28 Aralık 2003
Necmettin Erbakan'ın kayıp trilyon davasında mahkûm olduğu 2 yıl 4 aylık hapis cezasının kesinleşmesi üzerine hapse girmemek için tekerlekli sandalye ile hastahaneye gidip rapor alması, bana 1791'de benzer bir suçtan dolayı idam edilmiş olan bir sadrazamın, Şerif Hasan Paşa'nın ákıbetini hatırlattı. Paşa beceriksizliğinin yanısıra rüşvet alması ve zimmetine para geçirmesi yüzünden zamanın hükümdarı Üçüncü Selim tarafından alışılmadık bir şekilde idam ettirilmiş, önce kurşunlanmış, arkasından da kellesi kesilmişti. Ben, sábık başbakanımızla ilgili haberleri okurken, ‘‘Erbakan otursun kalksın, bundan 200 sene önce dünyaya gelmemiş olduğuna şükretsin’’ diye düşündüm.
YARGITAY, Necmettin Erbakan ile kapatılan Refah Partisi'nin bazı yöneticileri aleyhine açılan 'kayıp trilyon' davasıyla ilgili kararı tasdik etti ve Erbakan'a 'özel belgede sahtecilik' suçundan verilen 2 yıl 4 aylık hapis cezası kesinleşti. Ama Ankara Numune Hastahanesi'nin sağlık Kurulu, sabık başbakanın cezasının hastalıkları sebebiyle bir yıl ertelenmesi gerektiği yolunda rapor verince, Erbakan'ın hapse girmesi konusu da şimdilik buzdolabına kaldırıldı.
Gündemimizi haftalardır meşgul eden bu 'başbakan-para-ceza' üçgeni, bana bundan 200 küsur sene önce yaşadığımız bir başka hadiseyi, o zamanların 'sadrazam'ı, yani başbakanı olan Şerif Hasan Paşa'nın ákıbetini hatırlattı. Hasan Paşa'nın başı da aynı şekilde 'para' meselesi yüzünden derde girmiş ama Necmettin Erbakan gibi hapse mahkûm olmakla kurtulamamış, önce kurşunlanmış, arkasından da doğranmıştı.
İşte, bundan iki asır önce yaşamış bir başka başbakanın acı öyküsü:
HEP AZLEDİLİYORDU
1700'lü yılların ortalarına doğru doğan Hasan Paşa, peygamber soyundan geldiğine inanılan ve şimdi Bulgaristan'ın sınırları içerisinde kalan Rusçuk'un önde gelen bir ailesine mensuptu. Gençlik yıllarında Kırım Hanı Giray Han ile birçok akınlara katıldı, Avusturya'ya karşı yapılan savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar sayesinde 'vezir' ve 'sancakbeyi' oldu ama bazı kalelerin düşmanın eline geçmesini önleyemeyince azledilip sürgüne yollandı. Paşa'nın yıldızı, sonraki yıllarda tekrar parladı. Yeniden vezir yapılıp kalelere gönderildi. Fakat her seferinde bir beceriksizlik ediyor ve mutlaka azlediliyordu.
Türkiye, 1780'li yılların sonlarında hem Avusturya, hem de Rusya ile savaştaydı. Ordunun başında bulunan Sadrazam Cezayirli Gazi Hasan Paşa, 1790'ın 29 Mart günü Şumnu'daki karargáhında eceliyle ölüverince, o taraflarda sürgünde olan Şerif Hasan Paşa önce vekáleten ordu kumandanı, 17 gün sonra da sadrazam yapıldı ama sadrazamlığa getirilmesi son derece garip bir şekilde oldu.
Zamanın hükümdarı Üçüncü Selim, Sadrazam Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın ölümününden sonra kimi sadrazam yapacağına bir türlü karar veremiyordu ve seçimin kur'a ile olmasına karar verdi. Orduyla beraber Rumeli taraflarında bulunan bütün vezirlerin isimleri küçük káğıtlara yazılıp bir torbaya kondu, torba sarayın Hırka-i Şerif Dairesi'ne götürüldü ve Üçüncü Selim elini besmeleyle uzatıp káğıtlardan birini çekti. Káğıtta, Şerif Hasan Paşa'nın ismi yazılıydı.
Ama, Paşa'nın sicili pek parlak değildi. Gerçi savaş meydanlarında bazı kahramanlıkları görülmüştü ama zamanla mağlubiyetler de almış, üstelik İstanbul ile defalarca sürtüşmüştü. Padişah, tayinden önce müneccimlerden istihareye yatmalarını istedi ama istihareler bir netice vermeyince 'Ne de olsa peygamber soyundandır ve kur'ada isminin çıkmasında da bir hayır vardır' dendi ve Hasan Paşa sadrazam oldu.
Şerif Hasan Paşa, sadarette on ay kaldı. İlk haftalarda Avusturya ordusuna karşı bazı zaferler kazandıysa da Rus cephesinde işler hiç iyi gitmedi ve kalelerimiz ardarda Ruslar'ın eline geçti.
Paşa, saraya gönderdiği raporlarda yenilgilerin sorumluluğunu kendisinden önceki sadrazama yüklüyor ve hükümdara karşı alışılmışın dışında sert ifadeler kullanıyordu. Bütün bunlar olup biterken, etrafı Şerif Hasan Paşa'nın yüksek miktarlarda rüşvet aldığı, devletin parasını zimmetine geçirdiği yolunda söylentiler sarmıştı ve hemen her yerde, Paşa'nın paraya olan aşırı düşkünlüğü konuşuluyordu.
FALCILARA SORULDU
Üçüncü Selim torbadan kendi eliyle çektiği ismin hiç de hayırlı bir netice vermediğini görünce Şerif Hasan Paşa'yı azletmeye karar verdi. Ama Paşa Rumeli'deki ordunun başındaydı, üstelik o taraflarda oldukça güçlüydü ve halkın desteğine sahipti. Dolayısıyla gizlice azledilip hemen ortadan kaldırılması lázımdı.
Padişah, Paşa'ya şüphelenip isyana kalkışmasını önlemek için 'uğradığı mağlubiyetlere rağmen azledilmeyeceği' yolunda mektuplar gönderirken, el altından da Rusçuk'a Hasan Paşa'nın idamı ve yerine Koca Yusuf Paşa'nın tayini fermanını yolladı. Aldığı mektuplara inanıp rahata eren Hasan Paşa azil fermanını Şumnu'daki konağına çekildiği sırada aldığı zaman bütün tedbiri elden bırakmıştı ve karşı koyacak gücü yoktu.
Paşa, muhafaza altında bir başka konağa götürüldü ve taraftarlarının ayaklanma ihtimalini bertaraf etmek için Osmanlı tarihinde örneğine rastlanmamış bir şekilde idam edildi: 1791'in 14 Şubat gecesi yatağında uykuya daldığı sırada içeri giren celládlar Paşa'yı kurşun yağmuruna tuttular, sonra da kafasını kesip İstanbul'a gönderdiler.
Saraya bal dolu bir torba içerisinde gelen Şerif Hasan Paşa'nın kellesi 'ibret taşı'na kondu ve hemen yanıbaşına da üzerinde kısaca 'Bu kelle padişaha sadakat göstermediği, rüşvet aldığı, mal ve para toplamak için yapmadığını bırakmadığı, halka zulüm ettiği, Moskof'un üzerine yürümesi gerektiği halde yürümediği için vücudu herkesin ibret alması maksadıyla ve padişahın emriyle ortadan kaldırılan Hasan Paşa'ya aittir' yazılı bir yafta yerleştirildi.
Ama, Üçüncü Selim'in Hasan Paşa'ya duyduğu hiddet hálá bitmemişti. Paşa'nın bütün malını-mülkünü müsadere ettikten sonra kardeşi Çelebi Mehmed Ağa'yı da boğdurdu.
Sábık ve sákıt -'sákıt'ın ne demek olduğunu bilmeyenler lügate müracaat buyursunlar- bir başbakanın rapor almak için tekerlekli sandalye ile hastahanelere gitmesi bana işte bu Hasan Paşa hadisesini hatırlattı ve 'Necmettin Erbakan otursun kalksın, bundan 200 sene önce dünyaya gelmemiş olduğuna şükretsin' diye düşündüm.
ZİMMETÇİ VE BECERİKSİZ SADRAZAMIN İDAM YAFTASI
Para yemekle kalmadı devleti de batırdı
'SADRAZAMLIK, padişahın mutlak vekilliği demektir. Bu makama gelenler, vazifelerini Allah'ın emri ve padişahın isteği doğrultusunda yapmak, namuslu olmak, devletin malını ve parasını korumak, rüşvet almaktan kaçınmak, askeri güçlendirmek, sınırları korumak ve düşmana zamanında saldırmak zorundadırlar.
Şerif Hasan Paşa, böyle hareket etmesi gerektiği halde işbaşına geldiği günden itibaren bu şartların hiçbirine uymamış, rüşvet almış, mal ve para elde etmek için yapmadığını bırakmamış, halka zulüm etmiş, Moskof ordusunun ilerlemesine karşı gerekli tedbirleri bile almamış ve memleketin hem karadan, hem denizden, hem de nehirden istilá edilmesine ve çok sayıda Müslüman'ın ölmesine sebep olmuştur.
Bu kelle, Allah'ın emirlerine uymayıp devletine sadákat göstermediği güneş gibi belli olduğu için vücudu herkesin ibret alması maksadıyla padişahın fermanıyla ortadan kaldırılan Hasan Paşa'ya aittir’
Deli İbrahim meğerse deli değil akıllıymış
GENÇ neslin önde gelen tarihçilerinden ve Hürriyet Tarih Dergisi'nin hem Danışma Kurulu üyesi, hem de yazarı olan Dr. Erhan Afyoncu'nun ilk iki cildi geçtiğimiz yıl yayınlanan 'Sorularla Osmanlı İmparatorluğu' isimli eseri aylarca satış listelerinin üst sıralarında yeralmıştı.
Hürriyet Tarih'te yayınlanan 'Ulubatlı Hasan hiç yaşamadı', 'Baltacı Mehmed Paşa, Katerina ile beraber olmadı' gibi ve bir hayli ses getirmiş yazıları, Erhan Afyoncu kaleme almıştı.
Dr. Afyoncu, eserinde tarihimizde yanlış bilinen birçok konuyu yeni bulunan belgelere dayanarak tekrar ele alıyor ve asırlık hataları düzeltiyordu. Kitap rahat, basit ve herkesin anlayabileceği bir üslupla yazılmış olduğu için konuya bugüne kadar uzak kalmış olanlar tarafından da okunmuş ve tarih okumanın yaygınlaşmasına önemli bir katkı yapmıştı.
Genç tarihçimiz, geçtiğimiz hafta eserinin üçüncü cildini de çıkarttı. Dr. Afyoncu, soru-cevap şeklindeki makalelerinde tarihimizdeki yine birçok yanlış bilinen konuya temas ediyor, meselá 'deli' denilen Sultan İbrahim'in hiç de deli olmadığını, delilik yakıştırmasının o zamanların resmi tarihinin eseri sayılması gerektiğini yazıyor; saray hocalarının Sultan İbrahim'in cinsel gücünü arttırmak için hazırladıkları çeşit çeşit macundan bahsediyor ve hükümdarın 'şişman kadın' merakını anlatıyor. Bir başka makalede de Fatih Sultan Mehmed konusunda yine tartışma yaratacak bilgiler veriyor ve Fatih'in iktidar yıllarında kendi halkı arasında hiç de sevilmediğini belgeleriyle naklediyor.
Dr. Erhan Afyoncu'nun kitabını okuduğunuz takdirde, tarihimizin gizli kalmış çehresini çok daha yakından görebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2003
Irak Geçici Hükümet Konseyi üyesi Muvaffak el Rubai, Tikrit taraflarında bir delikte yakalanan Saddam Hüseyin'i ‘‘1 Temmuz'da asabileceklerini’’ söyledi ama bu sözüyle ülkesinde varolan bir geleneğe, ‘‘liderin asılmaması’’ geleneğine ters düştü. Iraklılar devirdikleri liderlerin hiçbirini asmamış, bunun yerine ya kurşunlamış, ya havaya uçurmuş, yahut linç edip parçalarını köpeklere yedirmişlerdi.
SADDAM Hüseyin'in Tikrit taraflarında bir delikte yakalanmasından sonra yapılan yorumlar arasında bence en ilginci, Irak Geçici Hükümet Konseyi'nin üyesi Muvaffak el Rubai'nin sözleriydi. Amerikan işgal yönetiminin Irak'ta egemen bir devlet kurulmasına kadar idamları askıya aldığını hatırlatan el Rubai, 'Saddam'ı özel bir mahkemede yargılar, 30 Haziran'da egemenliğimize sahip olduktan sonra, 1 Temmuz'da asabiliriz' demişti.
Irak'ın sabık liderini pek hoş bir ákıbetin beklemediği, işin taaa başından beri belliydi; zira Irak'ın bağımsız bir devlet olduğu 1932'den buyana iktidar bir defa bile olsun darbesiz ve normal şekilde el değiştirmemiş, Irak'ın başında bulunanların hiçbiri yatağında huzur içerisinde can vermemiş, dünyadan mutlaka bir suikast yahut darbe neticesinde ayrılmışlardı ve işin daha ilginç tarafı, liderlerin canlarının alınmasında 'ip'in kullanılmamış olmasıydı. Muvaffak el Rubai'nin söyledikleri, memleketinin geleneklerine işte bu bakımdan ters düşüyordu: Irak'ın sabık liderleri ya kurşunlanmış, ya havaya uçurulmuş, yahut linç edilmiş ve parçaları köpeklere yedirilmişti ama asla asılmamışlardı.
Bu sayfada, Irak'ın kaderine hükmedenlerin ölüm şekilleri yeralıyor. Liderlerin ákıbetlerini okuduktan sonra, Irak Geçici Hükümet Konseyi üyesi Muvaffak el Rubai'nin 'Saddam'ı 1 Temmuz'da asarız' demekle memleketinin 'lider temizleme' geleneğine nasıl ters düştüğünü siz de göreceksiniz.
Saddam Hüseyin bir aralık ‘peygamber torunuyum’ demişti
BU levhanın fotoğrafını, bundan tam 18 sene önce bugünlerde, 1985 Aralık'ında, Hazreti Muhammed'in torunu Hazreti Hüseyin'in Kerbelá'daki türbesinde çekmiştim. Levhada, Saddam Hüseyin'in 'seyyidlik şeceresi' yani Hazreti Muhammed'e kadar uzandığını iddia ettiği soyağacı vardı.
O yıllarda İran ile Irak arasındaki savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu ve birkaç haftalığına Bağdat'a gidiyor, oradan genellikle Atina üzerinden Tahran'a geçip cepheden cepheye koşuşturuyordum.
Bağdat'ta bulunduğum günlerden birinde, Iraklılar'ın nasıl olduysa, yabancı gazetecileri o zamanların 'yasak şehri' Kerbelá'ya götürecekleri tuttu. Enformasyon Bakanlığı'nın otobüslerine doluştuk ve birkaç saat sonra Kerbelá'ya ulaştık.
Hazreti Hüseyin'in türbesinin hemen girişinde, karşıma bu levha çıktı: Saddam Hüseyin, peygamberin soyundan geldiğini iddia eden İran'ın o zamanki dini lideri Ayetullah Humeyni'ye özenmiş, 'Ben de peygamberin torunuyum' demiş, üstüne üstlük bir de 'şecere', yani soyağacı uydurmuş ve bu düzmece şecereyi Irak'taki hemen bütün kutsal mekánlara astırmıştı.
Aradan seneler geçti ve Irak'taki 'Seyyidler ve Şerifler Vakfı', bu hafta başında Saddam Hüseyin'in 'seyyidlik şeceresinin' iptal edildiğini, zira şecerenin devrik liderin zoruyla hazırlanmış olduğunu ve gerçekle bir alákasının bulunmadığını açıkladı.
Saddam'ın bu düzmece şeceresinin fotoğrafını, dinin siyasete ne şekilde álet edilebileceğinin bizde pek başvurulmamış çok güzel bir örneğini teşkil ettiği için yayınlıyorum.
Bağdat’a lider olacak kişi ölümlerden ölüm beğenmeli
Irak liderlerinin hiçbiri, yatağında huzur içerisinde can vermedi. Ya kanlı bir darbeyle devrildiler, ya nereden geldiği belli olmayan kazalara uğradılar, yahut 'sağlık problemleri yüzünden görevden ayrılmak zorunda kaldıkları' açıklandı ve bu şekilde gidenlerin akıbetleri de tam olarak öğrenilemedi.
İşte, Irak'ın başına geçenlerin başlarına gelenler:
KRAL BİRİNCİ FAYSAL
Ameliyatta öldürdüler
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türk yönetimine karşı Arap isyanını başlatan Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in oğluydu. 1920'nin 11 Mart'ında Suriye Kralı oldu ama Suriye'ye hákim olan Fransızlar, Faysal'ı beş buçuk ay sonra Şam'dan kapıdışarı ettiler. Faysal bu defa Irak'ı ellerinde tutan İngilizler'e yanaştı ve 23 Ağustos 1921'de bu defa 'Irak Kralı' ilán edildi ve Irak'ın tam bağımsız bir devlet olduğu 1932 Ekim'ine kadar İngiliz gölgesi altında hüküm sürdü. Basit bir apandisit problemi için gittiği İsviçre'de 8 Eylül 1933 günü ameliyat masasında iken kalbi duruverdi. Ölümünün arkasında İngiltere'nin bulunduğu söylendi...
KRAL GAZİ
Direğe tosladı
Faysal'ın oğluydu. Babasının ölümünden sonra 21 yaşındayken çıktığı tahtta sadece altı sene kalabildi. Irak'a seneler boyunca hákim olan İngiltere'den nefret ediyor, Almanlar'a yakın duruyor, Arap dünyasının tek bayrak altında toplanması gerektiğini ve Kuveyt'in Irak toprağı olduğunu söylemekten çekinmiyordu. 1939'un 4 Nisan'ında kullandığı otomobilin frenleri patladı ve bir elektrik direğine çarpan genç kral parça parça oldu.
KRAL İKİNCİ FAYSAL
Köpeklere yedirildi
Babası Gazi'nin tahtına oturduğu zaman henüz dört yaşındaydı. Hicaz'ın büyük amcası olan eski kralı Ali'nin oğlu Prens Abdülilláh kral naipliğine getirildi ve İngiltere Irak'ta eskisi gibi yeniden söz sahibi oldu. 14 Temmuz 1958'de patlayan ve Irak'ta krallığa son veren ihtilálde ailesinin neredeyse bütün mensuplarıyla beraber kurşunlanan genç kral hastahaneye kaldırıldı ama darbeciler doktorların müdahalede bulunmalarına máni olunca, Faysal hastahanenin bir koridorunda, yerde can verdi. Cesedinin ayaklarından asılıp teşhir edildiği, daha sonra da köpeklere yedirildiği söylendi...
NURİ SAİD PAŞA
Parçalandı
Irak'ın en güçlü adamlarındandı ve 1930'dan 1958'e kadar tam sekiz defa başbakanlık koltuğuna oturmuştu. 1958 Mayıs'ında başbakanlığı bıraktı ve Irak ile Ürdün'ün birleşmesi projesinin başına geçti. 1958 ihtilálinde evinin basılmasından hemen önce üzerine geçirdiği bir çarşaf sayesinde darbecilere görünmeden kaçmayı başardı ama sokaklarda dolaşırken tanındı ve linç edildi. Paşa'nın cesedini de köpeklere yedirdiler.
GENERAL ABDÜLKERİM KASIM
Kurşunlandı
Irak'ta krallığa son veren 1958 darbesinin görünürdeki lideriydi ve iktidarı bir başka generalle, Abdüsselám Arif ile paylaşıyordu. İktidarda beş yıl kalabildi ve Abdüsselám Arif, 8 Temmuz 1963'te General Kasım'ı kurşuna dizdirdi.
GENERAL ABDÜSSELÁM ARİF
Havaya uçuruldu
1958 darbesinin arkasındaki asıl güç, Abdüsselám Arif idi. General Kasım'ı öldürtmesinden sonra Irak'a kendisini 'Arap sosyalisti' diye tanıtan Baas Partisi hákim oldu ama Abdüsselám Arif'in iktidarı da sadece üç sene sürdü. Irak'ı Mısır ve Suriye ile aynı bayrak altında birleştirme çabaları içerisinde olduğunun işitilmesinden hemen sonra, 15 Nisan 1966'da bindiği helikopter havada infilák etti ve Arif'in cesedini bile bulamadılar.
ABDURRAHMAN ARİF
İstanbul’a sürüldü
General Abdüsselám'ın kardeşiydi, 1958 ve 1963 darbelerinde rol almıştı. Ağabeyinin ölümünden sonra ele geçirdiği iktidarda sadece iki yıl kalabildi, Baas yanlılarının 17 Temmuz 1968'de yaptıkları darbeyle devrildi ama her nedense öldürülmedi, İstanbul'a sürgüne yollandı ve uzun seneler Yeşilköy'de bir villada yaşadı. 1980'lerde elden-ayaktan düşmüş haldeyken Irak'a dönmesine izin verildi ve Bağdat'ta öldü.
AHMED HASAN EL BEKR
‘Hastalandı’
O da Saddam Hüseyin gibi Tikritli idi ve Arif kardeşleri iktidardan götüren darbenin liderlerindendi. 30 Temmuz 1968'de Cumhurbaşkanı ilán edildi. 1979 Temmuz'unda 'sağlık nedenlerinden dolayı görevinden ayrıldığı ve yetkilerini yardımcısı Saddam Hüseyin'e devrettiği' açıklandı. 4 Ekim 1982'deki ölümü, gazetelerde küçük bir haber olarak yer aldı.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2003
Kur'an kursları konusu, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hazırladığı ama tepkiler üzerine geri çekmek zorunda kaldığı yeni yönetmelikle beraber, tekrar gündeme geldi. Bu kursların geçmişteki benzeri olan ‘‘mahalle’’ ve ‘‘sübyan’’ mekteplerindeki eğitim de her zaman tartışma konusu olmuş, Kur'an'ın mánásının öğretilmesi yerine sadece ezberletilmesi temeline dayanan sistem asırlar boyunca eleştirilmişti. İşte, 14. asırdan, İbni Haldun'dan bu yana devam eden eleştirilerden biri: Türk edebiyat ve siyaset tarihinin önemli isimlerinden olan Ziya Paşa, bundan 135 yıl önce ‘‘Harcanan bu ömre, bu emeklere yazık değil mi? Bu devlete, bu millete, bu mülke acınmaz mı?’’ diyor.
DİYANET İşleri Başkanlığı, toplumun bazı kesimlerinden tepki gelmesi üzerine, yeni hazırlamış olduğu Kur'an kursları yönetmeliğini geri çekmek zorunda kaldı.
Uygulanmasından şimdilik vazgeçilen bu yönetmelikle getirilen yeni uygulamaların başında yaz tatillerinde açılacak Kur'an kurslarına bundan böyle ilkokul öğrencilerinin de katılabilmeleri, daha önce iki aylığına ve haftanın beş günü açık kalan kursların artık yaz boyunca ve yedi gün faaliyette bulunabilmeleri vardı. Pansiyonlu kurslar ise, senenin 365 günü açık kalabileceklerdi.
Kur'an kursları, geçmiş devirlerde yaygın şekilde varolmuş olan okulları, beş-altı yaşlarındaki çocukların yani 'sabi'lerin gitmesi için kurulmuş olan 'sübyan' yahut 'mahalle mektebi' denilen okulların devamıdırlar ve temel hep aynıdır: Buralarda sadece Kur'an öğretilir, hafızası kuvvetli olan çocuklara ezberletilir, yani hafız yetiştirilir ama bütün bunlar yapılırken áyetlerin mánáları hiçbir şekilde belletilmez, küçük yaştaki çocuklardan Kur'an'ı anlamadan ezberlemeleri ve sadece 'okumaları' istenir.
Bu metod, aslında bir geleneğin devamıdır: Háfızlık geleneğinin... Öğrenciye Kur'an'ın dili olan Arapça'nın okutulmaması bir yana, ezberletilen áyetlerin mánáları da öğretilmediği için gelenek dinin önüne geçmekte ve bu durum asırlardan beri aynı şekilde devam etmektedir.
Biz, geçmiş devirlerin Kur'an kursları olan sübyan mekteplerinin bir işe yarayıp yaramadığını asırlar boyunca tartışmıştık. Meselá 14. yüzyılda yaşamış olan ve İslam tarihinin en büyük álimlerinden biri kabul edilen İbni Haldun 'Mukaddime' isimli eserinde 'Gaflete bak ki, çocukları Allah'ın kitabına başlatıp anlamadıkları şeyleri okuttururlar ve önemli konuların öğretilmesinin gerektiği yaşlarda vakitlerini bu işe harcatırlar' demiş, Türk Edebiyatı'nın İbni Haldun'dan asırlar sonra yaşamış olan çok önemli bir ismi, Ziya Paşa da 'Harcanan bu ömre, bu emeklere yazık değil mi? Bu devlete, bu millete, bu mülke acınmaz mı?' diye yazmıştı.
Yandaki kutuda, Ziya Paşa'nın Kur'an kurslarının temeli olan mahalle mektepleri konusunda bundan 135 yıl önce yazdığı bir yazı yeralıyor. Okuyun ve aynı tartışmanın asırlardan buyana hiç değişmeden nasıl devam etmekte olduğuna siz de şahit olun.
Ziya Paşa’ya göre devlete de, millete de, mülke de yazık!
ZİYA Paşa, 1829 ile 1880 yılları arasında yaşadı. Devlet adamlığının, idareciliğinin ve muhalifliğinin yanısıra Türk Edebiyatı'nın önde gelen şairlerindendi ve 'Altın semer bile taksan, eşek yine eşektir', 'Tekdirden anlamayanın hakkı kötektir' gibisinden vecizeyi andıran mısralar söylemişti.
Paşa dini eğitimin, özellikle de mahalle mekteplerinin yeniden yapılandırılması gereğini yazıyordu. Sübyan mekteplerinde başlayıp medreselerde devam eden dini eğitim, Ziya Paşa'ya göre hiçbir işe yaramaz haldeydi, zira öğrencilerin kafası sadece ezberle dolduruluyor, Arapça'yı bilmemeleri bir yana Kur'an'ı bile anlamıyorlardı.
Ziya Paşa, Londra'da bundan tam 135 sene önce, 1868 yılında çıkarttığı 'Hürriyet' Gazetesi'nde Kur'an öğrenmeye heveslenen çocuklara mahalle mektebinden itibaren okutulan kitapları ve öğretilenleri sıralarken bakın neler yazıyor:
‘‘...Bizde bir çocuk beş-altı yaşında mahalle mektebine verilir, elifbadan başlar, birkaç ay sonra önüne ‘ebced' çıkar ki ne olduğunu ne hoca efendi bilir, ne kimse anlar. Bundan sonra ‘sübhaneke', ‘ettehiyyat', ‘salávat', ‘kunut duası' ve ‘ámentü' okutulur. Bunlar gerçi namaz için lázım olan dualardır ama çocuğun büluğa erip namaza başlaması için önünde daha çok seneler bulunmasına rağmen, gene de ezberletirler. Bütün bunlar Arapça oldukları için çocuğa asla zevk vermezler, zira o yaştaki çocuk henüz olgunlaşmamıştır ve sadece oyuncaktan ve yaşının gerektirdiği şeylerden zevk alır.
ZİHNİ PERİŞAN OLDU
Çocuk daha sonra Kur'an'a başlar, hatmetmek için senelerce uğraşır ve hafız olur.
Akrabaları, artık 13-14 yaşlarına gelmiş olan çocuğu dini ilim tahsiline sevkederlerse bu defa cami derslerine gönderilir, ‘nasara-yansuru'dan başlar, ‘Bina'ya çıkıp 35 bölüm okur, ‘Maksud'u öğrenir, ‘tereyinne' tercümesine geçer ama bitmek tükenmek bilmeyen bu tercüme yüzünden bütün zihni dolaşır. Derken ‘ámil', ‘mámul', ‘irap' gibi önceden görmediği bir takım şeylere tesadüf edip hayran kalır; ‘İzhar' ve ‘Káfiye' okuduğu sırada bu kitaplarda ne denmek istendiğini güçlükle hisseder, ‘İsagoci' veya ‘İstiare' risalesine sarılır. ‘Kazaya ve netáyic ve istihárát ve kináyát' ile uğraşır, önüne nihayet ‘Mutavvel' gelir, bu kitaptaki ‘Bedi' ve ‘Beyan' bahisleri de zihnini perişan eder.
Bu arada ikindi derslerinde eğer ‘Halebi' ve 'Kuduri' gibi fıkıhla ilgili biraz birşeyler okuyacak olursa bir gurura kapılıp artık kimsenin abdestini ve namazını beğenmez olur, tatil derslerinde de ‘Kazimir' görüp ‘Cüz'-ü láyetecezzá' ve ‘Heyulá' bahislerine dalınca da tenezzül edip İbni Sina'yı bile kendisine öğrenci kabul etmez bir hále gelir.
Derken camilerden birinden izin alıp bu defa kendisi rahle başına geçer ve seneler boyu okuduğu bütün bu konulardaki ilmini bu defa kendisi yaymaya başlar.
Ama, bu eğitimden geçmiş olanların eline meselá 'El Ceváib' gibi Arapça bir gazete verilirse, gazetede yazılı olanları anlayabilmesi için en az iki saat boyunca sözlüğe bakmaları gerekir. Fıkıhla ilgili bir soru sorulduğunda áciz kalırlar, Kur'an'dan bir áyetin mánásı sorulduğunda 'Kadı Beyzavi'nin eserine müracaat edin' cevabını verirler, politikadan bahis açılsa İngiltere, Amerika, Japonya ve Fas gibi memleketlerin ve iklimlerin várolduğunu işitip hayret ederler, hatta dostlarından birine Türkçe bir mektup yazmaları gerektiğinde de şuna-buna yalvarırlar.
... Camilerde bildikleri yolda ders okutmaktan başka devletin ve ümmetin hayrına bir işe yaramayan bu kişilerin seneler boyunca emek ve ömür sarfetmeleri, işte böyle bir netice alınması içindir! Harcanan bu ömre, bu emeklere yazık değil mi? Bu devlete, bu millete, bu mülke acınmaz mı?’’
Topkapı’nın ressamı Van Mour, asırlar sonra tekrar sarayda
LÁLE Devri, Türkiye'nin zevk ve safa yıllarıydı. Uzun süren savaşların nihayete erip barışın gelmesiyle, İstanbul'un üst düzeyi 1718'den itibaren 12 yıl boyunca eğlencenin her çeşidini tattı ama bu tatlı hayat, 1730'da patlayan Patrona Halil isyanıyla son buldu.
Bu dönem, sosyal hayatın yanısıra sanatta da yeniliklerin yaşandığı, birbirinden güzel eserlerin ortaya konduğu bir devirdi. Meselá, bestekár Ebubekir Ağa eserlerinde devrin zarafetini, şıklığını ve hatta çılgınlığını terennüm ederken minyatürcü Levni 'dolce vita'yı, yani 'tatlı hayat'ı fırçasıyla ölümsüzleştiriyordu.
İstanbul'da aynı senelerde, şehri tuvale aktaran bir başkası, Jean Baptiste Van Mour adında bir Fransız ressam yaşamaktaydı.
O devirlerde fotoğraf yahut film gibi teknolojiler olmadığı için elçiler başka memleketlerde vazifeye gittikleri zaman yanlarında mutlaka iyi bir ressam götürür, gidilen memleketin devlet erkánından sosyal hayatına kadar hemen herşeyini ressama çizdirir ve tablolarını raporlarının bir parçası olarak kullanırlardı. Bu maksatla yapılan resimler daha sonra geçmişin sosyal hayatını en iyi şekilde yansıtan kolleksiyonlar halini aldılar.
Van Mour, İstanbul'a 1688'de Fransız elçisi Ferriol ile beraber geldi ama memleketine bir daha dönmedi, uzun seneler İstanbul'da yaşadı ve sadece Fransa Kralı için değil, hemen her Avrupalı hükümdara çalıştı, siparişlerini kabul etti ve yüzlerce eser verdi. Van Mour'un bugün müzelerde ve özel kolleksiyonlarda yeralan eserleri, 18. asrın ilk çeyreğindeki İstanbul hayatının en önemli görsel kaynaklarının başında geliyor.
Lále Devri'nin bu unutulmaz ressamı, 250 sene aradan sonra, önümüzdeki perşembe günü yeniden Topkapı Sarayı'nda olacak. Van Mour'un Hollanda'daki Rijk Müzesi'nde bulunan tablolarından 48 adedi ile ressamın çağdaşı olan minyatürcü Levni'nin saray kitaplığında muhafaza edilen eserlerinden bazıları, 'Van Mour ve Levni' sergisinde biraraya gelecek. Sarayın müdiresi Dr. Filiz Çağman'ın uzun çabalarıyla Koçbank'ın maddi desteğinin semeresi olan ve tablolarla minyatürlerin yanısıra resimlerde görünen objelerden bazılarının da yeralacağı sergide toplam 110 parça eser bulunacak ve sergi 2004'ün Nisan'ına kadar açık kalacak.
Burada, ikisi de 18. asrın ilk yıllarında çizilmiş olan ve biri doğulu, öteki de batılı bir sanatçının, yani Van Mour ile Levni'nin bakışını aksettiren iki ayrı 'uyuyan güzel' görüyorsunuz. Üç asır öncesinin böyle farklı ifadeleriyle beraber o günlerin şiir gibi olan İstanbul'unu da görmek istiyorsanız, 'Van Mour ve Levni' sergisini mutlaka ziyaret edin.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2003
İstanbul'da bombaların patlamasından sonra, gündeme Azad Ekinci'nin adıyla beraber bir de ‘‘Vehhabilik’’ tartışması geldi. Suudi Arabistan'ın resmi mezhebi Vehhabiliğin nasıl birşey olduğunu öğrenmek isterseniz, Vehhabiler'in İslamiyet'in en kutsal yeri olan Mekke'nin çok önemli iki mekánında, Hazreti Muhammed'in doğduğu ev ile Kábe'de neler yaptıklarını bilin, yeter... Peygamberin evi mezbeleye dönmüş, Kábe ise etrafını kuşatan saraylar ve gökdelenler yüzünden nefes bile alınamayacak hale gelmiş vaziyette.
İSTANBUL'da bombaların patlamasından sonra, gündeme
Azad Ekinci'nin adıyla beraber bir de
'Vehhabilik' tartışması geldi.
Vehhabilik, malum, Suudi Arabistan'ın resmi mezhebidir. Temelinde, peygamber zamanındaki hayat tarzına dönülmesi düşüncesi yatar ve Vehhabiler'e göre peygamberin devrinde varolmayan herşey yasaktır, bu yasaklar mezarlara kadar uzar ve mezarın değil varolması, yerinin belli olması bile haramdır.
İşte, İslamiyet'in en kutsal yeri olan Mekke'deki çok önemli iki mekánın,
Hazreti Muhammed'in doğduğu ev ile Kábe'nin, Vehhabi uygulamaları yüzünden bugün içine düştüğü durum: Biri çöplüğe dönmüş, diğeri de etrafını kuşatan saraylar ve gökdelenler yüzünden nefes bile alınamayacak hale gelmiş vaziyette...
Amine Hatun, Hazreti Muhammed'i Mekke'de mütevazi bir evde dünyaya getirmişti. Peygamberin ilk çocukluk günleri bu evde geçmiş, büyükbabası
Abdülmuttalib'in himayesine girene kadar burada yaşamıştı.
Evin bulunduğu arazi,
Hazreti Muhammed'in soyunun dayandığı Háşim ailesine aitti. Ev zamanla kendiliğinden yıkıldı ama arazisi, 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar muhafaza edildi ve herkesin saygı gösterdiği bir mekán oldu. Arazinin temiz bir şekilde muhafazasından
'Mekke Şerifleri' unvanını taşıyan ve
Hazreti Muhammed'in soyundan geldiğine inanılan kişiler sorumluydu. Arazi, hemen her hac ve umre sırasında mutlaka ziyaret edilirdi.
Arap yarımadasının 1920'lerde şimdiki
Kral Fahd'ın babası olan
Abdüláziz bin Saud'un eline geçmesinden ve Vehhabi geleneklerine uyularak Mekke'de İslam'ın ilk yıllarından kalan türbelerin bile yıktırılmasından sonra, sıra
Hazreti Muhammed'in doğduğu evin arazisine geldi. Arazi dümdüz edildi, üzerinde eski zamanlardan kalma ne varsa kaldırıldı ve sonraki senelerde buraya iki katlı bir halk kütüphanesi inşa edildi.
Peygamberin doğduğu yer şimdi tam bir mezbele, avlu da bir açık hava yatakhanesi halinde. Binayı çevreleyen alçak duvar çöp koymaya yarıyor, fotoğrafta da gördüğünüz gibi, avluya yan gelip yatmış Bedeviler kızgın güneşe aldırmadan horul horul uyuyorlar. Burası,
Hazreti Muhammed'in dünyaya geldiği yer!
Suudi ailesinin bağlı olduğu Vehhabi mezhebinin kurallarından Kábe de nasibini almış vaziyette.
Kral Fahd'ın Kábe'nin hemen yanıbaşındaki tepeye inşa ettirdiği yeni sarayın kapısı, Harem-i Şerif'in girişine kadar uzanıyor. Etraf, kraliyet ailesi mensuplarının diktikleri gökdelenlerle dolu ve bu minyatür ve arabesk Manhattan'ın tam ortasında da kutsal Kábe!
'Hiçbir millet, İslam'ın değerlerine biz Türkler kadar saygı gösteremez' diyenler çok haklıymışlar.
Ecyad Kalesi'nin üzerine Bin Ladin'den gökdelen
Mekke'de Türk döneminden kalan ve 2002 Ocak'ında yıktırılan 300 küsur senelik Ecyad Kalesi'nin bulunduğu yerde, 31 katlı 11 adet kule için devásá bir inşaat başladı. İnşaatı, Usame bin Ladin'in ailesine ait olan ‘‘Ben Laden Construction Group’’ adındaki Suudi şirketi yapıyor. Şirket, geçtiğimiz haftalarda Kuveytli iki İslami yatırım grubuyla, ‘‘Aref Investment Group’’ ve ‘‘International Ejarah and Investment Company’’ ile bir konsorsiyum kurdu. İnşaat, 2005'te tamamlanacak ve Suudi yönetiminin önceki vaadlerinin aksine, ‘‘Ecyad Kalesi'nin yeniden yapımı’’ diye birşey sözkonusu olmayacak.
TÜRKİYE, iki sene önce bu haftalarda, Mekke'de, Kábe'nin hemen yanıbaşındaki Ecyad Kalesi'nin yıkılmasını tartışıyordu.
Kale, Kábe'deki revaklarla beraber, Mekke'de Türk döneminden zamanımıza gelebilmiş son iki eserden biriydi. Yüzlerce senelik geçmişi olan ve 1600'lü yılların sonunda Türkler tarafından baştan aşağı yeniden inşa ettirilen kale, Arap yarımadasının elimizden çıktığı Birinci Dünya Savaşı'na kadar, Mekke'deki birliklerimizin garnizonuydu.
Türk dışişleri, kalenin yıkılacağı yolunda önceden bazı söylentiler işitmiş, Suudi yönetimi ile görüşüldükten sonra
'yıkımın önlendiği' açıklamaları yapılmış, hatta dışişlerimiz bir ara
'kalenin korunmasına karar verildiğine' inanarak, Suudi tarafına üstüne üstlük bir de
'memnuniyetimizi' ifade etmişti. Ama bütün girişimlerimiz sonuçsuz kalmış ve Ecyad Kalesi 3 Ocak 2002 günü buldozer kepçeleriyle yerle bir edilmiş, yıkım Ankara ile Riyad arasında diplomatik kriz yaratmıştı. Suudiler, Ecyad konusunun kendi
'iç işleri' olduğunu ileri sürmüş, hattá
'Tarihten söz edebilecek son ülke, Türkiye'dir ve önce Ermeni meselesini halletmesi gerekir' gibisinden küstah açıklamalara bile muhatap olmuştuk.
Yıkıma sadece Türkiye'nin değil, uluslararası çevrelerin de tepki göstermesi üzerine bir başka açıklama yapmak zorunda kalan Suudi yönetimi, yıkımın
Kral Fahd'ın imzaladığı bir emirnameye dayandığını duyurdu. Açıklamada
'Kale'nin bulunduğu alana hacıların ihtiyacı olan bazı binalar yapılacak ama Ecyad aynı şekilde yeniden inşa edilecektir' deniyordu.
Derken, Ecyad'ın kimin ve neyin uğruna yerle bir edildiği ortaya çıktı:
Kral Fahd'ın şimdi 26 yaşında olan en küçük oğlu
Abdüláziz iş hayatına atılmış ve ve kalenin bulunduğu tepeye bir binalar kompleksi dikmek istemişti.
Abdüláziz, Fahd'ın en sevdiği karısından olan oğluydu ve kral baba, delikanlının isteğini kıramamıştı.
Vakti zamanında Ecyad'ın bulunduğu yerde şimdi göreni ürkütecek boyutta devásá bir inşaat yükseliyor. Resmi adı
'699 sayılı proje' olan, 1 milyar 600 milyon dolara malolması beklenen ve 23 bin metrekareye yayılan inşaat
'El Beyt Kuleleri' adını alacak olan 11 adet kuleden meydana gelecek, kulelerin en yükseği 31 kat olacak, içlerinde 4 bin 668 adet daire ile 1220 odaya sahip beş yıldızlı bir otel yeralacak ve 2 bin araç kapasiteli bir de otopark yapılacak.
Ve, işin şimdiye kadar üzerinde pek durulmamış olan bir başka tarafı: Ecyad'daki inşaatı,
Usame bin Ladin'in ailesine ait olan
'Ben Laden Construction Group' adındaki Suudi şirketi yapıyor. Şirket, geçtiğimiz haftalarda Kuveytli iki İslami yatırım grubuyla yeni bir konsorsiyum kurdu.
'Arif' (Aref Investment Group) ve
'İcare' (International Ejarah and Investment Company) isimli bu gruplar El Beyt kulelerinin en yükseği olan
'Zemzem Kulesi'nin yapımına 390 milyon dolarla katıldılar. İnşaat, 2005 yılının ilk yarısında tamamlanacak ve Suudi tarafının önceki açıklamalarının aksine, Ecyad Kalesi'nin yeniden yapımı diye birşey sözkonusu olmayacak.
Ecyad konusunda yazacak daha çok şeyler var ama şimdilik beklemek zorundayım, zira 2002 Ocak'ındaki yıkımı gündeme getiren iki kişi, yani bendeniz ve Kanal 7'nin haber anchorman'i
Ahmet Hakan, yıkım sırasındaki yayınlarımızla ilgili olarak halen bir ceza mahkemesinde yargılanıyoruz! Dava nihayete erdikten sonra, bu konuda söyleyecek çok sözümüz olacak...
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2003
<B>T</B>ecavüzcüyü mahkûm etmek yerine evlendirmeyi öngören yeni ceza kanunu tasarısı, bana eski kanunlarımızın tecavüzle ilgili maddelerini hatırlattı ve ‘‘Nereden nereye gelmişiz!’’ diye düşündürdü. Biz, tecavüzcünün eskiden ‘‘şeyini’’ keserdik. Tecavüzün kadına yahut erkeğe karşı yapılması arasında bir fark yoktu, tecavüzcü kurbanıyla evlendiyse boşatılır ve mutlaka şeyinden olurdu. Hatta, hayvana tecavüz de suçtu ve bu işe kalkışan odunla iyi bir dayak yer, üstüne üstlük kafasına ve gözüne kaç odun yediyse, vuruş başına bir akçe de ceza öderdi.
GÜNDEMİMİZE haftalar önce yerleşen tecavüz tartışması devam ediyor.
Ceza kanunu tasarısı, tecavüzcünün tecavüz ettiği kadınla yani 'kurbanı' ile evlenmesi halinde hapisten kurtulmasını öngörünce kıyamet koptu. Bu arada kendisine tecavüz edilenler serbest bırakıldığı için Adalet Bakanı'na mektup yazıp 'Benim yerinde kızınız da olabilirdi' diyen 13 yaşındaki N.Ç. için soruşturma açma maharetini göstermeyi de ihmal etmedik.
Tecavüzcüyü mahkûm etmek yerine damat yaparak mükáfatlandıran tasarı, bana eski kanunlarımızdaki tecavüzle ilgili sert maddeleri hatırlattı ve 'Ne kadar modernleşmiş, nereden nereye gelmişiz!' diye düşündürdü. Bugün tecavüz ettiği kadınla nikáh kıydığı takdirde suçu ortadan kalkacak olan tecavüzcü, eskiden yakasını pek böyle kolay kurtaramaz, hatta bir tarafını bile kaptırırdı: 16. asırda yürürlükte olan kanunlarımıza göre, tecavüzcünün yahut kız kaçıranın 'şeyi' kesilmeliydi!
O zamandaki kanunlara göre tecavüzün kadına yahut erkeğe karşı yapılması arasında bir fark yoktu, ikisinin de cezası aynıydı. Tecavüzcü kurbanıyla evlendiyse hemen boşatılır ve mutlaka şeyinden olurdu. Hatta, hayvana tecavüz de suçtu ve Kanuni Sultan Süleyman'ın 'Kanunname'sine göre bu işe kalkışan odunla iyi bir dayak yer, üstüne üstlük kafasına ve gözüne kaç odun yediyse, vuruş başına bir akçe de ceza öderdi. Kanuni Süleyman, karısıyla ters ilişki kuran erkeğin de hem dayak yemesini, hem de ceza ödemesini buyurmuştu.
Sonra devir değişti, 19. yüzyıldan itibaren 'modernleşmeye' başladık ve ceza kanunumuz da Avrupalı oldu. 1858 tarihli ceza kanunumuz tecavüzcünün artık şeyini kestirmiyor, 'eksiksiz' olarak küreğe mahkûm ediyordu.
Aşağıdaki kutularda hem 16., hem de 19. asır kanunlarının tecavüzcülerle ilgili hükümleri yeralıyor. 'İçmek' sözünün 'adamın şeyi', 'çekmek' kelimesinin de 'kaçırmak' ve 'tecavüz etmek' demek olduğunu unutmayın, gerisini hemen anlarsınız...
Eski padişahlar hem keser hem de tazminat ödetirdi
İKİNCİ BAYEZİD'İN KANUNNAMESİNDEN:
MADDE 26: Kız ve oğlan çeken kişinin ve hıyanet edip başkasının evine girenin içmeği (áleti) kesile. Kızı yahut avratı çeken kişi o avratla yahut kız ile nikáh kıydırdı ise derhal boşatıla, sakalı kesile ve odunla dövüle. Avratla yakalanırsa derhal öldürüle.
KANUNİ'NİN KANUNNAMESİNDEN:
MADDE 5: Oğlan ve kız çeken kimselerin, hıyanet ile eve girenlerin ve avrat yahut kız çekmeye kalkanların içmeğini (áletini) keseler. Bir kişi avratın yahut kızın rızası olmadan onu kaparsa, adamın áletini keseler ve avratı yahut kızı hiçbir şekilde suçlamayalar. Ama avrat yahut kız bu işe razı olup evinden dışarı erkekle anlaşarak giderse, avratın yahut kızın organını dağlayalar.
MADDE 6: Kız veya avrat çekip cebren nikáh kıydıran zor kullanılarak boşatıla ve nikáh kıydıran erkeğin sakalları kesilip sıkı bir sopa çekile.
MADDE 12: Bir kimse avratını d...den tasarruf etse (ters ilişki kursa) iyi bir dayak atıp sopa başına bir akçe ceza alına. Bir kimse hayvana varsa (tecavüz etse), iyi bir sopa çekip sopa başına bir akçe ödetile.
FATİH'İN KANUNNAMESİNDEN:
MADDE 9: Erkek, başkasının avratını öpse, ondan birşey istese yahut yapışsa, kadı dayak ata ve vurulan her sopa başına bir akçe ceza alına.
MADDE 10: Avrat yahut kız, bir erkek hakkında 'Bana ziná kıldı' dese ve erkek inkár etse, iki tarafın sözüne de inanılmaya. Ere yemin ettirile, eğer 'yapmadım' diye yemin ederse avrata sopa çekile ve iki sopa başına bir akçe ceza alına. Ama erkek 'Ben bu avrata ziná kıldım' dese ve avrat reddetse, bu defa avrata yemin ettirile. Avrat 'Yaptı' derse kadı efendi erkeğe sopa ata ve iki sopa başına bir akçe ceza alına.
Abdülmecid kesmedi sürgüne gönderdi
MADDE 198: Bir adam bir kimseye zor kullanarak kötü iş yapar yani ırzına geçerse, geçici olarak küreğe konur. Böyle bir işe kalkışıp da elinde olmayan engelleyici bir sebepten dolayı maksadını fiile çıkartamamış olan kişi, üç aydan az olmamak üzere hapsedilir.
MADDE 199: Irza geçme fiili ırzına geçilene bakmakla yükümlü olan kişiler, velileri yahut hizmetkárlar tarafından yapılır ise, beş seneden az olmamak üzere kürek cezası verilir.
MADDE 200: Irzına geçilen kişi henüz evlenmemiş bir kız ise, bu işi yapanlar kürek cezasının yanısıra tazminata da mahkûm olurlar. Bir kızı 'Seninle evleneceğim' diye kandırıp kızın bekáretini bozan ama sonra evlenmekten vazgeçen kişi, bekáretin bedeli olan tazminatı ödemeye mahkûm edilir ve bir haftadan altı aya kadar hapsedilir.
MADDE 201: Genç erkekleri yahut kızları kandırarak fuhşa teşvik eden ve genel terbiyeye karşı harekette bulunmaya cesaret edenler bir aydan bir seneye kadar hapsedilirler. Bu işi yapanlar gencin babası, anası yahut vasisi iseler, cezaları altı aydan bir buçuk seneye kadar hapistir.
Bir kadının aleyhindeki ırz davasını sadece kocası yahut kadın evli değilse velisi açabilir. Zina ettiği anlaşılan kadın üç aydan az ve iki seneden fazla olmamak üzere hapsedilir ama koca, zina yapmış olan karısını affeder ve yeniden almaya razı olursa, mahkûmiyet düşer.
MADDE 202: Genç erkeklera yahut kızlara láf atanlar bir haftadan bir aya kadar, elleriyle sarkıntılık edenler de bir aydan üç aya kadar hapsedilirler. Kadınlara mahsus olan yerlere kadın kıyafeti ile giren erkeğin cezası, üç aydan bir yıla kadar hapistir (Sultan Abdülmecid'in 1858'de çıkarttığı Ceza Kanunu'ndan).
Bu karakolu meyhane yapacaklar, yakalayın!
SULTAN Abdülmecid, Türk tarihinin önde gelen reformcularındandı. 1839'da tahta çıktı ve babası İkinci Mahmud'un başlattığı yenileşme hareketlerini devam ettirdi. Türk tarihinin dönüm noktalarından olan Tanzimat Fermanı, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa ile beraber Sultan Abdülmecid'in eseriydi.
Reformcu padişah sadece devlet yapısını değil, İstanbul'u da yenilemeye meraklıydı. Şehirde meskun olmayan bazı yerleri iskána açtı ve halkı yeni semtlere yerleşmeye teşvik etti. Bu semtlerin başta geleni İstanbul'un şimdi en gelişmiş yerleşim merkezlerinden olan Teşvikiye idi ve adı üstünde, bir 'teşvik' eseriydi.
Abdülmecid, Teşvikiye'yi her bakımdan teşvik etti. Burada yaşamak isteyenlere ev kurmaları için bedava arazi dağıtırken, devletin önde gelenlerine Teşvikiye'de konaklar inşa ettirdi, 18. asrın sonlarından, büyük amcası Üçüncü Selim devrinden kalan ufak caminin yerine bugünkü camiyi yaptırdı ve semtin güvenliğinin sağlanması için bir de karakol kurdu. Karakol zamanla yer değiştirdi, şimdi Teşvikiye Camii'nin hemen karşısında bulunan binaya taşındı ve 100 küsur sene boyunca Teşvikiye sakinlerinin malını, canını ve namusunu buradan muhafazaya çalıştı.
Bu muhafaza, geçen seneye kadar devam etti ve resmi adı 'Harbiye Emniyet Amirliği' olan Teşvikiye Karakolu, İstanbul'daki daha birçok karakolla beraber her nedense kapatıldı, binanın önüne bir polis otobüsü yanaştırıldı ve karakol, mekánı otobüs olan bir 'polis noktası'na döndü. Derken otobüs gitti, polisler yeniden binaya döndüler ama karakol bir kere ortadan kalkmıştı. Tepesindeki tabelá bile káğıtla örtüldü ve hemen arkasından semtte bir hırsızlık furyasıdır aldı, yürüdü.
İçişleri Bakanlığı, binanın 'Polis Müzesi' haline getirileceğini söylüyor ama sakinlerinden olduğum Teşvikiyeliler, 'müze' projesinin göstermelik olduğunu, binanın birkaç aylığına müze niyetine kullanıldıktan sonra restoran yapılacağını, karakolun yeniden açılması konusunda daha önce alınan kararın Ankara'dan aylardan buyana bir türlü gelememesinin sebebinin de bu restoran hevesi olduğunu işitiyorlar. İstanbul'un en pahalı ve en yüksek rant getiren meydanlarından birinde bulunan karakol binasına göz dikildiği, aradaki bazı kişilerin harıl harıl çalıştığı, malsahibi olan Vakıflar'a gidip gelmelerin arttığı ve işin neredeyse tamamlandığı, şimdi herkesin dilinde...
Sultan Abdülmecid'in, bundan bir buçuk asır önce semt sakinlerinin emniyeti için inşa ettirdiği binayı bambaşka bir hále getirme şerefinin kimlere nasip olacağını çok yakında göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2003
Terör bu defa İstanbul'daki İngiliz Konsolosluğu ile İngiliz HSBC Bankası'nı vurdu ve çok sayıda masum can verdi. HSBC'deki feláketin İstanbul'da yabancı bir bankaya yönelik ve bu derece büyük ilk bombalama olduğunu zannediyoruz ama yanılıyoruz, zira daha önce yaşadığımız bir başka hadiseyi, bundan 107 sene önce meydana gelen, Osmanlı Bankası baskınını ve bankanın bombalanmasını unutuyoruz. Ermeni teröristler Karaköy'deki Osmanlı Bankası'nı 1896'nın 26 Ağustos'unda basmış, her yeri bombalamış, eylemde tam 753 adet bomba kullanılmış ve çok sayıda masum insan hayatını kaybetmişti.
İSTANBUL'daki sinagog saldırılarının üzerinden beş gün geçti ve bu defa da İngiliz Konsolosluğu ile İngiliz HSBC Bankası terörün hedefi oldu.
Şimdi hepimiz şaşkınız ve bu musibetin devam etmesi ihtimaline karşı ne gibi tedbirler alınması gerektiğini tartışıyoruz. Ama HSBC'deki feláketi İstanbul'un bu şekilde şahit olduğu ilk terör eylemi zannetmekle yanılıyoruz, daha önce yaşadığımız bir başka hadiseyi, bundan 107 sene önce meydana gelen, Osmanlı Bankası baskınını ve bankanın bombalanmasını unutuyoruz.
Bankanın bugün müze olarak kullanılan Karaköy'deki binası
'Taşnaksutyun', 'Hınçak', 'Şant' ve
'Kurban' isimli Ermeni komiteleri tarafından 1896'nın 26 Ağustos'unda basılmış ve bombalanmıştı. Saatlerce devam eden hadise sırasında bankanın etrafındaki sokaklar savaş alanına dönmüş, ardarda bombalar patlarken binlerce mermi sıkılmış, çok sayıda masum hayatını kaybetmiş ama o zamanlarda artık hiçbir gücü bulunmayan Türk Hükümeti baskının sona ermesi karşılığında teröristlerin tamamını affetmiş ve memleketten ellerini kollarını sallayarak çıkıp gitmelerine izin vermişti.
İşte, şimdilerde pek hatırlamadığımız bu ilk
'banka baskını'nın kısa öyküsü:
Avrupa devletlerinin, en başta da Rusya'nın kışkırttığı Ermeniler, Anadolu'da ardarda çıkarttıkları isyanlar devam ederken imparatorluğun başkenti olan İstanbul'da de ses getirecek bir hadise yaratmaya çalışıyorlardı. İlk deneme 1895'in 30 Eylül'ünde yapıldı ve Kadırga ile Kumkapı semtlerinde toplanan ve çoğu dışarıdan gelmiş olan binlerce Ermeni, o zamanın hükümet merkezi olan Babıali'ye doğru yürüyüşe geçti. Maksatları Babıali'yi basmak, işi daha da büyütüp Avrupa'nın müdahalesini sağlamaktı.
Netice, bekledikleri gibi olmadı. Sultanahmet'e vardıkları sırada askeri birliklerle sivil halk yürüyüşçülerin yollarını kesti, Babıali'ye uzanmalarına izin verilmedi ve çıkan siláhlı çatışma bir anda bütün şehre yayıldı. Çatışmalar üç gün boyunca devam etti ve çok sayıda masumun hayatını kaybetmesinden sonra güçlükle durdurulabildi.
İlk denemeleri başarısız olan terör örgütleri, on ay sonra yeniden harekete geçtiler. Bu defa daha kanlı ve daha geniş bir plan yapmışlardı: Şehrin değişik yerlerine gizlenmiş teöristler halkın üzerine bomba yağdırırken zamanın İçişleri Bakanı Nazım Paşa öldürülecek, Beyoğlu'nda hemen her caddeye barikatlar kurulup çatışma çıkartılacak ve uluslararası bir şirket olan Osmanlı Bankası da bombalarla havaya uçurulacaktı.
Bombalar, Üsküdar'daki gizli bir atölyede imal edildi ve çatanalarla Kabataş'a, oradan da öküz arabalarıyla Beyoğlu'ndaki hücre evlerine nakledildi. Teröristlerin elinde bir kısmı yirmi beşer kiloluk tam 753 adet bomba vardı, içlerinden rastgele seçilenlerin denemeleri Káğıthane'deki büyük çayırda yapıldı ve bütün bunlardan devletin hiçir şekilde haberi olmadı!
Teröristler, 1896'nın 26 Ağustos sabahı saat altı buçukta harekete geçtiler. Zamanın istihbaratı, Osmanlı Bankası ile ilgili hazırlıklar dışındaki bütün planları son anda öğrenmişti ve Beyoğlu'ndaki teröristlerin hemen hepsi teker teker yakalandılar. Ancak, Osmanlı Bankası'nda tam bir feláket yaşandı.
Bombaları omuzlarındaki torbalara dolduran teröristler, ellerindeki siláhlarla bir anda Osmanlı Bankası'nı basıp içerideki herkesi rehin aldılar. Binanın tamamına hákim olunması dört saat sürmüş ama asker ve polis bankayı kuşatmıştı. Teröristler pencerelerden dışarıya bomba yağdırıyorlar, bu arada rehinelerin bir hareket yapmalarını önlemek için, ufak bombaları içeride de patlatıyorlardı. Baskına bizzat katılmış olan
Hayik Tiryakyan adındaki terörist, çok sonraları yayınladığı hatıralarında 26 Ağustos sabahından bahsederken
'Bombalar şaşırtıcı bir netice veriyor, vurulanların etlerini parçalıyor ama derhal öldürmüyor, acı içerisinde kıvrandırıyordu' diye yazacaktı.
Baskın devam ederken, İstanbul'daki Avrupalı büyükelçiler devreye girerek sarayla teröristler arasında arabulucuk yapmaya çalıştılar. Sultan
Abdülhamid, Rus elçiliği baş tercümanı
Maksimof'un teröristlerle görüşmesini kabul etti. Harabe haline getirdikleri bankayı hálá ellerinde tutan militanlar Türkiye'den serbestçe ayrılmalarına izin verilmesi şartıyla binadan çıkacaklarını söylediler ve
Abdülhamid teröristlerin bütün taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Binayı boşaltan teröristler iki sıra halinde dizilmiş askerlerin arasından ellerini-kollarını sallayarak rıhtıma doğru ilerlediler ve Osmanlı Bankası'nın genel müdürü olan
Sir Edgard Vincent'in yatıyla Marmara'da Marsilya'ya doğru seyreden bir başka gemiye nakledildiler.
Geride bombaların harabe haline getirdiği bir bina, canından olmuş çok sayıda masum ve teröristleri serbest bırakmak zorunda kalmış bir devlet vardı.
İstanbul'u bomba ile tanıştıran teröristlerin faaliyeti bu kadarla kalmayacak, asıl çılgınlığı Osmanlı Bankası baskınından sekiz sene sonra yapacak ve bu defa
Sultan Abdülhamid'in hayatına kastederek padişaha bomba yüklü bir araba ile saldıracaklardı. 21 Temmuz 1905 günü, Yıldız Camii'nin avlusunda patlayan bomba 26 kişinin canını almış, 56 kişi yaralanmış,
Sultan Abdülhamid suikast teşebbüsünden son anda kurtulmuş ama güçsüz imparatorluk bu saldırının elebaşısını da serbest bırakmak zorunda kalmıştı.
İstanbul, bütün bu hadiselerin üzerinden bir asır geçmesinden sonra, aynı senaryoyu maalesef tekrar yaşıyor.
Asur uygarlığının sırları, bu konsoloslukta çözülmüştü
GALATASARAY'daki İngiliz Konsolosluğu'nun her bahsinin geçişinde, ben hem diplomat, hem de álim olan bir İngiliz'i,
Sir Austen Henry Layard'ı hatırlardım.
İmparatorluğun başkenti İstanbul'da bugün varolan eski konsolosluk binalarının tamamı o devirde büyükelçilikti ve şimdi üzerinde İngiliz Konsolosluğu'nun bulunduğu arazi, 19. yüzyıl öncesinde Fransızlar tarafından kullanılıyordu. 1800'lerin başında çıkan bir yangın Beyoğlu'nu harabeye çevirdi, Fransızlar Tünel tarafındaki
'Fransız Sarayı'na çekildiler ve zamanın hükümdarı
Üçüncü Selim, sahipsiz kalan Galatasaray'daki araziyi 1801'de İngilizler'e verdi.
Ahşap olarak inşa edilen ilk İngiliz elçilik binası 1831'de çıkan bir yangında kül olunca, İngiliz hükümeti o devre göre modern bir bina yaptırmaya karar verdi ve bombalara hedef olan bugünkü bina, zamanın önde gelen mimarlarından
Sir Charles Barry tarafından inşa edildi.
'Pera House' diye anılan bina, 1850'lerde tamamlandı ve o tarihten sonra
Stratford Canning, Richard Elliot ve
Henry Layard gibi çok sayıda büyükelçinin çalışma mekánı oldu. Ama bu büyükelçiler arasında sadece biri,
Henry Layard, adını diplomasinin yanısıra ilim tarihine de yazdırdı.
1817'de Paris'te doğan
Henry Layard, eski medeniyetlere ve arkeolojiye meraklıydı. 20'li yaşlarında Ortadoğu'yu gezmeye başladı, 1845'te Babıali'den Mezopotamya'da kazı yapma izni aldı, Musul taraflarına gitti ve Fırat Nehri'nin Musul'un karşısındaki sahilini kazdı.
Layard, bu kazılarda arkeoloji tarihinin en büyük keşiflerinden birini yapacak ve Asur Krallığı'nın başkenti Ninova'yı ortaya çıkartarak o zamana kadar sadece efsane zannedilen Asur medeniyetinin gerçek olduğunu ispat edecekti.
Bir ara British Museum'un başına getirilen
Henry Layard daha sonra yeniden Mezopotamya'ya gitti ve arkeolojinin yanısıra Yezidiler üzerinde de çalıştı. 1877 ile 1880 arasında İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi oldu,
'Türk yanlısı' olarak bilindi ve zamanın hükümdarı
Abdülhamid için, Mezopotamya'nın kalkınması konusunda çok sayıda rapor yazdı.
Henry Layard'ın başta Asur uygarlığı olmak üzere arkeoloji konusunda yazdığı kitaplar bugün hálá ana kaynak kabul ediliyorlar. Benim
'İngiliz Konsolosluğu' denince
Layard'ı ve Asur medeniyetini hatırlamamın sebebi de, işte bu... Şimdi binanın çoğu enkaz haline gelmiş bölümlerinde bu bilgin diplomat kaç Asur tabletini çözmeye çalışmış, kaç iláhiyi tercüme etmekle uğraşmıştı, kimbilir...
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2003
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in 29 Ekim sabahı Anıtkabir'de yapılan törende şeref defterini imzalamasından önce önündeki bir bardak suyu afiyetle içmesi, ‘‘Oruç tutanların önünde bu iş yapılır mı?’’ tartışmasını başlattı. Bizde eski hükümdarlar da bazan Sezer'in yaptığını yapar ve Ramazan günlerinde askerin önünde güpegündüz neredeyse 50 çeşit yemeğin tadına bakarlardı. Ama arada küçük bir fark vardı ve hükümdarlar orduyla sefere çıktıkları zaman, oruç tutan askerin savaş gücünün azalmasına mani olmak için oruç yerler ve böylelikle ‘‘Seferi olanlar oruç tutmaz’’ demek isterlerdi. Ben, bu konudaki bazı tarihi kayıtları nakletmekle yetiniyor ve işin Ankara'daki boyutunu değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum.
CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer, 29 Ekim sabahı Anıtkabir'deki törende şeref defterini imzalamasından hemen önce, kürsüde bulunan bir bardak suyu protokolün ve TV kameralarının önünde afiyetle içince, bazı çevrelerde 'Ramazan günü, oruç tutanların önünde bu iş yapılır mı?' tartışması başladı.
Tartışmalar sırasında konuyla ilgili olarak yazılanları ve yapılan yorumları okurken, birdenbire Busbecqu'i hatırladım... Alman İmparatoru Birinci Ferdinand'ın, Kanuni Süleyman'a elçi olarak İstanbul'a gönderdiği Ogier Ghisalin von Busbecque'in ('Bucbek' diye okunur) devletin en tepesindeki kişilerin oruçları hakkında yazdıklarını...
Busbecque, Türkiye'ye tam üç defa gelmiş, İstanbul'dan Amasya'ya kadar gitmiş ve Osmanlı topraklarında gördüklerini dönüşünde kitap olarak yayınlamıştı. Alman elçi, 16. yüzyılın Türkiye'si konusunda bugün de en önemli kaynaklardan biri olarak kabul edilen eserinde Türk devlet yapısının yanısıra halkın günlük hayatı konusunda çok önemli bilgiler veriyor ve bu arada padişahların Ramazan günlerinde savaşa giden ordunun önünde bir güzel yemek yediklerini de yazıyordu.
Alman diplomata göre, ordunun sefere çıkması Ramazan ayına denk gelirse, başkumandan olan padişah, askerin oruç tutarak güç kaybetmesini engellemek için hemen her çareye başvurur, hatta 'seferi' olunduğunu göstermek maksadıyla güpegündüz yemek yerdi. Üstelik işi herkesin önünde yapar, 'otağ-ı humáyun'un yani çadırının önüne sahanlarla tepeleme dolu koskoca bir sofra kurdurur, binlerce askeri sofranın önüne getirtir, sonra oturur ve neredeyse 50 çeşit yemekten azar azar tadardı. Padişah böylelikle 'Savaşa gidiyoruz ve seferiyiz. Seferi olanların oruç tutmamaları gerekir' diyor ve askerin oruç tutarak savaşma gücünün azalmasının önüne geçmeye çalışıyordu.
Busbecque, 'Padişahın böyle yapması Türkler'de eski bir gelenektir. Ordunun sefere çıktığı günlerin Ramazan ayına denk gelmesi halinde padişahlar askerin önünde yemek yerler' diye yazacaktı.
İmparatorluğun parlak devirlerinde uygulanan bu usulü asırlar sonra, çöküş döneminde de denemeye kalktık ama bu defa yüzümüze gözümüze bulaştırdık.
İttihad ve Terakki'nin iktidarda bulunduğu Birinci Dünya Savaşı yıllarında 'başkumandan vekili' olan Enver Paşa da savaşan askerin oruç tutmasını engellemek istemişti. Paşa, Ramazan aylarında cephelere gönderdiği emirnamelerde, cephedekilerin oruç tutmalarında dini bir mecburiyet bulunmadığını hatırlatmış ve kumandanlara 'Oruçlu asker savaşamaz, dolayısıyla oruç tutulmasına mani olun ve gerekirse yasaklayın' demişti.
O günlerde Arap Yarımadası da karmakarışıktı ve Mekke Şerifi Hüseyin'in başlattığı isyan bütün şiddetiyle devam ediyordu. Enver Paşa'nın emirnameleri Hüseyin'in de eline geçti ve Mekke'nin isyancı emiri, dini bakımdan son derece doğru olan bu kararı inanılmaz şekilde tahrif etti. Arap dünyasına hitaben yayınladığı isyan bildirisine Enver Paşa'nın emrini de koydu ama işi 'Türkler dinden çıktılar, hatta orucu bile yasakladılar. Onlara karşı cihad etmek, her Müslüman'a farzdır' haline getirdi.
Ahmet Necdet Sezer'in bir Ramazan sabahı TV kameralarının önünde afiyetle bir bardak su içmesi konusu geçenlerde gittiğim bir iftarda da tartışılıyordu. Busbecque'in yazdıklarını nakletmemden sonra Türkiye'nin önde gelen işadamlarından biri ilginç ama biraz muzip bir yorum yaptı: 'Cumhurbaşkanımız by-passlıdır, dolayısıyla oruç tutması sağlığını bozabilir ve tutmaması gerekir' dedi. 'Hele bir de şekeri varsa, iş daha da fena... Ağzı kurur, konuşamaz; gözü kararırsa şeref defterini bile yazamaz. Önündeki suyu içmekle, eski hükümdarların izinden gitmiş oluyor'.
Ben, Alman elçisi Busbecque'in yazdıklarını ve Dünya Savaşı yıllarında bu işi yüzümüze gözümüze nasıl bulaştırdığımızı nakletmekle yetiniyor ve işin Ankara'daki boyutunu değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum.
Bizi hiç sevmedi ama farkında olmadan çok büyük iyilik etti
OGIER Ghisalin von Busbecque, 1522'de gayrımeşru bir ilişkinin meyvesi olarak dünyaya geldi. Babası zengin bir arazi sahibiydi ve sonradan tanıyıp meşrulaştırdığı oğlunu zamanının en iyi üniversitelerinde okuttu.
Delikanlılığında, Orta Avrupa'nın en güçlü hükümdarları olan Beşinci Karl'ın, daha sonra da Ferdinand'ın hizmetine giren Ogier, 1555'te Avusturya elçisi olarak Türkiye'ye geldi ve 1555'in 15 Nisan'ında zamanın hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman tarafından kabul edildi. Daha sonra memleketine döndü ve bir sene sonra Türkiye'ye yeniden gönderildi ve kendi iddiasına göre, sarayın İstanbul'daki Fransız elçisinin çıkarttığı dedikodulara inanması yüzünden işini istediği gibi yapamadı. Memleketine döndü ama daha sonraki senelerde Osmanlı başkentine üçüncü defa gönderildi.
İstanbul'da bulunduğu sırada yerinde şimdi kız yurdunun yükseldiği Çemberlitaş'taki 'Elçi Sarayı'nda kalan Busbecque, elçilik vazifesinin yanısıra kültürel faaliyetlerde de bulundu. Çok sayıda eski Yunanca elyazması eser topladı ve bu kitapları Viyana'daki Kraliyet Kütüphanesi'ne bağışladı.
Busbecque, Türkiye'deki vazifesini tamamladıktan sonra Avrupa imparatorlarının verdiği önemli hizmetleri de yerine getirdi ve Avusturya'nın Paris elçisiyken, 1592'de burada öldü.
Türkiye'ye defalarca gelmesine ve Avusturya ile Türkiye arasında barış yapmakla görevli olmasına rağmen, Busbecque, Türkler'i hiç sevmemiş ama Türkiye'nin kültür tarihine büyük katkıları olmuştu. Ankara'daki Augustus Anıtı'nı ortaya o çıkartmış ve yayınladığı hatıraları, 16. yüzyıl Türkiye'sindeki günlük hayat hakkında bilgi veren en önemli kaynaklardan biri kabul edilmişti. Busbecque'in Latince olarak kaleme alıp 1581'de yayınladığı 'İstanbul ve Amasya seyahatnamesi ve askeri konularda Türkler'e karşı alınacak tedbirlerle ilgili tavsiyeler' isimli eseri, bu alanda bugün de en önemli kaynaklardan biri kabul ediliyor.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2003
Tayyip Erdoğan, bundan beş sene önce, belediye başkanlığı sırasında teláffuz ettiği ‘‘nakil ilmühaberi’’ yani ‘‘şehir vizesi’’ konusunu hafta başında yeniden gündeme getirdi ve bana eski devirlerin yurtiçi pasaportu demek olan ‘‘mürur tezkeresi’’ni tekrardan hatırlattı. ‘‘Nakil ilmühaberi’’nin oy, menfaat, hemşehrilik, Avrupalı olma çabamız, anayasal kısıtlamalar yahut aklıma gelmeyen çok daha başka sebepler yüzünden hiçbir şekilde işlemeyeceğinden adım kadar eminim ama ‘‘Tayyip Bey'in elinin altında bulunsunlar, belki bir işe yarayacakları tutar’’ düşüncesiyle, İstanbul'a göçün yasak olduğu günlerden kalma birkaç belgenin metnini yayınlıyorum.
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, 'İstanbul'a girişler ve çıkışlar nakil ilmühaberine bağlanmalı, büyük kentlere herkes elini-kolunu sallayarak girmemeli' dedi. Tayyip Bey aynı sözleri bundan beş sene önce, 1998 Ağustos'unda Belediye Başkanı'yken de söylemiş ve 'Anadolu'dan gelecek olanlar nakil ilmühaberi almalı, ‘Nereye ve niçin gidiyorsun? Gittiğin yerde işin, evin var mı?’ diye sorulmalı, belgeleyemeyenler İstanbul'a sokulmamalı' demişti.
Tayyip Bey'in konuşmasını dinledikten sonra, eskilerin güzel bir sözünü hatırladım: 'Báde harabü'l-Basra', yani 'Basra harap olduktan sonra' demelerini... Derken, şehir böyle bitip tükendikten, tanınmaz hale geldikten ve İstanbul'un İstanbul ile bir alákası kalmadıktan sonra girişlerle çıkışların kontrol altına alınmasının ne işe yarayacağını, hatta böyle bir kararın nasıl uygulanacağını düşünürken, hatırıma asırlar öncesinin benzer bir metodu, 'mürur tezkereleri' geldi.
Eski devirlerde bir şehirden ötekine gitmek izne bağlıydı ve bir çeşit 'yurtiçi pasaport' demek olan 'mürur tezkeresi' almamış olanların yolculuk yapmasına müsaade edilmezdi.
Yasağın maksadı iç göçü, özellikle de kaynakları zaten kıt olan İstanbul'un nüfusunun artmasını önlemekti. Saray, şehir nüfusunun sabit kalmasına azami şekilde dikkat eder, İstanbul'un idarecileri bu konuda çıkartılan fermanlarla sık sık uyarılır, şehre gelmek isteyenlere izin verilmeden önce sıkı bir soruşturma yapılır, konu çok defa saraya intikal eder ve izin bizzat padişahtan çıkardı.
İç göç kontrolleri 18. asrın sonlarına kadar sıkı bir şekilde uygulandı, uygulama sonraki devirlerde gevşedi ama 'mürur tezkereleri' 1908 Meşrutiyet'ine kadar yürürlükte kaldı. Tezkeresiz seyahate kalkışanlar daha kendi şehirlerinin sınırında durdurulup geri yollanırlar; bir yolunu bulup bir başka yere gidebildikleri takdirde ise, bu defa dönmeleri imkánsız olurdu.
İstanbul'un geçmişteki idarecileri göçü önleyebilmek için o kadar sıkı bir kontrol uygulamışlardı ki, sadece şehre gelmek isteyenler değil, şehirden hastalık yahut cenaze gibi önemli bir gerekçeyle ayrılanlar bile dönebilmek için azaba düşerlerdi. Gidenin, gidişi gibi dönüşü için de izin belgesi alması mecburiydi ve bir başka tarafa giden İstanbullular, evlerine bulundukları şehirde aylarca bekledikten sonra, ancak saraydan gelen izinle kavuşabilirlerdi.
Yandaki sütunda, 18. asıra ait olan ve hepsi saraydan çıkmış, yani doğrudan doğruya zamanın padişahı tarafından verilmiş birkaç izin belgesinin günümüz Türkçesi'ne aktarılmış metinlerini okuyacaksınız. 'Nakil ilmühaberi'nin oy, menfaat, hemşehrilik, Avrupalı olma çabamız, anayasal kısıtlamalar yahut aklıma gelmeyen çok daha başka sebepler yüzünden hiçbir şekilde işlemeyeceğinden adım kadar eminim ama 'Tayyip Bey'in elinin altında bulunsunlar, belki bir işe yarayacakları tutar' düşüncesiyle yayınlıyorum.
Şehirden iş için ayrılanın bile dönebilmek için göbeği çatlardı
İSTANBUL'a asırlar boyunca uygulanan göç yasağı o derece şiddetliydi ve o kadar sıkı bir şekilde takip edilirdi ki, şehirden taşraya birkaç günlüğüne olsun gidenlerin geri dönebilmeleri bile ayrı izne bağlıydı. İşte, bizzat padişah tarafından verilen bu izinlerden birkaç örnek:
Edirne mollasına, bostancıbaşısına, Edirne'den İstanbul'a uzanan yol üzerindeki bütün kadılara, náiplere, kethüdalara, yeniçeri kumandanlarına ve diğer subaylara emirdir:
İstanbul'da oturan Esseyid İbrahim Hamdi bana dilekçe gönderip Edirne'de yaşayan kızının kocasının öldüğünü, kızın Edirne'de kimsesinin kalmadığını, hasta olduğunu, İstanbul'a gelerek kendisiyle oturmak istediğini yazarak yolculuğunun engellenmemesi hususunda emrimi rica etti ve ricasını kabul ettim. Bu yazı, bahsi geçen kadının yolculuğuna mani olunmaması maksadıyla yazılmıştır. Eylül 1751.
İznik'ten saadetlerle dolu İstanbul'a uzanan yol üzerindeki kadılara, kethüdalara ve diğer subaylara emirdir:
İstanbul'da, Gedikpaşa'daki Dibekli mahallesinde yaşayan İhtiyar Ali adındaki adam bana müracaat etti ve karısı Fatma ile kızı Havva'nın, Fatma'nın İznik'te bulunan ve hasta olan babası Hasan'ı ziyarete gittiklerini ama Hasan'ın öldüğünü ve Fatma ile Havva'nın İstanbul'a dönmek için şerefli iznime ihtiyaç duyduklarını söyledi. Fatma'nın durumu soruşturuldu ve 'Dibekli Mescid' denilen Emin Bey mahallesinin imamı Hoca Mehmed Efendi, müezzini Mehmed oğlu Hüseyin ile mahalle sakinlerinden Ömer oğlu Molla Ali ile Mehmed oğlu Molla Mustafa vaziyetin doğru olduğu yolunda şahitlik ettiler. Fatma Hatun ile kızının İstanbul'da, ismi yukarıda yazılı olan mahalledeki evine dönebilmeleri için lázım gelen izni verdim ve yolculuklarına engel olunmamasını buyurdum. Aralık 1742.
Edirne kadısına, Edirne'den İstanbul'a uzanan yol üzerindeki bütün kadılara, kethüdalara, yeniçeri kumandanlarına ve diğer subaylara emirdir:
İstanbul'da, Yenifırın civarındaki Haydar Ağa mahallesinin sakinlerinden olan Rukiyye adındaki hatun bana gelip Emetullah isimli kızını, damadı Ahmed'in akrabalarını görmesi için Edirne'ye gönderdiğini, Emetullah'ın artık İstanbul'a dönmeyi arzuladığını ve bunun için şerefli iznimi istediğini söyledi. Şimdi sizlere emrediyorum: Yukarıda ismi yazılı olan hatunun İstanbul'dan Edirne'ye gidişini tahkik edin ve doğru çıktığı takdirde İstanbul'daki evine dönmesine engel olmayın. Ağustos 1742.
Fırsat bulursanız gidin ve Káni’yi dinleyin
KÁNİ Karaca, benim için Klasik Türk Müziği'nin şu anda hayatta bulunan en önemli icracısıdır. Hafızasındaki dini ve dindışı binlerce eserin birçoğunu artık ondan başka bilen ve icra eden hiçbir müzisyen yoktur ve bu eserler -Allah uzun ömür versin ama-, maalesef Káni ağabey ile beraberce gitmeye mahkûmdur.
Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun genç şefi Kudsi Sezgin'in, koronun 15 Kasım'da vereceği konsere Káni Karaca'yı davet ettiğini ve müziğimizin bu büyük üstadının Tayyare Kültür Merkezi'ndeki konserde şimdi kimselerin bilmediği ve hatırlamadığı birbirinden nadir eserler okuyacağını öğrendim. Kudsi Sezgin'i, Káni Karaca'yı konuk sanatçı olarak davet ettiği için kutluyorum. Káni'nin konserine gidecek olan Bursalılar, unutulmayacak bir musiki dinleyeceklerdir.
Yazının Devamını Oku