Matrix tartışmalarının, filmin konusuyla tasavvuf arasında bağ kurulması ve dini bir tartışma halini alması gibisinden garip bir yola girdiğini görünce, bu işi yapanlara ufak bir hatırlatmada bulunayım ve böyle büyük prodüksiyonlar için bizde de çok sayıda eserin varolduğunu söyleyeyim dedim.
İşte, bunlardan birkaçı: Şehbenderzade Ahmed Hilmi'nin 'Ámák-ı Hayál'i, yani 'Hayálin Derinlikleri' ile Giritli Ali Aziz Efendi'nin 'Muhayyelát-ı Aziz Efendi'si nefis birer yerli Matrix olabilecek güçtedir. 19. asır Kastamonu valilerinden Galip Paşa'nın, Kezban adında genç bir kızla Himmet isimli delikanlının mahrem ilişkilerini anlattığı 'Mutayyebát-ı Türkiyye'si Passolini'nun 'Dekameron Hikáyeleri'ne, 15. asırda yaşamış olan Amasyalı 'şaire' Mihri Hatun da şimdi gişe rekorları kıran Frida'ya rahmet okutur!
MATRIX'in ikinci kısmı, Türkiye'de 264 salonda birden gösteriliyor. Filmi üç günde tam 455 bin 190 kişi seyretti ve Matrix vizyona girer girmez gündemimizi de işgal etti.
Bir kesim, filmi 'Amerikan kültür emperyalizminin yeni bir vasıtası' diye nitelerken bir başka kesim filmde 'Hristiyan ve Yahudi propagandası yapıldığını' söyledi, işe dini konularda yazıp çizenler de karışınca tartışma büyüdü. Neo'nun İsa, filmin mekánının da Kudüs yahut bir başka kutsal şehir olduğu iddia edildi. Şimdi hemen her yerde sadece ve sadece Matrix var.
Bu tartışmalar üzerine gecenin bir yarısında kalkıp Matrix'i seyretmeye gittim. Birincisi beni zaten pek bir sıkmıştı, ikincisinden de öyle bir zevk alamadım. Vurdulu-kırdılı bir çocuk filmi gibiydi ve bizim İslami felsefe erbabının Matrix ile tasavvufu nasıl bağdaştırmalarının, hatta işi Hristiyanlık'a kadar götürmelerinin esrarını bir türlü anlayamadım.
Dini unsur, hemen her Amerikan filminde varolan birşeydir, zira bizdeki bir kesimin giderek çok daha büyük bir muhabbet hissettiği Amerikan toplumu aslında değerlerine son derece bağlıdır, dolayısıyla filmlerinde dini unsur eksik değildir. Esrarengiz bir hava estirmek isteyen senaristin yahut yönetmenin Matrix gibi bir filmde 'Johnny' veya 'Tommy' cinsinden isimler kullanması hafif kaçar. Dolayısıyla, filmin kahramanlarına 'Morpheus' yahut 'Leo' gibi tananalı adlar verilmesi gayet normaldir; işin garip olan tarafı ise bu gibi isimlerin Hristiyanlık propagandası olduğu yolunda garip teoriler üretmektir.
TASAVVUFDEĞİLMACERA
İşte, Matrix gibisinden neredeyse çocuklar için yapılmış bir filmle tasavvuf arasında bağ kurmaya çalışıldığını görünce, bu işi yapanlara ufak bir hatırlatmada bulunayım ve Türk Edebiyatı'nda da böyle filmler için senaryo olabilecek çok sayıda eserin varolduğunu söyleyeyim dedim.
İşte bunlardan biri, Şehbenderzade Ahmed Hilmi'nin 1908'de yayınlandığı 'Ámák-ı Hayál', yani 'Hayálin Derinlikleri' isimli romanı...
Romanın 'Ráci' adındaki kahramanı aslında Ahmed Hilmi'nin bizzat kendisidir. Kitap, Ráci'nin olgun bir insan olabilmek için tasavvuf yolunda yaşadığı maceraları anlatır.
Ráci, mutlak gerçeğin arayışındadır ve mezarlıkta bir kulübede yaşayan Aynalı Baba adında bir şeyhe mürid olmuştur. Aynalı Baba, Ráci'yi olgunlaşması için bir seyahate gönderir. Ráci, bu yolculuğu düşünce kuvvetiyle ve zihninde yapacaktır.
İlk gün, 'hiçlik zirvesinde' dolaşır ve bazı denemelerden geçer. Bu hiçlik zirvesinde Buda'ya rastlayıp görüşür ama şüpheler içerisindedir. İkinci gün, eski İran'ın tanrısı olan Zerdüşt ile karşılaşır. İyilik ve kötülük hakkında uzun uzun tartışırlar. Bu tartışma, Ráci'yi kendi benliğiyle mücadeleye sevkeder.
Üçüncü gün geldiğinde, Ráci'nin şüpheleri artmış, sonsuz bir devir yoluna girmiştir. Hem kendisi, hem de etrafı devamlı bir değişiklik halindedir ve olup bitenleri farkedemez hale gelmiştir. Bir sonraki gün ise, imtihan günüdür ve Ráci kendisine sorulan son derece ağır soruları cevaplandırır. Beşinci gün, 'Anka' ile karşılaşır. Anka, Kafdağı'nda yaşayan ve sadece batıya uçan efsanevi bir kuştur. Ráci'yi alıp 'yücelik sahası'na götürür. Ráci, bu büyük meydanla bir taşla konuşur ve taştan káinatın sürekliliğini öğrenir. Sonra Mars'a ve Jüpiter'e giderler.
Altıncı günün programında Anka'nın mekánı olan Kafdağı'na, yedinci günde de yücelik denizine uzanmak vardır. Ráci, buralarda da mutlak gerçeği ararken birlik inancının bazı belirtilerini farkeder. Sekizinci gün 'sonsuz sır' ile karşı karşıya gelir.
Ráci, seyahatinin dokuzuncu gününde kendisini o ana kadar gezdiği mekánların en büyüğünde ama bir hapishanede bulur. Hapishane, dünya hayatıdır. Seyahati sırasında çok yer gören ve gerçeğin ne olduğunu öğrenen Ráci için dünya artık zindandan farksızdır, kurtulmak istemektedir ve zindandan kurtuluşunu Aynalı Baba sağlar. Hürriyetine kavuşan Ráci 'insan-ı kámil', yani 'olgun insan' olmuştur ve káinat ona artık bambaşka bir şekilde görünmektedir.
Ahmed Hilmi'nin 85 seneden beri yerli bir Matrix olmaya aday vaziyette bekleyen 'Ámák-ı Hayál'inin konusu kısaca böyle ve sırada başka kitaplar da var. Meselá ilk baskısı 1852'de yapılan ve daha sonra defalarca basılan 'Muhayyelát-ı Aziz Efendi', eski zamanlardan kalma 'Tutiname'ler, yani 'Papağan kitapları' ve hatta 1001 Gece Masalları'nın bazı bölümleri...
Matrix'i seyredip 'Bu filmde Hristiyanlık var da Müslümanlık niye yok?' diye alákasız şekilde feryád edenler yahut bir sey söylemiş olabilmek için 'Filmdeki kırmızı hap, aslında zikrin bilmemkaçıncı derecesini temsil ediyor' gibisinden garip yakıştırmalarda bulunanlara küçük bir tavsiye: Vurdulu-kırdılı bir çocuk filmini tasavvufa monte etmek gibisinden ucuzluklarla ahkám kesmeyi bırakın, işin kolayına kaçmayın, işe hákim olduğunuzu iddia ediyorsanız oturun, konusunu 'bizden' olan filmler yapın.
Meselá 19. asırda Kastamonu Valisi olan Galip Paşa'nın, Kezban adında genç bir kızla Himmet isimli delikanlının mahrem ilişkilerini anlattığı 'Mutayyebát-ı Türkiyye'sini sinemaya uyarlayabildiğiniz takdirde, Passolini'nun 'Dekameron Hikáyeleri'ni gölgede bırakabilirsiniz. 15. asırda yaşamış olan Amasyalı 'şaire' Mihri Hatun'un öyküsü de, şimdi gişe rekorları kıran Frida'ya rahmet okutur!
Bizim Matrix yazarının ölümü hálá tartışılıyor
BUGÜN ismi artık çok dar bir çerçevede bilinen ama Türk düşünce tarihini bir zamanlar derinden etkilemiş olan Ahmed Hilmi, 1865'te Filibe'de doğdu ve babası Süleyman Bey 'şehbender' yani konsolos olduğu için hep 'Şehbenderzade' diye anıldı.
Galatasaray Lisesi'ni bitirdi, Posta ve Telgraf Nezareti'nde, arkasından da o zamanın 'Borçlar İdaresi' olan 'Düyun-ı Umumiye'de çalıştı. Vazifeli olarak gönderildiği Beyrut'ta Jöntürkler'le tanıştı, fikirlerini benimsedi ve İstanbul'a dönmek yerine Mısır'a gitmeyi tercih etti.
Kahire'de 'Çaylak' adında bir mizah dergisi çıkarttı. 1901'de İstanbul'a gelince tutuklandı ve Libya'ya, Fizan Çölü'ne sürgün edildi. Burada tasavvufa merak salıp Arusi tarikatine girdi. İstanbul'a ancak 1908'de, Meşrutiyet'in ilánından sonra dönebildi ve yayın hayatına atıldı. 'İttihad-ı İslam' adında haftalık bir dergiyle başladığı yayıncılığa daha sonra 'Hikmet', 'Kanat', 'Münakaşa', 'Nimet', 'Millet ile Musahabe' gibi dergiler çıkartarak devam etti ama dergileri sık sık kapatıldı.
İstanbul'da o zamanın üniversitesi olan 'Darülfunun'da felsefe profesörlüğü de yapan Şehbenderzade Ahmed Hilmi, İttihadçılar tarafından bir ara Kastamonu'ya ve Bursa'ya sürgün edildi. Affedilince yeniden İstanbul'a döndü, dergi ve kitap çıkartmaya devam etti ve 1914'ün 30 Ekim günü aniden ölüverdi. Ölümüne bakır zehirlenmesinin sebep olduğu açıklandıysa da, son yazılarında Mason localarını şiddetli bir şekilde tenkid ettiği için 'masonlar tarafından katledildiği' yolunda dedikodular çıktı ama bu iddialar hiçbir zaman ispat edilemedi.
Yayınladığı dergilerin yanısıra bir hayli kitabı da olan Ahmed Hilmi, Türk felsefe tarihinin çok önemli bir ismiydi ve hem doğu kültürünü, hem de batı düşünce sistemlerini öğrenmişti. Vahdet-i vücud düşüncesini temel alıyor, maddeciliğe ve Osmanlı Devleti'nin Batı'ya yönelmesine karşı çıkıyordu. Bu görüşler çerçevesinde yazdığı kırk civarındaki kitabıyla döneminde son derece etkili oldu. En meşhur eseri sayılan 'Ámák-ı Hayál'in yanısıra 'Allah'ı İnkár Mümkün müdür?', 'Muhalefetin İflásı' ve 'İslam Tarihi' gibi kitapları, Türkiye'deki modern düşünce sisteminin ilk örneklerinden sayılır.