Murat Bardakçı

Ölenlerin tamamı Türk askeriydi ama İngilizler 'kayıplar bizimdi' dediler

2 Kasım 2003
İngiltere'nin bundan 150 yıl önce ortaya attığı bir tarih yalanını, yine bir İngiliz TV'si düzeltti. 1850'lerde dünya gündemini senelerce işgal eden Kırım Savaşı sırasında Balaklava'da meydana gelen çarpışmalarda 600 İngiliz askerinin ölmesi, İngiliz tarihinin kahramanlık destanlarından biri sayılıyordu. Ama İngiliz ‘‘Savaş Alanları Detektifleri’’, ölenlerin İngiliz değil Türk askerleri olduğunu ve İngiltere'nin kamuoyunun desteğini sağlamak için konuyu çarpıttığını ortaya çıkardı ve Beşinci Kanal TV'sinde geçtiğimiz günlerde yayınlanan programda ‘‘Soğukta ve sefalet içerisinde bekleyen Türk askerleri bizi korumak için ümitsiz bir savunma yapmışlardı’’ dendi.

İNGİLTERE'nin geçtiğimiz haftalarda Beşinci Kanal TV'sinde yayınlanan dört bölümlük bir belgesel, İngilizler tarafından ortaya atılan ve 150 seneden beri devam eden büyük bir askeri tarih yalanını gözler önüne serdi. Uzun araştırmalardan sonra hazırlanan program, 600 İngiliz askerinin canına malolduğu iddia edilen ve İngiliz tarihine bir efsane şeklinde geçen 'Balaklava Savaşı'nda ölenlerin aslında Türk askerleri olduğunu ve İngiltere'nin kamuoyu desteği sağlamak için savaşla ilgili herşeyi çarpıttığını gösterdi.

Bundan 150 sene önce bugünlerde, Türkiye'nin gündeminde yine bir savaş konusu vardı: Kırım Savaşı... 1850'lerin başında, Osmanlı Devleti'nin en zayıf ánını yaşadığını farkeden Rusya, imparatorluktaki bütün Ortodoks nüfusu himayesine almak istemiş, İstanbul reddedince de Eflák ile Boğdan'ı işgal etmişti. Boğazlar'ın Rus tehdidi altına girdiğini gören İngiltere'yle Fransa Türkiye'nin tarafını tutmuşlar, 1853'ün 4 Ekim'inde Rusya'ya harp ilán edilmiş ve Tuna boylarından Kars'a kadar uzanan sahada iki yıl boyunca devam edecek bir savaş başlamıştı. Avusturya ve İtalya'daki küçük Piemonte hükümeti de Osmanlılar'ın yanında savaşa katılmış, 1855 Eylül'ünde Sivastopol müttefiklerin eline geçmiş, hayli zorda kalan Rusya ateşkes istemiş, 30 Mart 1856'da imzalanan Paris Barışı ile savaşa son verilmiş, Türkiye pek birşey kazanamamış ama káğıt üzerinde de olsa 'Avrupalı' sayılmıştı.

İngiliz Beşinci Kanal TV'sinde yayınlanan 'Battlefields Detectives' yani 'Savaş Alanları Detektifleri' programında, bundan 150 yıl önce sadece Türkiye'nin değil bütün dünyanın gündemini işgal etmiş olan Kırım Savaşı ve savaştaki en önemli çarpışmalardan biri olan Balaklava Muharebesi ele alındı.

Müttefikler, 26 Eylül 1854 günü, Sivastopol'un 6 kilometre kadar güneyinde bulunan Balaklava limanını herhangi bir direnişle karşılaşmadan işgal etmişlerdi. Balaklava, Sivastopol'e yönelik çevirme harekátının bir parçasıydı ve limana İmgiliz birlikleri yerleştirilmişti. Kırım Savaşı'nın en kanlı çarpışması daha sonra işte burada, Balaklava çevresinde yaşanacaktı.

Ruslar, 25 Kasım günü limana karşı beklenmedik ve yoğun bir topçu ateşi açtılar. İngiliz tarihleri, başında Don Kazakları'nın bulunduğu Rus topçusuna karşı İngiliz süvarisinin büyük bir saldırıya geçtiğini, bataryaların susturulduğunu ama 600 İngiliz askerinin saldırı sırasında can verdiğini yazacaktı. Hadise, İngiliz kamuoyunda bomba gibi patlamış ve İngiliz tarihine bir efsane gibi girmesinin yanısıra, İngiliz edebiyatına bile konu olmuştu.

İşin ilginç tarafı, Balaklava'da can veren 600 askerin İngiliz değil Türk olmasıydı, askerlerimiz üstelik İngiliz birliklerini Rus topçusundan korumak için şehid olmuşlardı. İngiltere hadiseyi tam tersine çevirmiş, tarih yalan şekilde yazılmış, üstelik 'İngiliz askerleri Türkler'in hatası yüzünden canlarından oldular' suçlamasına muhatap olmuştuk.

İngilizler'in bu tarihi yalanını, aradan 150 sene geçtikten sonra yine bir İngiliz TV'si, Beşinci Kanal düzeltti. Ben, 'Savaş Alanları Detektifleri'nin Balaklava Savaşı'nı ele aldıkları programın kasetine halkla ilişkilerin Türkiye'deki 'üstade'si Betül Mardin sayesinde sahip oldum. Programı Londra'da bulunduğu sırada TV'den seyreden Betül Hanım her zamanki profesyonelliğini burada da göstererek mümkün olmayan bir işi halletmiş, programlarının kopyalarını hiçbir zaman vermeyen İngilizler'den 'master' yani yayın öncesi bandı almaya muvaffak olmuştu.

İşte, hemen hepimizin bildiği 'Sivastopol önünde yatar gemiler / Atar da nizam topunu yer-gök iniler' gibi şarkılara kadar konu olan Kırım Savaşı'nın ve Balaklava'daki kanlı çarpışmaların bizden 150 sene boyunca gizlenen gerçek öyküsü...

Sadece yalan söylemekle kalmamış, yaralılarını bile bize taşıtmışlar

İNGİLİZ Beşinci Kanal TV'sine program yapan 'Savaş Alanları Detektifleri', konuyla ilgili değişik meslek gruplarından gelen önemli uzmanlardan oluşuyor. Aralarında savaş tarihi ve siláh uzmanlarının yanısıra arkeologlar, jeologlar, elektronikçiler ve askerler bulunuyor.

Balaklava'daki savaş alanı, aradan geçen 150 yıl boyunca büyük değişikliklere uğramıştı. Bölgedeki yoğun heyelán muharebenin meydana geldiği yerlerin üzerini en az bir metre kadar örtmüş, limanın çevresi Kırım Savaşı'ndan 90 küsur sene sonra, İkinci Dünya Savaşı yıllarında da büyük çarpışmalara sahne olmuş ve Sovyet Kızıl Ordusu ile Alman birlikleri burada birbirlerine girmişlerdi.

'Savaş Alanları Detektifleri', Balaklava'nın Kırım Savaşı sırasındaki arazi yapısını ortaya çıkartmak için öncelikle bir uydudan faydalandılar. İkonos uydusundan çekilen fotoğraflar, arazinin heyelán öncesi durumunu net şekilde gösteriyordu. Sonra çarpışmaların en yoğun olarak yaşandığı yerler arkeologlar tarafından kazıldı, İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma siperlerin altına inildi ve çok sayıda top mermisi, kurşun ve boş kovanlar bulunması üzerine araştırmanın doğru yerde yapıldığı anlaşıldı.

RAPORLAR DEĞİŞTİRİLMİŞ

Ama savaş meydanında bütün bunlarla beraber ortaya çıkan ve Türk askerlerine ait olan düğmeler, 1830 yılında İstanbul'da basılmış Osmanlı paraları ve yine Türkler tarafından kullanılan 'Tophane işi' denilen toprak ağızlık parçaları, Balaklava Savaşı'nın bilinenlerden başka şekilde yaşandığı yolunda kuşkular yarattı. Zira savaş kayıtlarına göre bölgede Türk değil sadece İngiliz askerleri vardı ve resmi raporlarda bu askerlerin Rus topçusu karşısında 'kahramanca can verdikleri' yazılıydı, dolayısıyla çarpışma alanında Türkler'in bulunmaması gerekiyordu.

'Savaş Alanları Detektifleri', bunun üzerine arazide elektronik detektörlerle yeni aramalara giriştiler ve yine Türk askerlerine ait çok sayıda kalıntıyı ortaya çıkardılar. Çalışma genişletildi, İngiltere'deki 'Kırım Savaşı Araştırma Grubu' isimli bir başka profesyonel kuruluştan da yardım istendi, savaş kayıtları tekrar tekrar gözden geçirildi, İkonos uydusu yeniden devreye sokuldu ve ortaya bambaşka bir gerçek çıktı:

150 seneden buyana yazılıp söylenenlerin aksine, 1854'ün 25 Kasım günü Rus topçusunun ateşi altında kalanlar İngiliz değil, Türk birlikleriydi. Rus Ordusu'nun Don Kazakları Bataryası İngilizler'e karşı yoğun bir baskına girişmişlerdi ama hemen önlerinde Türkler vardı ve ilk ateş altında kalanlar bizim askerlerimizdi.

Türkler, Rus top ateşine karşı ellerindeki tüfeklerle karşılık verirlerken İngilizler'e haber göndermişlerdi. İngiliz ordusu ise henüz uyanmıştı, mahmurluğunu üzerinden atamamıştı ve herşeyden habersizdi. Süvariler topçuları susturmak için hücuma geçtiler ama yanlış yere gittiler. Hatalarının farkına varıp geri döndükleri sırada Rus bombardımanı daha da yoğunlaşmış, Türk askerleri çaresiz bir vaziyette kalmış, İngiliz süvariler Rus topçusuna saldırıp susturmuşlar ama bu sırada ateş altında kalan 600 askerimizin tamamı şehid olmuş, İngilizler ise sadece 120 kayıp vermişlerdi.

ŞAİRLER DE YALANCI ÇIKTI

İngiltere, Balaklava'daki savaşı daha sonra tam bir reklam malzemesi olarak kullandı. O günlerde Londra'da savaş karşıtı bir hava esiyordu, Kırım'daki muharebelerin bir türlü bitmek bilmemesi halkı ve muhalefeti ayağa kaldırmıştı ve kahramanlık hislerinin yeniden canlandırılması için askerlere bir 'destan' lázımdı. Balaklava Savaşı, işte bu işe yaradı. Uykudaki İngiliz ordugáhını korumak için can veren askerlerimizden hiç bahsedilmedi ve ölen 600 askerin İngiliz olduğu yalanı ortaya atıldı. Sonra daha da ileri gidildi ve 'Türkler'in beceriksizliği yüzünden 600 askerlerimiz hayatından oldu ama süvarilerimiz bir destan yazıp Rus saldırısını püskürttüler' dendi. Bütün bu propagandanın üzerine İngilizler'in milli şairi Lord Alfred Tennyson'un İngiliz birliklerinin kahramanlıklarını anlatan destanlar yazması ile kamuoyu bir anda değişti ve İngiltere'de savaşın devam edip Ruslar'ın ezilmesi gerektiği düşüncesi hákim oldu.

Beşinci Kanal'ın 'Savaş Alanları Detektifleri' de vardıkları sonuçtan oldukça şaşkındılar ve 150 yıl önceki savaşın kayıtlarının bu derece tahrif edilmiş olması üzerine araştırmalarını genişlettiler. Londra'ya dönüşlerinden sonra zayiat kayıtları da tek tek elden geçirildi ve Balaklava'da öldüğü söylenen 600 askerin sadece 120'sinin can verdiği, diğerlerinin ise sağ salim İngiltere'ye dönmüş oldukları ortaya çıktı.

Araştırmaların tamamlanmasından sonra, Beşinci Kanal'da geçtiğimiz günlerde dört bölüm olarak yayınlanan programda bütün bu gerçekler tek tek anlatılıyor. 'Soğukta ve sefalet içerisinde bekleyen Türk askerlerinin ümitsiz bir savunma yaptıkları' söyleniyor, hadiselerin nasıl değiştirildiği anlatılıyor ve 'Yaptıklarımız bu kadarla da kalmadı. Türkler'in kaybını umursamamamız bir yana, yaralılarımızı bile onlara taşıttık ama kayıplarından hiç söz etmedik' deniyor.
Yazının Devamını Oku

‘Damatkıran Saray’ Baltalimanı tam dört damat götürmüştü

26 Ekim 2003
Maliye Bakanlığı, İstanbul Üniversitesi'nin ‘‘sosyal tesis’’ olarak kullandığı Baltalimanı'ndaki binayı üniversiteden geri almaya karar verince kıyamet koptu. Asıl adı ‘‘Baltalimanı Sahilsarayı’’ olan ve uğursuzluğuyla bilinen yalı geçmişte hanedanın dört damadının başını yemiş, damatlardan biri boğulmuş, biri zindanda can vermiş, bir diğeri tifoya yenik düşmüş, yalının son damadı olan Damad Ferid Paşa ise Türk Tarihi'ne bir leke olarak geçmişti. Şimdilerde yeniden gündeme gelen ‘‘Damatkıran Saray’’ın bundan sonra kimler başına işler açacağını çok yakında göreceğiz.

MALİYE Bakanlığı, İstanbul Üniversitesi'ne 'sosyal tesis' olarak kullanması için tahsis edilmiş olan Baltalimanı'ndaki binayı geri almaya karar verdi. Bakanlık binanın kár getirici bir hale getirileceğini, Üniversite ise bakanlığın tesisleri geri alarak kendisini 'cezalandırma' yoluna gittiğini iddia ediyor.

Günlerden beri tartışma konusu olan Baltalimanı'ndaki bina tarihe uğursuzluğuyla, sahiplerinin başına bir işler gelmesiyle ve içinde yaşamış olan dört damadın akıbetinin hep feláketle neticelenmesiyle geçmişti.

'İstanbul Üniversitesi Sosyal Tesisleri' olarak kullanılan bina, aslında hemen yan tarafında bulunan Kemik Hastahanesi ile bir bütün teşkil ederdi ve eski adı 'Baltalimanı Sahilsarayı' idi. Şimdi sosyal tesis olan bina eski sarayın selámlık, kemik hastahanesi de harem dairesiydi.

Saray, 1840'lı senelerde Tanzimat döneminin meşhur devlet adamı Mustafa Reşid Paşa tarafından o devrin en önemli mimarlarından sayılan Serkis Balyan'a inşa ettirildi. Reşid Paşa, 1854 Ağustos'unda oğlu Ali Galip Paşa'yı zamanın hükümdarı Abdülmecid'in kızı Fatma Sultan ile evlendirdi ve hazine sarayı Reşid Paşa'dan satın alıp yeni evli çifte tahsis etti.

Ardarda yaşanacak olan feláketler, bu tahsisle başladı...

Yeni evli çiftin Cemile adını koydukları bir kızları oldu ama çocuk daha birkaç günlükken sarayda ölüverdi. Asıl feláket ise birkaç sene sonra yaşandı ve Fatma Sultan'ın kocası Ali Galip Paşa, 1858 Eylül'ünde bir gece bir davetten yalısına kayıkla döndüğü sırada denize düşüp boğuldu. Paşa ile sadık uşağının birbirine sarılmış cesedleri günler sonra Boğaz'ın uzak bir köşesinde bulunacaktı.

Dul kalan Fatma Sultan altı ay sonra bir başka paşayla, Mehmed Nuri Paşa ile evlendi ama Baltalimanı bu damada da yaramadı ve 1881'de zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid, amcası Sultan Abdüláziz'in tahttan indirilip öldürülmesi hadisesine karıştığı için Nuri Paşa'yı tutuklattı. Yıldız Sarayı'nda kurulan mahkeme Paşa'yı idama mahkûm etti, padişah cezayı müebbed hapse çevirdi, Paşa diğer mahkûmlarla beraber Arabistan'a sürgün edilip Taif Kalesi'ne kapatıldı ve Fatma Sultan, ağabeyi olan Sultan Abdülhamid'in emriyle Paşa'yı boşadı. Nuri Paşa, dokuz sene boyunca Taif zindanında kalacak ve 1890 Temmuz'unda burada ölecekti.

Baltalimanı'na damad giden ikinci paşanın akıbeti de feláket olmuştu.

Fatma Sultan ise daha önce, 1884 Ağustos'unda ölmüş ve Baltalimanı'ndaki saray hazineye kalmıştı. Bina, bu defa bir başka hanedan mensubuna, Abdülmecid'in bir diğer kızı olan Mediha Sultan'a tahsis edildi.

Mediha Sultan bekárdı ve 1879'da imparatorluğun Paris Sefareti kátibi Sami Paşazade Necip Bey ile evlendirildi. Necip Bey hemen 'Paşa' yapıldı, yeni evli çift Baltalimanı'ndaki sarayda yaşamaya başladılar ve Abdurrahman Sami adında bir oğulları oldu.

Ama yalının şeameti bir türlü bitmek bilmiyordu. Damad Necip Paşa tifoya yakalandı ve 1885'te öldü.

Baltalimanı'nın dul bıraktığı sultanlar yeniden evlenmeden edemiyorlardı ve Mediha Sultan da ikinci evliliğini 1886 Nisan'ında Mehmed Ferid adında genç bir diplomatla yaptı. Saray, bu yeni damadı da hemen 'Paşa' yapacak ve Mehmed Ferid, tarihlere 'Damad Ferid Paşa' ismiyle ama hiç de hoş olmayacak bir şekilde geçecekti.

Damad Ferid Paşa'nın tarihteki rolünü burada anlatmam gereksiz, zira hepimiz biliyoruz ama yalının Ferid Paşa sonrasındaki akıbetinden kısaca bahsedeyim:

Paşa, İstanbul'un 1922'de işgalden kurtulmasından birkaç gün önce, karısını ve karısının ailesini yanına alıp sarayın rıhtımına yanaşan bir tekneyle, sessiz sadasız Avrupa'ya gitti, sürgünde sadece bir yıl yaşadı ve Nice'te 1923'te kanserden öldü. İkinci defa dul kalan karısı Mediha Sultan elindeki tek-tük mücevheri satışa çıkartarak yaşamaya çalıştı ve onun hayatı da 1928'de Fransa'nın İtalya ile sınır kasabası olan Menton'da noktalandı.

Baltalimanı'nda boş kalan saraya ise devlet el koydu ve içindeki eşyalarla Damad Ferid Paşa'nın zengin kütüphanesi 1925'te mezatla satıldı. Bina önce Balıkçılık Enstitüsü yapıldı, daha sonra harem kısmı Kemik Hastalıkları Hastahanesi, selámlığı ise İstanbul Üniversitesi'nin sosyal tesisi oldu.

Dört damadın başını yiyen Baltalimanı'nın öyküsü, işte böyle. Şimdilerde yeniden gündeme gelen 'Damatkıran Saray'ın bundan sonra kimlerin başına işler açacağını çok yakında göreceğiz.


Baltalimanı’nın son sahibi anlatıyor


BALTALİMANI Sarayı'nın son sahibesi Mediha Sultan'ın tek çocuğu olan Sultanzade Abdurrahman Sami Bey'in oğlu Fethi Sami Baltalimanlı, şimdi 94 yaşında ve Londra'da yaşıyor.

Fethi Sami Bey, İngiliz okullarında spor hocalığından emekli. Sürgün hayatının neredeyse 70 yılını 'vatansız' geçirdi ve ancak 1990'larda yeniden Türk vatandaşlığına alındı. Hayatında ilk defa, 83 yaşındayken bir soyadına sahip olabildiğini ve çocukluğunu geçirdiği sarayın ilhamıyla 'Baltalimanlı' soyadını aldığını söylüyor. Baltalimanı'nın son sakininin, babaannesinin mülkü olan sarayı geri alabilmek için birkaç sene önce İstanbul'da açtığı dava da halen devam ediyor.

Yine bundan birkaç sene önce, Fethi Sami Baltalimanlı, hatıralarını video kameraya kaydetmeme izin vermiş ve babaannesinin sarayındaki günlerinden ve üvey dedesi Damad Ferid Paşa'dan uzun uzun bahsetmişti. İşte, o zaman yaptığım bu mülákatın bazı bölümleri:

'...Ferid Paşa denince, manikürlü uzun tırnaklarını ve hepimizi açlığa mahkûm edişini hatırlarım. Babaannemle (Mediha Sultan ile) babamın bütün servetini yedi, bitirdi. Öldüğü zaman, evrakı arasından Fransız madmazellere yazdığı çeklerin koçanları çıktı. Bankada sadece birkaç yüz sterlini vardı. 11 kişilik aile, bu kadarcık parayla Avrupa'nın ortasında kalakaldık. Kadın-erkek parklarda yattık, valizlerimizin üzerinde uyuduk. Yemek zamanları zeytinyağına ekmek banıp yer, dua edip kalkardık.

...Baltalimanı Sarayı'nda bir sabah, Ferid Paşa'nın çalışma odasının önünde, ağabeyimle misket oynuyorduk. İçeride telefon çaldı, Paşa birkaç dakika konuştuktan sonra kapıyı açıp telaşla babaannemin odasına koşmaya başladı. 'Sultan Efendi, Sultan Efendi, Yunanlılar İzmir'i işgal etmişler!' diye bağırmaya başladı, sonra salonun ortasında düştü, bayıldı. Taa Arnavutköy'den buzlar getirtip ayılttık.

...Ferid Paşa için hain diyemem, sadece akılsızdı. Hülya içerisinde bir adamdı. Ne dünyadan haberi vardı, ne politikadan. İngiliz kralıyla seneler öncesinde kalan ahbaplığının Türkiye'yi kurtaracağını zannediyordu.

...İşgal seneleriydi. Bir gece babam hepimizi salona topladı ve 'Anneniz sizlere emanet' dedi. 'Biz, yarın sabah dayımla (Sultan Vahideddin ile) Söğüt yatına binip Anadolu'ya geçiyoruz. Hepinizin silahı var, saraya girmeye kalkan Rum'u hemen vurun'. Valizlerini yaparken, geceyarısına doğru, İngiliz Elçiliği'nin tercümanı geldi. 'Padişahla beraber, istediğiniz yere gitmekte serbetsiniz. Ama Istanbul'u terkettiğiniz anda biz de askerlerimizi çeker, şehri Yunan askerlerine bırakırız' demiş. Babam, tercümanla beraber hemen saraya, padişahın yanına gitti ve Anadolu'ya geçme planını mecburen iptal ettiler. İngilizler'in bu işten nasıl haberdar olduklarını 75 senedir merak ederim...''



Topkapı’da 1000 yıllık Macar şarkıları çalıyor


TOPKAPI Sarayı'nda, geçtiğimiz cuma günü son derece enteresan bir sergi açıldı: 'Türk Macar İlişkilerinden Anılar' sergisi...

Sergide, 150 sene boyunca viláyetimiz olan ve İstanbul'dan gönderilen valilerin yönettiği Macaristan'da kalan hatıralarımız ve Topkapı Sarayı'nda bulunan Macar eserleri teşhir ediliyor. Sergilenen eserler arasında en önemlisi, Macar Müziği'nin en eski ve en önemli kaynağı sayılan 1360'lardan kalan 'Antiphonal' isimli elyazması. Dünyanın en eski nota mecmualarından olan 'Antiphonal'de, yaklaşık 1000 senelik Macar müzik parçaları yeralıyor ve serginin açıldığı Hasoda Koğuşu'nda bu elyazmasında yeralan bazı eserler banttan icra ediliyor.

Fırsat bulursanız bu sergiyi mutlaka gezin ve Antiphonal'deki parçaları dinleyip asırlar süren bir seyahate çıkın. Tarihiyle barışık olan Macarlar'ın, Türk yönetimini Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer bazı unsurları gibi nefretle değil, 'tarihi bir gerçek' şeklinde algılamalarına şahit olacaksınız.
Yazının Devamını Oku

Unakıtan'a şükredelim, biz gerdekten bile vergi alırdık

19 Ekim 2003
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, 17 Ağustos depreminden sonra konan vergilerin kalıcı hale getirileceğini söyleyince ayağa kalktık ve ‘‘geçici vergi nasıl olur da kalıcı hále getirilir?’’ demeye başladık. Unakıtan aslında yeni bir şey söylemiyor, bizdeki bir geleneğin hálá devam etmekte olduğunu ifade ediyordu: Konan verginin bir daha asla kalkmaması geleneğinin... Biz aslında geçici vergileri kalıcı yapmakla kalmaz, akla gelen hemen herşeyden, meselá damatla gelinin gerdeğe girmesinden bile vergi alırdık ve bir zamanlar bakireden 60, dul kadından da 30 akçe vergi tahsil ederdik.

MALİYE Bakanı Kemal Unakıtan müjdeyi verdi ve 17 Ağustos depreminden sonra konulan vergilerin kaldırılmayacağını, aksine kalıcı hale getirileceğini söyledi. Unakıtan açık konuştu ve 'Kimse kimseyi kandırmasın. Bu vergiler deprem için değil, bütçenin ihtiyacı için çıkartıldı. Şimdi vazgeçme imkánımız yok. Vergileri kalıcı hale getirmeye dönük yasal düzenleme yapacağız' dedi.

Maliye Bakanı'nın sözlerini kimilerimiz şaşkınlıkla karşıladı, hatta bazı tüketici dernekleri vergilerin iptali için mahkemeye gitmeye bile karar verdi. Ama, Kemal Unakıtan aslında yeni birşey söylemiyor, yüzlerce senelik bir geleneğin devam edeceğini anlatıyordu: Bizde vergi her ne sebeple konmuş olursa olsun bir daha asla kalkmamış, kalıcı hale getirilmiş, üstelik devlet bir zamanlar teneffüs edilen havadan, hatta gelinle damadın gerdeğe girmesinden bile vergi almıştı...

İşte, vergi konusunda asırlar öncesine uzanan bu 'kalıcılık' geleneğimizin kısa öyküsü:

Vergi, Osmanlı zamanında da devletin hayat kaynaklarının başında gelir ve gerek takibine, gerekse de tahsiline son derece özen gösterilirdi. Vergi memurları devletin başka hiçbir vesileyle uğramadığı dağ köylerine bile katır sırtında çıkar ve tahsilát mutlaka yapılırdı. Ama değişmeyen kural, geçici olarak konmuş olan verginin bile zamanla kalıcı hale getirilmesiydi.

HAVA VERGİSİ BİLE VARDI

Rutin vergiler dışında savaş zamanlarında mutlaka yeni vergiler konur ve bunlara 'avárız' denirdi. Avárızın uygulamasına 16. asırda başlandı ve vergi sadece nakit olarak değil, mal yahut hizmet şeklinde de alınır oldu. Ama savaşların bir türlü bitmek bilmemesi üzerine, Dördüncü Murad avárızı kalıcı hale getirdi, üstelik oranını da arttırdı. Avárızın zamanla halkın belini büker hale gelmesi üzerine ödenebilmesi için hayır vakıfları kuruldu ve halk vergiyi vakıf gelirlerinden karşılamaya çalıştı.

Derken savaşların getirdiği yük daha da ağırlaştı ve devlet daha başka vergiler koymaya başladı. 1689'da Viyana'nın ikinci defa kuşatılması sonrasında yaşanan bozgun maliyeyi altüst edince 'imdad-ı seferiyye', yani 'savaş yardımı' adıyla yepyeni bir vergi icad edildi. İmdad-ı seferiyye, ilk zamanlarda devletin varlıklı kesimden aldığı uzun vadeli borç gibi görünüyordu ama zamanla geçici bir 'varlık vergisi' haline geldi. 1711 sonrasında ismi değiştirilip 'imdad-ı hazariyye'ye çevrilip kalıcı vergi yapılıverdi. Devlet, harcamalarını geçici vergi gelirlerine göre ayarladığı için bu büyük gelirden mahrum kalamıyor ve artık bütün geçici vergileri kalıcı hale getiriyordu.

BAKİREDEN 60 AKÇE

Bizde eski zamanlarda normal vergilerin yanında yerel yöneticilerin akıllarına estiği zaman koydukları ve 'nalbaha', 'selámlık, 'cerime', 'pişkeş' ve 'aylık' gibi isimler taşıyan başka vergiler de vardı ve halkın başına belá olan asıl vergi, işte bunlardı. Devlet bu çeşit gayrımeşru vergilerin önüne geçebilmek için bir hayli uğraşıyor, hatta alanların ölümle tehdit edildiği fermanlar bile çıkartıyor ama mali bunalım zamanlarında kendisi de benzer vergiler koymadan edemiyordu.

Devletin çeşitli bahanelerle aldığı bu gibi vergilerin genel ismi 'bád-ı hava' idi; 'bád-ı hava', 'hava rüzgárı' demekti ve teláffuzu zamanla değişerek bugün bildiğimiz 'bedava'ya dönüştü.

Bedava vergiler akla gelen hemen herşeyden, meselá cinayetten, göçebe aşiretlerin kalkıp gitmesinden, kölelerini kaçıran efendilerden, arazi sahiplerinin topraklarına bekçi dikmesinden bile alınırdı ama en ilginci 'arusiye' denilen düğün ve gerdek vergisiydi.

Gerdek vergisini, nikáhı kaydeden kadı efendi tahsil eder, zenginden bir altın, fakirden 12 akçe, orta hallilerden de bu iki miktar arasında canının istediği mebláğı alırdı. Toprak sahibinin, arazisinde yaşayanların evlenmesi halinde vergi alma hakkı vardı, verginin miktarı gelinin bakire olup olmamasına göre değişirdi ve bu miktar bakire kız için 60, dul kadın için 30 akçe idi. Gayrımüslimler bu miktarların yarısını verir, göçebeler vergilerini para ile değil, koyunla öderler ve ödeme yapılmadan gerdeğe girilemezdi!

İşte, devletimiz vakti zamanında gerdekten bile vergi almış olduğu için Kemal Unakıtan'ın söyledikleri bana hiç de garip gelmedi ve Maliye Bakanı'nın sözlerini geleneklerimizin devamı olarak yorumladım...

Gerdekten, kaçan köleden yahut cinayetten tahsil edilen bu gibi vergilerin zamanla nasıl modern vergi halini aldıklarını öğrenmek istiyorsanız, şimdi Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan Abdüllatif Şener'in doktora tezine bakın. Kitap halinde çıkmıştır ve adı 'Tanzimat Dönemi Osmanlı Vergi Sistemi'dir. Merak edenler bulup okuyabilirler.


'Sevişme vergisi' bile şaka yollu gündeme gelmişti


EŞREF, 19. yüzyılın en meşhur hiciv şairiydi. 1847'de Kırkağaç'ta doğdu, genç yaşında katıldığı bir içki meclisinde bir arkadaşını yaralayınca memleketinden kaçıp Manisa'ya gitti, medreseyi bitirdi ve devlet hizmetine girdi. İmparatorluğun çeşitli bölgelerindeki kasabalarda kaymakamlık yaptı, bir ara siyasi suçlu olarak hapse bile girip çıktı, Mısır'a kaçtı, oradan Avrupa'ya, derken Kıbrıs'a geçti ve 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilánı üzerine İstanbul'a döndü.

Hayatının son senelerinde memleketi olan Kırkağaç'taki köşküne çekilen ve 1912'de ölen Eşref, Türk Edebiyatı'nın önde gelen hiciv şairlerindendi. Hicivlerinde sosyal konulara ağırlık vermiş, tek bir 'kıt'a'da, yani dört satırda zamanının en önemli isimlerini bir anda yerin dibine sokmuş ve hicivleri dilden dile dolaşmıştı.

Eşref, İkinci Abdülhamid zamanında hükümetin 'vergi reformu' adı altında yeni vergiler koymasını da hicvetmiş ve eski Türk Edebiyatı'na vergi konusundaki tek hicvi kazandırmıştı:

'Vergi miktarını ol (o) mertebe arttırmalı ki / Sahib-i servet (servet sahibi) olanlar da züğürt kalmalıdır / Yalınız fahişelik vergisi haksızlık olur / Evlilerden de seviştikçe rüsum almalıdır'.


Osmanlı ilk vergiyi kasaba pazarından almıştı


OSMANLI tarihleri, bizde bilinen en eski verginin Osman Gazi zamanında ve o zamanki ismi 'Germiyan' olan Kütahya'da, pazar yerinden alındığını yazarlar.

İlk verginin nasıl alındığı konusu Nihal Atsız'ın 1949'da yayınladığı 15. asır Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazade'nin eserinde geçer ve şöyle hikáye edilir:

'...Kütahya'dan adamın biri kalkıp geldi. 'Bu pazarın vergisini bana satın' dedi. Halk, 'Osman Han'a git' diye cevap verdi. Adam, Han'a gidip sözünü söyledi. Osman Gazi 'Vergi nedir?' diye sordu. Adam 'Pazara ne gelirse, ben ondan para alırım' diye cevap verdi. Osman Gazi, bu defa 'Senin gelenlerden alacağın mı var ki para istersin?' diye sordu. Adam 'Hánım, vergi almak töredir: vergi bütün memleketlerde vardır ve padişahlar vergi alırlar' cevabını verdi.

Osman Gazi sordu:
'Tanrı mı buyurdu, yoksa bu töreyi beyler kendileri mi koydular?'. Adam yine 'Töredir hánım! Tááá ezelden kalmıştır' dedi. Osman Gazi 'Bir kişinin kazandığı şey başkasının olur mu? Kendisinin olur. Ben onun malına ne kattım ki ondan para isteyeyim? Bre adam, var git! Artık bana bu sözü söyleme, yoksa sana ziyanım dokunur!' diye hiddetlendi.

Bunun üzerine halk araya girdi ve Osman Gaziye
'Hánım!' dedi. 'Bu pazarda bir nesnecik verilmesi ádettir'. Osman Gazi bunun üzerine 'Madem ki öyle diyorsunuz, bundan böyle bir yük getirip satan bir akçe versin, satamayan birşey vermesin. Koyduğum bu kanunu her kim bozarsa, Allah da onun dinini ve dünyasını bozsun' buyurdu...'.
Yazının Devamını Oku

Bırakın ateistlik iftirasını, ‘Türkler Kábe'yi bombaladı’ bile demişlerdi

12 Ekim 2003
Irak'lı aşiret reislerinden Mecid Ali Süleyman, önceki gün ‘‘Türk askeri ateisttir, dua etmeleri yasaktır ve dinleri de yoktur’’ diye sözler etti ve bu sözler bazı gazetelerimizde ‘‘Küstah şeyh saçmaladı’’ gibisinden başlıklarla yeraldı. Aynı şekildeki çok daha büyük yalanlar Mekke Şerifi Hüseyin'in 1916'da bize karşı yayınladığı bildirilerde de yeralmıştı ama Hüseyin'in askerimizi ‘‘dinsizlikle’’ suçlayan bildirilerinin Arap dünyası üzerinde etkisi büyük olmuş ve bize Ortadoğu'yu kaybettirmişti. Dolayısıyla, Mecid Ali Süleyman'ın söylediklerini ‘‘küstahlık’’ değil, Irak'a gidecek askerlerimiz için ‘‘potansiyel bir tehlike’’ olarak yorumlamamız gerekir.

IRAK'taki Geçici Hükümet Konseyi'nin 'Türk askeri istemiyoruz' teranelerinden sonra sazı Mecid Ali Süleyman adında bir aşiret reisi aldı ve 'Türk askeri ateisttir, dua etmeleri yasaktır ve dinleri de yoktur' gibisinden sözler etti.

Mecid Ali Süleyman, Irak'ta sayılarını sadece Allah'ın bilebileceği şeyhlerden biriydi, Türk birliklerinin gideceği söylenen bölgeler arasında bulunan El Anbar'da bir hayli güçlüydü ve Amerikan yanlısıydı.

Şeyh Süleyman'ın sözleri, bana bundan tam 87 yıl önce yayınlanan ve askerlerimizi aynı şekilde 'dinsizlikle' suçlayan iki ayrı bildiriyi, Mekke Şerifi Hüseyin'in beyannamelerini hatırlattı.

İşte, Mecid Ali Süleyman'a ilham veren 1916 tarihli bildirilerin ve bu bildirilerden sonra bize karşı açılan 'cihad'ın kısa öyküsü:

Bizim 'Şerif Hüseyin' dediğimiz Hüseyin bin Ali, 1856'da Mekke'de doğdu. Sultan Abdülhamid'in iktidarı sırasında bağımsızlık hülyasına ve Arap Krallığı hayallerine daldığı farkedilince evinden dışarıya çıkması yasaklandı, senelerce göz hapsinde tutuldu ama Abdülhamid'i deviren İttihadçılar akıl almaz bir iş yapıp Hüseyin'i Mekke'ye 'Emir' tayin ettiler.

Derken Birinci Dünya Savaşı patladı ve Hüseyin'in İngilizler'le senelerdir devam eden teması 1916'nın 26 Haziran'ında semeresini verdi: Bir bildiri yayınladı, Osmanlı Devleti'nde iktidarı elinde tutan İttihad ve Terakki'yi 'dinden çıkmakla' suçladı ve 'Türkler, Kábe'yi bile bombaladılar' yalanını ortaya attı. Şerif Hüseyin aynı senenin 10 Eylül'ünde bir başka bildiri yayınlayacak, Şam'da bulunan Cemal Paşa'nın İslamiyet'e hakaret ettiği ve önde gelen Arap ailelerin kızlarını fuhşa zorladığı yalanlarını sıraladıktan sonra 'İslam dünyasındaki bütün kardeşlerimi bu yıkıcı, bozguncu, aptal ve alçak kişilere itaat etmemeye çağırıyorum' diyecekti.

Şerif Hüseyin'in isyanını İngiliz casusu Lawrens'in dağıttığı altınlar sağlamıştı. Arap çöllerinde savaşan onbinlerce Türk askeri Hüseyin'in 'cihad'ı yüzünden arkadan hançerlenerek can verdi. Hüseyin ise önce krallığını, derken hiláfetini ilán etti. Ama halifeliğini kendisine bağlı birkaç kabile dışında kimseler tanımadı, sonra talihi tersine döndü ve tahtını 1924'te Suudi Arabistan'ın şimdiki hákimi olan Suudi hanedanının kurucusu İbn-i Suud'a terkedip Kıbrıs'a, oradan da Amman'a kaçmak zorunda kaldı.

Aşağıdaki kutuda, Şerif Hüseyin'in bizi dinsizlikle suçlayan bildirilerinden bazı paragraflar yeralıyor fakat bir hususu unutmamamız gerekiyor: Ortadoğu'yu kaybetmemizde Şerif Hüseyin'in bildirilerinin büyük rolü olmuştur, Hüseyin'in iddialarının üzerinden gerçi 87 sene geçmiştir ama her iki bildirinin ruhu Arap dünyasına hálá hákimdir ve Ortadoğu'nun Türkler'e bakışında o zamandan buyana hiçbirşey değişmemiştir. Dolayısıyla, Mecid Ali Süleyman'ın söylediklerini 'küstahlık' değil, Irak'a gidecek askerlerimiz için 'potansiyel bir tehlike' şeklinde yorumlamamız ve tedbirimizi de ona göre almamız gerekir.

Bu iki bildiriyle bize ‘dinsiz’ iftirası atmışlardı


ŞERİF HÜSEYİN'İN İLK BİLDİRİSİ: '...Mekke şerifleri, İslam birliğinin güçlenmesi maksadıyla Osmanlı Devleti ile yakın ilişki içerisinde bulunan Müslüman liderlerin hemen en başında yer alırlarken, Araplar da Allah'ın kitabındaki emirleri yerine getiren Osmanlı hükümdarlarına her zaman sadık kaldılar. Bunu, tarihten anlayan herkes bilir.

Ama İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin iktidarı ele geçirmesinden sonra bu durum değişti. İmparatorluğun her yanında düzensizlikler başgösterdi, özellikle son savaşa girilmesiyle, devlet de son derece tehlikeli bir duruma düştü. Kutsal topraklarda yaşayanlar bile büyük sıkıntı çeker oldular.

İttihadçılar, yaptıklarıyla yetinmeyerek Allah'ın kitabını da tahrif etmeye kalkıştılar. İmparatorluğun başkenti olan İstanbul'da yayınlanan 'İçtihad' gazetesi Sultan'ın, sadrazamın, şeyhülislámın, vezirlerin ve parlamanterlerin gözleri önünde peygamberimize hakaret etmekten çekinmedi. Kur'an'ın áyetlerini, özellikle miras hukukuyla ilgili hükümlerini bozmaya cesaret etti.

Yaptıklarını káfi görmeyen İttihadçılar, İslam'ın beş şartından biri olan oruç tutmayı da ortadan kaldırmak istediler. Mekke'de, Medine'de ve Şam'da bulunan askerlere Ramazan ayında oruç tutmamaları emredildi. Bütün Müslümanların yanısıra yabancılar da bu durumun şahididirler.

Koskoca Osmanlı İmparatorluğu Enver, Cemal ve Talat Paşa üçlüsünün eline düştü. Biz, Müslümanlar arasında bir bölünme yaratmamak için bu duruma şimdiye kadar ses çıkartmadık ve tepki göstermedik. Ama İslam ulemasının önde gelen isimleri, Cezeyri, Şahabi, Şefik el Müeyyed, Şükrü Bey, Abdülvahab, Tevfik Bey, Zaravi, Arisi ve daha birçok kişi, yargısız bir şekilde idam edildiler. Nice aileler, liderlerin serhoş vaziyette verdikleri emirlerin uygulanması neticesinde perişan oldular.

Mekkeliler'in hayatlarına ve şereflerine karşı yapılan saldırıları protesto maksadıyla düzenledikleri bir gösteride, İttihadçı bir kumandanın emriyle halkın üzerine ve Kábe'ye top ateşi açıldı. Kutsal Hacer-i Esved'in bir ve üç metre ilerisine iki mermi düştü. Kábe'nin örtüsü, bu mermiler yüzünden alev aldı. Vaziyeti gören halk, ateşi söndürmek için Kábe'nin üzerine tırmanmaya çalıştığı sırada askerler topları yeniden ateşlediler ve masum halktan birçok kişi şehid oldu. Halk günler boyu Harem-i Şerif'e giremedi ve Kábe'de namaz kılınamadı.

Hicaz halkı işte bu gibi sebeplerle ve İslam'ın geleceğini böyle kişilerin ellerine bırakmamak düşüncesiyle artık bağımsızlığını ilán etmeye karar vermiştir. Gücünü imanından ve kahramanlığından alan halkımız, yeni kahramanlıklarını tarihin sayfalarına altınla nakşedecektir! 26 Haziran 1916'

ŞERİF HÜSEYİN'İN İKİNCİ BİLDİRİSİ: '...İmparatorluk savaşa girmekle büyük hata etti. Bugün Osmanlı entellektüelleri ve aklı başında olan hiç kimse savaşa girmemizi doğru bulmuyor. Askerler Trablusgarp ve Balkan Savaşlarından buyana bir cepheden ötekine gönderiliyorlar.

İktidarda bulunan İttihad ve Terakki, savaş bahanesiyle halkın üzerindeki baskılarını daha da arttırdı ve koskoca imparatorluk bu diktatörlerin şeytani emellerine álet edildi.

İttihadçılar'ın liderlerinden olan Cemal Paşa, Şam'da canının istediği kişiyi asıyor yahut vurduruyor. Orada açtığı bir gece kulübünde Şam'ın önde gelen ailelerinin kızlarını hizmetkár gibi kullandırıyor. Skandallarla dolu bu içkili umumhanede toplu seks partileri düzenleniyor ve Paşa subaylarına kendisine refakat etmelerini emrediyor. Verilen demeçlerde dini ve milli duygularımıza hakaretler ediliyor. Cemal Paşa'nın bu davranışları İslam dinine, Türk ve Arap ádetlerine saygısızlığın tam bir örneğini oluşturuyor.

İşte bu yüzden, İslam dünyasındaki bütün kardeşlerimi bu yıkıcı, bozguncu, aptal ve alçak kişilere itaat etmemeye çağırıyorum. Allah'a itaat etmeyenlere itaat edilmez! 10 Eylül 1916'

Çocuklarının hiçbiri yatağında can veremedi


ŞERİF Hüseyin 1931'de, Amman'da, sürgünde öldü. Başında bekleyenler son dakikalarında 'Osmanlı'ya kılıç çekmemeliydim' diye sayıkladığını ve liderliğini yaptığı isyanın ailesinin üzerine bir lánet, bir şeamet getirmesi endişesi içinde öldüğünü anlattılar.

Çocuklarının ve bazı torunlarının yataklarında can verememiş olması, Hüseyin'in endişesinde haklı olduğunu gösteriyordu:

Irak Kralı olan oğlu Faysal, 1933'te İsviçre'de basit bir ameliyat için hastahaneye yattı ama ameliyat masasından kalkamadı. Yerine geçen oğlu Gazi sadece altı sene hüküm sürebildi ve 1939'da bir otomobil kazasında can verdi. Gazi'nin oğlu olan İkinci Faysal ise, 1958'deki Irak ihtilálinde ailesiyle ve akrabalarıyla beraber parça parça edildi. O sırada, henüz 23 yaşındaydı.

Şerif Hüseyin'in diğer oğlu Abdullah, Ürdün tahtına oturdu ve 1951'de Kudüs'te bir suikaste kurban gitti. Abdullah'ın oğlu Talál babasının tahtında bir sene kalabildi, akli dengesini kaybettiği için tahttan indirildi, yerini Ürdün'ün şimdiki kralı olan Abdullah'ın babası Hüseyin aldı. Talál bir sene sonra İstanbul'a sürgüne yollandı. Ortaköy Şifa Yurdu'na kapatıldı, 1972'deki ölümüne kadar tam 19 sene burada yaşadı. Sabık kralın şifa yurdunun balkonuna çıkıp vakitli vakitsiz ezan okumasını Ortaköylüler hálá tebessümle hatırlarlar.
Yazının Devamını Oku

Çaldıran’da savaşı biz kazandık zaferi şimdi İranlılar üstlendi

5 Ekim 2003
Bizim resmi şekilde kutlamayı çoktan beri unutmuş olduğumuz Çaldıran zaferimize 489 yıl sonra İranlılar sahip çıktılar ve geçen hafta, sınırlarımızın birkaç kilometre ötesindeki Urmiye şehrinde bir ‘‘Çaldıran kutlaması’’ düzenlediler. Törende yapılan konuşmalarda Şah İsmail'in Yavuz Sultan Selim karşısında 1514'ün 23 Ağustos'unda uğradığı yenilginin ‘‘İran'ın milli ve dini bütünlüğünün kuruluşunu sağladığı’’ söylendi, bu sırada savaş uçakları alçaktan uçtu ve daha sonra Şah İsmail anıtı ziyaret edildi.

İRAN'da, sınırlarımızın sadece birkaç kilometre ötesindeki Urmiye şehrinde geçen hafta bir tören yapıldı. Tören aslında kutlama havasındaydı ama İranlılar bir zaferi yahut başarıyı değil, bir yenilgiyi anıyorlardı: Çaldıran'da, bundan 489 yıl önce Yavuz Sultan Selim tarafından uğratıldıkları yenilgiyi...

Eylül ayının son günlerini 'Mukaddes Savunma Haftası' ilán eden İran, hafta boyunca Irak ile 1981'de başlayıp tam dokuz yıl devam eden kanlı savaşı tartıştı. 'Mukaddes Savunma Haftası' kutlamalarına bu sene 1514'te yapılan ve İran'ın yenilgisiyle sonuçlanan Çaldıran Savaşı da ilk defa dahil edildi ve bu münasebetle Urmiye'de bir program düzenlendi. Konuşmacılar Çaldıran Savaşı'nı anlatırlarken savaş uçakları alçaktan uçtular ve daha sonra Yavuz Selim'in karşısında yenilgiye uğrayan Şah İsmail'in hatırasına dikilmiş olan anıt da ziyaret edildi.

Törendeki konuşmaların en önemlisini, İran'ın önde gelen Savefi dönemi tarihçilerinden Prof. İhsan İşraki yaptı. Prof. İşraki, İran'ın Çaldıran'da uğradığı yenilginin iki büyük netice verdiğini, ilk neticenin İranlılar'ın savaşta ülkelerini canla başla korumaya çalışmalarının milli bir devletin kurulmasını sağlaması, diğerinin ise yine İran'da resmi ve milli mezhep olan Şiiliğin kökleşmesi olduğunu söyledi.

Burada Çaldıran öncesinin ve sonrasının detaylarına girmek istemiyorum fakat Yavuz Sultan Selim'in karşısında uğradıkları yenilgiyi kutlayan İranlılar çok önemli bir hususu görmezden gelmişlerdi: Şah İsmail İran'ın başındaydı ama Türk'tü, devleti de bir 'Fars' yahut 'Acem' değil, tam bir Türk ve Türkmen devletiydi. Anadolu'dan İran'a geçen Türkmenler bir başka Türk devleti olan Akkoyunlular'ın yerine Safevi Devleti'ni kurmuşlardı ve Şah İsmail bu devletin hükümdarıydı.

Biz, bir sene önce yapılmış olan seçimin geçerli olup olmadığı yahut filáncanın cenazesinin yıkanıp namazının kılıp kılınmayacağı gibisinden son derece ciddi işlerle uğraşaduralım... Vaktiyle kazanmış olduğumuz zaferleri bile artık başkaları üstleniyorlar.

Sadece İran’ın değil, Türk şiirinin de şahıydı


Bugün 'İran hükümdarı' diye bildiğimiz ama aslında Türkmen bir kabileden gelen Şah İsmail, Erdebil'de 1486'da doğdu. Güçlü bir Şii ailenin çocuğuydu, 16 yaşındayken Tebriz'de 'Şah' olarak taç giydi ve 'Safevi' Devleti'nin kurucusu oldu.

İleriki yıllarda topraklarını daha da genişleten İsmail bir yandan Osmanlılar, bir yandan da doğudaki Özbekler ile mücadele halindeydi. Ancak Anadolu'da yaşayan ve Şii olan Türkmen bazı aşiretlerinin Safevi Devleti'ne bağlılıkları Osmanlı Devleti'nin bütünlüğü için tehlikeli bir hal almaya başlayınca, Yavuz Selim ordusuyla Şah'ın üzerine yürüdü. Çaldıran'da 1514'ün 23 Ağustos'unda yağılan savaş, Şah İsmail için tam bir feláket oldu. Sadece ordusunu değil, karısı Tác Hatun'u bile kaybetti. Esir edilen ve İstanbul'a getirilen Tác Hatun, burada bir Osmanlı bürokratıyla evlendirildi. Şah İsmail, Çaldıran'dan sonra kendisini içkiye verecek, 1524'te ölünce Erdebil'de dedelerinin yanına defnedilecekti.

Hükümdarlığının yanısıra son derece güçlü bir şair olan ve Türkçe yazan Şah İsmail'in 'Hatayi' mahlasıyla kaleme aldığı şiirleri, 16. asır Türk Edebiyatı'nın en seçkin örneklerinden sayılır.

İşte, Şah İsmail'in en güzel şiirlerinden biri:

'Aman hey erenler mürüvvet sizden / Öksüzem, garibem, amána geldim / Bu benim hálime merhamet eylen / Ağlayu ağlayu meydána geldim

Şah'ın bahçesinde men garip bülbül / Efkárım artmakta hálim pek müşkül / Koparmadım asla kokladım bir gül / Káfir oldu isem imana geldim

İkilik perdesi yoktur özümde / Birliktir muradım özüm sözümde / Gece gündüz dáim Hak niyázında / Kıblegáhım şáh-ı merdána geldim

Gönül şáhinimi saldım havaya / Akıl sefinesin (gemisini) vermişim ziya / Yüzüm süregeldim ben hák-i páya / Server Muhammed'e, Selmána geldim

Muhammed Ali'nin kullarındanam / Ál-i Abá nesli Hayderidenem / İmam-ı Cafer'in mezhebindenem / Derdimend Hatayi dermána geldim'

Biz bu cenaze tartışmasının gerçek tatbikatını 1969’da görmüştük


GARİP bir toplum olduk! Artık bırakın çok eskileri, yakın geçmişi bile hatırlamaz haldeyiz. Türk Diyanet Vakfı Sendikası'na bağlı imamların İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu hakkında 'cenazesini yıkamayız, namazını da kıldırmayız' demeleriyle başlayan tartışma gündemimizi işgal ediyor ama bundan 34 sene önce yaşadığımız ve o günlerin Türkiye'sini derinden etkileyen bir başka cenaze hadisesini hatırlayamıyoruz: Dr. İmran Öktem'in cenazesinde olanları...

İmran Öktem, 1966 ile 1968 yılları arasında Yargıtay Başkanı idi. 1967 Eylül'ünde adli yılın açılışındaki konuşmasında Nurculuk'un tehlikelerinden bahsedip Fransız filozof Voltaire'in 'Tanrı'yı da insan yaratmıştır' şeklindeki sözünü de nakledince aşırı dinci çevrelerin bir anda hedefi haline gelmişti.

Yargıtay Başkanı İmran Öktem 1 Mayıs 1969'da öldü ve iki gün sonra, 3 Mayıs'ta Ankara'daki Maltepe Camii'nde yapılan cenaze merasiminde kıyamet koptu.

Günlerden cumaydı, devlet protokolü camiin avlusundaydı ve cuma namazı bitip cenaze namazına geçileceği sırada kalabalık bir grup 'Allahsızlar'ın namazı kılınmaz', 'Káfirler Moskova'ya' diye sloganlar atıp cenazeye saldırdılar. İmamın elinden mikrofonu kapan saldırganlar 'Münafıklar burada' diye bağırınca, camiin dışında bekleyen ve olup bitenlerden habersiz olan bir grup genç de 'Atatürk geliyor' sloganıyla ilk grubun üzerine yürüdü. Bir kenarda cenaze namazının kılınmasını bekleyen İsmet İnönü ezilme tehlikesi atlattı ve İnönü'yü siláhını çeken bir tuğgeneral korudu. İnönü, Maltepe Camii'nde yaşananlarla ilgili olarak daha sonra 'Olay, her manasıyla bir ölçüde 31 Mart vak'asıdır' diyecekti.

Bu karışıklık içerisinde, İmran Öktem'in namazının kılınıp kılınmadığı bir türlü anlaşılamadı. Bir grup 'kılındı', bir başka grup da 'kılınmadı' derken Hıfzı Gözübüyük adında bir avukat namazı 'imamın değil, kendisinin kıldırdığını' söyledi ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ile Çankaya Emniyet Müdürlüğü'nde zabıt tutturup namazın kılındığını tescil ettirdi.

Bundan sadece 34 sene önce yaşanan bu hadiseyi bile artık unutmuş olmamız toplumsal hafızamızın gittikçe zayıfladığını göstermiyor mu?

Nazan Hanım hüzünlü ama onurlu şekilde veda etti


GEÇEN salı akşamı, Sultanahmet'teki İbrahim Paşa Sarayı'nda, yani Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nin bahçesinde şık bir davet vardı: Müzenin senelerden beri müdürlüğünü yapan Dr. Nazan Ölçer'in emekli olması, daha doğrusu 're'sen emekliye sevkedilmesi' münasebeyle verdiği veda partisi.

Nazan Hanım, ilimle içiçe olan bir aileden geliyordu. Türkoloji'nin önde gelen hocalarından birinin, Prof. Ahmet Caferoğlu'nun kızıydı. Sanat tarihi eğitimiyle doktorasını Münih Üniversitesi'nde yapmış, asistan olarak girdiği Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nin daha sonra müdürü olmuştu.

Açıkça söyleyeyim: Bugün Türkiye'nin en seçkin kültür mekánlarından olan Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Nazan Ölçer'in şahsi eseridir! Müze, 1970'li senelerde Süleymaniye'deki bir imaret binasında çatısı akan, sobayla ısıtılmaya çalışılan ve objelerin üstüste yığılı olduğu bir mekándı. Nazan Ölçer her türlü imkánı kullanarak o günlerde yine harabe halinde olan İbrahim Paşa Sarayı'nın tahsisini sağladı, binayı baştan aşağı restore ettirdi, hatta birçok eşyayı yeni binaya yanına silahlı bir muhafız alıp otomobiliyle bizzat kendisi nakletti. Zamanla Türkiye'nin en modern müzelerinden birini yarattı, çok önemli sergiler organize etti ve Avrupa Konseyi'nden 'Yılın Müzesi' ödülünün yanısıra birçok Avrupa ülkesinden de nişanlar aldı ve 'şovalye' yapıldı.

Kültür Bakanlığımız ise, '61 yaş yasası'nı Türkiye'nin en başarılı müzecilerinden olan Dr. Nazan Ölçer'e de uygulamakta bir an bile duraksamadı ve Nazan Hanım geçen ay 're'sen' emekli edildi. Ama devletin 'yaşlandı, işe yaramaz' diye emekliye ayırdığı Nazan Ölçer'i özel bir müze, Sabancı Müzesi almadı, hemen kaptı. Bu emekliye sevkedilmeler önümüzdeki günlerde de devam edecek ve gidenin yerine hiç kimse konmadığı için müzelerimizde yaşanacak olan rezaletleri sizlere teker teker nakledeceğim.

Türk müzeciliğine bu derece önemli hizmetlerde bulunmuş olan Nazan Hanım'ın veda partisinde Kültür Bakanlığı'nın üst düzeyinden birilerini görmeye çalıştım ama yoktular. Ne bakan, ne de müsteşar beyefendi teşrif buyurmuşlardı; üstelik Nazan Hanım senelerce başında bulunduğu müzenin bahçesini dostlarına verdiği veda partisi için bakanlıktan kiralamış, bakanlık ise 'Kiralamak da ne demek?' deme inceliğini tabii ki göstermemişti. Nazan Ölçer o gece belli etmiyordu ama eminim, kırgındı.

Dostum ve aramızdaki ismiyle 'Bizans dilberi' Dr. Nazan Ölçer'e yeni hayatında daha büyük başarılar ve çok daha fazla ses getirecek sergiler temenni ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Bunlar da kadınlar için erkeği kullanma dersleri

28 Eylül 2003
Günlerdir, hanım okuyucularımın hiddetlerine hedef oluyorum. Geçen hafta Hacı Mustafa Rakım'ın 1872'de yayınladığı bir kitaptan naklederek yazdığım ‘‘Kadınlara on seansta erkeğe kölelik dersleri’’ başlıklı yazım, hanımları bir hayli hiddetlendirmiş. ‘‘Kadının köleliğini yazdın, erkeğin kölelik şartlarını da yazsana!’’ diyorlar. Şimdi isteklerini yerine getiriyor ve sözkonusu kitaptan erkeğin vazifelerini anlatan faslı naklediyorum. Bu haklar arasında hanım okuyucuları gene de çileden çıkartacak gibi olanlar bulunabilir ama ne yapayım? Eser benim değil, ben sadece aktarıyorum...

GEÇEN hafta yazdığım 'Kadınlara on seansta erkeğe kölelik dersleri' başlıklı yazım, hanım okuyucularımı bir hayli hiddetlendirmiş. Aldığım e-maillerde ne maçoluğum kaldı, ne çağdışılığım, ne ilkelliğim...

'Kölelik dersleri'ni Hacı Mustafa Rakım isminde bir zatın 1872'de yayınladığı 'Mürşid-i Müteehhilin', yani 'Evli Çiftleri İrşad' isimli kitabından nakletmiştim. Hafta içinde aldığım bazı mesajlarda 'Kadının köleliğini yazdın, aynı kitaptan erkeğin kölelik şartlarını da yazsana' deniyor, Hacı Mustafa Rakım'ın bu konuda söylediklerini nakletmem isteniyordu.

Hanım okuyucularımın isteklerini kırmıyor ve 'Evli Çiftleri İrşad Kitabı'ndan erkeğin vazifelerini anlatan faslın bazı bölümlerini günümüz Türkçesi'ne naklederek veriyorum. Ama bu yazıya geçen hafta yazdığımın aksine 'Erkeklere on derste kadınlara kölelik dersleri' başlığını koyamayacağım, zira yazdıklarını naklettiğim Hacı Mustafa Rakım öyle demiyor; bir tarafı, yani erkeği gene de 'ailenin reisi' tanıyor ve erkeğe vazifenin yanından bazı haklar veriyor.

İşte, 'Evlileri İrşad' kitabının 'Avradın er üzerinde olan hakkını beyan eder' diye başlayan bölümünden bazı tavsiyeler... Bu haklar arasında hanım okuyucuları gene de çileden çıkartacak gibi olanları bulunabilir ama ne yapayım? Eser benim değil, ben sadece naklediyorum:

'Erkeğin, hatuna karşı dokuz konuda adaletli davranması lázımdır.

Evvelkisi: Erkek, avradına iyi muamele ede. Bir erkek hatununun kötü huyuna tahammül eylerse, Allah da o erkeğe Hazreti Eyyüp'e yazdığı sevapları yazar.

İkincisi: Erkek, hatunuyla látife eyleye. Hazreti Ayşe'ye 'Allah'ın Resulü şereflerle dolu olan evine nasıl gelirdi?' diye sordukları zaman, Hazreti Ayşe 'Gülerek ve tebessüm ederek girerdi' cevabını vermişti. Zaten eskiler 'Erkek evine geldiği zaman çocuk, kalabalık içine girdiği zaman da adam gibi ola' demişlerdir. Erkek avradına tebessüm etse on sevap yazılır, öpse yirmi sevap yazılır, kucaklasa otuz sevap yazılır ama münasebete girişse tam üç yüz sevap yazılır. Hele erkek ve avrat daha sonra abdest alsalar, suyun her bir damlasının başına bir melek gelir ve bu melekler avratla erin günahları için tááá kıyamete kadar tevbe ederler.

Üçüncüsü: Erkek, avradını avradın istediği her yere ve fena mekánlara göndermeye. Avradını münasip olmayan, fena yerlere gönderen erkek Kábe'den başka bir tarafa secde ederek namaz kılmış sayılır.

Erkek, avradının her istediğini de yapmaya. Hazreti Ali 'Avratlara danışmayın, onlara muhalefet edin' buyurmuştur. Zira atamız olan Adem Aleyhisselám, sennetten anamız Havva Aleyhisselám'ın arzularını yerine getirdiği için kovulmuştur. Zaten üç çeşit insan vardır ki, onlara ikramda bulunursan sana hıyanet ederler ama hıyanette bulunursan ikram görürsün: Avratlar, hizmetkárlar ve iyi huylular. Hazreti Peygamber de 'Kötü huylu kadından kaçınız. Zira kötü huylu kadın, erkeği daha kocamadan kocatır' buyurmuştur.

Dördüncüsü: Erkek, avradını her zaman kıskana. Bir kimse kıskanç değilse, kalbi eğri demektir. Peygamber efendimiz bir gün Cebrail'in yüzünün gayet bozuk olduğunu farkedip sebebini sormuş, Cebrail 'Cehenneme gitmiştim, orada kaynayan bir dere gördüm. İçinde üç grup insan vardı: Hırsızlar, şarap içiciler ve karılarını kıskanmayan kaltabanlar' cevabını vermişti.

Beşincisi: Erkek, hatunun nafakasını eksik etmeye ama fazla masraf da etmeye, orta karar ola. Peygamberimiz, bu hususta 'Kendisine harcayıp da karısının ve ailesinin nafakasını eksik tutan kişi benim şefaatimi kazanamaz' buyurmuştur. Avrat, kendisine ihtiyacı olan parayı vermeyen erkeğine ahıret günü düşman kesilecektir!

Altıncısı: Erkek avradına temizliği, hastalığı ve ibadeti iyice öğrete. Avradın bu işleri öğrenmek için dışarıya çıkıp hocalara gitmesi asla caiz değildir. Koca, hatununa bu mevzularda sık sık dersler vere, onu imtihan ede ve iyice belleyene kadar öğretmekten vazgeçmeye.

Yedincisi: Birden fazla hatun almış olan erkek, bu hatunlara adaletli davrana. Hatunlar yaşlı yahut taze olsunlar, hiç farketmez, aralarında fark gözetmeye. Erkek sefere giderken hatununun hangisini isterse yanında götürebilir ama kur'a ile seçmesi çok daha iyi ola.

Sekizincisi: Hatun hyysuzluk ederse, bir kişi hakem seçilip erkekle hatunun arasını bulmaya çalışa. Eğer muvaffak olamazsa, erkek hatununa nasihat eyleye, bu da tesir etmezse hatunun annesi yahut babası nasihatte buluna. Bütün bunlara rağmen yine de bir netice alınmaz ise erkek yatarken hatuna arkasını döne yahut yalnız başına yata ama üç günden fazla ayrı yatmaya.

Dokuzuncusu: Erkek, avradını boşarsa, önceden tayin edilmiş olan parayı yani 'mihr'i ve nafakayı tam olarak vere. Zira avradı boşamak erkeğe hak olmasına rağmen, Allah'ın huzurunda gene de pek makbul bir hareket değildir. Erkek vaziyeti uygun olmasa bile, avradı eğer kendisinden de fena vaziyette ise, elinde-avucunda ne varsa mihr ve nafaka olarak avradına vere'

Neslişah Sultan'dan İsmet Bozdağ'a, belgeli tekzip


BU sayfada, geçen hafta İsmet Bozdağ'ın mahkeme kararıyla gönderdiği bir tekzip yayınlandı. Tekzibin konusu, Bozdağ'ın çıkarttığı 'Hanzade. Sürgündeki Bir Şehzadenin Günlüğü' isimli kitapla ilgili olarak daha önce yazdıklarımdı.

İsmet Bozdağ, bundan üç sene önce vefat eden eşinin İkinci Abdülhamid'in 'Mehmed Ferid Ulusoy' adındaki bir torununun çocuğu, isminin de 'Hanzade Sultanefendi' olduğunu iddia ediyordu. Ben bu iddiaların doğru olmadığını yazmıştım, zira Osmanoğlu ailesinde tek bir 'Hanzade Sultanefendi' mevcuttu ve kendisini gayet yakından tanırdım. Üstelik, Sultan Abdülhamid'in 'Mehmed Ferid Ulusoy' diye bir torunu da yoktu. Dolayısıyla, İsmet Bozdağ'ın kitabı hayali unvanlar üzerine kuruluydu ama Bozdağ gene de mahkeme kanalıyla tekzip göndermişti. İsmet Bozdağ'ın tekzibinde sözünü ettiği 'Abdülhamid'in Hatıra Defteri' konusuna daha sonra derinlemesine gireceğim ama tekzibine cevabı şimdi en yetkili kişiden naklediyorum: Neslişah Osmanoğlu'ndan, yani Neslişah

Sultan'
dan. Osmanlılar'ın son padişahı Sultan Vahideddin ile son Halife Abdülmecid Efendi'nin torunu ve Mısır'ın son Kral Naibi Prens Muhammed Abdülmunim'in eşi olan Neslişah Sultan, 'Hanzade Sultanefendi' hakkında söz edecek en yetkili kişidir. Zira, 'gerçek' Hanzade Sultan, Neslişah Osmanoğlu'nun özbeöz kızkardeşidir. Neslişah

Sultan, İsmet Bozdağ'
ın ortaya attığı 'Hanzade' iddiasına şimdi bizzat cevap veriyor. Bu gerçeği aydınlattığı için kendilerine teşekkür borçluyum.

Sultan’ın kaleminden Hanzade olayının gerçeği


AİLEMİZDE tek bir 'Hanzade Sultan' vardır, o da Halife Abdülmecid Efendi'nin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi ile Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan'ın çocuğu ve benim 2,5 yaş küçük kardeşim olan, 19 Eylül 1923'te Dolmabahçe Sarayı'nda doğup 1998'de Paris'te vefat eden Hanzade Osmanoğlu'dur.

İsmet Bozdağ'ın 16 Haziran 2000'de ölen eşinin 'Hanzade Sultan' olduğu iddiası, tamamiyle hiláf-ı hakikattir. Hemşirem Hanzade Sultan hayatında tek bir izdivaç yapmış, Mısır Prensi Mehmed Ali İbrahim ile evlenmiştir. Gerek Mısır'da bulunduğu senelerde, gerekse de Avrupa'da yaşadığı yıllarda isminden sık sık bahsedilen ve gayet iyi bilinen hemşirem Hanzade Sultan'ın kim olduğu hakkında daha fazla söz etmem zaten abestir.

İsmet Bozdağ, 'Hanzade Sultan' olduğunu iddia ettiği zevcesinin sultanlığını meşrulaştırmak için '2000 yılında Fas'ta ölen Osmanlı Hanedanı Reisi Abdüláziz Osmanoğlu'nun bir mektubunu delil olarak öne sürmektedir, ancak ortaya attığı bu şahıs da hayalidir. Ailemizde 'Abdüláziz Efendi' isminde tek bir şehzade vardır ama 1977'de Fransa'nın Nice şehrinde vefat etmiştir ve Fas'ta hiçbir zaman yaşamamıştır. Fas, dedelerimin hiláfetini kabul etmemiş olduğu için, Türkiye'den ayrılmamızdan sonra ailemizden hiç kimse bu memleketten siyasi sığınma hakkı talebinde bulunmamıştır ve dolayısıyla Fas'ta 2000 yılında Abdüláziz Efendi isminde bir şehzadenin yaşadığını gösteren belgenin de sahte olduğu áşikárdır. Osmanoğlu ailesinin 1994'ten buyana reisi, halen New York'ta yaşamakta olan Osman Ertuğrul Efendi'dir.

İsmet Bozdağ, kızkardeşimin ismini taşıyan eşi Hanzade Hanım'ın, büyük amcam Sultan Abdülhamid'in oğullarından Şehzade Abdülkadir Efendi'nin oğlu Mehmed Ferid Ulusoy'un kızı olduğunu da iddia etmektedir ki, bu iddiası da tamamen hiláf-ı hakikattir. Zira, Şehzade Abdülkadir Efendi'nin bu isimde bir evládı olmaması bir yana, merhum şehzadenin kızı da hálen İstanbul'da yaşamaktadır.

Kaldı ki, Osmanoğlu ailesinin 'hakiki' şeceresi ile alákalı olarak resmi belgelerin yanısıra hálen çok sayıda yayın da mevcuttur. Bu yayınların en mühimi, Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu ile Sultan Beşinci Murad'ın ve Sultan Mehmed Reşad'ın torunu olan Osman Seláhaddin Efendi tarafından hazırlanıp önsözünü Osmanoğlu ailesinin reisi Osman Ertuğrul Efendi'nin yazdığı ve İslam Konferansı Teşkilátı tarafından 1999 senesinde neşredilen 'Osmanlı Hanedanı / Ottoman Dynasty' isimli şeceredir. Bu şecerede ne hemşirem Hanzade Osmanoğlu haricinde bir başka Hanzade Sultan yeralmakta, ne de 'Mehmed Ferid Ulusoy' isminde bir şehzade bulunmaktadır.

Hülásaten: Osmanoğlu ailesinde 1998 senesinde vefat eden ve şimdi yaşasa idi 80 yaşında bulunacak olan hemşirem Hanzade Sultan haricinde 'Hanzade' ismini taşıyan bir başka 'sultanefendi' yoktur ama bugün kendilerine 'prens' ve 'prenses' dedirten, hatta hiç çekinmeden benim ismimi bile kullanan bazı sahte sultanlar ve sahte şehzadeler mevcuttur.
Yazının Devamını Oku

Kadınlara on seansta erkeğe kölelik dersleri

21 Eylül 2003
İsmet Özel kadınlardan sadece kölelik beklediğini söyleyince, herkes ayağa kalktı ama İsmet Bey'in ‘‘kölelik’’ konusundaki sözleri açık konuşmak gerekirse sadece benim değil, hemen bütün erkeklerin ruhuna göreydi. Söylediklerine karşı çıkanlar arasında çok sayıda erkeğin de bulunduğunu görünce, bu erkeklerin kendilerine láyık kölelere henüz kavuşamadıkları ve dolayısıyla baskı altında tutuldukları için böyle konuştuklarına hükmettim ve bundan 131 sene önce yayınlanmış ‘‘Evli Çiftleri İrşad’’ isimli kitabın bazı bahislerini naklederek İsmet Özel'e naçizane de olsa destek vermek istedim.

İSLAMİ kesimle bağlarını koparttığını açıklayan İsmet Özel bu defa kadınlar hakkında konuştu ve kadından sadece 'kölelik' beklediğini söyledi; 'Kadınların bu köleliği gönüllüce, çok arzulayarak yapmaları lázım' dedi.

İsmet Özel'in bu sözleri, açık söylemek gerekirse sadece benim değil, hemen bütün erkeklerin ruhuna göreydi ama söylediklerine kadınların yanısıra bazı erkekler de tepki gösterdiler. Ben, erkeklerin de tepki vermelerinin sebebini bu kişilerin İsmet Bey'in sözünü ettiği 'kölelere' henüz kavuşamamış olmalarına, yani henüz 'sahip' yahut 'efendi' olamadıkları için kadınların baskısı altında bulunmalarına bağladım ve İsmet Özel'e bundan tam 131 sene önce basılmış bir kitap vasıtasıyla, naçizane de olsa destek vermek istedim.

AVRADIN VAZİFESİ

Hacı Mustafa Rakım
isminde bir zat tarafından kaleme alınan kitabın adı 'Mürşid-i Müteehhilin', yani 'Evli Çiftleri İrşad'... 1872'de, İstanbul'da, Mercan yokuşundaki Pastırmacı Hanı'nda İbrahim Efendi adında bir başka zatın yardımlarıyla bastırılmış. On bölümden meydana gelen eserde kadın-erkek ilişkileri İsmet Özel'in çizgisi doğrultusunda ele alınıyor ve kadınlara her vesileyle 'erkeğinize itaat edin' deniyor.

İşte, 'Evlileri İrşad' kitabının 'Erin avrat üzerinde olan hakkını ve hizmetini ve faziletini beyan eder' diye başlayan bölümünden bazı tavsiyeler... 'Avrat'ın 'kadın', 'er'in de 'erkek' yahut 'koca' mánasında kullanıldığını bilin, yeter...

'Hatunlara láyık olan, her şekilde erine itaat etmektir. Eri 'Şu taşı şu dağdan şu dağa bırak' dese de, hatun boyun eğe.

Eri ne kadar fena vaziyette olsa, meselá burnundan kan damlasa bile onun arzusuna ve şakasına tahammül eyleye.

Hatun kokulu yağlar ile kokulana ve kına sürüne ve gözüne sürme çeke. Lákin erkek gibi görünmeye, zira Peygamber erkeğe benzeyen hatunlara lánet etti.

Allah'ın Resulü
'Hangi avrattan erkeği razı olsa, o avrat cennete girer' buyurdu. Allah'ın Resulü daha sonra 'Cehennem'i öğrendim, oradakilerin çoğu erlerinin dediğinin aksini yapan avratlardı' dedi.

Hazreti Ayşe bir gün
'Ey Allah'ın Resulü, erin avrat üzerinde ne kadar hakkı vardır?' diye sordu ve peygamber cevap verdi: 'Erin başından ayağına değin irin ve cerahat aksa ve avratlar onu yalasalar, yine hakkını ödeyemezler.'

Avrat, eri öldükten sonra başka ere varmasa daha iyi olur. Zira avratlar, cennete erleri ile girerler. Avratın sonraki eri cennete giremez ise, o ere varmış olduğu için avrat da giremez. İşte bu yüzden, avratların erlerinin vefatından sonra başkasına varmamaları daha iyidir.

Avrat, erinden bir iyilik gördüğü zaman şükrede. Bir kusur görürse sabrede ve eri hakkında bir kimseye sakın ola ki yakınmaya.

Avrat, erinden izinsiz dışarıya çıkmaya. Eğer çıkarsa, melekler o hatuna lánet ederler. İzinsiz dışarı çıkan hatun evine gelip tövbe ede, zira Allah izinsiz çıkan hatunun her adımına cehennemde bir ev inşa eder. Üstelik güneşin üzerine doğduğu her şey, hattá denizdeki balıklar bile erinden izin almadan dışarıya çıkan hatuna lánet okurlar.

Avrat, eri izin vermiş olsa bile hamama gitmeye. Allah'ına, resulüne ve kıyamet gününe inanan erkek avradını hamama göndermez, zira avrat hamama gittiği zaman şeytan da onunla beraber girer.

UZUN DİLLİ HATUNLAR

Avrat, erinin yüzünün güzelliğiyle iftihar etmeye. Erini kötülemeye. Hangi hatun ki erini bir saat bile olsun razı ede, o avrata saçının her kılının birkaç misli kadar sevap yazılır.

Avrat erinden azap görecek olursa, o ere dünyada ve ahırette iyilik yoktur; Allah ona bakmaz. Hattá avradına azap eden er bu halde vefat edecek olursa cehennemde yeri hazır demektir.

Avrat erine asla azap etmeye. Hangi hatun ki erine azap eder, o hatun dört kitaba göre
'mel'un'dur ve hem hayatı hem de ölümü zor olur. Ve yine hangi hatun ki erine asık suratla bakar, Allah ona gökteki yıldızlar kadar günah yazar. Erine fena sözlerle azap veren hatunun dili, cehennemde altmış arşın boyu uzar.

Avrat yatağa gelmekten kaçmaya. Eri çağırdığı zaman kaçan avrada melekler o gece sabaha kadar lánet ederler. Ama avrat eriyle münasebette bulunmak istese ve er avradına bağırmayıp canını yakmayan bir er ise, lánet görmez.

Bir kimse avradına
'Allah senden razı olsun' derse, o avrada altmış sene ibadet etmiş gibi sevap yazılır. Hangi avrat ki erinin yemeğini getire, elbiselerini yıkaya ve erini öpe, o avrat cennetliktir.'


Çevik Paşa’nın arzusunu yerine getiriyorum


TÜRKİYE'nin gündemine geçen hafta 'kazığa oturtma' konusu girince bu sayfayı bu konuya ayırdım ve kazığa oturtmanın püf noktalarını anlatan bir yazı yazdım. Daha sonra emekli Orgeneral Çevik Bir beni aradı, yazdıklarıma üzüldüğünü, kazıkla ilgili ifadelerin kendisine ait olmadığını ve bu şekildeki sözlerin çizgisinin dışında bulunduğunu söyledi. Bir açıklama koymamı istedi ve hemen o akşam Fatih Altaylı'nın 'Teke Tek'ine çıkarak söylentilere bizzat cevap verdi.

Geçen haftaki yazımı yazdığım sırada Çevik Paşa'dan henüz bir açıklama gelmemişti ve Çevik Bir'in ismi, tartışmalarda geçtiği için mizahi üsluplu yazımda da yeralıyordu. Şimdi, emekli Orgeneral Çevik Bir'in 'kazığa oturtma' konusunda bir söz söylemediğini Çevik Paşa'nın arzusu üzerine düzeltiyorum.
Yazının Devamını Oku

Alarm çalışırken içeri hafız değil, sinek bile giremez

20 Eylül 2003
<B>K</B>utsal Emanetler Dairesi'nde 24 saat boyunca Kuran okunması geleneğine son verildiği yolunda haberler çıkıyor. Kutsal Emanetler dairesi'nde hiçbir zaman 24 saat boyunca Kuran okunmamıştır, zira sarayın bütün bölümleri ziyaret saatinin bitiminden sonra derhal mühürlenir, elektronik koruma sistemleri devreye girer ve hafızlar okumaya Kutsal Emanetler'in önündeki özel bölmede devam eder.

Bazı gazetelerde günlerdir, Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki Kutsal Emanetler Dairesi'nde 24 saat boyunca kesintisiz şekilde Kuran okunması geleneğine son verildiği yolunda haberler çıktı. Habere göre hafızlar gişe memuru yapılmışlardı ve Refahyol döneminin Kültür Bakanı İsmail Kahraman, ‘‘Kutsal Emanetler Dairesi'nde 24 saat kesintisiz olarak Kuran okunması geleneği, benim bakanlık dönemimde başlatılmıştı’’ diyordu.

İŞTE İŞİN DOĞRUSU

İşin doğrusu, Kuran, Kutsal Emanetler Dairesi'nde bugüne kadar sadece mesai saatleri dahilinde okunmuş, içeride hiçbir zaman 24 saat boyunca háfız bulundurulmamıştır, zira güvenlik açısından buna imkán yoktur.

Sarayın Hazine'den Çin Porselenleri'ne, Padişah Portreleri'nden Harem'e, Silah Seksiyonları'na, Tablo Galerileri'ne kadar bütün bölümleri, her gün ziyaret saatinin bitiminden sonra kilitlenip mühürlenir ve elektronik koruma sistemleri çalışmaya başlar. Bu uygulama, Hazreti Muhammed'in hırkasının, sakalının, ayak izinin, bazı özel eşyasının ve din büyüklerine ait olduğu söylenen diğer eşyaların muhafaza edildiği Kutsal Emanetler Dairesi'nde de aynen böyledir. Mühürlenmiş ve alarm sistemlerinin aktif hale getirilmiş olduğu seksiyonlarda geceleri hiç kimse bulunamaz.

Kutsal Emanetler Dairesi'nde gündüzleri 8 saat boyunca nöbetleşe Kuran okuyan hafızlar, her akşam diğer bölümler gibi bu kısmın da mühürlenmesinden önce dışarıya çıkar. Okuma Kutsal Emanetler Kapısı'nın hemen dışında, hafızlara tahsis edilen bir bölümde devam eder. Hafızlar her sabah mühürlerin sökülerek seksiyonların açılmasından sonra yeniden Kutsal Emanetler Dairesi'ne gider ve içeride kapıların o akşam tekrar mühürlenmesine kadar Kuran okumayı sürdürürler.

Bugün Kutsal Emanetler Dairesi'nde 24 saat boyunca kesintisiz olarak Kuran okunması isteniyorsa, bunu sağlamanın tek bir yolu var: İçeriye bir ses sistemi yerleştirilmesi ve kapının akşamları mühürlenmesinden hemen önce bir CD çalıcının, yahut bir bilgisayarın devreye konarak geleneğin dijital şekilde devam ettirilmesi.

Topkapı Sarayı'nda aralıksız Kuran okuma geleneğinin başlangıç tarihi kesin olarak bilinmiyor. Ancak 16. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren, yani 1520'li yıllardan itibaren bu gelenek sürüyor.
Yazının Devamını Oku