Komisyonu'nun raporundan sonra ümidimizi 13 Aralık'taki Kopenhag Zirvesi'ne bağladık.
Ben, bu ‘‘13 Aralık’’ tarihini her işittiğimde, Avrupalılaşma maceramızın geçmişindeki bir başka soğuk Aralık gününü, 1876'nın 23 Aralık'ını hatırlıyorum: İstanbul'da toplanan ‘‘Tersane Konferansı’’nı... O konferans öncesinde de aynen bugünkü gibi heveslenmiş, Avrupalı olacağımıza iman
edercesine inanmıştık ama Avrupa'nın kapıları değil açılmak, aralanmamıştı bile... 13 Aralık'taki Kopenhag Zirvesi'nden iki gün sonra, 15 Aralık Pazar günü çıkacak yazıma büyük bir ihtimalle ‘‘Ben dememiş mi idim?’’ diye başlık atacağım.
Tahminlerim maalesef doğru çıktı ve Avrupa Birliği yolundaki ümitlerimiz bir defa daha kırıldı. Avrupa Birliği Komisyonu, aylardır heyecanla beklediğimiz ilerleme raporunu geçen çarşamba günü nihayet yayınladı ama Türkiye'ye tarih falan vermedi ve topu 13 Aralık'ta Kopenhag'da toplanacak olan AB liderlerine attı.
Şimdi nefesimizi tutmuş bir halde, üyelik görüşmelerine başlangıç tarihi alabileceğimiz ümidiyle 13 Aralık'ı bekliyoruz. Ben, önümüze ‘‘tek kurtuluş ümidi’’ gibi sunulan bu ‘‘13 Aralık’’ tarihini her işittiğimde, Avrupalılaşma maceramızın geçmişindeki bir başka soğuk Aralık gününü, 1876'nın 23 Aralık'ını hatırlıyorum: İstanbul'da toplanan ‘‘Tersane Konferansı’’nı... O konferans öncesinde de aynen bugünkü gibi heveslenmemizi, Avrupalı olacağımıza iman edercesine inanmamızı ama Avrupa'nın kapılarının bize açılmaması bir yana, ufaktan da olsa aralanmamasını ve neticede uğradığımız hayal kırıklığını...
İşte şimdilerde unuttuğumuz 126 yıl öncesindeki bu ‘‘Aralık maceramızın’’ kısa öyküsü:
1876 yazı, Osmanlı Devleti için sıkıntılarla dolu geçmişti. Sultan Abdüláziz 30 Mayıs günü tahtından indirilmiş, yerini Beşinci Murad almış ama sadece 93 gün padişahlık edebilmiş, delirdiği söylenmiş, 31 Ağustos'ta o da tahtından indirilmiş ve İkinci Abdülhamid hükümdar olmuştu.
Türkiye, Rusya'nın destek verdiği Sırbistan ve Karadağ ile savaş halindeydi ve 31 Ekim günü Rusya'dan İstanbul'a bir ültimatom geldi: Rus Çarı, cephelerde üstünlüğü ele geçirmiş olan Türk birliklerinin derhal ateşkes yapmasını ve savaşa son verilmesini istiyordu.
KARAGÖZÜMÜZE DEĞİL...
Rusya'nın güçlenmesinden çekinen Avrupa memleketleri İstanbul'da bir barış konferansı toplanmasına karar verdiler ve temsilcilerini gönderdiler. Toplantı 23 Aralık günü Haliç Tersanesi'ndeki ‘‘Bahriye’’, yani Denizcilik Bakanlığı binasında yapıldı ve bu yüzden tarihlere ‘‘Tersane Konferansı’’ diye geçti. Resmi gündem İstanbul'a destek ve Rusya'ya gözdağı vermekti ama káğıt üzerinde görünmeyen talepler çok daha başkaydı: Avrupa Babıáli'den birşeyler kopartabilmenin, Babıáli yani o zamanın Türkiyesi'nin hükümet merkezi ise Avrupalı olabilmenin peşindeydi.
Türkiye, Tersane Konferansı'nın öncesinde, Avrupalı olabilmeyi bu defa başarabilmenin hazırlığıyla meşguldü. Avrupa, İstanbul'un ‘‘Avrupalı olma’’ taleplerine o zamana kadar hep ‘‘Köklü reformlar yapın, ondan sonra görüşelim’’ demiş ve kapılarını bir türlü açmamıştı ve İstanbul, işi böyle bir cevaba fırsat bırakmadan, kendiliğinden bir girişimle bağlamak istiyordu: Kanun-ı Esasi'yi, yani anayasayı ilán ederek...
Genç hükümdar Abdülhamid tahta çıkarken meşrutiyet sözü vermiş ve bir anayasa taslağı hazırlanmasını istemişti. Hazırlıklar konferansın açılış gününde tamamlanacak şekilde yapıldı ve meşrutiyet ile anayasa, 23 Aralık sabahı, Tersane Konferansı'nın başladığı saatlerde top atışlarıyla ilán edildi. Babıáli, Avrupalılar'a ‘‘Biz de artık sizler gibi olduk’’ deyip göğsünü gere gere ‘‘Bizi aranıza almanızın önünde bir engel kalmadı’’ diyebileceğine inanmıştı.
Ama işler pek öyle gitmedi. Tersane'de toplanan Avrupalı delegeler top seslerini işitince teláşlandılar. Savaş çıktığını yahut ihtilál olduğunu zannetmişlerdi. Delegelerin merakını, Babıáli'den gelen monşerler giderdi, ‘‘Bu top sesleri, artık meşrutiyete geçtiğimizi ve bir anayasamızın varolduğunu müjdeliyor’’ dediler. ‘‘Dolayısıyla azınlık meselesi diye bir meselemiz artık kalmamıştır ve konferansın devamı da lüzumsuzdur’’.
Avrupalıların o günlerde de bizi yıkan cevabı sadece iki kelime oldu: ‘‘Çocuk oyuncağı’’... Türkiye'nin yapmaya çalıştığı makyaj yani meşrutiyet ile reformlar hiçbirinin umurunda değildi ve sadece bir ‘‘çocuk oyuncağından’’ ibaretti. Toplantılarına devam ettiler ve ‘‘Biz de artık sizler gibi olduk’’ diyen Babıáli memurlarının burnuna hazırladıkları yeni bir talep listesini dayadılar. ‘‘Dinlere özgürlük, işkenceye son, vergi sisteminin düzelmesi ve ekonomik reform’’ diyorlardı.
Çok ümitlenmiş ama gene de Avrupalı olamamış, üstelik Avrupa'ya yeni vaadlerde bulunmak zorunda kalmıştık.
OLMAYACAK BİR DUA!
Avrupalılaşma aşkına denediğimiz bu ilk anayasa maceramızdan sonra olup bitenleri de kısaca anlatayım: Ümidimiz kırıldı, yeniden kendimize döndük ve işin devamı biraz kanlı yaşandı. İlk parlamento 19 Mart günü açıldı ama 24 Nisan'da Rusya Türkiye'ye savaş ilán etti. Tarihlere ‘‘93 Harbi’’ diye geçen savaşta çok büyük yenilgiye uğradık, Rus ordusu Yeşilköy'e kadar geldi. Meclis'in Türk olmayan üyeleri milliyet davasına kalkıştılar, Abdülhamid de 1878'in 13 Şubat'ında Meclis'i süresiz tatil etti. Bu tatil tam 30 sene sürecek, ilk anayasamızın mimarı Midhat Paşa da Arabistan'daki bir zindanda canından olacaktı.
AB'nin ‘‘Daha yapmanız gereken işler var’’ diyen ilerleme raporunun açıklanmasından önceki ve sonraki günlerde, ben hep bunları düşündüm... Avrupalı olabilmek uğruna iki asırdan beri tavize kadar uzanan bütün talepleri yerine getirmemize rağmen aralarına bir türlü giremememizi... Geçmişi bilmediğimizden yahut unuttuğumuzdan olacak, Avrupalı memurların bir Türk bakanın telefonuna çıkmaması gibisinden hakarete varan protokol kabalıklarını bile sineye çekip haysiyet kavramından da neredeyse uzaklaşarak kendi kendimize gelin-güvey olmamızı ve olmayacak duaya ‘‘Amiiin!’’ dememizi...
13 Aralık'taki Kopenhag Zirvesi'nden iki gün sonra, 15 Aralık Pazar günü yazacağım yazıya büyük bir ihtimalle ‘‘Ben dememiş mi idim?’’ diye başlık atacağım.
Aynı rapor bundan 126 yıl önce de yazılmıştı
BUNDAN iki gün önceki Hürriyet'in birinci sayfasında Zeynel Lüle'nin ‘‘İşte, raporu yazan adam’’ başlıklı bir haberi vardı, Haberde, Türkiye'ye ‘‘Daha yapmanız gereken çok iş var’’ diyen ‘‘İlerleme Raporu’’nu AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Genel Müdürü Michael Leigh'in yazdığı söyleniyor ve Leigh'in tavsiyelerine yer veriliyordu.
Leigh ile ilgili haber beni gene eski zamanlara götürdü ve 1876'nın 31 Ocak'ında yazılan bir başka raporu, daha doğrusu bir muhtırayı hatırlattı: ‘‘Andrassy Muhtırası’’nı...
Hersek'in Nevesinje kazasında yaşayan 300 kadar Hristiyan, 1875'in 13 Nisan sabahı vergilerin ve askerlik bedelinin düşürülmesi için Bábıáli'ye karşı ayaklanmıştı. İşin gerisinde Avusturya ile Rusya vardı ama asıl maksat işi bağımsızlığa kadar götürmekti.
Basiretimiz bu siláhlı ayaklanmaya rağmen gene bağlandı ve isyanı nasihatlerle, af vaadleriyle geçiştirmeye çalıştık.
Derken isyan büyüdü, Avusturya'yla Rusya'nın yanısıra Karadağ ve Sırbistan da isyancılara siláh desteği verince Hersek'te kan gövdeyi götürür oldu. Avrupalılar toplandılar, ‘‘Türkiye'nin bizden biri olabilmesi için Hersek'teki olayların sona ermesi gerekir’’ dediler ve Bábıáli'ye 1876'nın 31 Ocak günü gene bir muhtıra dayandı: Andrassy Muhtırası...
Muhtıranın metnini Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Dışişleri Bakanı olan Kont Andrassy kaleme aldığı için belge onun adıyla anılıyordu ve Avrupa'nın gene ‘‘küçük’’ bazı istekleri vardı... Hersek'teki Hristiyanlara tam bir dini serbestlik verilmesi, ácil vergi reformuna gidilmesi, bütün bu yeniliklerin Hristiyanlarla Müslümanların oluşturacağı bir yerel meclis tarafından kontrolünün sağlanması ve Hersek'ten alınan verginin sadece Hersek'e harcanması gibisinden istekler...
Bábıáli, Avrupalı olma uğruna Avrupa'nın taleplerini güle oynaya kabul etmeye alışmıştı ve Andrassy'nin muhtırasını da ‘‘Tamam, yaparız’’ diyerek hemen kabul ediverdik. Avrupa bu defa ‘‘Hersek'teki Türk birlikleri derhal geri çekilsin’’ diye tutturdu, aklı başına sonradan gelen İstanbul talebi reddetmeye kalkınca isyan büyüdü, Batı ise Hersekli Hristiyanlara daha fazla siláh ve mühimmat akıtmaya başladı. Bir yıl sonra da tarihlere ‘‘93 Harbi’’ diye geçecek olan Osmanlı-Rus Savaşı çıktı, Rus ordusu Yeşilköy'e kadar geldi ve 1878'in 13 Temmuz'unda imzalanan Berlin Andlaşması'yla Bosna-Hersek Avusturya'nın oldu.