, Katolik Kilisesi'nin en seçkin dini müziklerinden birinin Cem Sultan'a ithaf edilmesinin gerisinde yatan tek sebep, bestecinin Cem'le olan dostluğu, yahut duyduğu hayranlık veya bu bahtsız şehzadenin kaderinin verdiği hüzün olmayabilir.
Cem Sultan'ın soyundan gelenler asırlardan beri Malta'da yaşıyor ve Hıristiyan olmalarının yanısıra, ‘‘Papalık Prensi’’ unvanını hálá taşıyorlar.
Ben, bir dostumun bana geçenlerde hediye ettiği bu CD'nin kitapçığını okuyunca, ‘‘Josquin'in müziği, tarihimizin bu karanlık hadisesinin aydınlanmasında bir kıvılcım vazifesi görebilir mi?’’ diye düşündüm.
Altı aylığı 20 bin altına kiralanan bahtsız şehzade
Cem Sultan, Fatih Sultan Mehmed'in küçük oğluydu. 1459'da doğdu, o devrin en meşhur alimlerinin elinde yetişti, daha çocukluğunda devleti idare etmeye alıştırıldı, sancak beyliği ve valilik yaptı, zamanının meşhur bir şairi olarak bilindi ama Türk tarihinin en bahtsız isimlerinden biri oldu.
Babası Fatih Sultan Mehmed 1481 Mayıs'ında öldüğünde Cem 22 yaşındaydı. Tahta ağabeyi Bayezid oturunca başkaldırdı ama yenildi. Mısır'a, oradan da Hicaz'a gitti, yeniden Anadolu'ya geçip Bayezid'le boş yere tekrar savaştı, sonra memleketini ebediyyen terketti ve tarihin en acı gurbet hikáyelerinden olan bir maceraya atıldı.
Önce, Rodos'a gitti. Adanın o zamanki hákimi olan şovalyeler Cem'i hem Avrupa'ya, hem ağabeyi Bayezid'e pazarladılar. Her iki taraftan da binlerce altın kopardılar ama Türkler'in baskın yapıp Cem'i kaçırabilecekleri endişesiyle şehzadeyi Fransa'ya yolladılar. Şovalyelerin reisi olan d'Aubusson, yüklü bir para ve ‘‘kardinal’’ páyesi karşılığında Cem'i Roma'ya götürüp Papa Innocent'e sattı.
Vatikan'ın hayali, Cem'i bir Haçlı seferinde kullanmaktı ama şehzade teklifleri reddetti. Bayezid, Cem'i iade etmesi yahut öldürmesi için Papa'ya hazineler teklif ediyor, Papa ise altın akıtan bu musluğu açık tutabilme çabasıyla şehzadeyi bir kaleden ötekine naklediyordu.
Derken Innocent öldü, yerini o zamanların İtalya'sının en kanlı ailelerinden birinden, Borjiyalardan gelen Roderica aldı ve ‘‘Altıncı Alexandre’’ olarak papalık tahtına oturdu. Cem'i pazarlamaya o da devam etti ve İstanbul'dan her sene gene keseler dolusu altın geldi. Günün birinde Fransa Kralı 8. Charles, Cem'den istifade ederek Kudüs'e uzanan yeni bir Haçlı Seferi açmayı düşündü, Roma'ya girdi ve Papa şehzadeyi krala teslim etmeye mecbur kaldı. Cem'i gerçi ‘‘altı aylığına 20 bin altına kiralamış’’ görünüyordu ama ona bir daha sahip olamayacağının da farkındaydı.
20 Ocak 1495 günü Vatikan'da Kral ile Cem'i uğurlamak maksadıyla yapılan ayini Papa Alexander bizzat idare etti ve Josquin des Prez'in Cem'e ithafen bestelediği ‘‘Lesse faire a mi’’, ilk defa işte bu ayinde okundu. Kafile bir hafta sonra yola çıktı ama Cem bu yeni gurbetine uzanışından birkaç gün sonra, 1495'in 25 Şubat'ında acılar içinde can verdi. Vatikan haraç kaynağı haline getirdiği şehzadeyi başkalarına yár etmemiş, önceden zehirlemişti.
Avrupa, Cem'in ölüsünden bile keselerle altın kazandı. Fransa'da şehir şehir gezdirilen cenaze Bursa'ya getirilip defnedildiğinde şehzadenin ölümünün üzerinden iki sene geçmiş ve Sultan Bayezid'e bir servete malolmuştu.
Josquin des Prez
Besteci Josquine, ölümünün üzerinden neredeyse beş asır geçmesinden sonra, şimdi çok önemli bir tarihi tartışmaya konu oldu: Cem Sultan'ın, Avrupa'da geçirdiği bahtsız senelerinde Hıristiyan olup olmadığı tartışmasına...
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2001
Noel geçti, yarın akşam yeni yılın gelişi kutlanacak ve bazı çevrelerde gene ‘‘Bir Müslüman nasıl olur da İsa'nın doğum günü eğlencelerine katılır?’’ yahut ‘‘Hıristiyan Noel'i bizde neden kutlanır?’’ gibisinden cahilce sorular sorulacak. İşte, sık sık yapılan bu hataları ve devrilen çamları görünce Noel ve yılbaşı hakkındaki doğruları yazayım dedim. İşte, Noel, Noel Baba, yılbaşı ve Hazreti İsa'nın doğum günü gibi konularda bugüne kadar yaptığımız
bazı yanlışların doğruları...
Yeni yıl hepimize kutlu olsun, mutluluklar getirsin ve 2001 gibi parasız bir seneyi de Allah bir daha hiçbirimize göstermesin.
Batı dünyası, geçen 24 Aralık gecesi Noel'i kutladı. Bizdeki bazı Katolik kiliselerinde Noel áyinleri yapıldı, áyinlere Hıristiyan'dan çok Müslüman iştirak etti, ‘‘Onlar da bizim Allah'ımıza inanıyorlar’’ diyerek papaz efendilerin önünde diz çöküp kutsal ekmeği ağızlarına aldılar, Meryemana resimlerinin altında mum dikip adak adadılar.
Yarın akşam da yeni yılın gelişi kutlanacak ve yılbaşı her sene olduğu gibi bu sene de bazı gazetelerde ‘‘gávur ádeti’’ diye gösterilecek. ‘‘Müslümanlar, Hazreti İsa'nın doğum günü olan yılbaşını kutladılar’’ gibisinden haberler çıkacak, kimi TV'lerde aynı sözler söylenip eğlence görüntüleri yeralacak.
Önce, şunu söylemem gerekiyor: Bugüne kadar her yılbaşını evimde geçirdim, eğlencelere gitmedim. Zira 31 Aralık gecesinin öteki gecelerden bir farkı olduğuna inanmıyorum ve yeni senenin gelişinin o gece sabahlara kadar kendinden geçercesine kutlanması da bana pek bir garip geliyor.
Ama ‘‘Bir Müslüman nasıl olur da İsa'nın doğum günü eğlencelerine katılır?’’ yahut ‘‘Hıristiyan Noel'i bizde neden kutlanır?’’ gibisinden cahilce sorular ve sözler de bana son derece ters gelir. Zira ‘‘Noel’’ kavramının aslında ne Hıristiyanlıkla bir alákası vardır, ne de yılbaşı Hazreti İsa'nın doğum günüdür.
İşte, aramızdaki konuşmalarda olduğu kadar basınımızda da sık sık yapılan bu hataları ve devrilen çamları görünce Noel ve yılbaşı hakkındaki doğruları yazayım dedim. Yandaki kutuda Noel, Noel Baba, yılbaşı ve Hazreti İsa'nın doğum günü gibi konularda bugüne kadar yaptığımız bazı yanlışların doğruları yeralıyor. Kimbilir belki bir okuyan çıkar, yani yazdıklarım işe yarar ve hemen her sene yaptığımız bu hatalar, hiç olmazsa bu senenin sonunda tekrarlanmaz.
Bütün bunları yanlış biliyoruz
NOEL, HIRİSTİYAN BAYRAMIDIR
YANLIŞ! Noel, Hıristiyanlık öncesi dönemlerden gelen ve pagan yani tabiata tapan toplumlardan kalan bir kutlamadır. Aslında Baltık ülkelerine mahsus bir ádettir ve Hıristiyanlıkla alákası yoktur. Hazreti İsa'dan çok önceki devirlerde ve yılın en kısa gününün gecesinde yapılan bir ‘‘karanlığın sonu’’ áyinidir. Bu áyinlerde aydınlığın gelmesini engelleyen kötü ruhlar borular çalınarak kovulur. Aralık ayında gündüzler Baltık memleketlerinde sadece beş saat sürmekte, günler ayın sonuna doğru uzamaktadır ve kutlanan işte günlerin bu uzaması, yani karanlığın azalmasıdır.
NOEL BABA, HIRİSTİYAN AZİZİDİR
YANLIŞ! Beyaz sakallı, kırmızı elbiseli ve kukuletalı Noel Baba, aslında Kuzey Avrupa ülkelerinin mitolojik kahramanıdır ve Hıristiyanlık öncesinden kalmadır. Adı ‘‘Santa Claus’’tur, zannettiğimizin aksine kilise tarafından kabul görmez, dolayısıyla da kilise azizi falan değildir. Noel Baba, aslında değişik kültürlere ait inanışların bir sentezi gibidir. Meselá çocuklara hediye dağıtmasının gerisinde Roma ve eski İran efsaneleri vardır. Noel Baba'ya yakıştırılan sakal ilhamını eski İran'daki ‘‘Mog’’ denilen ateş rahiplerinin sakalından almıştır, kırmızı kukuletası da ‘‘Mog’’ların yani ateş rahiplerinin başlığıdır ve aynı başlık Fransa'da 1789'daki ihtilálden sonra bir ara resmi serpuş yapılmıştır.
NOEL BABA, DEMRELİ AZİZ NIKOLA'DIR
YANLIŞ! Demre Belediyesi'nin hemşehri ilán ettiği ve İsa'dan sonra 350'lerde ölen Aziz Nikola başka, İsa'dan önceki çağlarda yaşayan, Baltık ülkelerinin folklorik kahramanı olan ve ‘‘Noel Baba’’ diye bilinen Santa Claus başka kişilerdir. Aziz Nikola'nın eski Roma tanrılardan olan ve denizcileri koruduğuna inanılan Poseidon'un yeni bir versiyonu olduğu zannedilmektedir ve ortak benzerlikleri, her ikisinin de hediye dağıttıklarına inanılmasıdır.
HAZRETİ İSA, NOEL GÜNÜ DOĞMUŞTUR
YANLIŞ! 24 Aralık'ı Hazreti İsa'nın doğum günü olarak sadece Katolik dünyası kabul eder. İsa'nın doğum günü ile ilgili olarak Eylül'den Ocak'a uzanan bir zaman dilimi üzerindeki tartışmalar hálá devam etmektedir ve Katolikler dışında kalan diğer Hıristiyan mezhepleri, peygamberin doğumunu değişik günlerde kutlarlar. Katolik dünyasının İsa'nın doğumunu 24 Aralık'ta yani Noel gecesinde kutlamasının temelinde ise, bir Baltık geleneği olan ‘‘karanlığın sonu’’ áyini yatar. Yılbaşının da dinle yahut İsa'nın doğumuyla hiçbir ilgisi yoktur, sadece bir takvim ayarlama olayıdır.
NOEL AĞACI, HIRİSTİYAN ÁDETİDİR
YANLIŞ! Noel ağacının geçmişi, eski Mısır'da ve Çin'de varolan ‘‘sonsuz hayat’’ inancına dayanır ve yeşil olan herşey, bu sonsuz hayatın sembolüdür. Hıristiyanlık öncesi dönemlerde Baltık memleketlerine kadar gitmiş olan bu inanç oralarda ormanların tapınak yerine kullanılmasına dönmüş, karanlığın sonu áyinlerinde de yeşil ağaçlar yeralmıştır. 16. asır Almanya'sında, Aralık ayının sonlarına doğru evlere yeşil ağaç koyma geleneği daha sonra bütün Avrupa'ya yayılmış, 17. asırda Alman ve Hollandalı göçmenler tarafından Amerika'ya da götürülmüş ve tabiata güçlerine tapma zamanlarından kalan bu ádet ‘‘Noel kutlaması’’ haline gelmiştir.
Çırpınıp duracağınıza ‘hata ettik’ deyin, bitsin
Milli Eğitim'in Türk Edebiyatı'nın miládını cumhuriyetle başlatma teşebbüsü konusunda geçen hafta yazdıklarıma yüzlerce e-mail ve mektup geldi. Bugüne kadar hiçbir yazıma bu kadar çok sayıda olumlu tepki almamıştım, dolayısıyla bir hayli şaşırdım ve eski sanatımızın gönüllerde hálá yer tutmasına da bir o kadar sevindim.
Bu abuk subuk karar konusuna artık dönmeyecektim, zira Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu yaptığı hatayı anlamış, önceki sözlerini ve hareketlerini tekzip ederek ‘‘Biz böyle düşünmemiştik’’ meálinde demeçler vermişti. Ama hafta içinde bana gönderdiği faks mesajında ‘‘Yazdıklarınız eksik bilgilenmeden kaynaklanıyor’’ deyince, ‘Bu işi tekrar yazmak farz oldu’ diye düşündüm.
Benim yazdıklarım eksik veya yanlış bilgilenmeden değil, sayın bakanın sözleriyle hareketlerinden kaynaklanıyordu! Talim Terbiye Kurulu'nun bu konudaki çalışmalarına onay veren, hatta kurulun bir toplantısına gidip orada bir de brifing alan, kuruldan ‘‘İslamiyet öncesi Türk Edebiyatı ile İslamiyet sonrası Türk Edebiyatı'nı ayıralım’’ teklifi geldiğinde ‘‘Cumhuriyet'i milád kabul edelim ve ayırımı 1923'ten itibaren yapalım’’ diyen, Milli Eğitim Bakanı'ydı. Kámuran Zeren'in bizde yayınlanan ‘‘Failátün Failün bitti’’ başlıklı haberi üzerine önce tek bir söz etmeyen ama tepkilerin artmasından sonra ‘Hata ettik’ demek yerine topu kendisinden habersiz tek bir karar alma yetkisi olmayan Talim ve Terbiye Kurulu'na atıp işin içinden sıyrılmaya çalışan da aynı bakan, yani Metin Bostancıoğlu'ydu.
Soranlar için söyleyeyim: Ben, yeni edebiyatçıların eserlerinin derslerde okutulmasını lüzumsuz buluyorum. Yeni yazarların edebi değerleri hakkındaki doğru kararın verilebilmesi için daha çok uzun senelerin geçmesi gerekmektedir, yazdıkları hálen kitapçıların raflarındadır ve merak eden alır, okur. Dolayısıyla moda yazarların ders programlarına dahil edilmesi marjinal inkárcılığın bir uzantısıdır ve sadece bir gayretkeşliktir. Hele, yeni eserlerin konuları üzerinde hiçbir araştırma yapmadan, meselá son senelerin en çok satan romanlarından biriyle Norman Mailer'ın ‘‘Ancient Evenings’’i arasındaki benzerlikleri farketmeden hayranlık krizlerine tutulmak ve o yazarı ‘‘deha’’ mertebesine çıkartmak ise, cehalet!
Ve, işin bir başka yönü: Bundan çok değil, 50-60 sene önce sayfalarında Rabia Hatun yahut ‘‘serin serviler’’ tartışmalarına yer veren gazetelerimizde, şimdi ‘‘Divan Edebiyatı artık okutulmayacakmış, aman ne doğru karar!’’ diye sevinç çığlıkları atılıyorsa, bize bir haller oldu demektir.
Ben, Milli Eğitim Bakanı'nın tek bir ifadesini doğru buluyorum: Kompozisyon derslerinin güçlendirilmesini... Yani doğru dürüst yazmanın ve meramın eli-yüzü düzgün şekilde anlatılmasının öğretileceği derse ağırlık verilmesini.
Bu dersi ilk alması gereken kişi de bana gönderdiği faks metninin son cümlelerini aynı fiilin farklı çekimleriyle, yani ‘‘istemiyoruz’’, ‘‘istiyoruz’’ ve ‘‘istiyorum’’ diye bitiren, ‘‘Servet-i Fünun Edebiyatı’’nı ‘‘Servet-i Funün Edebiyatı’’ diye yazan ve kesme işaretini kullanmayı bilmeyen sayın bakanın bizzat kendisidir...
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2001
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu edebiyat derslerinde Türk Edebiyatı'nın klasiklerinden artık üstünkörü, şöyle bir bahsedileceği ‘‘müjdesini’’ verince, ben Saddam Hüseyin'i hatırladım. Saddam bizim ‘‘Divan Edebiyatı’’ problemini kökünden çözmüş, bu edebiyatın en büyük şairlerinden olan Fuzuli'nin Kerbelá'daki mezarını buldozerlerle yerle bir etmişti.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu, eğitim tarihimizde asırlardır beklenen müjdeyi bu hafta verdi:
Okullarda Türk Edebiyatı'nın klasiklerinden yani divan şiirinden önümüzdeki yıldan itibaren artık üstünkörü, şöyle bir bahsedilecek, eski edebiyatımız ders kitaplarının son bölümünde birkaç sayfalığına yer alacaktı. Metin Bey, 1923'ü ‘‘milád’’ kabul etmiş, ‘‘Cumhuriyet öncesi’’ ve ‘‘Cumhuriyet sonrası Türk Edebiyatı’’ diye bir de ayırıma gitmişti. Derslerde ağırlık cumhuriyet sonrasına verilecekti.
Sayın bakanın böyle bir karara hangi ilmi kurullara danışarak vardığını bilmiyorum. Ama Kámuran Zeren'in bu ibret verici haberinin yayınlanmasından sonra projeye bir-iki yazar dışında pek kimseden tepki gelmemesine çok daha şaşırdım. Tepki bir yana, edebiyata yakın bilinen bazı yazarlar böylesine bir garabete karşı çıkacakları yerde, köşelerinde ‘‘okutulmaya láyık çağdaş yazarlar’’ listeleri yayınladılar. ‘‘Failátün failün kalktı’’ terennümüyle bir zil takıp oynamadığımız kaldı.
Milli Eğitim Bakanı’nın projesi, bana Saddam Hüseyin'in 1984'teki bir marifetini hatırlattı: Oğuzlar'ın Bayat boyundan gelen, asıl adı ‘‘Bağdadlı Süleyman oğlu Mehmed’’ olan bizim meşhur Fuzuli'nin Kerbelá'daki türbesini yerle bir ettirmesini...
Fuzuli'nin mezar öyküsünün ayrıntılarını yan tarafta anlatıyorum ve açıkça söylemeden edemeyeceğim: Divan Edebiyatı derslerini kaldırmak yahut birkaç sayfaya indirmekle Fuzuli'nin mezarını buldozerlerle dümdüz etmek arasında hiç fark yoktur!
Bakan ‘Miládımız 1923’tür’ diyor, ordu ise 2210. yılını kutluyor
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu, milád yılımızın 1923 olduğunu buyurdu. Bendeniz, bu ‘‘milád’’ sözüne oldum olası antipati duyardım ve Metin Bey’in söylediklerinde de bir gariplik vardı. Bu sene İstanbul Teknik Üniversitesi'nin 228., polis teşkilátının 156., Danıştay'ın 133., Sayıştay'ın da 139. kuruluş yıldönümleriydi. Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın internet sitesinde ‘‘Türk kara ordusunun temelleri Mete Han tarafından bundan 2 bin 210 sene önce atılmıştır’’ deniyor, kendi kuruluş yılları olarak Kara Harp Okulu 1835'i, Donanma Komutanlığı da 1897'yi kabul ediyorlardı. Dolayısıyla Milli Eğitim Bakanı'nın ‘‘milád’’ hesabında birkaç asırlık, hatta birkaç bin senelik ufak bir hata vardı.
Fuzuli’nin kemiklerini Azeriler kurtarmıştı
Hazreti Muhammed'in torunu Hazreti Hüseyin'in Kerbelá'daki türbesi, 1984 sonbaharının sıcak bir gecesinde Saddam'ın buldozerleriyle kuşatıldı ve kıble kapısının hemen ilerisindeki ufak bina, ‘‘yol genişletme’’ bahanesiyle birkaç dakikada yerle bir edildi.
Bina, Türk Edebiyatı'nın en büyük isimlerinden birinin, Fuzuli'nin türbesiydi. Şairin mezarı yıkımdan bir gün önce açılmış, kemikleri civardaki Sultaniye Mescidi'ne taşınıp bir kutuya konmuştu. Derken Sultaniye Mescidi de yerle bir edildi ve Fuzuli'ye gene yol göründü: Yıkılan caminin müştemilatında bekçinin yattığı odaya bırakıldılar.
Fuzuli bizim şairimizdi, eserlerinin neredeyse tamamını Türkçe yazmıştı ve Kerbelá'da bütün bunlar olup biterken ne Bağdad'daki büyükelçiliğimizden bir ses geldi, ne dışişlerimizin ne de kültür bakanlığımızın sadası işitildi.
Bağdad'a bizden gitmesi gereken diplomatik mesajı bir başka başkent gönderdi: Moskova... Sovyet hariciyesi, Fuzuli'nin Sovyet cumhuriyetlerinden biri olan Azerbaycan'da ‘‘milli şair’’ kabul edildiğini söyledi ve Kerbelá'daki bekçinin yatak odasında bulunan kemiklerin Baku'ya yollanmasını talep etti.
Fuzuli, ‘‘Kör ölür badem gözlü olur’’ misali, Bağdad'ın gözünde birdenbire kıymete bindi. Iraklılar ‘‘Bağdadlı Süleyman oğlu Mehmed Fuzuli, Arap şairi olmasa bile, Irak'ta yaşamıştır; Irak'ın şairidir ve ona ait hiçbirşey Irak'ın dışına çıkamaz’’ deyip Moskova'nın isteğini reddettiler.
Aradan seneler geçti ve 1994'e gelindi. Sovyetler Birliği tarihe gömülmüş, Azerbaycan ayrı bir devlet olmuştu. Kemiklerin peşine bu defa Azeri hariciyesi düştü ve Baku'dan Bağdad'a garip bir teklif gitti: Azerbaycan, Fuzuli'nin kemiklerinin karşılığında İslamiyet öncesi Arap Edebiyatı'nın en güçlü şairi İmrulkays'ın Ankara'daki mezarının Bağdad'a nakledilmesi için Türkiye'yi ikna etmeyi vaadediyordu. Irak'a bu iş için tam üç Azeri heyeti gitti ama Bağdad'ın cevabı hep ‘‘Láááá’’, yani ‘‘Hayır’’ oldu.
Iraklılar, Azeriler'in ısrarından bir hayli bezmiş olacaklar ki, 1994'ün 17 Eylül'ünde Bağdad'da bir ‘‘Fuzuli Kongresi’’ topladılar. Kongreye katılan Azeri heyeti, tam tam 128 kişiydi ve başlarında o sırada başbakan yardımcısı olan meşhur romancıları Elçin Efendiyev vardı.
Türkiye'den kaç kişinin ve kimlerin katıldığını ise, hiç sormayın...
Irak ‘‘Siz sadece yol paranızı vereceksiniz, buradaki masraflarınız bize ait’’ demişti. Bizim cevabımız ise, ‘‘Tahsisatımız yok, biletimizi yollarsanız geliriz’’ oldu ve neticede Fuzuli Kongresi'ni fuzuli sayan Türkiye, tek kişiyle bile temsil edilmedi.
Bağdad'daki tartışmalar üç gün devam etti, kongre sona erdi ama Azeriler ‘‘Mezar işi halledilmeden, Bağdad'dan gitmeyiz’’ dediler. Irak Kültür Bakanlığı, Azeri edebiyatçıların işgaline uğrayınca Irak tarafı ‘‘pes’’ dedi ve Fuzuli'ye şanına uygun bir mezar yapma sözü verdi.
Ama Azeriler bu defa ‘‘Mezarın yerini de biz seçeceğiz’’ diye tutturdular ve dediklerini yaptırdılar. Fuzuli, Hazreti Hüseyin'in türbedarıydı ve türbeyi çevreleyen caminin kıble girişindeki elyazmaları odası mezarı için uygundu. Kemikler buraya gömüldü ve üzerine mermer bir kitabe kondu.
Fuzuli şimdi bu yeni türbesinde yatıyor ve kubbesinde meşhur beyti yankılanıyor: ‘‘Ne yanar kimse bana áteş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bád-ı sabádan gayrı’’; yani ‘‘Bana gönlümdeki ateş dışında kimseler yanmaz oldu; kapımı ise sabah rüzgárından başka açan kalmadı’’.
Failátün’ü ille de ezberletelim demiyorum ama...
Hasan Ali Yücel, Atatürk'ün milletvekili ve Milli Şef İsmet Paşa'nın Milli Eğitim Bakanıydı. Köy Enstitüleri Hasan Ali'nin zamanında kuruldu, ‘‘Dünya Klasikleri’’ni Türkçe'ye o çevirtip yayınlattı.
‘‘Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz / Sen saçlarını serdiğin akşam seher olmaz’’ diye ‘‘aruzla’’ mısralar yazıp üstüne üstlük bunları Suzinak'ten, Acemaşiran'dan besteleyen kişi, aynı Hasan Ali Yücel'di.
Metin Bostancıoğlu'nun açıklamalarını okuyunca Milli Eğitim'e neler olduğunu kavrayabilmek için epey bir kafa yordum ve nihayet çok eski bir kuralın işlediğini hissettim: ‘‘Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz’’ kuralının...
Bilmem, farkında mısınız? Şiir okumayan, hafızasında güzel sözlere yer vermeyen, kupkuru bir toplum olduk. Bırakın ağdalı divan şiirini, rahatça anlaşılabilen mısraları hatırlamayı bile artık zahmet addediyoruz. ‘‘Dudağımdan kıskanıp adını anamadım’’ gibisinden bir söz bize zevk vermiyor, ‘‘At, bacak, avrat, kucak doldurmalı’’ mısraı güldürmüyor, ‘‘Fukara kalbine her kim dokuna / Dokuna sinesi Allah okuna’’ beyti düşündürmüyor. Şairler artık genellikle göstermelik maksatla okunuyorlar ve hatırlarda da tek bir mısraları kalmıyor.
Dolayısıyla ‘‘olduğumuz şekilde’’ yönetiliyoruz ve artık bir bakan çıkıp ‘‘Failátün devri kapanmıştır’’ diyebiliyor.
Ben, divan şiirinin öğrenciye kuru kuruya ezberletilmesine yahut aruzun öğrenci için bir işkence vasıtası olmasına her zaman karşı çıkmışımdır. Klasik edebiyat derslerinin maksadı zaten öğrenciyi eski zamanlara götürmek yahut o devri bugünlere taşımak değildir. Bu dersler kültürdeki devamlılığın ve gelişmenin hatırlatılmasına, klasik zevkin hissettirilmesine ve neticede öğrencide estetik bir temel oluşturulmasına yararlar. İngiltere'de Shakespeare'in, Fransa'da Racine'in, Arap memleketlerinde de ‘‘Yedi Askı’’nın okutulmasının sebebi sadece budur.
Ama böyle bir neticeye o zevke sahip ve konusuna hakim olan öğretmenlerle ulaşılabilir ki, artık böyle hocalara sahip değiliz! Dolayısıyla kabahat aruzda değil; onu öğretiyor gibi görünen ama aslında kendileri bile bilmeyen ve zevkini almayan edebiyat öğretmenlerindedir; kurbağanın sindirim sisteminin, terliksi hayvanın çoğalmasının yahut Patagonya'nın akarsularının ezberletildiği bir sistemde bunun başka türlü olması da zaten mümkün değildir.
Ama eski edebiyatın ve kültürün meraklıları hiç üzülmesinler. Ben, bu Karakuşî hükmün uygulamasına, binlerce senelik kültür yaşımızın 70 küsurlara inmesine mani olacak mantıklı ve zevk sahibi kişilerin Türkiye'de hálá bulunduğundan adım gibi eminim.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2001
Ramazan bayramınız kutlu olsun! Bir grup İstanbullu, bundan 93 sene öncesine kadar bayramın ilk gününü alışılmadık bir şekilde kutlardı. Şehirde ne kadar içki ve esrar düşkünü varsa toplanır, Edirnekapı'daki iki ayrı mezarı ziyaret edip álem yaparlar ve bu kutlamaya ‘‘Ayyaşlar Bayramı’’ denirdi. Ziyarete gidilip başında içki ve esrar içilen bu mezarlar İstanbul'un en namlı içicilerinden Bekri Mustafa ile günde 50 dirhem afyon çeken ve 134 yaşında ölen Urfalı Hacı Ahmed Ağa'ya aitti. İşte, artık hakkında hiçbirşey bilinmeyen bu ‘‘Ayyaşlar Bayramı’’nın ayrıntıları...
Bir ramazanı daha eskilerin söylediği gibi ‘‘hayırlısıyla idrak ettik’’ ve bayram geldi. Bayramınız kutlu olsun!
Benim, her ramazanda şahit olduğum garip bir hadise vardır: İçki düşkünü olan, ellerinden kadehi bir an bile eksik etmeyen bazı tanıdıklarım, ramazanda tevbe eder, ağızlarına içkinin damlasını almazlar. Sorduğumda ‘‘Bu ay içmek günahtır, zaten günaha giriyoruz ama hiç olmazsa bir aylığına işlemeyelim’’ derler.
BAYRAM GELDİ, ÇOK ŞÜKÜR
Bu mantık, bana bundan asırlarca önceki bir ádeti hatırlatır: Ramazan ayının sonunda herkes ramazan bayramını kutlarken, çok ufak bir grubun o gün bir başka bayramı, ‘‘ayyaşlar bayramı’’nı kutlamasını...
‘‘Ayyaşlar bayramı’’, İstanbul'da İkinci Meşrutiyet'in ilánına, yani 1908'e kadar asırlar boyunca hiç aksamadan devam etmiş bir gelenekti. Ramazanda ağzına içki koymayan, topaklarına el uzatmayan alkoliklerle esrarkeşler bayramı dört gözle bekler ve o gün büyük bir coşkuyla kendilerine mahsus bir başka bayramı kutlarlardı.
Ama bu kutlama öyle büyükleri ziyarete gitmek, el öpmek yahut hürmet arzetmek gibi değil, kendine mahsus bir şenlik ve ziyaret şeklinde olurdu: Ayyaşlar tarafından neredeyse evliya mertebesine çıkartılan iki kişinin mezarına gidilir ve mezarların başında vur patlasın çal oynasın eğlenilirdi.
İşte, bundan 93 sene öncesine kadar İstanbul'a mahsus ádetlerden biri olan ‘‘ayyaşlar bayramı’’nın ayrıntıları:
İstanbul halkı ramazan bayramını kutlamaya başlarken bir garip kafile Edirnekapı tarafında buluşur, sur kapılarından dışarıya sessizce süzülüp ilerlemeye başlardı. Bunlar şehrin en ifláh olmaz esrarkeşleri ve serhoşlarıydı.
Ramazan boyunca mubarek aya saygı göstermişler, ağızlarına içkinin damlasını koymamış, esrar çekmemişlerdi. Artık ramazan sona ermiş, dolayısıyla perhizlerinin de sonu gelmiş demekti.
100 KÜSURYILESRARÇEKMİŞ
Otakçılar'a vardıklarında sayıları daha da artar, ellerinde ‘‘dem’’leri yani içkileri olduğu halde sur kapısının hemen sağındaki salaş kahvede durur, öteki yoldaşlarının gelmesini bekler ve şişeleri kafalarına dikerlerdi. Kalabalık gittikçe artar, yeni gelenler Otakçılar tarafına doğru ilerler ve şimdi çıkmaz bir sokak olan Fethi Çelebi Caddesi'ne sapıp yolun sol tarafındaki mezarlığa dalarlardı.
İstanbul'un tarih boyunca gördüğü en namlı içicisiyle esrarkeşinin kabirleri buradaydı ve kutlama mekánı da işte burasıydı: Bekri Mustafa ile Urfalı Hacı Ahmed Ağa'nın mezarları...
Bekri Mustafa'nın kim olduğu malum... Dördüncü Murad zamanında yaşadığına inanılan, padişahın en yakınlarından biri olduğu söylenen, içkisiyle, fıkralarıyla ve hikáyeleriyle efsaneleşmiş meşhur serhoşumuz... Urfalı Hacı Ahmed Ağa ise, oldukça uzun bir hayat süren ve dünyadan 1801 senesinde 134 yaşında ayrılan İstanbul'un en namlı esrarkeşi...
Ayyaşlar, birbirine yakın olan işte bu iki mezarın başına böyle bir hay-huy içerisinde gelir, ceplerde ve ceketlerde taşınan şişeler de birer ikişer çıkartılır, salına-devrile yürüyen kafile asıl bayramlaşmayı mezarların başında yapardı.
MEZARBAŞIGAZELİ
Bayramlaşma denilen iş öyle birbirleriyle kucaklaşma yahut tebrikleşme değil, tam kendilerine láyık biçimdeydi: Artık iyice keyiflenmiş olan serhoşlar ellerindeki şişeler nefes almaksızın kafalarına diktikten sonra, şişelerin dibinde kalanları gülsuyu serper gibi mezarların üzerine serperler, böyle yaparak mezarları kutsadıklarına inanırlar, sonra ‘‘bayram ikramı’’na başlarlardı.
İkram, serhoşların ikişer ikişer gruplar haline gelip ceplerinden çıkarttıkları diğer şişeleri birbirlerinin ağıza götürmeleri demekti. Gruba katılmayan ayyaşlar da tek başlarına bir kenarda içip sızarlardı.
Bayram merasimi bu kadarla kalmazdı, artık sıra serhoş ve esrarkeşlerin, kendilerine pîr kabul ettikleri Bekri Mustafa ile Hacı Ahmed Ağa'nın mezarlarını süslemelerine gelirdi. Bayram yaza rastlamışsa mezarları gelinciklerle ve papatyalarla, ama sert kış günlerine denk gelmişse bu defa da defne ve taflan dallarıyla donatırlar, kendi akıllarınca güzelleştirirlerdi.
İşte bu arada gür sesli bir serhoş, daha eski zamanlardan kalma bir gazeli nağme ile okumaya başlardı. Gazel ‘‘Ben şehid-i bádeyim dostlar demim yád eyleyin’’ yani ‘‘Dostlar, ben şarap şehidiyim; yaşadığım ánı yádedin’’ diye başlar, ‘‘Neyle, meyle bir alay mahbub ile her dem geln / Bezm-i cem áyinini kabrimde mu'tad eyleyin’’ (Neyle, şarapla be dostlarla her an gelin ve içki meclisini kabrimde kurun) gibi mısralarla devam ederdi. Kafileye meraklıların da katıldığı olur, bu garip áyini bir köşede sessiz sadasız ama derin bir hayret içinde takip ederlerdi.
AZGINLIKBURAYA KADAR
Esrarkeşlerin bayramlaşması ise başka türlüydü. Hacı Ahmed Ağa'nın mezarının etrafına halka halinde oturur, kalın sarılmış ve elden ele gezen esrarlı sigaradan nefeslenip dururlardı. Tören mekánı bazı bayramlarda daha ötelere taşınır, Silivrikapı dışındaki Kozlu Meydanı'ndaki kır kahvesinde devam ederdi. Polisler resmi kıyafetleriyle dem çekenlerin arasına karışır, esrar resmen yasak olduğu halde hiç müdahale etmeden olup biteni seyrederlerdi.
‘‘Bayram merasimi’’nin son bulduğu yer, Edirnekapı'daki sur kapısıydı. Mezarlıktan buraya kadar neş'e içinde, şarkılar söyleyerek gelen kafilenin sesi kapıdan içeri girildiği anda kesilir, bir sene sonraki bayrama kadar bir daha duyulmaz ve herkes bir tarafa dağılırdı.
Ayyaşlar bayramının kutlanması ádeti İkinci Meşrutiyet'e kadar devam etti ama şehir hayatındaki ve hayat şartlarındaki değişmeler yüzünden bu tarihten sonra unutulup gitti. Ben, bayramla ilgili bütün bu bilgileri, Meşrutiyet öncesinde bu kutmalara katılmış olanlardan birinin, Ahmet Hamdi Tanyeli'nin bundan yarım asır önce yazdığı kısa bir nottan naklettim.
Esrarkeşler pîrlerinin mezartaşını koruyamadılar
‘‘Mezartaşları, bir milletin tapu kayıtlarıdır’’ derler. Bu taşlar bazılarımıza her ne kadar ürkütücü ve soğuk gelse de hem geçmişimizin kayıtları, hem de mermer üzerine yazılmış kültürel ve folklorik belgelerdir.
İstanbul mezarlıkları, bundan yarım asır öncesine kadar böyle birbirinden ilginç taşlarla doluydu. Bazıları asırlar öncesinden kalmaydı, o devirlerin ádetlerini ve sosyal hayatını yansıtır, birçok bilinmeyeni öğretir, yaşanan ándan geçmişe açılan bir kapı olurdu.
Derken zaman geçti, şehir ‘‘imar’’ ve ‘‘genişleme’’ denilen büyük bir tahribe uğradı ve taşların çoğu buldozerlerle, kazıcılarla, kepçelerle paramparça edildi. Bunları toplamak, özellik taşıyanlarını ayırıp bir yere koymak kimselerin hatırına gelmedi ve asırlar öncesinin mermer kayıtları birkaç senede yokolup gitti.
Şimdi varolmayan bu taşlar arasında ayyaşların ve esrarkeşlerin her ramazan bayramının ilk günü ziyarete gittikleri Bekri Mustafa ile Urfalı Hacı Ahmed Efendi'nin taşları da var. Hacı Ahmed Efendi'nin taşı Edirnekapı'dan Eyüp'e inen yolun sol tarafındaki küçük mezarlıktaydı, sonra mezar bekçisi tarafından yerinden sökülüp bahşiş karşılığı gösterilmek üzere oradaki bir kulübeye taşındı ve derken kayboldu. Taşın burada yayınladığım fotoğrafı bundan 70 yıl kadar önce çekilmiştir ve üzerinde ‘‘Meşhur yevmiye (günlük) elli dirhem sulümen ve afyon ekl iden (yiyen) yüz otuz dört yaşında fevt olan (ölen) Rühávi (Urfalı) es-Seyyid el-Hác Ahmed Efendi ruhuna fátiha. Sene 1216 Muharrem (Mayıs 1801)’’ yazılıdır.
Bekri Mustafa'nın taşı da aynı akıbete uğradı. Aslında, üzerinde ‘‘Bekri Mustafa’’ yazan iki ayrı taş vardı, biri Edirnekapı'da, diğeri Eminönü'ndeydi ve zamanla her ikisi de kayboldu.
İşte, ‘‘Ayyaşlar Bayramı’’ndan bugüne gelenlerin, daha doğrusu hiçbir şeyin gelememesinin ve İstanbul'a mahsus bu folklorik şenliğin sadece birkaç satırlık nottan ibaret kalışının öyküsü...
Yazının Devamını Oku