Atadan kalma falakamız dururken Prisma'nın kırbacı da nereden çıktı
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Prismacılar'ın atadan kalma gül gibi falakamız dururken 80 adet kırbaç satın alması, yani dayak ve sopa işinde bile ‘‘ithal mal’’ modasına uyması, bana asırlar önce varolan ‘‘Kırbaççılar’’ tarikatini hatırlattı.
Bu kırbaçlar bir çeşit áyinde kullanılacak iseler, grubun üyeleri herhalde 14. asır Avrupa'sındakilere benzer sahnelere şahit olacaklar. Yok eğer ‘‘nefis terbiyesi’’ne değil de bazı uçuk ‘‘zevk’’ işlerine yarayacaklarsa, nasıl kullanıldıklarını görebilmek için, bir zahmet internetteki S/M yani ‘‘Sado-Mazo’’ sitelerinde kısa bir yolculuğa çıkın...
'PRİSMA' denilen, tarikat mı, felsefi yol mu yoksa değişiklik meraklıları için yeni bir tatmin vasıtası mı olduğunu bir türlü kestiremediğim grup, Türkiye'nin gündemine boylu boyunca yerleşti.
Basında, bir haftadan beri Prisma hakkında yazılmadık birşey kalmadı. Toplantılarına katılanlardan çoğunun durup dururken boşanmaya kalkışmalarından tutun, üye çiftlerin birbirlerine ihanetlerine varıncaya kadar ne varsa söylendi. Bu haberlerin hiçbirini önemsemedim, zira böyle gruplarda bu şekilde hadiselerin olması son derece normaldi ama birkaç satırla geçiştirilen bir başka haber, beni ziyadesiyle meraklandırdı: Prismacılar 80 adet 'kırbaç' satın almışlardı... Maliye memurları dünya kadar para kazandıkları halde tek kuruş vergi vermeyen Prisma'nın merkezini basıp hesapları kontrol ettikleri sırada kırbaç faturalarıyla karşılaşıp hayrete düşmüşlerdi ama kırbaçlar ortada yoktu.
Bu Avrupai dayak áletinin ne maksatla kullanıldığı veya kullanılacağı, üst kademelerdeki Prismacılar'ın dışında herkesin meçhulüydü. Kırbaç, gerçi bazı Hristiyan tarikatlerinde nefis terbiyesi vasıtasıydı ve az da olsa hálá kullanılıyordu. Derken 18. asır Avrupa'sında Marki de Sade ve Sacher Masoch adında iki yazar çıkmış, cinsellik üzerine bol bol kalem oynatıp yazdıklarında kırbaca da bol yer vermişler ve kırbaç bu kitapların yayınlanmasından sonra uçuk cinsel fantezinin ayrılmaz parçalarından biri haline gelmişti.
Dolayısıyla, iki ihtimal sözkonusuydu. Prismacılar ya eski Hristiyan tarikatlerinde olduğu gibi nefis terbiyesinin can acısından geçtiğine inanıyor ve seans başına birkaç yüz dolar vererek benliklerini bulmaya çalışanları avaz avaz bağırtıp rahatlatıyorlardı; yahut 'felsefe'nin, 'kişilik arama'nın ve 'ruhsal kimliği geliştirme'nin yolunun dayaktan geçtiğine inanıp birbirlerini şakır şakır kırbaçlıyor ve cinsel fantezinin en uçuğunu yaşıyorlardı.
CANINI YAK, SEVAP KAZAN
Prismacılar'ın bu kırbaç merakı, bana Avrupa'da bundan asırlarca önce varolan bir tarikati hatırlattı: Kırbaççılar'ı...
Avrupa, 14. yüzyılın ilk çeyreğinde tarihinin en büyük veba salgınına sahne olmuş ve nüfusun üçte biri birkaç sene içerisinde can vermişti. Tıp, ácizdi ve birkaç ferdini kaybetmemiş aile hemen hemen yok gibiydi.
İşte, böyle kapkaranlık günlerde, ortaya yeni bir tarikat çıktı: 'Kırbaççılar'... Önce Avrupa'nın batısında göründüler, derken vebanın hüküm sürdüğü hemen her yere yayıldılar.
İnsanoğlunun günahlarının arttığını, Allah'ın emirlerinin yerine getirilmediğini ve dolayısıyla kulların büyük bir belá ile uyarıldıklarını söylüyorlardı. Veba, onlar için Allah'ın gönderdiği musibetin ta kendisiydi ve insanlar doğru yola dönünceye kadar can almaya devam edecekti. Kullar günahlarına tevbe edip kendilerini cezalandırdıkları takdirde musibetin ortadan kalkması ihtimali vardı ve bu cezalandırma, kişinin kendisini ve başkalarını kırbaçlamasıyla mümkündü. Allah böylelikle insanoğluna acıyacak ve gönderdiği beláyı geri alacaktı.
'Kırbaççılar', Avrupa'nın vebadan kırılan hemen her bölgesinde faaliyet göstermeye başladılar. Kukuleta takıyor, ön ve arka tarafına haç motifleri işlenmiş beyaz entariler giyiyorlardı. Ellerinde deriden yapılmış kırbaçlar vardı. Tahtadan kalınca bir çubuğun ucuna deri kordonlar bağlanıyor, derilerin ucuna da küçük demir parçaları tutturuluyordu.
Tarikat mensupları gayet organize şekilde çalışıyor, sayıları 50 ile 500 kişi arasında değişen gruplar halinde şehirleri ve kasabaları dolaşıyorlardı. Gittikleri yerin pazar yerinde yahut en büyük meydanında toplanır, önce hep bir ağızdan iláhiler okur, derken kendilerini kırbaçlamaya başlarlardı. Bu iş her sabah ve her akşam, yani günde iki defa yapılır, kan çıkıncaya kadar devam eder ve halktan da kendilerine yandaş bulmaya çalışırlardı. Gittikleri yerlerde bir geceden fazla kalmaları yasaktı. Kadınlar tarikat mensuplarının sırtlarından akan kanların 'Allah'ın mucizesi' olduğuna inanır, kanları ellerindeki bezlerle silip gözlerine sürerlerdi.
Kırbaççıların sayısı zamanla 800 bine ulaştı ve vebanın yanısıra önce Yahudiler, derken kilise ile uğraşmaya başladılar. Papazların gittikçe zenginleşmesinden dolayı Allah'ın kızgın olduğunu, Papa ile çevresinin yolsuzluklara battığını söylüyorlardı. Papa İnnocent, 1349'un 20 Ekim'inde bir deklarasyon yayınlayıp Kırbaççılar'ı kınadı. Gittikçe yayılan bu yeni tarikat kiliseyi artık zorluyordu ama Papa afaroz siláhını kullanamadı. Zira, Hazreti İsa çarmıha gerilmesinden önce kırbaçlanmıştı ve Kırbaççılar bu hatıradan her vesileyle istifade ediyorlardı. Papa, afaroz yerine tarikati kınamakla yetindi ama Kırbaççılar'ı destekleyen papazların gelirlerine el koydu.
VEBA BİTTİ, KIRBAÇ GİTTİ
Kırbaççılar veba sayesinde varolmuşlardı ve veba 15. asrın başlarında etkisini kaybedip Avrupa rahat bir nefes almaya başlayınca bu garip tarikat da ortadan kalktı. Ama Papa'ya büyük darbe vurmuş, kilisenin servetini tartışmaya açmışlar ve 15. asır sonrasında yaşanan Reform hareketinin öncülerinden olmuşlardı.
İstanbul'daki Prismacılar'ın atadan kalma gül gibi falakamız dururken 80 adet kırbaç satın alması, yani dayak konusunda bile 'ithal mal' modasına uyması, bana asırlar önce varolan işte bu tarikati hatırlattı.
Prisma'nın kırbaçları bir çeşit áyinde kullanılacak ise, grubun üyeleri herhalde 14. asır Avrupa'sındakilere benzer sahneler yaşayacaklar. Yok eğer bu kırbaçlar 'nefis terbiyesi'ne değil de bazı uçuk 'zevk' işlerine yarayacaksa, nasıl kullanıldıklarını görebilmek için bir zahmet internete girin ve S/M yani 'Sado-Mazo' sitelerinde kısa bir yolculuğa çıkın...
Tarihin üstadıydı, meğer edebiyatın da üstadıymış
Türk Edebiyatı Tarihi'ni, özellikle de eski şiirimizi konu alan eserler içerisinde bugüne kadar en fazla etkilendiğim kitap, rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı'nın 'Divan Edebiyatı Beyanındadır'ı idi. Beni, eski sanatımızı bazı bakımlardan yerden yere vuran ve yayınlandığı zaman edebiyat dünyasında kıyametler kopartan eserin içinde anlatılanlardan ziyade, yazarının Divan Edebiyatı'nı Türkiye'ye yeniden öğreten bir kişinin, Abdülbaki Gölpınarlı olması şaşırtmıştı.
Ben doğmadan seneler önce çıkmış olan bu kitap hakkında Abdülbaki Hoca ile çok sonraları defalarca konuşmuştuk. 'Yazdıklarımın hepsi doğrudur, altlarına imzamı bugün de atarım' diyordu. 'Ama o kitabı şimdi yazmış olsaydım öyle sert ifadeler kullanmazdım, daha yumuşak bir üslubu tercih ederdim'...
'Divan Edebiyatı Beyanındadır' gibi beni böylesine saran bir başka esere rastlayabilmek için neredeyse çeyrek asır beklemem gerekti ve geçtiğimiz haftalarda Türk tarihçiliğinin duayeni Prof. Dr. Halil İnalcık'ın 'Şair ve Patron' isimli kitabını okudum. Halil Bey klasik edebiyatımızı üzerinde durulmamış bir açıdan, şair ve şairi destekleyen hükümdarlarla diğer devlet büyüklerinin ilişkileri bakımından ele alıyordu.
Halil Bey'in kitabının yayınlanmasından hemen sonra, yani geçtiğimiz bir-iki hafta içerisinde, sadece unvanları ‘edebiyat tarihçisi’ olan bazı kişiler 'meyveli ağaç taşlanır' misali esere dil uzatmaya başladılar: İnalcık edebiyata tarihçi gözüyle bakmışmış da, hiçbir şair menfaat karşılığı şiir yazmazmış da, dolayısıyla Halil Bey büyük yanılgı içerisindeymiş de, vesaire, vesaire...
Umman gibi bir ilmin karşısında çiziştirilmeye çalışılan silik bir noktadan ibaret böyle iddiaların ayrıntılarına girmeyeceğim, zira değmez. Ama bir hususa dikkat çekmek istiyorum: Edebiyat tarihçiliğinin artık ortaya kural koyan eserler vermek değil yalan-yanlış birkaç metin neşretmek seviyesine düştüğü günümüzde, elyazması kütüphanelerinin tozlu raflarında aydınlanmayı bekleyen geçmişin bazı edebi sırları, Halil İnalcık'ın bu kitabı sayesinde aydınlığa kavuşmuştır.
Türk tarihçiliğinin büyük ismi Prof. Dr. Halil İnalcık'ı herkese çok şeyler öğreten bu eseri yazdığı; bizlere sadece tarih değil, büyük bir edebiyat álimi olduğunu hatırlattığı ve Fuad Köprülü ile Abdülbaki Gölpınarlı gibi hocalara olan manevi borcunu da fazlasıyla ödediği için tebrik ediyorum.