Saddam’ın seleflerini linç edip köpeklere yedirdiler

Amerika, Saddam Hüseyin'in suyunu hafiften ısıtmaya başladı. Başbakan Ecevit, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in Ankara ziyaretinden sonra her ne kadar ‘‘Rahatladım’’ dedi ise de, Irak'ta iktidarın değişme metodunu bilenler Saddam Hüseyin'in yakında gideceğini, hem de pek kötü şekilde gideceğinin farkındalar.

Zira bugüne kadar hiçbir Iraklı lider yatağında huzur içinde can vermedi. Ya ipe çekildi, ya kurşuna dizildi, ya suikaste uğradı, yahut köpeklere yedirildi.


Başkan Bush, Saddam Hüseyin'in suyunu hafiften ısıtmaya başladı. Saddam'ın devrilmesiyle sonuçlanacak bir askeri harekátın ayak sesleri şimdi giderek daha fazla işitiliyor.

Başbakan Bülent Ecevit, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in hafta içinde Ankara'ya yaptığı ziyaretten sonra her ne kadar ‘‘Görünebilir bir gelecekte Irak'a harekát yok’’ deyip ‘‘Rahatladığını’’ söyledi ise de, Irak'ta iktidarın değişme şeklini bilenler Saddam yakında gideceğini, hem de pek kötü şekilde gideceğinin farkındalar. Zira, Irak'ın kuruluşundan buyana geçen 80 küsur sene boyunca Bağdad'da hiç değişmeyen bir gelenek hakim oldu: Liderler yataklarında can vermediler, mutlaka bir suikast yahut darbe neticesinde öldürüldüler. Yeni gelen eskisini ya ipe çekti, ya kurşuna dizdirdi yahut köpeklere yedirdi.

İşte, Irak'ta 1920'den buyana hiç aksamadan devam eden geleneğin halkaları; Irak'ın başında bulunanların yataklarında can veremeyişlerinin öyküsü:

İSVİÇRE'DE KALBİ DURUVERDİ Birinci Dünya Savaşı sırasında Arap isyanını başlatıp Arap yarımadasını Osmanlı yönetiminden kopartan Mekke Şerifi Hüseyin'in oğullarından Faysal, savaştan sonra, 1920'nin 11 Mart'ında Suriye Kralı oldu ama Suriye'yi ellerinde tutan Fransızlar Faysal'ı beş buçuk ay sonra Şam'dan kapıdışarı ettiler. Faysal bu defa Irak'a hakim olan İngilizler'e yanaştı ve 1921'in 23 Ağustos'unda ‘‘Irak Kralı’’ ilán edildi.

Irak, o günlerde İngiliz mandası altındaydı ve Faysal mandanın sona erip Irak'ın tam bağımsız bir devlet olduğu 1932 Ekim'ine kadar İngiltere'nin gölgesi altında hüküm sürdü. Krallığının keyfini almaya başladığı günlerde, 1933 Eylül'ünde İsviçre'ye gitti, orada kalbi duruverdi.

FRENLERİNİ GEVŞETTİLERFaysal'ın yerini, 21 yaşındaki oğlu Gazi aldı ve genç kral bir anda Arap dünyasının en popüler ismi haline geldi. Irak'a seneler boyunca hakim olan İngiltere'den nefret ediyor, Almanlar'a yakın duruyor, sarayına kurdurduğu radyo istasyonundan Suriyeliler'e Fransızlar'ı, Kuveytliler'e de iktidardaki Sabah ailesini devirip Irak'la birleşmeleri çağrısı yapıyordu. Genç kralın milliyetçi politikasının yanısıra Filistin'e devam eden Yahudi göçü, İngiltere'nin Ortadoğu'daki etkisini giderek azalttı ve Gazi'nin ölümü de İngilizler'in elinden oldu. İngilizler 1939'un 4 Nisan'ında kralın kendi kullandığı otomobilin frenlerini önceden gevşettiler ve bir duvara çarpan genç kral parça parça oldu.

CESEDİ KÖPEKLERE YEDİRİLDİ Gazi'den sonra, Irak tahtına dört yaşındaki oğlu Faysal çıktı, büyük amcası olan Hicaz'ın eski kralı Ali'nin oğlu Prens Abdülilláh kral naipliğine getirildi ve İngiltere bölgede eskisi gibi yeniden söz sahibi oldu. Faysal, 1957'de Osmanlı ve Mısır hanedanlarının mensubuPrenses Fazile İbrahim ile nişanlandı.

Kral düğün hazırlıkları için İstanbul'a geleceği sırada, 1958'in 14 Temmuz'unda, Bağdad askeri bir darbeye sahne oldu. Prens Abdülilláh, Başbakan Nuri Said Paşa ve kraliyet ailesinin neredeyse tamamı yataklarında linç edildi. Ağır yaralanan genç kral hastahaneye kaldırıldı ama doktorlar darbecilerden korkup müdahalede bulunmayınca, Faysal hastahanenin bir koridorunda, yerde can verdi. Sonra, onun ve kraliyet ailesinin diğer mensuplarının cesedlerinin köpeklere yedirildiği söylendi...

KURŞUNA DİZİP HAVAYA UÇTU Krallığın devrilmesinden sonra iktidarı iki general, Abdülkerim Kasım'la Abdüsselám Arif paylaştı. Rejim değişti ise de, gelenek hiç bozulmadı: Arif 1963'te Kasım'ı kurşuna dizdirdi, Irak'a kendisini ‘‘Arap sosyalisti’’ diye tanıtan Baas Partisi hakim oldu ama Abdüsselám Arif'in iktidarı da sadece üç sene sürdü ve bindiği uçak havada her nedense infilák ediverdi. Yerini kardeşi Abdurrahman Arif aldı, 1968'de gelen bir başka darbe bu defa da onu devirdi ve cesedini bile bulamadılar.

SIRADA ŞİMDİ KİM VAR?

Arif
kardeşlerden sonra, Irak bu defa General Hasan el Bekr'e kaldı ama el Bekr de nasıl olduysa oldu, 1976'da yetkilerini Saddam Hüseyin'e devretmeye ikna edildi. Günün birinde ‘‘uzun zamandır muzdarib olduğu hastalıktan vefat ettiği’’ açıklanana kadar Hasan el Bekr'den bir haber alınamadı.

Irak'ta 80 seneden beri yaşanan yaşanan bütün bu maceralardan sonra şimdi Saddam'ın iktidarı gönül rızasıyla bırakacağına yahut sessiz-sadasız bir köşeye çekileceğine inanabilir misiniz?


Kütüphane değil, Deli Dumrul Köprüsü


İstanbul Üniversitesi Yönetim Kurulu, geçenlerde üniversite tarihinin en saçma ve en garip kararlarından birini aldı, Türkiye'nin önde gelen kitaplıklarından biri olan Üniversite Kütüphanesi'ni paralı hale getirdi. Rektör Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu ismini tarihe kitap sevmeyen ve okumayan bir milleti okumaya teşvik etmek yerine kitaptan tamamen uzaklaştıran kişi olarak yazdırmak niyetinde değilse, bu Karakuşi hükmü iptal etmek ve çığrından çıkan kütüphaneye bir çekidüzen vermek zorundadır.


Sultan İkinci Abdülhamid, Türkiye'nin gelmiş geçmiş en büyük kitap meraklılarından biriydi ve Yıldız Sarayı'nda çok zengin bir kütüphane kurmuştu.

31 Mart ayaklanmasından sonra talan edilen Yıldız'da yağmadan kurtulan tek yer bu kütüphaneydi ve başında bulunan Kalkandelenli Sabri Efendi, yağmacıların içeriye girmesini ‘‘Önce beni çiğneyin!’’ deyip eşiğe yatarak önlemişti. Yıldız Kütüphanesi seneler sonra İstanbul Üniversitesi'ne bağlandı, üniversite kitaplığının çekirdeğini teşkil etti ve Bayezid'deki yeni binasında seneler boyu en meşhur álimlerden sıradan okuyucuya kadar binlerce, onbinlerce kişiye hizmet verdi.

Derken devir değişti, 1990'ların ortalarında kütüphanenin idareciliğine isminin başında ‘‘kütüphanecilik profesörü’’ yazan bir hanım getirildi ve o güzelim ilim yuvası bir anda Sing Sing zindanına döndü. Okuyucuya elden gelen zorluğun envaisi gösteriliyordu, içeride artık ilim değil, kitap düşmanlığı yapılıyordu. ‘‘Araştırma, parası olanın işidir’’ zihniyetiyle mikrofilim ücretleri kat kat arttırılmış, doktora talebesinin eli-kolu bağlanmıştı.

Sonra 17 Ağustos depremi geldi ve kütüphanenin asıl önemli kısmı, yazmaların ve kolleksiyonların muhafaza edildiği bina, hasarlı olduğu için kapatıldı. Aradan bu kadar sene geçti ve hálá kapalı.

Ama saçmalık, işgüzarlık ve hamakat bunlarla da kalmadı: Üniversite'nin yönetim kurulu 31 Ocak 2002 günü işitenlere ‘‘Destuuur!’’ dedirten bir iş yaptı, kütüphanenin okuyucuya açık olan bölümünü ‘‘paralı’’ hale getirdi.

Kütüphanenin girişinde şimdi ‘‘Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Prof. Dr. Meral Alpay’’ imzalı bir utanç belgesi asılı. Belgede, başka üniversitelerden gelecek olan öğrencilerin kütüphanede çalışmak istedikleri takdirde bundan böyle 1, öğretim üyelerinin 2, ‘‘yabancıların ve iş çevrelerinin’’ ise 5 milyon lira ‘‘günlük ücret’’ ödeyecekleri yazılı.

Meral Hanım okumak ve ilim yapmak isteyenlere bir de 'kolaylık' getiriyor ve 'isterseniz abone olabilirsiniz' deyip 25 ile 100 milyon lira arasında değişen bir ‘‘abonman listesi’’ veriyor. Garabet bununla da kalmıyor, 1980 öncesi yayınlardan fotokopi istendiği takdirde yayın başına 250 bin lira ‘‘çoğaltma hakkı’’ alınacağı buyuruluyor. Anlayacağınız, hanımefendi, bir yazarın, meselá bendenizin 1980 öncesinde yazdıklarını paraya tahvil etme hakkını kendisinde buluyor ve o üniversitenin bünyesinde yeralan Türkiye'nin en namlı hukuk fakültesinin hocaları ‘‘Hanım, bu iş en azından Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na muhaliftir’’ demeyi akıl edemiyorlar.

İlmi, araştırma hevesini ve ilim haysiyetini ayaklar altına alan bu saçmalıklar sona erene kadar konuyu gündemde tutacağım. Sırada, rektöre son haftalarda árız olan fakülte ve bölüm kitaplıklarını kapatma hevesi şeklindeki gariplikler ve kütüphane yönetiminin kaprisleri yüzünden bir kızcağızın canından olması gibisinden adli hadiseler de var.

İstanbul Üniversitesi'nin Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu ‘‘Okumayan bir milleti üstüne üstlük bir de paralarını alarak okur hale getirebileceğini zannetmek’’ gibisinden bir garabetle tarihe geçmek niyetinde değilse, bu Deli Dumrul oyununa son vermek ve senelerdir kapalı olan yazma eserler bölümünü ilim dünyasına biran önce açmak zorundadır.

Türk kitap ve kütüphaneler tarihinin, böylesine bir azabı Anadolu'nun Moğol işgaline uğradığı asırlarda bile çekmediğine emin olun!
Yazarın Tüm Yazıları