Dayılanan elçiye eskiden temiz bir sopa çekerdik

Birilerinin AB Temsilcisi Karen Fogg'un e-mail mesajlarını yayınlamasının ahláki boyutunu tartışacak değilim.

Ama Bayan Fogg'un Cumhurbaşkanı Sezer hakkında ‘‘Haddi bildirildi’’ diye ifadeler kullandığını görünce, ‘‘güçlü’’ olduğumuz günlerde bize saygısızlık eden Avrupalı elçilere bir güzel sopa çekmemizi hatırladım. Devletin zayıflayıp ‘‘Avrupalılaşma’’ sevdasına kapıldığı 19. asırda ise işler tersine dönmüş, elçiler her türlü saygısızlığı yapma hakkını kendilerinde bulmuşlar ve biz herşeyi sineye çekip üstüne üstlük özür bile diler olmuştuk.


GÜNLERDİR, AB Temsilcisi Karen Fogg'un e-mail mesajlarının basına yansımasını tartışıyoruz.

İki kişi arasındaki yazışmaların her ne yolla olursa olsun başkaları tarafından elde edilmesinin, üstelik gazetelerde yayınlanmasının ne derece gayri ahláki olduğunu tartışacak değilim. Ama Karen Fogg'un yazdıklarını okuyunca işin başka tarafını düşündüm: Bir büyükelçinin görevli olduğu memleketle ilgili olarak bu şekilde yorumlar yapabilme hakkına sahip bulunup bulunmadığını, yahut o memleketin cumhurbaşkanından bahsederken ‘‘haddini bildirme’’ gibi ifadeler kullanıp kullanamayacağını...

ODUN GİBİ BİR MOSKOF

Sonra, tarihimizdeki elçilerden kaynaklanan eski skandalları hatırladım: Güçlü olduğumuz günlerde öyle elçi-melçi dinlemez, gerekli saygıyı göstermeyen yahut protokole uymayan yabancılara bu işi öğretir, hatta gerekirse bir de güzel sopa çekerdik. Ama devletin zayıfladığı, özellikle de aşırı bir ‘‘Avrupalılaşma’’ sevdasına kapıldığı 19. asırda işler tersine döndü. Eski devirlerde adam yerine koymadığımız Avrupa'nın elçileri bu defa bize ders verir olmuşlar, her türlü saygısızlık yapma hakkını kendilerinde bulmuşlar ve biz herşeyi sineye çekip üstüne üstlük özür diler bile olmuştuk.

İşte, ‘‘güçlü’’ olduğumuz günlerde protokolden ve saygıdan haberdar olmayan elçilere bu işleri nasıl öğrettiğimizin iki küçük örneği:

1497'de, tahtta İkinci Bayezid oturuyordu. O zamanlarda ortada henüz Rusya diye bir devlet değil, Moskova Prensliği vardı. Prens Üçüncü İvan, Türkiye ile bir ticaret andlaşması imzalamak istedi ve Mihail Plechtcheef adında bir elçiyi İstanbul'a gönderdi.

Elçi, hükümdarı görebilmek için haftalarca bekledi ve bu bekleyişi sırasında bir protokol kursuna tabi tutuldu.

Saray görevlileri, huzurda uyması gereken kuralları günler boyu bellettiler ve ‘‘Sakın ola ki padişahın yüzüne bakma. Sadece sadrazamla konuş’’ dediler.

O zamanlarda padişahın yüzüne bakmak yasaktı; çünkü padişah ‘‘Allah'ın gölgesi’’ sayılır, dolayısıyla o gölge seyredilemezdi. Üstelik Osmanlı tahtı protokolde öteki bütün tahtlardan daha yüksekti ve krallar yahut imparatorlar ancak sadrazama muhatap olabilirlerdi.

Mihail huzura günler sonra nihayet kabul olundu ama belki heyecanlıydı, belki de tabiatı yontulmaya müsaid değildi ve kendisine öğretilenlerin hepsini o anda unutuverdi. Etrafındakileri itip-kakarak ön tarafa geçmeye ve hükümdarla konuşmaya kalktı.

MİLLİYET FARK ETMEZ

Saray görevlileri, elçinin eteğini ve kolunu çekiştirdiler, rahat durmasını söylediler ama herşey nafileydi. Mihail hükümdara doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı ve olan işte o anda oldu. Tahtın yanında ve gerisinde bekleyen muhafızlar elçinin üzerine çullandılar. Mihail, İkinci Bayezid'in huzurunda bir güzel dayak yedi ve yaka-paça kapıdışarı edildi.

İş bu kadarla da bitmedi. Elçi kaldığı hana hapsedildi ve birkaç gün sonra memleketine yollandı. Eline, İkinci Bayezid'in Prens İvan'a hitaben yazdığı bir de mektup verilmişti. Bayezid, ‘‘Bana bir daha elçi diye böyle odun gibi Moskof'u değil, terbiye ve nezaket kurallarını bilen adam gönderesin’’ diyordu.

Topkapı Sarayı, 1670'lerde, Avcı Mehmed'in saltanatı zamanında yine bir elçi dayağına sahne oldu. Sıra, Paris'ten gelen Marqui de Nointell'de idi.

Huzura çıkınca protokolü o da unutuverdi. Sultanın yüzüne baktı ve onunla konuşmaya başladı. Padişah, yanında ayakta bekleyen sadrazamı Fazıl Ahmet Paşa'ya döndü ve ‘‘Herife söyle, benimle değil seninle konuşsun’’ dedi. Hükümdarın sözleri tercüme edilince elçi bir başka türlü sapıttı, elindeki káğıtları yere fırlattı, tahta doğru daha yüksek sesle hitab etmeye başladı ve iki asır önceki sahne aynen tekrarlandı: Muhafızlar sefirin üzerine çullandılar, bir araba sopa çekip ‘‘Haydi, yallah terbiyesiz!’’ diye saraydan attılar.

ŞİMDİ SIRA BİZDE Mİ?

Avrupalı elçilere verdiğimiz protokol dersleri bu iki hadiseden ibaret değildi. Meselá Venedik gemilerinden biri Akdeniz'de korsanlık etmeye mi kalkmıştı? İstanbul'daki Venedik elçisi hapı yutmuştu artık. Elçi, elçilik mensuplarıyla beraber Yedikule'ye, yani o zamanın meşhur zindanına kapatılırdı. Hele bir de Venedik'e savaş ilán edildi mi... Zavallı sefir savaş bitene kadar Yedikule'nin zoraki misafiri olurdu.

Güçlü-kuvvetli günlerimizde protokole uymayan yahut saygısızlık eden elçileri böyle ayağımızın altına alıverirdik. Derken aradan asırlar geçti, eski gücümüzden eser kalmadı, özellikle Tanzimat'tan sonra Türkiye'de bir yabancı elçi terörü başladı ve işler devletin en tepesindeki kişiden söz ederken ‘‘Haddi bildirildi’’ ifadesini kullanan bir büyükelçiden özür dilemeye kadar uzandı.

Protokol ve saygı konusunda nereden nereye geldiğimizin öyküsü ise yandaki kutuda...


Avrupalı elçiler işte böyle şımarmışlardı


SON söylenmesi gerekeni en başta söyleyeyim: Biz, Avrupalı olma uğruna Avrupa ne istese yaptık ama onlara bir türlü yaranamadık. Bir dediklerini iki etmedik, taviz üstüne taviz verdik, fakat ne gözlerine girebildik, ne bizi kendilerinden saymalarını sağlayabildik, ne de en azından diplomatlarının protokole uymalarını gerçekleştirebildik.

İşte, Avrupalı elçilerin 19. asır İstanbul'undaki şımarıklıklarından bazıları:

1890'larda bir gün, Makedonya'daki Rus konsolosu sokakta dolaşırken bir Türk jandarmanın kendisine selám vermemesine sinirlenerek kamçısını askerin suratına indirdi, asker de konsolosu vurup öldürdü. İstanbul'daki Rus elçisinin işin savaşa kadar gideceğini söylemesi üzerine jandarma idam edildi, konsolos için büyük bir cenaze merasimi yapıldı, ailesine çok büyük bir tazminat ödendi ve merasime devletin bütün üst düzeyi katıldı.

Eski Sadrazam ve Hariciye Nazırı yani Dışişleri Bakanı Áli Paşa bir ara gözden düşmüş ve 1852'de İzmir'e vali olarak yollanmıştı. Orada Avusturya konsolosu ile kavga etti, İstanbul'daki Avusturya büyükelçisi de saraya baskı yaptırıp Paşa'yı valilikten azlettirdi.

Rus elçisi Mençikof, zamanın Dışişleri Bakanı olan Rifat Paşa'ya söz geçiremiyor, dolayısıyla Paşa'dan hoşlanmıyordu. Elçi 1853 Mayıs'ında saraya gidip zamanın hükümdarı Abdüláziz'le görüştü ve yarı rica yarı tehdit yoluyla Rifat Paşa'nın azledilip yerine Mustafa Reşid Paşa'nın getirilmesini sağladı.

Bir başka Rus elçisi olan Prens İgnatiyef, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa ile borsada ortaktı. 1875 sonbaharında tahvil faizlerinin ödeme günü geldi ama hazinede tek kuruş yoktu. İgnatiyef, Paşa'ya önce gizlice ellerindeki káğıtları satma, sonra da faizleri yarıya düşürme talimatı verdi. Paşa söylenenleri yapınca Türkiye birbirine girdi, altın fiyatları yükseldi, öğrenciler ayaklandı ve Mahmud Nedim Paşa koltuğundan oldu.

1854'te, zamanın Milli Savunma Bakanlığı karşılığı olan ‘‘Seraskerlik’’ koltuğunda Rıza Paşa vardı ve Paşa'yı Fransız elçiliği destekliyordu. Sultan Abdüláziz bir gün Paşa'yı görevden aldı ama Fransız elçisinin zamanın başbakanlığı olan Babıáli'ye hakareti andıran protestoları üzerine önce gönlünü almak üzere Rıza Paşa'ya alışılmışın dışında yüksek bir azil aylığı bağlandı, sonra yeniden aynı göreve getirildi.

19. asrın son günlerinde Anadolu'nun çeşitli yerlerinde Ermeni isyanları patladı. Rus elçiliğinin bir görevlisi, elinde koskoca bir sopa ile saraya gitti ve ‘‘Türkler zavallı Ermeniler'i bu sopalarla sokak ortasında öldürüyorlar. Bütün Avrupa aleyhinize dönecek’’ dedi. Hükümet ise, tepki göstermek yerine iddiaları araştırma sözü verdi.
Yazarın Tüm Yazıları