22 Şubat 2004
İran'da Parlamento'nun da üzerinde olan ‘‘Anayasa'yı Koruyucular Konseyi’’nin bazı milletvekili adaylarını veto etmesi üzerine, İran'da önceki gün yapılan seçimler oldukça tartışmalı geçti. İranlılar'ın, bence geçmişte yaşadıkları bir hadiseyi hatırlayıp vetolara şükretmeleri gerekiyor: 1908 Haziran'ında zamanın Şah'ı olan Muhammed Ali Mirza meşrutiyetten sıkılıp Parlamento'nun dırdırından da bıkınca Tahran'daki Meclis binasını topa tutturmuş ve milletvekillerinin neredeyse tamamını öldürtmüştü.
İRAN'da parlamentonun da üstünde olan 'Anayasa'yı Koruyucular Konseyi'nin 8 bin 157 milletvekili adayından 3 bin 605'ini netameli bulup veto etmesi üzerine memleket birbirine girdi ve İranlılar haftalar boyu devam eden tartışmadan sonra, önceki gün sandık başına gittiler. Halkın pek öyle rağbet göstermediği ve oy verme oranının yüzde 48'lerde kaldığı seçimin resmi sonuçları önümüzdeki günlerde açıklanacak ama yeni Meclis'in eskisi gibi reform yanlısı milletvekilleriyle dolu olmayacağı, daha şimdiden belli...
Parlamento tartışmaları İran için aslında yeni birşey değildi, 19. yüzyılın sonlarına kadar uzanırdı ama Tahran'da 1908'de yaşanan bir hadise sadece İran'da değil, bütün dünyadaki parlamento tartışmalarının üzerine tuz-biber ekmişti: 1908 Haziran'ında İran'ın Şah'ı olan Muhammed Ali Mirza, kendisine artık bıkkınlık getiren Meclis'i topa tutmuş ve milletvekillerinin neredeyse tamamını öldürmüştü.
İşte, eşi-benzeri görülmeyen bu hadisenin ayrıntıları:
İran'ı yarım asırdan beri idare eden Nasırüddin Şah, 1896 Mayıs'ında, tahta çıkışının 50. yıldönümüne birkaç gün kala bir suikast neticesinde can verdi. Yerine geçen oğlu Muzaferüddin, Tahran'da oturup memleketini idare etmek yerine hazineye son derece pahalıya malolan Avrupa seyahatlerine çıkmaya başlayınca İran karıştı. Önce tüccarlar ayaklandı, derken halk üzerinde son derece etkili olan din adamları da Şah'ı meşrutiyeti kabul edip bir Meclis açması konusunda sıkıştırmaya başlayınca Muzaferüddin için talepleri yerine getirmekten başka çare kalmadı. İran'ın ilk Meclis'i, yapılan seçimlerden sonra 1906 Ekim'inde Tahran'da toplandı ama Şah, iki ay sonra birdenbire ölüverdi.
Muzaferüddin'in yerine, Azerbaycan'ın genel valisi olan ve yeniliklere şiddetle karşı olmasıyla bilinen oğlu Muhammed Ali Mirza geçti. Babasının kabul ettiği anayasaya bağlı kalacağına dair reformcuların baskısıyla yemin etmişti ama kurdurduğu yeni hükümet vasıtasıyla oyunlar oynamaya başladı. Meclis'ten kurtulup eski mutlakiyet günlerine dönmeye çalışıyordu.
REFORMCULAR SOKAKTA
İran'da bu sırada petrol bulunmuş ve İngiltere ile Rusya, Şah'ın topraklarında hákimiyet mücadelesine girmişlerdi. Ülke üzerindeki bu paylaşma çabalarına Şah'ın Meclis'i kapatma yolunda oynadığı oyunlar iláve edilince, onbinlerce reformcu sokağa döküldü ve Muhammed Ali, halkın önünde Kur'an'a el basarak anayasaya yeniden bağlılık yemini etmek zorunda kaldı.
Şah, bütün bu yemin-billáhlarına rağmen ne şekilde olursa olsun Meclis'ten kurtulma niyetindeydi. 1908'in 2 Haziran günü anayasa hareketinin liderlerini Tahran'ın dışındaki imparatorluk bahçesinde toplantıya davet etti ve gelenleri tutuklatıp zindana attırdı. Baskından sadece bir kişi kaçabilmiş ve Tahran'a ulaşıp anayasa yanlılarını Şah'ın sopayı artık eline aldığından haberdar etmişti.
Tutuklamalar, Tahran'da daha büyük karışıklıklara sebep oldu. Meclis, zindana atılan anayasa hareketinin liderlerinin serbest bırakılmasını istedi, derken Şah'ın meşru bir hükümdar olup olmadığını tartışmaya açtı ve çileden çıkan Şah meseleyi kökünden halletmeye kadar verdi: 24 Haziran günü, sabahın erken saatlerinden beri toplantı halinde bulunan Meclis'i topçu birlikleriyle kuşattı, kapıları kapattırdı ve binayı topa tutturdu. Milletvekillerinin çoğu bombardımanda can verdi, yaralı olarak kaçabilenlerden yakaladıklarını askerler öldürdüler, birkaç milletvekili de canını İngiliz elçiliğine sığınarak kurtarabildi.
ŞAH, RUSYA’YA KAÇTI
Şah'ın bu hareketi sadece İran'ı değil, neredeyse bütün dünyayı ayağa kaldırdı, muhalefet Şah'a ülke çapında isyanla cevap verdi ve Muhammed Ali Mirza başkentin güvenliğini sağlayamaz hale gelince bu defa daha da akıl almaz bir yola başvurdu ve Tahran'a Rus birliklerini davet etti. Ruslar geldiler ama isyancılar Tahran dışındaki şehirlere tek tek hákim olup başkente yürümeye başlayınca, Muhammed Ali tacını ve tahtını bırakıp Rus Elçiliği'ne iltica etti. Tahran'ın düşmesinden sonra, topa tutulan Meclis'in her nasılsa hayatta kalabilmiş olan üyeleri biraraya gelerek Şah'ı tahtından indirip henüz 11 yaşında olan oğlu Ahmed Mirza'yı Şah yaptılar. Muhammed Ali'ye ise Rusya'ya kaçmak düştü.
Geçmişte işte böyle hadiselere şahit olan İran, şimdi bazı adayların veto edilmelerini tartışıyor. Seçime girmelerine izin verilmeyen adaylar bence üzerinden daha bir asır bile geçmemiş olan 'Meclis'i top ateşiyle susturma' geleneğini hatırlamalı, bugün gülle yerine veto yediklerine şükretmeliler.
Abdülhamid Abdülhamid olalı böyle ağır hiciv yememişti
EŞREF, Türk edebiyatının en önde gelen hiciv şairlerindendi.
1847'de doğdu, genç yaşta katıldığı bir içki meclisinde arkadaşlarından birini yaralayınca memleketinden kaçıp Manisa'ya gitti, orada medreseyi bitirdi ve devlet hizmetine girdi. İmparatorluğun hemen her yerini dolaştı, kaymakamlık yaptı, bir ara siyasi suçlu olarak hapse bile girip çıktı, Mısır'a kaçtı, oradan Avrupa'ya, derken Kıbrıs'a geçti ve 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilánı üzerine İstanbul'a döndü.
Hayatının son senelerinde memleketi olan Kırkağaç'taki köşküne çekilen Eşref, burada 1912'de öldü ve ardında Türk Hiciv Edebiyatı'nın en seçkin eserlerini bıraktı. Hicivlerinde sosyal konulara ağırlık vermiş, Sultan Abdülhamid'in dili en uzun muhaliflerinden olmuş, tek bir 'kıt'a'da, yani dört satırda zamanının en önemli isimlerini bir anda yerin dibine sokmuş ve şiirleri dilden dile dolaşmıştı. Hiciv meraklılarının dillerinden hálá düşmeyen 'İstemem tek fatiha ben çalmasınlar taşımı' yahut 'Evlilerden de seviştikçe rüsum almalıdır' gibi mısralar, Eşref'e aitti.
Muhammed Ali Şah İran Meclisi'ni topa tuttuğu sırada Osmanlı tahtında İkinci Abdülhamid oturuyordu ve Türkiye'de 30 küsur seneden beri devam eden mutlakiyete son verilip meşrutiyete geçilmesine daha bir ay vardı. İran'da olup bitenler Abdülhamid'in muhalifleri arasına endişe yaratırken, Şah ile Padişah arasında bağlantı kurup işi hiciv haline getirmek de Eşref'e düştü. Eşref, Tahran'da olup bitenlerin duyulmasından sonra kaleme aldığı ve ancak birkaç ay sonra, Türkiye'de Meşruti rejimin kurulması üzerine yayınlayabileceği 'İran'da Yangın Var' isimli risalesinde Muhammed Ali Mirza'yı hicvedip Abdülhamid'e de Şah gibi hareket etmesi tavsiyesinde bulunuyordu.
İşte, Şair Eşref'in bu bir formalık hiciv risalesinden bazı kıt'alar ve bir mısra:
'Milleti kırdı, perişan eyledi Mebusán'ı / Ol kadar (o kadar) can yakdı ki, Cengiz'i hayran eyledi / Aferin, Abdülhamid Hán'ı bıraktı gölgede / Şáh-ı İran attı top, İran'ı virán eyledi'.
'Merhamet eylemedi Şáh-ı Acem / Milleti kırdı beş-on zirzop ile / Kuş gibi girdi Acemler kafese / Topunu sildi, süpürdü top ile'.
'Attığın top sana doğru dönecektir ey Şáh / Kerbelá'ya çeviren memleketi bahtındır / Yıkılıp üstüne enkazı yakında ezecek / Bir çürük tahtaya bastın ki o da tahtındır'.
'Unutturdu Acem Şáhı Yezid'i / Bıraktı gölgede Abdülhamid'i'.
Beyler, bana tez göndermeyi bırakın ve raporlarınızı yazın!
GEÇEN hafta yazdığım Bergama Kralı ve Antalya'nın kurucusu Attalos ile ilgili yazıma, değişik çevrelerden çok sayıda e-mail aldım. Attalos'un cinsel tercihiyle ilgili olumlu ve olumsuz mesajlar bir yana, birçok arkeolog, sayfada yeralan bir sikke fotoğrafıyla ilgili olarak sayfalar dolusu açıklama gönderdi.
Konu şuydu: Seneler önce şimdi ismini bile unuttuğum bir kaynaktan alıp bilgisayarımın hafızasına kaydettiğim ve Attalos'a ait olduğu söylenen sikke arkeologlara göre bir başkasınındı ve bu sikkeyi yayınlamam büyük bir hataydı!
Bilmem, hatırlar mısınız? Bundan birkaç sene önce, Kültür Bakanlığı'nın Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü olan bir profesör, arkeologlarla arasında çıkan bir tartışma sonrasında istifasını vermişti. Tartışmanın sebebi, Türkiye'nin değişik yerlerinden senelerden buyana kazılar yapan arkeologların kanunlara ve yönetmeliklere rağmen her sene yazmaları gereken kazı raporlarını bir türlü yayınlamamalarıydı ve genel müdür raporsuzların kazı izinlerini iptal etmiş ama istifa etmek zorunda bırakılmıştı.
Arkeologların, geçen hafta bu sayfada yeralan ufacık bir sikke fotoğrafıyla ilgili olarak gönderdikleri sayfalar dolusu bilimsel açıklama bana bu hadiseyi hatırlattı ve üstadlara 'Beyler, minnacık bir sikke için gösterdiğiniz gayretin binde birini kazı raporlarınızı kaleme almaya harcasanız nasıl olur?' diye sorayım dedim...
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2004
Antalya'da, şehrin kurucusu olduğuna inanılan Bergama Kralı Attalos'un heykelinin dikilip dikilmemesi konusu haftalardan buyana tartışılıyor ve projeye karşı çıkanlar Attalos'un eşcinsel olduğunu iddia edip ‘‘heykelin Antalya'ya yakışmayacağını’’ söylüyorlar. Ama yanıldıkları bir nokta var: Kral Attalos'un şimdi eşcinsellik olarak yorumlanan hayat tarzı o günlerin ‘‘Epiküryen’’ düşünce sisteminin gereğiydi ve kadın, sadece ‘‘çocuk yapma vasıtası’’ olarak görülürdü. Attalos ile çağdaşlarının tercihleri 1850'lere kadar bizde de açıkça hüküm sürmüş, hatta ‘‘İç báde güzel sev vár ise akl u şuurun’’ beytiyle háfızalara nakşolmuştu.
ANTALYA'da haftalardan buyana bir heykel tartışmasıdır, gidiyor...
Tartışma, Büyükşehir Belediye Başkanı Bekir Kumbul'un şehre bundan iki bin küsur sene önce yaşayan ve 'Antalya'nın kurucusu' diye bilinen Bergama Kralı Attalos'un heykelini dikeceğini açıklamasıyla başladı. İki metre 60 santim yüksekliğindeki heykeli Meret Ovezov adındaki Türkmen bir heykeltraş yapmış ve ilhamını Attalos'un şimdi Roma'daki bir müzede bulunan eski bir örneğinden almıştı. Ama her iki heykel arasında ufak bir fark vardı: Roma'daki Attalos çıplak, Antalya'ya dikilecek olan ise azıcık giyinikti.
Bekir Kumbul, Attalos'un heykelinin Kalekapısı'na dikileceğini söyleyince kıyamet koptu: Bir kesim, Attalos'un bizimle bir alákasının bulunmadığını, üstelik eşcinsel olduğunu iddia etti ve böyle bir kişinin Antalya'yı temsil edemeyeceğini ileri sürdü. Diğer taraf ise şehre ismini veren kralın eşcinsellikle alákasının bulunmadığını söyleyip heykelin Antalya'ya yakışacağını savundu.
Bundan iki bin küsur sene önce yaşamış bir kralın cinsel tercihi Türkiye'nin gündemine böyle durup dururken yerleşiverince hem Attalos, hem de o devirdeki cinsel alışkanlıklar konusunda birşeyler yazayım ve o devrin unuttuğumuz bazı özelliklerini hatırlatayım dedim...
KADIN, DOĞURMAK İÇİNDİR
Antalya'da devam eden tartışmalar sayesinde Attalos'un kim olduğunu artık öğrenmişsinizdir: Málumunuz, Bergama'nın kralıydı ve İsa'dan önce 159 ile 138 yılları arasında hüküm sürmüştü. Side'yi kuşatmış, alamayınca bölgenin ticaret yollarına hákim olmak için Antalya'yı inşa ettirmişti ama efsaneler başka şeyler söylemedeydi: Kral günün birinde adamlarına 'Gidin ve bana bu yeryüzü üzerinde cenneti andıran öyle bir yer bulun ki, bütün kralların gözü kalsın' demiş, böylece şimdi Antalya'nın kurulu olduğu yer keşfedilmiş ve tabiata hayran kalan Attalos boz araziye derhal bir şehir inşa ettirtmişti. Önceleri kralın ismiyle anılan, yani 'Attalos' denen şehrin adı zamanla Attaleya ve Adalya oldu, derken 'Antalya' halini aldı.
Ama Attalos'un eşcinsel olup olmadığı konusunda kaynaklarda hiçbir kayıt bulunmuyordu, olmasına da imkán yoktu. Zira o devirlerde böyle bir kavram mevcut değildi ve erkeğin erkekle, kadının da kadınla ilişkisi olağan bir davranış kabul edilirdi.
Kral Attalos'un zamanında, entellektüel çevrelerde 'Epiküryen' denilen düşünce sistemi hákimdi. Sistemi, İsa'dan önce 341 senesinde Sisam Adası'nda doğan, 270'te Atina'da ölen Epikür isimli filofof kurmuştu. 'Hayatın maksadı, zevki aramaktır. Acı ve üzüntü, bu dünyada düşünülebilecek en son şeydir. Entellektüel davranışların ve dostlukların temeli, işte bu zevk hissidir. Ölümden sonra hayat olmaması bir yana, kendi kendine yeterli bir şekilde ve zevk içerisinde yaşanan bir dünyada tanrıların da rolü yoktur' diyor; 'Ye, iç ve mutlu ol. Zira yarın ölebilirsin' diye tavsiyelerde bulunuyor, günlük dağdağadan ve siyasetten uzak durulduğu takdirde hayattan alınacak zevkin daha da artacağını söylüyordu.
Epikür, İsa'dan önce 306 yılında Atina'da içerisinde bir evin de bulunduğu gayet geniş bir bahçe satın aldı. Filozof'un entellektüel dostları burada biraraya geliyor, en güzel yemekler yenilip içilirken günlerce süren sohbetler yapılıyordu.
Ama işin bir başka tarafı, bu hayat tarzının cinsellik boyutuydu ve şimdilerde Kral Attalos ile çağdaşlarının eşcinsel olduklarını söyleyenler, iddialarını o günlerdeki cinsel eğilimlere dayandırıyorlardı: Eski Yunan toplumunda, özellikle de Epiküryen gruplarda kadınlar sadece çocuk yapma vasıtası olarak görülürler, erkeklerin arasına hiçbir şekilde alınmazlardı. Epikür ile onun yolundan gidenlerin içerisinde de kadın yoktu; erkekler cinselliği kendi aralarında yaşarlardı ve erkeklerde 'her erkek diğerinin hem kocası, hem de karısıdır' mantığı hákimdi. Erkek, kadına ancak canı çocuk yapmak istediğinde yaklaşırdı...
YUNANLILAR PAZARLIYOR
Yolunuz günün birinde Atina'ya düşecek olursa, şehrin tam göbeğinde 'Attalos Stoa'sı' denilen uzun, koskoca bir bina görürsünüz. Şimdi müze ve kültür merkezi olarak kullanılan bina sadece Antalya'nın değil, Atina'nın da kurucularından olan Bergama Kralı Attalos'un inşa ettirdiği anıt-eserlerden biridir. Yunanlılar, iki bin sene öncesinden 20. yüzyıla sadece temelleri kalan binayı 1953'te yeniden inşa etmişlerdir ve şimdi Attalos'un başta adı olmak üzere hatırasıyla ilgili hemen herşeyi bütün dünyaya pazarlamakla meşguldürler.
Onlar bu işle uğraşır ve Antalya bütün dünyada 'Attalos'un şehri' diye bilinirken bizim iki bin küsur sene önce yaşamış bir kralın cinsel hayatını tartışıp 'Attalos yerine Akıncı Feşmekán Ağa'nın heykelini dikelim' gibisinden tavsiyelere kalkışmamız hangi akla hizmettir?
1850’lere kadar biz de Attalos gibi yaşamıştık
HİÇ çekinmeden, açıkça söyleyeyim:
Bergama Kralı Attalos'un zamanındaki Epiküryen hayat tarzı sadece eski Yunan medeniyetiyle ve Anadolu'da várolan Helen kültürüyle sınırlı değildi; doğu dünyasına, hattá bizde bile hákimdi. Edebiyatımızın unutulmaz mısralarından olan ve 'Akıl ve anlayış sahibiysen şarap iç ve güzel sev! Dünyanın varolup olmadığından sana ne?' anlamına gelen 'İç báde (şarap) güzel sev, vár ise akl u şuurun / Dünya vár imiş yá yoğimiş hem ne umurun' sözleri, bu hayat tarzının asırlar sonrasına uyarlanmasıydı.
Kadınları 'çocuk yapma vasıtası' olarak gören erkeklerin 'erkek' merakı da, bizde 19. yüzyılın ortalarına, Tanzimat'ın ilánıyla başlayan Avrupalılaşma maceramızın ilk senelerine kadar devam etmişti. 19. yüzyılın büyük álimi tarihçi Cevdet Paşa, İkinci Abdülhamid'e sunduğu sosyal ve siyasi konulardaki raporlardan meydana gelen 'Ma'ruzát' isimli eserinde, erkeklerin erkek merakının bir anda nasıl kadınlara yöneldiğini açık açık yazmaktaydı:
'...Kadın düşkünleri çoğalıp erkek sevgililer azaldı. Lut Kavmi sanki yere battı. İstanbul'da öteden beri delikanlılara karşı hissedilen ve geçerli olan aşk ve aláka, tabii şekli üzere kızlara döndü. Sultan Üçüncü Ahmed zamanından beri yapılmakta olan Káğıthane seyirleri ziyadesiyle rağbet buldu. Gerek orada, gerekse de Bayezid Meydanı'nda arabalara işaretle aşk oynaşmaları usulü hayli gelişti. Üst düzey arasında delikanlılara merakıyla meşhur olan Kámil ve Áli Paşalar ile onların yolundan gidenler kalmadı. Halbuki Áli Paşa da yabancıların itirazlarından çekinerek delikanlılara olan merakını gizlemeye çalışırdı.
...Áli Paşa'nın konağının masrafları ayda üç-dört bin altına vardı. Paşa'nın Ali isimli yakışıklı delikanlısının masrafları, sıradan bir kişinin evini rahat bir şekilde idare edebilirdi ve bu yüzden Paşa'nın sadrazamlık maaşı yetmez oldu...'
Cevdet Paşa'dan naklettiğim bu ifadeleri okuduktan sonra benim için 'Bu adam geçmişimize hakaret ediyor' diyeceklerinden emin olduğum zeváta peşin bir hatırlatma: Tarih, olayların bugünün değil, meydana geldikleri dönemin şartlarına göre yorumlanmasını gerektirir. Dolayısıyla geçmişimizdeki böyle yaklaşımları bugünün kavramlarıyla yorumlamak hatadır ve bu şekil hayat tarzı eski devirlerde sadece bizde değil hemen bütün medeniyetlerde várolmuş gerçeklerdir.
(Küçük bir rica: Cevdet Paşa'ya ait olan bu ifadelerin bir kısmını, başka bir vesileyle, bundan birkaç sene önce de yayınlamıştım ve ulemádan bazı kişilerin 'Paşa, orada başka şeyler söylüyor. Bardakçı, metni anlamamış' dediklerini söylediler. Bu allámelere soruyorum: Metnin aslında geçen 'gulampáre', 'mahbub', 'muaşşaka' ve 'çár-ebru delikanlı' gibi ifadelerin bilmediğim 'deruni' mánáları hakkında bendenizi tenezzülen aydınlatın! Söyleyecek bir sözünüz varsa konuşun, yoksa anlamadığınız bir lisan ve kültür konusunda acemi ahlák polisliğine soyunmayı bırakın ve susun!)
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2004
Konya'daki Zümrüt Apartmanı faciasından sonra böyle hemen her hadisenin arkasından yaptığımızı yapmaya, cezaları arttırarak çürük bina inşa edilmesinin önüne geçebileceğimize inanmaya başladık. Ama işin önemli bir tarafını unuttuk: Zümrüt Apartmanı'nın müteahhidi Vedat Kaya, bizde eski devirlerden beri varolan bir geleneğin, inşaat malzemesinden çalma ádetimizin son temsilcilerinden sadece biriydi. Hırsızlığın bu çeşidi Türkiye'de asırlardır varolmuştu; malzemeden hep çalınmış, dolayısıyla hep çürük binalarda yaşamıştık. Vedat Kaya ekolü, eski devirlerde de devlet büyüklerini, hattá Mimar Sinan'ı bile bir hayli uğraştırmış ama malzemeden çalma ádetine Osmanlı'nın en sert, en ceberrut günlerinde bile máni olamamıştık.
İNŞAAT faciasında sıra bu defa Konya'da idi.
Zümrüt Apartmanı'nın enkazından ardarda cesedler çıkartılırken binanın müteahhidi Vedat Kaya ile taşeronu İsmail Canlıer tutuklandılar. Vedat Kaya büyük bir pişkinlikle kabahatinin olmadığını ve çok yakında serbest bırakılacağına inandığını söyledi, hattá 1999'daki 17 Ağustos depreminin Yalovalı meşhur müteahhidi Veli Göçer'in bile sadece birkaç ay yatmış olduğunu hatırlatmayı da ihmal etmedi.
Müteahhid Vedat Kaya, bizde eski devirlerden beri varolmuş olan bir geleneğin, inşaat malzemesinden çalma ádetimizin çok sayıdaki son uygulayıcılarından biriydi. Hırsızlığın bu çeşidi Türkiye'de asırlardır varolmuştu; malzemeden hep çalınmış, dolayısıyla hep çürük binalarda yaşamıştık. Böyle binalar ya kendiliklerinden yıkılmışlar, yahut en ufak sarsıntıda binlerce kişiyi canından etmişler ve Vedat Kaya ekolü, eski devirlerde de devlet büyüklerini bir hayli uğraştırmıştı.
Betonarme tekniklerinin henüz bilinmediği, inşaatlarda demirin ve çimentonun kullanılmadığı ve binaların ahşaptan yapıldığı devirlerde, çalınacak en önemli malzeme, yapıda kullanılan kerestelerdi. Keresteler ya eksik kesilir yahut çürük olurlar veya şehrin iklimine dayanmayacak bölgelerden ucuz ağaçlar getirilir ve inşa edilen evler içinde yaşayanların tepesine geçerdi. Sadece keresteden değil, kiremitten çalanlar vardı ama dertlerin en önemlisi, mimar olmadıkları ve inşaattan hiçbir şey anlamadıkları halde elinde cedvel alanın mimarlık yapmaya kalkışmasıydı.
Aşağıdaki kutuda, bu geleneğimizle ilgili olarak asırlar öncesinden gelen bazı örnekler, inşaat malzemesinden çalanlarla mücadele konusunda çıkartılmış bazı padişah fermanları yeralıyor. Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu İkinci Selim, 1572'nin 29 Haziran'da mimarlık tarihimizin en önemli ismine, Mimar Sinan'a gönderdiği emirnamede 'eline cedvel alıp mimar olduğu iddiasıyla ortaya dökülenlere máni olunmasını' buyuruyor, bir başka fermanında inşaatta kullanılacak ağaçların özelliklerini yazıp İstanbul Kadısı'na 'Malzemeden çalanın hakkından gelesin!' diyor. Üçüncü Osman ise, 1755 Mayıs'ında devrinin mimarbaşı olan Hacı Süleyman'ı uyarıyor ve kiremit imalinde sahtekárlık edenlerin kürek cezasına mahkûm edileceğini hatırlatıyor.
Biz, yaşadığımız böyle hemen her facianın arkasından yaptığımızı yapmaya, cezaları arttırarak çürük bina inşa edilmesinin önüne geçebileceğimize inanmaya devam edelim... Osmanlı'nın en ceberrut günlerinde bile máni olamadığımız bu ádetimizin, yani inşaat malzemesinden çalma geleneğimizin kanunlarda yapılacak değişikliklerle son bulup bulmayacağını hep beraber göreceğiz.
Malzemeden çalanı küreğe koyun yahut hakkından gelin!
MALZEMEDEN çalıp çürük inşaat yapanlarla ilgili olan aşağıdaki fermanların ilk ikisini, Ahmed Refik'in '16. Asırda İstanbul Hayatı' isimli eserinin ilk cildinden aldım. Metni günümüz Türkçesi'ne aktarırken, o devirlerde kullanılan 'parmak' ile bugünün yaklaşık 75 santimine karşılık olan 'zirá'' gibi uzunluk ölçülerini aynen bıraktım. Dayanıksız kiremit imal edenlerle mücadeleyi emreden Üçüncü Osman'ın emrini ise, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yayınladığı 'İstanbul Ahkám Defteri'nden naklettim.
'Mimarbaşım olan Sinan'a emirdir: Rumeli'nden ve diğer yerlerden gelen marangozluktan ve bina ilminden habersiz ehil olmayan kişiler ellerine arşın alıp mimarlık etmekte ve yaptıkları evler tutuşmaktadır. Şimdi sana buyurdum ki, emrim eline ulaştığı zaman bu konuda dikkatli olup bina inşaatı ve dülgerlik konularından habersiz kişilerin ellerine arşın alıp mimarlık etmelerini yasaklayacak ve senin iznin olmadan bu işe kalkışmalarının önüne geçeceksin (29 Haziran 1572)'
'İstanbul kadısına emirdir: İstanbul'da yeni inşa edilen binalarda kullanılmak üzere dışarıdan getirilen kerestelerin kurallara uygun şekilde kesilmedikleri, eksik oldukları ve eksik kesilen bu kerestelerin binalarda hasara sebep olduğu haber alınmıştır.
Keresteler bundan böyle eskiden olduğu gibi kesilecek ve aşağıda verilen ölçülere kesin şekilde uyulacaktır: Birinci sınıf direkler sekiz, ikinci sınıflar altı ve beş, üçüncü sınıflar ise dört ve üç zirá' kesileceklerdir. 'Taban' denilen kerestelerin büyükleri on beş zirá', yassı kısımları yedi parmak, kalınlıkları da beş parmak olacaktır. 'Orta taban' ismi verilen kerestelerin uzunlukları on iki zirá'dır. 'Karadeniz çubuğu' cinsi kerestelerde uzunluk on iki ile on sekiz zirá' arasında bulunacak, 'taslak çubuğu'nun uzunluğu da on iki ile on zirá', 'ayrık mertek' beş, 'parçalı mertek' dört, baskı için konulan mertek de dört zira' boyunda kesilecek ve kalınlk bir arşından eksik olmayacaktır. 'Ahyolu' tahtası dört zirá', bunun kalınlığı bir parmak; 'Solikos' tahtasının uzunluğu dört zirá', kalınlığı da yine bir parmak olacaktır.
Bu emrimi alan İstanbul kadısı inşaat kerestelerini kesip getirenlere gayet sıkı tenbihlerde bulunacak ve şehre gelecek olan kerestelerin yukarıda verilen ölçülere uygun olup olmadığını bundan böyle daha büyük bir özenle inceleyecek, eksik kesilip kesilmediklerini ve cinslerinin iyi olup olmadığını da tek tek gözden geçirecektir. Kerestelerin emredilen bu ölçülere uymamaları ve cinslerinin de iyi olmaması hálinde, getirenlerin haklarından hemen gelinecektir. Şerefler yayan bu emrim ayrıca defterlere de kaydedilecek ve yukarıdaki kaydedilmiş olan ölçülere gelecekte de uyulması konusunda büyük itina gösterilecektir. İşbu emir, 1568 senesinin 19 Mayıs Çarşamba günü yazılıp mimarbaşıya verilmiştir'
'Mimarbaşı Hacı Süleyman'a ve kolluk kuvvetlerinin başında olan Subaşı'ya emirdir: Sarayımda ve şehrin bazı mahallelerinde tamiri gereken binalarda kullanılmak üzere pişirilip getirilen kiremitlerin boyları ve olukları noksan çıkmaktadır. Kiremithánelerde imal edilen kiremitlerin uzunlukluklarının on dört, yukarı taraflarının yedi ve aşağı taraflarının da altı parmak boyunda olması, ince ve az pişmiş şekilde imal edilmemeleri gerekmektedir.
Daha önceleri Mimarbaşı tarafından çıkartılan yönetmeliklerde bu ölçülerin ifade edilmesine ve bin adet kiremidin 500 akçeden satılması gerektiğinin yazılı olmasına rağmen, bazı kiremitçiler ağırlığı eksik ve boyu hatalı kiremitleri de bu fiyattan satmakta, halkı sıkıntıya sokmaktadırlar.
Mimarbaşı Hacı Süleyman, devletin düzenini bozan bu gibi hareketleri engelleyecek, kiremitlerin kalitesini kontrol edecek, nakliyelerine göz-kulak olacak ve bu şerefli emrimin dışına çıkılmamasına itina gösterecektir. Kiremitçi esnafının başında bulunan kişilere bu konular iyice tenbih edilecek; bundan böyle eksik, hatalı ve pahalı kiremit satanların bu işte kullandıkları kayıklara el konulacak, satanlar da kürek cezasına çarptırılacaktır.
İşbu şerefli emrim, 1755 senesinin Mayıs ayında yazılmıştır'
Bunlar da bana gına getiren kelimeler
HÜRRİYET'in dün yayınlanan Cumartesi ekinde 'İşte bıktıran kelimeler' başlıklı tam sayfa bir haber ve sevilmeyen deyimler listesi vardı. Haberde Amerika'daki bir üniversitenin gına getiren kelimeleri belirlediği söyleniyor, bu kelimelerin boykot edilmesini istediği anlatılıyor ve bazı yazarlarımız bizi bıktıran ifadelerden örnekler veriyorlardı.
Fırsatı gelmişken yazayım dedim: İki kelimeye, daha doğrusu iki ifade biçimine, yeni tabiriyle 'takmış' vaziyetteyim. Biri, artık hemen her kelimenin sonuna getirdiğimiz 'çalışma' sözü, diğeri de fiillerin ardına iláve ettiğimiz bir başka fiil, 'yapmak' kelimesi.
Birkaç senedir 'kazmak' yahut 'kazı yapmak' sözünü bir tarafa bıraktık, 'kazı çalışması' ile meşgulüz. 'Yol yapımı' değil, 'yol çalışması' yapılıyor. 'Tamir etmek', 'onarmak' yahut 'onarım' çoktan unutuldu, bunun yerine 'onarım çalışması' hákim.
Ve, polis telsizi üslubunun Türkçe'ye hediyesi, her fiilin sonuna 'yapmak' fiilinin ilávesi... Gittiğimiz bir yerden dönmüyoruz, 'dönüş yapıyoruz'. Evden yahut işyerinden çıkılmıyor, 'çıkış yapılıyor'.
Eşimizle yahut sevgilimizle bundan böyle sevişmeyeceğimiz, 'sevişme yapacağımız' günler yakındır...
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2004
Dolmabahçe Sarayı'nda geçtiğimiz pazartesi günü tarihin hüzünlü bir cilvesi yaşandı. Sarayda Son Halife Abdülmecid Efendi'nin tablolarının sergisi ile restore edilen kütüphanesinin açılışı vardı ve kurdeleleri Halife'nin torunu Neslişah Sultan kesti. TBMM bundan 80 yıl önce, 1924'ün 3 Mart'ında, Osmanlı hanedanının Türkiye'den sınırdışı edilmesini kararlaştırmış ve Abdülmecid Efendi hemen o gece sürgüne gönderilmişti. Karar Halife'ye sarayın kütüphanesinde tebliğ edilmişti, Halife'nin o sırada henüz üç yaşında olan torunu Neslişah Sultan tebliğ ánında kütüphanede oyuncaklarıyla oynuyordu ve Neslişah Sultan tam 80 yıl sonra kovulduğu odanın açılışını TBMM Başkanı Bülent Arınç ile beraber yaptı. Neslişah Sultan, kurdeleyi keserken neler hissettiğini sorduğumda, ‘‘80 yıl önce kovulduğum odada gözyaşlarımı zor zaptettim. Gerçi bir-iki damla yaş döktüm ama kendimi hemen toparladım...’’ dedi.
DOLMABAHÇE Sarayı, 1924'ün 3 Mart akşamı tarihinin belki de en büyük teláşını, koşuşturmasını ve heyecanını yaşıyordu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin o gün kabul ettiği 431 sayılı kanunla Osmanlı Hanedanı'nın bütün mensuplarının Türkiye sınırları dışına çıkartılmasına karar verilmiş, memleketten ayrılmaları için hanedanın erkek mensuplarına 24 saat, kadınlara ise 10 gün tanınmıştı.
Saraydaki koşuşturmanın sebebi, işte bu kanundu. Ankara Hükümeti, İstanbul Valisi Haydar Bey'e gönderdiği telgraf emriyle Dolmabahçe Sarayı'nda kalan Halife Abdülmecid Efendi'nin hemen o gece sınırdışı edilmesi talimatını vermişti.
Vali Haydar Bey, 3 Mart akşamı saat sekiz sularında Halife'ye kararı tebliğ etmek için Dolmabahçe Sarayı'na gitti. Yanında İstanbul Emniyet Müdürü Sadeddin Bey de vardı. Polis ve asker sarayın etrafını sarmış, bütün telefonlar kesilmiş, sarayda yaşayanların dışarıyla bağlantı kurmasına imkán bırakılmamıştı.
Abdülmecid Efendi, heyeti kütüphanede kabul etti. İlk tepkisi 'Ben vatan haini değilim. Buradan ölsem de gitmem. Ceddim Fatih'in zaptettiği bu topraklardan beni zorla nasıl çıkartabilirler?' oldu. Vali ve polis müdürü, Halife'ye 'milli iradeye itaat etmediği takdirde saraydan gerekirse zorla çıkartılacağını' söylediler. Abdülmecid Efendi, kararın herşeye rağmen mutlaka uygulanacağını, ancak bu sözlerden sonra farketti.
Halife ile valinin tartıştığı salonun hemen yanındaki küçük odada biri üç, diğeri on yaşındaki iki kız çocuğu, oyuncaklarıyla oynamaktaydı. Büyüğünün adı Dürrüşehvar idi, Halife'nin kızıydı; küçüğü olan Neslişah ise torunu... Yandaki salona tanımadıkları birilerinin girip çıkmasından önce tedirgin oldular, sesler yükselip tartışma şiddetlenince ürktüler ve himaye ararcasına dadılarına koştular.
Zoraki yolculuğın hazırlıkları sadece 1,5 saat sürdü ve Halife'yle beraber üç hanımı, Şehsuvar, Hayrünisa ve Mehisti hanımlar, oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi, hemen o gece, Dolmabahçe'den alınıp Çatalca'ya götürüldü, istasyonun dışında bekletilen Simplon Ekspresi'ne iláve edilmiş yataklı altı adet vagona bindirilip Türkiye'den sınırdışı edildi. O sırada 10 yaşında olan ve birkaç saat önce kalabalıktan ürküp dadısına sokulan kızı Dürrüşehvar Sultan da sürgün kafilesindeydi.
Abdülmecid Efendi sarayı terkederken Vali Haydar Bey'e 'Madem ki milletin ve memleketin selámeti için çalışıyorsunuz, Allah muvaffak etsin'; Emniyet Müdürü Sadeddin Bey'e de 'Ben yine bu millete dua edeceğim. Ölsem dahi mezarımda kemiklerim bu milletin refahı ve saadeti için duaya devam edecektir' demişti.
CUMHURİYETE YAKIŞANI BUDUR
Geride kalan üç yaşındaki kız çocuğu da o sırada ailesiyle beraber sarayı terkediyordu. Çocuğun babası Şehzade Ömer Faruk Efendi, Halife'nin oğluydu, son padişah Sultan Vahideddin'in kızı olan kuzini Sabiha Sultan ile evliydi ve Neslişah ile Hanzade adında iki kızları vardı. Küçük kızları Hanzade Sultan 1923'te Dolmabahçe Sarayı'nda doğmuştu. Ömer Faruk Efendi o gece babasıyla beraber sürgüne giderken eşi Sabiha Sultan da boşaltılacağı tebliğ edilen sarayı terkedip Rumelihisarı'ndaki evine döndü ve bir hafta sonra iki kızıyla beraber o da Türkiye'den ayrılıp sürgün kafilesine katıldı.
1924'ün 3 Mart gecesi tartışmaların ve hüzünlü bir sürgün hazırlığının yaşandığı Dolmabahçe Sarayı'nın aynı salonu, bütün bu hadiselerin üzerinden tam 80 sene geçmesinden sonra, geçtiğimiz pazartesi sabahı yine doldu, taştı. Sarayda, zamanının önde gelen ressamlarından olan Halife Abdülmecid Efendi'nin tablolarından oluşan bir resim sergisi ile Halife'nin restore edilen kütüphanesinin açılışı vardı. Sarayların bağlı olduğu TBMM'nin Başkanı Bülent Arınç, Halife'nin İstanbul'da yaşayan torunu Neslişah Sultan ile temas kurup açılışı onun yapmasını rica etmişti ve hep beraber oradaydılar.
Tarih, geçtiğimiz pazartesi sabahı Dolmabahçe Sarayı'nda işte böylesine garip bir cilve yaptı ve Halife Abdülmecid'in resim sergisi ile kütüphanesinin kurdelesini kesmek, 80 sene önce o salonda oyuncaklarıyla oynadığı sırada apansız sürgüne gönderilen toruna, yani şimdi 80'lerinde olan Neslişah Sultan'a düştü.
Neslişah Sultan, yani şimdiki ismiyle Neslişah Osmanoğlu, daha sonra konuştuğumuzda, '80 yıl önce kovulduğum odada gözyaşlarımı zor zaptettim' diyordu. Sergiden sonra sıra büyükbabasının restore edilen kütüphanesinin, yani Halife'ye bundan tam sürgün kararının tebliğ edildiği salonun açılışına gelmiş, kurdeleyi kestikten sonra bir ara yorulmuş ve oradaki bir koltuğa ilişmişti. 'Oturur oturmaz, birdenbire ‘Ben bu koltuğu biliyorum’ diye düşündüm ve hemen hatırladım' dedi. 'Büyükbabamın koltuğuydu. Orada oturur, beni ve kardeşimi kucağına alır, ‘Benim güzel kızlarım’ diye severdi. Artık neler hissettiğimi tahmin edersiniz. Gerçi bir-iki damla yaş döktüm ama kendimi hemen toparladım...'
Bilmem dikkat ettiniz mi? Son senelerde birçok memleket tarihiyle barıştı. Bulgaristan'ın son Kralı Simeon memleketine yıllar sonra sıradan bir vatandaş olarak dönüp başbakanlığa kadar yükseldi. İtalya, ülkeye girişi 50 yıldan beri yasak olan tahtın várisini geçtiğimiz aylarda yarı resmi törenle karşıladı. Avusturya Macaristan İmparatorluğu tahtının várisi Arşidük Otto von Habsburg, Avrupa Parlamentosu'nda uzun yıllar milletvekilliği yaptı. Fransa tahtının várisi Paris Kontu Henry d'Orleans, Paris'te mütevazi bir evde yaşıyor ve hayatını resim yaparak kazanıyor.
Türkiye'de de son senelerde tarihle barışma yolunda yavaş ama güzel adımlar atıldı. Barışma, bundan birkaç sene önce hükümet mensuplarının bir padişah torununun cenazesine çelenk göndermesiyle başladı, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun 700. yıldönümü resmi törenlerle kutlandı. TBMM'nin organize ettiği Halife sergisinin açılışını şimdi Halife'nin torunu yaparken başbakan da Osmanlı ailesinin reisiyle New York'ta kahvaltı ediyordu.
Bu gelişmeler bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi 'Hiláfete dönüş hazırlığı' yahut 'Osmanlı hayali' değil, tarihi mirasa sahip çıkmaktır ve kendine güveni tam olan bir cumhuriyete yakışan da, geçmişiyle barışık olmaktır.
Sefir Bey, biraz yakın tarih okuyun
EMEKLİ büyükelçi, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Onur Öymen, TBMM Başkanlığı'na Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından cevaplandırılması talebiyle bir soru önergesi verdi.
Öymen, önergesinde, Başbakan'ın New York'ta bulunduğu sırada Sultan İkinci Abdülhamid'in torunu Osman Ertuğrul Efendi ile görüşmesi ile ilgili olarak 'Sizden önce herhangi bir cumhuriyet hükümeti başbakanı Osmanlı henedanı várisleriyle görüşmüş müdür? Cumhuriyetimizin kurucuları tarafından sınırdışı edilen bir padişahın várisleriyle görüşmenizin sebebi nedir? Bu görüşmeyle halkımıza ve dünyaya hangi mesaj verilmek istenmektedir?' diye soruyordu.
Başbakan, önergeyi TBMM içtüzüğü uyarınca cevaplayıp görüşme hakkında nasılsa bilgi verecek ama ben, mütekaid sefir Onur Bey'in önergesinde peşpeşe yeralan tarihi hataları görünce Başbakan'ın cevabını bekleyemedim ve Sefir Bey'e bazı teknik konuları hatırlatmak istedim.
* 'Hanedan várisi' diye bir kavram yoktur Onur Bey! 'Hanedan' demek 'aile' demektir, genellikle 'iktidarda bulunmuş ve hükmetmiş' aileler için kullanılır ve nasıl 'aile várisi' denmezse, 'hanedan várisi' de denmez, 'hanedan mensubu' denir.
* 'Hanedan mensuplarıyla' önceki yıllarda Türkiye Cumhuriyeti'nin sadece başbakanları değil, bazı cumhurbaşkanları da görüşmüş, henüz Türk vatandaşlığına geçmemiş olan padişah torunlarına pasaport bile vermişlerdir.
* Ve, Sefir Bey'in önergesindeki tarihi hataların en büyüğü; ikinci sorudaki 'Cumhuriyetimizin kurucuları tarafından sınırdışı edilen bir padişah' ifadesi...
Başbakan'ın eşiyle beraber kahvaltıya davet ettiği Osman Ertuğrul Efendi, Onur Bey'in önergesinde de yazdığı gibi Sultan İkinci Abdülhamid'in torunudur ama Sultan Abdülhamid İstanbul'da 10 Şubat 1918'de, yani cumhuriyetin ilánından tam beş sene önce vefat etmiş, çok büyük bir devlet töreniyle Cağaloğlu'ndaki Sultan Mahmud Türbesi'ne defnedilmiştir. Hálá aynı türbede yatmaktadır ve yolu Cağaloğlu taraflarına düştüğü takdirde türbeyi Onur Bey bile ziyaret edebilir! Zaten, Cumhuriyetimizin kurucuları hiçbir padişahı sınırdışı etmemişlerdir, zira Osmanlı tahtı cumhuriyetin kuruluşundan çok daha önce boşalmıştır ve 1923 Ekim'inde sınırdışı edilecek bir padişah zaten yoktur. 3 Mart 1924 tarihli ve 431 sayılı kanun uyarınca Türkiye'den çıkartılanlar padişahlar değil, Osmanlı ailesinin mensuplarıdır ve TBMM, sonraki senelerde bütün aile mensuplarının vatandaşlık haklarını iade etmiştir.
Tarihi konularda siyasi soru önergeleri vermeden önce hiç olmazsa biraz yakın tarih okuyun Sefir Bey... Zira, emekli de olsa bir büyükelçinin padişahları sürgüne göndermesi biraz ayıp ve tuhaf kaçıyor...
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2004
İzmirli çiğköfteci Nusret Ermaner'in yoğurduğu çiğköftelerden yiyenler yatağa düşünce domuz etini ve domuz kesimini tartışmaya başladık. Domuz konusu gündemimizi aslında asırlar boyunca işgal etmiş, hatta sadece dini değil, askeri çevrelerde bile tartışılmıştı. Meselá, 1770'lerde topçu birliklerini modernize etmesi için Fransa'dan getirilen François de Tott adındaki Macar asıllı bir Baron, namluları domuz kılından yapılma fırçalarla temizleyince kıyamet kopmuş, modernleşmenin karşısında olanlar bu fırçaları bahane edip Baron'u geri göndertmeye çalışmışlar ama camilerin badanasında da domuz kılından fırçaların kullanıldığı ortaya çıkınca tartışmaya son verilmişti.
İZMİRLİ çiğköfteci Nusret Ermaner'in domuz etinden yoğurduğu çiğköftelerden yiyenlerin yatağa düşmesinin ardından Türkiye'de bir 'domuz eti' ve 'domuz kesimi' tartışması başladı. Çiğköfteleri imal eden Nusret Ermaner'den sonra etleri satanlar da tutuklandı ve yönetmeliklerde ácil değişikliklere gidilerek domuz çiftliklerinde daha sıkı bir denetim yapılmasına karar verildi.
Domuz meselesi Türkiye'nin gündeminden aslında hiçbir zaman eksik olmamış, konu defalarca gündeme gelmiş, hattá sadece dini değil, askeri çevrelerde bile tartışılmıştı.
Bu tartışmalardan birini Üçüncü Mustafa'nın saltanat yıllarında, 1770'lerde yaşamıştık. Türk ordusunu, özellikle de topçu birliklerini modernize etmesi için Fransa'dan getirilen François de Tott adındaki Macar asıllı bir Baron, topların namlularını temizlemek için domuz kılından yapılma fırçalar kullanınca kıyamet kopmuş, modernleşmenin karşısında olanlar bu fırçaları bahane edip Baron'u geri göndertmeye çalışmışlar ama hemen herkesi şaşırtan bir savunmayla karşılaşınca susmak zorunda kalmışlardı. Baron de Tott 'Camilerin badanası da domuz kılından fırçalarla yapılıyor, hatta fırçanın kılları duvarlara yapışıyor. İbadethanelerin kutsallığını bozmayan domuz kılını düşmanlarınıza karşı kullanmanızda hiçbir sakınca yoktur' deyince 'Mü'minlerin şánı ve selámeti için' domuz kılından yapılma fırçaların kullanılmasına devam edilmişti.
İşte, kahramanlığını Baron de Tott'un yaptığı 1770'lerdeki domuz tartışmamız ve 1900'lerin başında yaşadığımız domuzlu bir şantaj öyküsü...
Vatan savunmasında domuz çok işe yarar
MACAR asıllı bir Fransız topçu generali olan Baron François de Tott, 1733 ile 1793 yılları arasında yaşadı. 1757'de İstanbul'a geldi ve Osmanlı Devleti'nin hizmetine girdi. Bir ara Kırım'da bulundu, daha sonra Çanakkale Boğazı'nı tahkim etti ve Osmanlı topçu birliklerini modernleştirmeye çalıştı. Haliç'te bir Mühendishane mektebi açan ve 'Sür'at Topçuları Ocağı'nı da kuran Baron de Tott, daha sonda Macaristan'a döndü ve Türkiye hatıralarını dört cilt halinde yayınladı.
Baron, İstanbul'da 1770'lerde yaşanan 'domuz kılından fırça' tartışmalarını hatıralarında şöyle nakledecekti:
'...İstanbul'da domuz kılının kullanıldığı bütün malzemeleri Yahudiler yapıyorlardı ve top fırçası ihtiyacımı da yeterince karşıladılar.
...Başdefterdar, endişeli bir tavırla, 'Hazırladığınız toplar nerede?' diye sordu. 'İşte, şurada gördüğünüz kalabalığın ortasında' dedim. Binlerce kişi, yeni top atış usullerini görmek maksadı ile sabahtan itibaren Káğıthane'ye gelmişti. Başdefterdar, domuz kılından hazırlanmış fırçaları göstererek 'Bunlar nedir?' diye sordu. Sorunun nereye varacağını anlamamış gibi davrandım, 'Top fırçaları' dedim. 'Onu ben de görüyorum, size sormak istediğim, bu fırçaları yapmak için kullandığınız malzemenin ne olduğu' diye cevap verdi.
Ben 'Sordunuz, söyleyeyim: Bu işe yarayan tek malzeme olan domuz kılından yapılmışlardır' deyince Başdefterdar 'İşte, bunları kullanmamıza engel olan sebep!' karşılığını verdi...'
Baron'un top fırçlarının domuz kılından yapılmış olduğunu söylemesi, top atışlarını seyretmek için gelmiş olan halkın arasında galeyan yaratmış ve halk 'Allah bizi korusun' diye haykırmaya başlamıştı. Baron de Tott, bunun üzerine Başdefterdar'a hitaben 'Bu meseleyi çözmelisiniz. Çözüm için Şeyhülislam'dan fetva alınması gerekiyorsa, bunu elde etmek için elimden geleni yaparım' demiş ama fırçaları parçalayıp yok etmesi rica edilince çileden çıkmış ve 'Bütün camiler domuz kılı ile dolu iken, bu fırçalar için neden bu kadar patırtı ediyorsunuz?' diye bağırmıştı. Sonra bir top arabasının üzerine çıkmış, kalabalığa hitaben 'Aranızda badanacı var mı? Varsa ortaya çıksın!' diye sormuştu.
Sonrasını, yine Baron'un hatıralarından okuyalım:
'...Bir ihtiyar sesini yükselterek 'Ben badanacıyım, ne istiyorsunuz?' dedi.
- 'Eğer iyi bir Müslümansanız, soracağım sorulara doğru cevaplar vermenizi istiyorum' dedim ve sordum: 'Hiç cami boyadınız mı?'
- Pek çok, hem de en önemlilerini.
- Bu iş için hangi áletleri kullandınız?
- Değişik boyalar kullandım.
- Siz iyi bir Müslümansınız ve doğru olmak zorundasınız. Neden dolambaçlı yollara sapıyorsunuz? Boya álet değil, araçtır. Mutlaka bir fırçanız vardı. Söyleyin bakalım, bu fırçalar hangi maddeden yapılmıştı?
- Beyaz kıldan yapılmıştı. Biz onları hazır halde satın alırız, imal etmeyiz.
- Ama fırçalardaki kılın hangi hayvana ait olduğunu bilirsiniz. Bana bunu söyleyin.
- Madem bu kadar istiyorsunuz, söyleyeyim. Bütün fırçalarımız domuz kılındandır.
- Çok doğru söylediniz ama bu bu kadarı yetmez. Kullandıktan sonra fırçalarınızın kıllarına ne olur? Caminin boyanması bittikten sonra, elinizde ne kalır?
- Fırçaların sapından başka birşey kalmaz. Kıllar duvarlara yapışır.
Ben, bunun üzerine 'Demek ki, camilerinizin kutsallığını bozmayan domuz kılını düşmanlarınıza karşı kullanmanızda hiçbir sakınca yoktur' deyince halk hep bir ağızdan, 'Allah'a şükür' diye bağırdı. Endişelerinden kurtulan Başdefterdar da sırtındaki ağır samur kürkü çıkarttı ve fırçalardan birini büyük bir şevkle alarak 'Haydi bakalım, mü'minlerin şánı ve selámeti için bu yeni icattan faydalanalım' diye haykırdı' (Mehmet R. Uzmen'in 'Türkler ve Tatarlara Dair Hatıralar' isimli tercümesinden).
Şantajın álásı domuzla yapılır
Mehmed Tahir Bey geçen yüzyılda yaşamış olan çok önemli bir gazeteciydi ve gazeteciliğinin yanısıra bir başka özelliğiyle de meşhurdu: Şantajcılığıyla. Terkos Gölü'nden İstanbul'a su verme hakkını elinde tutan Fransız şirketinden düzenli olarak her ay aldığı rüşvet kesilince ‘‘Göle domuz düştü’’ diye yazıp İstanbul'u birbirine sokmuş, parası ödenince de ‘‘Domuz vurulmuş ama meğer göle düşmemiş, hemen sahilde gebermiş’’ demişti.
İZMİR'de yaşanan domuz eti hadisesinin bir benzerine, 1900'lü yılların başında İstanbul'da şahit olmuştuk. Hadisenin şimdiki kahramanı olan çiğköfteci Nusret Ermaner'in yerinde de, Tahir Bey adında bir gazeteci vardı.
Tahir Bey 1864'te İstanbul'da doğmuş, 20'li yaşlarından itibaren zamanının önde gelen gazetecilerinden kabul edilmişti. 1895'te haftalık 'Málumat' dergisini yayınlamaya başladı. 'Málumat' sekiz yıl boyunca çıktı ve basın tarihimizde önemli yer edindi. Yazarları arasında Ahmed Rasim, Rıza Tevfik, Faik Ali ve Ali Kemal gibi o dönemin en ünlü kalem sahipleri vardı.
'Baba' ve 'Málumatçı' diye anılan Tahir Bey basın tarihimize sadece yayıncılığıyla değil, bir başka özelliğiyle de geçti: Şantajcılığıyla... Dergisinin başarısıyla yetinmedi ve Málumat'ı şantaj vasıtası haline getirdi. Aleyhlerine yazmak tehdidiyle çok kişiden para sızdırdı, sızdıramadıklarını da yerden yere vurdu.
Tahir Bey'in marifetleri zamanın hükümdarı Abdülhamid'in kulağına ánında gidiyordu ama sultanın eli, iktidarına hiçbir şekilde muhalefet etmeyen ve derginin hemen her sayısına hükümdarın áfiyeti için mutlaka bir dua koyan böyle sadık bir yayıncıyı cezalandırmaya varmıyordu. Abdülhamid, Tahir Bey'i saraya bağlılığından dolayı ödüllendirmiş ve 'aferin' aylığı bile bağlamıştı.
İstanbul, Málumat dergisi ve Baba Tahir Bey sayesinde işte o günlerde bir 'domuz' tartışmasının içine girdi.
Şehrin içme suyunun sağlandığı Terkos Gölü'ndeki arıtma tesislerini o senelerde bir Fransız şirketi işletiyordu. Şirket, arada bir kendileri hakkında hoş haberler yazması için Tahir Bey'i aylığa bağlamıştı.
Gün geldi, şirketin Tahir Bey'e aylık veren Fransız müdürü memleketine döndü ve Paris'ten gelen yeni müdür 'Hiç kimseye 'bana ilişmesin' diye aylık ödeyemem' deyip Baba Tahir'in maaşını kesiverdi. Kesti ve bu işi yapmakla hata ettiğini Málumat'ın birkaç gün sonra çıkan yeni sayısından öğrendi: Tahir Bey 'Avcıların yaraladığı bir domuz Terkos Gölü'ne düştü ve boğuldu' diye yazıyordu. İstanbul birbirine girdi, halk haram edilmiş olan hınzırın sebep olduğu maddi ve manevi pisliğin boyutlarını öğrenebilmek için şirketin binasına akın edince, Tahir Bey'in kesilmiş olan aylığı hemen o gün yeniden bağlandı. Hadise, Málumat'ın bir sonraki sayısında 'Aldığımız son istihbarata nazaran domuz hakikaten vurulmuş ama göle düşmemiş, sahilin gerisinde gebermiş ve leşi de bulunmuş' diye noktalanacaktı.
Baba Tahir'in taktiğine sonraki yıllarda sayıları az olmakla beraber başka gazeteciler de uydu. Meselá İstanbul basınının 1940'lardaki çok önemli bir başyazarı, yeni taşındığı eve zamanın Sular İdaresi su borusu döşemekte gecikince Terkos siláhına sarılıp 'Pis bir öküz Terkos Gölü'ne düşüp boğuldu' diye yazacak, ortalık birbirine girecek, evine hemen o gün su getirilen yazar bir sonraki gün 'Gölde öküz zannettiğimiz karaltı meğerse kuru bir ağaç gövdesiymiş' diyecekti.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2004
Günlük konuşmamızda son haftalarda artık bir hayli sık kullanılan ‘‘metroseksüel’’ kavramını ilk işittiğimde, aklım başka taraflara kaydı; hatırıma daha değişik özelliklere sahip erkekler geldi ve ‘‘metroseksüel’’in ne demek olduğunu anlayabilmem için, bu konudaki bir hayli yazı ile makaleyi devirmem gerekti. İşin aslını öğrendiğim zaman ‘‘metroseksüel’’ kavramına aslında hiç de yabancı olmadığımızı ve asırlar boyunca çok sayıda metroseksüele sahip bulunduğumuzu farkedince tarihimizden metroseksüellikle ilgili birkaç notu sizlere de nakledeyim dedim. İşte bunlardan birkaçı: Civelekler, bakımlı ve göğüs perçemli kabadayılar, ‘‘Cezayir kesimi’’ giyinmiş şık erkekler ve pırpırılar...
GEÇTİĞİMİZ haftalarda, 'metroseksüel' diye yepyeni bir kavramla tanıştık. Şimdi günlerden buyana, bizdeki metroseksüelleri tartışıyoruz.
Bu sözü ilk işitişimde aklım hep başka taraflara kaydı, hatırıma daha değişik özelliklere sahip erkekler geldi ve 'metroseksüel' kavramının ne demek olduğunu anlayabilmem için, bir hayli yazı ile makaleyi devirmem gerekti. İşin aslını öğrendiğimde bu kavrama hiç de yabancı olmadığımızı ve asırlar boyunca hemen her zaman metroseksüellere sahip bulunduğumuzu farkettim ve tarihimizdeki metroseksüellik örneklerinden bazılarını sizlere de nakledeyim dedim.
Metroseksüellerimiz geçmişte de 'değişik' ve 'garip' görünmüşler, meraklı bakışlar üzerlerinden hiç eksik olmamış, giyim-kuşamları zamanla moda halini almış, hemen bütün özellikleri tarihçilerimiz tarafından ayrıntılarıyla yazılmış ama Türkçe'de 'metroseksüel' karşılığı bir kavram kullanılmamıştı. İşin temelinde güzellik ve yakışıklılık değil, bakımlı olmak ve 'kendini güzelleştirmek' yatıyordu. Tarihçilerimiz isimlendirme işini bakımlı erkeğin içerisinde bulunduğu yaş grubuna göre yapmışlar ve kendini güzelleştiren erkeğin gencine 'civelek', yaşlısına 'teneşir horozu' demişlerdi. 'Teneşir', málum, cenazenin konduğu tahtanın adıydı, ileri yaşlarda uçukluk etmeye kalkışanlar hakkında kullanılan 'Kırkından sonra teneşir paklar' diye bir söz vardı ve gençlik senelerini geride bırakmış bir erkek bakımlı olma sevdasına tutulup güzelleşmeye kalkışırsa ancak 'teneşir horozu' olurdu.
Yandaki kutuda, eski devirlerin metroseksüelleriyle ve giyim-kuşamlarıyla ilgili bazı kavramlar yeralıyor. Bu bilgileri Naima ve Şánizade Atáullah Efendi gibi eski devrin ve Reşad Ekrem ile Mehmed Zeki Pakalın gibi 20. yüzyıl tarihçilerinin eserlerinden naklettim. Sayfada yeralan çizimleri de rahmetli Reşad Ekrem'in değişik yayınlarından aldım. Minyatürler ise, Lále Devri'nin, yani 18. asrın ilk çeyreğinin malûm san'atkárı Levni'ye ait. Resimlere bakıp geçmiş asırların metroseksüelleri ile zamanımızdakiler arasındaki ortak noktaları bulmak da artık sizlere kalıyor.
Osmanlı metroseksüel sözlüğü
Göğüs perçemli kabadayı
Kabadayının bakımlısına mahsus bir süs biçimiydi. Göğüsteki kıllar itinayla temizlenir ama bir veya birkaç tutam kıl bırakılır, bu tutamlara mali güce göre boncuk yahut inci takılır ve kıllardan sadece birine mavi bir nazar boncuğu geçirilirdi. Osmanlı'nın Schwarzeneggerler'i, göğüslerinde işte böyle dizi dizi incilerle dolaşırlardı. O devrin modacıları kılsız erkekleri de düşünmüş ve takma kirpik gibi takma göğüs perçemleri imal etmişlerdi. Göğüsleri henüz kıllanmamış gençler ise etraflarındaki perçemlileri görünce derde düşerler, çareyi tüy çıkarttığı söylenen çeşit çeşit merhemi ardarda denemekte bulurlardı. Bu kıllanma merakı, 19. yüzyılın ilk senelerinin İstanbul'unda günümüzün kozmetik sanayiini andıran yepyeni bir iş sahası yaratmış, şehri bir anda birbirinden değişik merhemler kaplamıştı.
Cezayir kesimi
Cezayir'deki Türk gemicilerin elbiselerinin verdiği ilhamla, 19. yüzyılın başlarında İstanbullu gençler arasında moda olmuş bir giyim tarzıydı. Özelliği, göğüs açık ve yalın ayak vaziyette dolaşmak ama o devrin son derece pahalı kumaşlarına bürünmekti. Başa sarılan sarık kıymetli şallardan seçilir, sırta yakası göğse kadar açık bir gömlek giyilir, gömleğin üzerine kadife yahut sırma bir cepken geçirilir, bele bir başka şal sarılır, şalın ucu yerlerde sürünür, pantolon yerine de dize kadar gelen ve paçaları büzülü bir diz çakşırı giyilirdi. Soğuk havalarda, omuza Cezayir taraflarından gelmiş bir şal yahut havluyu andıran bir kumaş atmak ádetti. Giyimi beldeki şala yerleştirilen bıçak, yatağan veya bir tabanca tamamlardı. Bu giyim tarzının en önemli tarafı topuklardı, zira 'Cezayir kesimi' ayakların çıplak, topukların da son derece bakımlı olmasını gerektirdiği için modaya uygun şekilde giyinen erkekler, bugünün pedikürünü andıran bir 'topuk bakımı' merakına kapılmışlardı.
Civelek
17. yüzyılın sonlarına doğru yeniçeri olmak için müracaat eden ama kadroya alınmayıp aday kaydedilen gençlere 'civelek' denirdi ve geçmişteki metroseksüellerimizin en genç olanları, işte bu civeleklerdi. Genellikle güzel ve yakışıklı delikanlılardan seçilen civelekler yeniçeri kışlasında mutfakta çalışır, sokağa nadiren çıkar ve dışarıda bir kazaya uğramamak için, yüzlerini hasır püskülünden yapılmış bir peçeyle örterlerdi. Başlarına bir küláh geçirip küláha renkli kumaşları çapraz şekilde sarar, üzerlerine parlak kırmızı bir cepken ile parlak mavi şalvar, ayaklarına daha da kırmızı bir yemeni giyer, bellerine madeni kuşaklar dolarlardı. Yüzlerini peçe ile gizlemelerine rağmen peçenin gerisinden farkedilen gözleri ve böyle rengárenk giyinmeleri yüzünden daha da bir dikkat çeker ve arada bir sakındıkları kazalara uğradıkları olurdu.
Pırpırı
19. yüzyılın sonlarına doğru İstanbullu gençler arasında moda olmuş ve 'Cezayir kesimi'ne benzeyen yarı çıplak bir giyim tarzıydı. Stilin temeli, İstanbul serserilerinin elbiseleriydi ama İstanbul'un gençleri, özellikle de varlıklı kesimden gelenler ayak takımının elbiselerinin benzerlerini o yılların en pahalı kumaşlarından yaptırırlardı. Başa renkli ve çok uzun bir Acem şalı sarılır, yine pahalı kumaştan dikilmiş göğsü açık bir gemici gömleği ile sadece dizlerin üzerine kadar gelen ve bol bir şortu andıran bir çakşır giyerlerdi. Ayaklardaki yemeniler ile kollara yaptırılan resimli dövmeler stili tamamlar ve pahalı kumaşlara bürünmüş olan pırpırılar 'bakımlı sert erkek' havasında dolaşırlardı.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2004
AKP milletvekili Hüsrev Kutlu, Meclis'te asılı duran maraşal üniformalı Mustafa Kemal Paşa resminin kaldırılmasını isteyince kıyamet koptu ama işin çok önemli bir tarafı pek hatırlanmadı: Cumhuriyet'i kurduğumuz sırada dünya üzerinde bağımsız olan tek Müslüman memleket Türkiye idi, diğer bütün Müslüman memleketler ya işgal edilmişlerdi, yahut manda ile idare ediliyorlardı ve Mustafa Kemal Paşa'nın asker kıyafetli daha birçok resmi Tunus'tan Hindistan'a kadar, Müslüman evlerin duvarlarını süslüyordu. İslam dünyası için hürriyet hasretinin sembolü olan bu resimlerden Azerbaycan'da da yapılmıştı ve Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'in hediye ettiği Meclis'teki resim de, bu geleneğin devamıydı.
AKP'li Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu, Atatürk'ün Meclis'te asılı duran maraşal üniformalı resminin kaldırılmasını isteyince önce askerlerden, daha sonra da bir hayli çevreden tepki gördü.
Hüsrev Kutlu, tepkiler üzerine partisinin disiplin kuruluna verilirken, sözünü ettiği resmin aslında tablo değil bir halı olduğu ortaya çıktı. Halı, Meclis'e, Azerbaycan'ın bir önceki cumhurbaşkanı Haydar Aliyev tarafından hediye edilmişti.
Meclis'teki resim tartışması büyüyüp Hüsrev Kutlu'nun sözleri hakkında bir hayli şey yazılıp söylendi ama konunun çok önemli bir tarafının üzerinde hemen hiç durulmadı: Maraşal üniformalı Atatürk'ün, daha doğrusu tablo gibi yapılmış olan halıda görünen 'Mustafa Kemal Paşa'nın asker kıyafetli daha birçok çiziminin bir zamanlar sadece Türkiye'de değil, birçok Müslüman ülkede hem evlerin hem de bağımsızlık maksadıyla kurulmuş teşkilátların duvarlarını süslediğinin ve bu resimlerin İslam dünyası için hürriyet hasretinin sembolü olduğunun üzerinde...
Meclis'teki maraşal üniformalı Mustafa Kemal Paşa resmi, işte bu geleneğin bir devamıydı.
Şimdilerde ya unutmuşuzdur, yahut pek aklımıza gelmez: 1923'te, yani Cumhuriyet'i kurduğumuz sırada, dünyanın bağımsız olan tek Müslüman memleketi, Türkiye idi. İslam dünyası, Türkiye hariç, hür değildi; milyonlarca Müslüman'ın yaşadığı topraklar Hristiyan ülkelerden birine ya doğrudan bağlıydı, yahut manda ile veya vesayetle idare edilmekteydi. O dönemin İngiltere'si için söylenen 'dünyanın en fazla Müslüman nüfusa sahip devleti' sözü, bu vaziyeti açık şekilde gösteriyordu.
Türkiye'de İstiklál Savaşı'nın bütün şiddetiyle devam ettiği yıllar, Hristiyan idaresi altında yaşayan İslam álemine örnek teşkil ettiği, ümidlerin ve bağımsızlık hayallerinin yeşerdiği bir dönemdi. Türkiye'deki hareketin lideri olan Mustafa Kemal Paşa'nın mücadelesi Müslüman dünyasının gözünde sadece siyasi ve askeri bir hareket değil, aynı zamanda İslam'ı yüceltecek bir başkaldırıydı. Mustafa Kemal Paşa hem siyasi, hem de dini bir görev üstlenmiş sayılıyordu ve işgale uğrayıp sömürgeleşmiş olan Tunus, Mısır, Hindistan'ın Müslüman bölgeleri ve Azerbaycan gibi yerlerde Paşa'nın başarısı için camilerde dualar bile edilmedeydi.
Bu beklenti, çok kısa bir süre içerisinde kendi edebi ve görsel sanatını da yarattı: Başta Mustafa Kemal olmak üzere, Anadolu'da düşmana karşı savaşan diğer paşaların resimleri elden ele, yine onlar hakkında yazılmış olan şiirlerle destanlar da dilden dile dolaşıyordu.
Paşa'nın zafer haberlerini büyük bir hasretle bekleyen toprakların başında o sırada İngiltere'den giden genel valilerin idare ettiği Hindistan'da sonradan 'Pakistan' adını alacak olan Müslüman bölgeler geliyordu. Pakistan'ın milli şairi Muhammed İkbal 'Mustafa Kemal Paşa'ya hitap' başlıklı şiirinde 'Takdirin gizli áleminin sırlarını bir milletin hikmeti, aklı ve idraki sayesinde öğrenebildik. Aslımız rengi uçup gitmiş bir kıvılcım iken, onun bir bakışı ile cihanı aydınlatan güneş haline geldi. Araplar dinin temsilcisi olduklarını söylerlerken gönüllerinden aşk kavramını çıkartıp atınca, bu hata yüzünden dünyaya rezil olduk. Atın nereye kadar giderse oraya git ve kaygı duyma! Biz, bu meydanda tedbir ve kaygı yüzünden defalarca mat olduk!' diyor, şiirin okunduğu hemen her yerde Paşa'nın bir resmi asılı duruyordu.
Bu resimler, anonim halk sanatkárlarının ellerinden çıkmış; estetik olmaktan ziyade inanç ve hasret tarafı ağır basan samimi çizimlerdi.
İşte, Meclis'te asılı duran ve Hüsrev Kutlu'nun kaldırılmasını istediği maraşal üniformalı Mustafa Kemal Paşa resmi, bu resim geleneğinin devamıydı. İstiklál Savaşı yıllarında Anadolu'nun işgalden kurtulması halinde kendisinin de Rus idaresinden kurtulacağına inanan ve Mustafa Kemal Paşa'nın başlattığı hareketi bağımsızlığının öncüsü olarak gören Azerbaycan'da o günlerde böyle çizimlerden çeşit çeşit yapılmış ve duvarlara Türkistan taraflarında bulunan Enver Paşa'nın resimleriyle beraber asılmıştı. İlk zamanlarda kalpaklı başları oldukça büyük gösterilmesi gibisinden bozukluklar zamanla düzelecek ve resimler Meclis'teki tabloda da görünen normal şekli alacaktı.
Bu sayfada, İstiklál Savaşı yıllarında çeşitli İslam ülkelerinde çizilmiş olan böyle resimlerden bazılarını görüyorsunuz. Resimleri, Orhan Koloğlu'nun 'Gazi'nin Çağında İslam Dünyası' isimli eserinden aldım.
İşte, bir zamanlar hürriyetin ve İslam'ın kurtuluşunun sembolü olan resimlerin kısa öyküsü.
‘Çanakkale Şehidlerine’ şiirini TBMM’nin sitesinde kim şehid etti?
BU hafta, AKP'li Hüsrev Kutlu'nun maraşal üniformalı Mustafa Kemal Paşa tablosuyla hakkında söyledikleri konusunda yazmaya karar verdikten sonra, Hüsrev Bey hakkında biraz bilgi sahibi olabilmek için TBMM'nin internet sitesine girdim.
Hüsrev Bey'e ait sayfayı okuyup siteden çıkacağım sırada, gözüm Meclis Başkanı Bülent Arınç'ın sayfasına takıldı. Tıklayıp girdim ve Arınç'ın fotoğraflarının, siyasi faaliyetlerinin ve verdiği demeçlerin yanında 'şiirler' yazılı bir başlık gördüm, onu da tıkladım ve garip bir sayfayla, Mehmed Akif Ersoy'un 'Çanakkale Şehidlerine' isimli şiiri olduğu iddia edilen ama kesilip biçilmiş, kuşa çevrilmiş bir metinle karşılaştım.
Metin, İngilizce klavye ile yazılmıştı; Türkçe harfler yoktu, meselá 'Bu, tasindir', 'Gunduzun', 'Sana agusunu acmis', 'dunyada egilmez' gibisinden harf yığınları Ákif'e málediliyordu ve daha da fenası, mısralarda dünya kadar yanlış vardı. 'Vurulup tertemiz alnından...' diye başlayan mısra 'Vurulmus tertemiz alnindan...' yapılıp vezin vurulmuş, 'edvára da yetmez o kitab' sözü 'edvara ya yetmez o kitab' olmuştu.
Türk Edebiyatı'nın en seçkin örneklerinden biri olan bu büyük manzumenin TBMM'nin resmi sitesinde ne hále getirildiğini görmek isterseniz 'www.tbmm.info/bulentarinc' adresine girip soldaki 'Şiirler' butonunu ve açılacak sayfada başlığını göreceğiniz aynı ibareyi tıklarsanız, Mehmed Ákif'in 'Çanakkale Şehidleri' olduğu iddia edilen garip metinle karşılaşır ve siz de bir garip olursunuz.
TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın, Mehmed Ákif'in 'Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun' mısraının doğrulanmasına imkán bırakmayıp bu garabete son verdireceğine inanmak istiyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2004
Popstar Yarışması'nın Türkiye'nin gündemini bu derece meşgul etmesi, bana Popstar'ın atası sayılan bir başka organizasyonu, bir zamanların en meşhur müzisyenlerinden sayılan Muallim İsmail Hakkı Bey'in kurduğu ‘‘Osmanlı Musiki Mektebi’’nin 12 Aralık 1919 günü Bayezid'de verdiği konseri hatırlattı. Konserde kadınlarla erkeklerin beraberce sahneye çıkması zamanın Şeyhülislámı Haydarizade İbrahim Efendi'yi kızdırmış ve Şeyhülislám'ın ‘‘din elden gidiyor’’ diye feryada başlaması üzerine İçişleri Bakanlığı konserin tekrarını ve konunun gazetelerde haber olmasını yasaklamıştı.
HAFTALARDIR Popstar Yarışması ile yatıp onunla kalkar hále geldik. Bayhan'ın vaktiyle cinayet işlediğinin ortaya çıkması, Rusya'dan gelip finale kalan Elena'nın milliyeti meselesi, Firdevs'in animatörlüğü ve Aydan'ın arkasından Barış'ın da dergilere soyunması gibisinden son derece önemli gelişmeler Türkiye'ye hemen herşeyi unutturdu ve gündem Popstar'a kilitlendi.
Şimdi gece-gündüz yarışmayı kimin kazanacağını tartışmakla meşgulüz. Bugün kadınlarla erkeklerin sahneye beraberce çıkıp müzik yapmaları hepimize son derece olağan, normal bir davranış gibi görünüyor. Ama, Popstar organizasyonunun öncüsü olan ve kadınlarla erkeklerin sahneye beraberce çıktıkları ilk konserin 'dine ters düştüğü' gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı tarafından yasaklanmış olduğunu çoğumuz bilmeyiz.
İşte, 1919 yılında yaşanan ve kahramanlığını bir zamanların önde gelen müzisyenlerinden İsmail Hakkı Bey ile zamanın Şeyhülislámı Haydarizade İbrahim Efendi'nin yaptığı bu yasaklamanın öyküsü:
‘MUALLİM’ DEDİLER
İsmail Hakkı Bey, 20. asrın ilk çeyreğinin en popüler müzisyenlerindendi. 1866'da İstanbul'da doğdu, gençlik yıllarında sarayın fasıl heyetine alındı, padişahın müezzini oldu ve bugün de hálá çalınan bir hayli beste yaptı.
Çeşitli müzik grupları kurmuş, çok sayıda talebe yetiştirmiş, bu yüzden 'Hoca' ve 'Muallim' diye anılır olmuş ve halka açık konserlerin öncülüğünü yapmıştı. Bayezid'in arka taraflarındaki Koska'da bulunan Şeyh Şamil Efendi Konağı'nda faaliyet gösteren 'Musiki-i Osmani Mektebi' de onun eseriydi ve kaç-göçün hüküm sürdüğü, yani kadınlarla erkeklerin topluluk içerisinde biraraya gelmesinin zor olduğu günlerde, okulunda kadın-erkek ayırımı yapmadan ders veriyor, öğrencilerini halka açık konserlere hazırlıyordu.
İsmail Hakkı Bey, bu konserlerden birini 1919'un 12 Aralık günü, Bayezid'deki Türkocağı binasının konferans salonunda verdi. Kadın ve erkek müzisyenler sahneye beraberce çıkmış, yine kadınlarla erkeklerden oluşan kalabalık bir dinleyici topluluğuna güzel nağmelerle dolu birkaç saat geçirtmişlerdi. Ertesi günkü gazeteler, İsmail Hakkı Bey'in konserini öven yazılarla doluydu.
Ama kadınlarla erkeklerin birlikte şakımaları o günlerde alışılmış birşey değildi. Bazı çevreler yenilikçi hocanın bu faaliyetinden hiç de memnun kalmadılar ve böyle bir konserin tekrarını önlemek için ellerinden geleni yapmaya başladılar.
SAVAŞ, BAHANE OLDU
İşi resmiyete döken, zamanın Şeyhülislám'ı Haydarizade İbrahim Efendi oldu. Konserden dört gün sonra, 16 Aralık'ta o devrin İçişleri Bakanlığı olan Dahiliye Nezareti'ne bir yazı gönderdi ve 'İslámi terbiye ile bağdaşmayan bu gibi konserlerin önlenmesini, konseri haber yapan gazetelerin uyarılmasını ve bu şekilde yayınlar yapılmasının önüne geçilmesini' istedi. Şeyhülislám yasaklama talebine gerekçe olarak hem İslámi kuralları, hem de memleketin o günlerde içerisinde bulunduğu zor şartları, yenik çıkılan dünya savaşından sonra çekilmekte olan sıkıntıları ve ümitsizliği gösteriyordu.
İçiçleri Bakanlığı, Şeyhülislám Haydarizade İbrahim Efendi'nin talebini uygulamaya koydu ve 25 Aralık günü, bakanlığın özel kaleminden İstanbul Polis Müdürlüğü'ne bir talimat gönderildi. Talimatta Şeyhülislám'ın talebinin yerine getirilmesi isteniyor, konserin tekrarının ve gazetelerde bu konudaki haberler çıkmasının önüne geçilmesi isteniyordu.
Biz, şimdi ülke gündeminin ilk sırasına yerleşen cinayet öykülü, soyunmalı ve bol tartışmalı konserlere işte böyle ortamlardan geçerek geldik.
1919’daki Popstar Konseri bu yazışmalarla durduruldu
ŞEYHÜLİSLÁM'DAN İÇİŞLERİ'NE
'İçişleri Bakanlığı'na:
Devletlu efendim hazretleri,
Bayezid'deki Türkocağı konferans salonunun İsmail Hakkı Bey tarafından yine Bayezid'de açılan Osmanlı Musikisi Hanımlar Dershanesi'nin menfaatine tahsis edilmesiyle ve kemani Kevser, hanende Zehra, tanburi Şeref ve udi İrfan hanımlar ile diğer erkek müzisyenlerden oluşan bir grup tarafından burada Aralık ayının 12. günü kadın ve erkek yüzlerce dinleyicinin karşısında müzik yapılmasıyla ilgili olarak gazetelerde çıkan haberler teessüfle karşılanmıştır.
Bütün İslam dünyası tarafından dikkatle izlenmekte olan hiláfetin merkezi İstanbul'da İslami geleneklere ve kurallara tamamen aykırı bulunan, dostu üzüp düşmanı şaşırtan bu gibi hareketlerin tekrar edilmesi ve bu işin 'san'at hayatında parlak bir gelişme' gibi gösterilerek gazetelerde yayınlanması, hiláfet merkezinin İslam áleminde sahip bulunduğu kutsal mevkinin şerefini ihlál etmekte, şikáyetlerin artmasına sebep olmaktadır.
İslam dünyasının bir hüzün ve elem devresi içerisinde bulunduğu ve İslam'ın gerçeklerinin anlatılmasına çalışıldığı bu günlerde İslámi duyguları rencide edecek böylesine kötü davranışların devamı ve bunlarla ilgili haberlerin gazetelerde de yeralması dini kurallara aykırıdır. Dolayısıyla gereğinin yerine getirilmesi ve gazetelerde bundan böyle bu konudaki haberlerin yayınlanmaması için Matbuat Genel Müdürlüğü'ne gerekli emirlerin verilmesi rica olunur efendim. 23 Rebiülevvel 1338-16 Kánunıevvel (Aralık) 1335.
Şeyhülislám (Haydarizade İbrahim)'
İÇİŞLERİ'NDEN POLİS'E
'Polis Müdürlüğü'ne,
Bayezid'de açılmış bulunan Osmanlı Musikisi Hanımlar Cemiyeti tarafından bazı hanımlarla erkek müzisyenlerden oluşan bir grubun Aralık ayının 12. günü Bayezid'deki Türkocağı binasında kadın ve erkek yüzlerce dinleyici karşısında bir konser vermeleri teessüfle karşılanmıştır.
Müslümanların hüzün ve elem içerisinde bulundukları bugünlerde İslami ádaba uymayan bu gibi hareketlerin tekrarının uygun olmadığı yolunda Şeyhülislámlık makamından alınan yazının bir kopyası ekte sunulmuştur.
Bu gibi hareketlerin önlenmesi ve bunlarla ilgili haberlerin basında yeralmasına mani olunması konusunda gerekli tedbirlerin alınması rica olunur'
Dersten çıktı, tramvayda öldü
MUALLİM İsmail Hakkı Bey, Ráşid Efendi adında amatör bir müzisyenin oğluydu. 1866'da Balat'ta doğdu, çocukluk yıllarında camilerde dini musiki öğrendi ve hayata örücülükle atıldı.
Daha sonra sarayın alaturka musiki orkestrası olan Muzıka-i Humayun'a girdi ve burada zamanının hem alaturka, hem de alafranga musiki alanında önde gelen hocalarından dersler aldı. Zamanla padişahın müezzini ve 'serhánende' unvanıyla saray fasıl heyetinin idarecisi oldu.
İsmail Hakkı Bey çok sayıda kişiye ders vermiş, öğrencileri ileriki yıllarda Türk Müziği'nin önde gelen isimleri olmuş, aynı zamanda özel müzik okulları ve operet grupları da kurmuş, ancak asıl şöhretini bestelediği çok sayıda eserle elde etmişti. 'Ordumuz etti yemin', 'Gafil ne bilir neşveyi', 'Derdli kaval derdim gibi ağla dur' ve ve seneler sonra romanlara ve filmlere isim olan 'Fikrimin ince gülü' gibi çok sevilen eserlerin sahibi olan Muallim İsmail Hakkı Bey, hayata 1927 yılında zamanın konservatuvarı olan Darülelhan'dan çıkıp evine gitmek üzere bindiği tramvayda veda etti.
Yazının Devamını Oku