Tayyip Bey'e İstanbul için vize örnekleri

Tayyip Erdoğan, bundan beş sene önce, belediye başkanlığı sırasında teláffuz ettiği ‘‘nakil ilmühaberi’’ yani ‘‘şehir vizesi’’ konusunu hafta başında yeniden gündeme getirdi ve bana eski devirlerin yurtiçi pasaportu demek olan ‘‘mürur tezkeresi’’ni tekrardan hatırlattı.

‘‘Nakil ilmühaberi’’nin oy, menfaat, hemşehrilik, Avrupalı olma çabamız, anayasal kısıtlamalar yahut aklıma gelmeyen çok daha başka sebepler yüzünden hiçbir şekilde işlemeyeceğinden adım kadar eminim ama ‘‘Tayyip Bey'in elinin altında bulunsunlar, belki bir işe yarayacakları tutar’’ düşüncesiyle, İstanbul'a göçün yasak olduğu günlerden kalma birkaç belgenin metnini yayınlıyorum.

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, 'İstanbul'a girişler ve çıkışlar nakil ilmühaberine bağlanmalı, büyük kentlere herkes elini-kolunu sallayarak girmemeli' dedi. Tayyip Bey aynı sözleri bundan beş sene önce, 1998 Ağustos'unda Belediye Başkanı'yken de söylemiş ve 'Anadolu'dan gelecek olanlar nakil ilmühaberi almalı, ‘Nereye ve niçin gidiyorsun? Gittiğin yerde işin, evin var mı?’ diye sorulmalı, belgeleyemeyenler İstanbul'a sokulmamalı' demişti.

Tayyip Bey'in konuşmasını dinledikten sonra, eskilerin güzel bir sözünü hatırladım: 'Báde harabü'l-Basra', yani 'Basra harap olduktan sonra' demelerini... Derken, şehir böyle bitip tükendikten, tanınmaz hale geldikten ve İstanbul'un İstanbul ile bir alákası kalmadıktan sonra girişlerle çıkışların kontrol altına alınmasının ne işe yarayacağını, hatta böyle bir kararın nasıl uygulanacağını düşünürken, hatırıma asırlar öncesinin benzer bir metodu, 'mürur tezkereleri' geldi.

Eski devirlerde bir şehirden ötekine gitmek izne bağlıydı ve bir çeşit 'yurtiçi pasaport' demek olan 'mürur tezkeresi' almamış olanların yolculuk yapmasına müsaade edilmezdi.

Yasağın maksadı iç göçü, özellikle de kaynakları zaten kıt olan İstanbul'un nüfusunun artmasını önlemekti. Saray, şehir nüfusunun sabit kalmasına azami şekilde dikkat eder, İstanbul'un idarecileri bu konuda çıkartılan fermanlarla sık sık uyarılır, şehre gelmek isteyenlere izin verilmeden önce sıkı bir soruşturma yapılır, konu çok defa saraya intikal eder ve izin bizzat padişahtan çıkardı.

İç göç kontrolleri 18. asrın sonlarına kadar sıkı bir şekilde uygulandı, uygulama sonraki devirlerde gevşedi ama 'mürur tezkereleri' 1908 Meşrutiyet'ine kadar yürürlükte kaldı. Tezkeresiz seyahate kalkışanlar daha kendi şehirlerinin sınırında durdurulup geri yollanırlar; bir yolunu bulup bir başka yere gidebildikleri takdirde ise, bu defa dönmeleri imkánsız olurdu.

İstanbul'un geçmişteki idarecileri göçü önleyebilmek için o kadar sıkı bir kontrol uygulamışlardı ki, sadece şehre gelmek isteyenler değil, şehirden hastalık yahut cenaze gibi önemli bir gerekçeyle ayrılanlar bile dönebilmek için azaba düşerlerdi. Gidenin, gidişi gibi dönüşü için de izin belgesi alması mecburiydi ve bir başka tarafa giden İstanbullular, evlerine bulundukları şehirde aylarca bekledikten sonra, ancak saraydan gelen izinle kavuşabilirlerdi.

Yandaki sütunda, 18. asıra ait olan ve hepsi saraydan çıkmış, yani doğrudan doğruya zamanın padişahı tarafından verilmiş birkaç izin belgesinin günümüz Türkçesi'ne aktarılmış metinlerini okuyacaksınız. 'Nakil ilmühaberi'nin oy, menfaat, hemşehrilik, Avrupalı olma çabamız, anayasal kısıtlamalar yahut aklıma gelmeyen çok daha başka sebepler yüzünden hiçbir şekilde işlemeyeceğinden adım kadar eminim ama 'Tayyip Bey'in elinin altında bulunsunlar, belki bir işe yarayacakları tutar' düşüncesiyle yayınlıyorum.


Şehirden iş için ayrılanın bile dönebilmek için göbeği çatlardı


İSTANBUL'a asırlar boyunca uygulanan göç yasağı o derece şiddetliydi ve o kadar sıkı bir şekilde takip edilirdi ki, şehirden taşraya birkaç günlüğüne olsun gidenlerin geri dönebilmeleri bile ayrı izne bağlıydı. İşte, bizzat padişah tarafından verilen bu izinlerden birkaç örnek:

Edirne mollasına, bostancıbaşısına, Edirne'den İstanbul'a uzanan yol üzerindeki bütün kadılara, náiplere, kethüdalara, yeniçeri kumandanlarına ve diğer subaylara emirdir:

İstanbul'da oturan Esseyid İbrahim Hamdi bana dilekçe gönderip Edirne'de yaşayan kızının kocasının öldüğünü, kızın Edirne'de kimsesinin kalmadığını, hasta olduğunu, İstanbul'a gelerek kendisiyle oturmak istediğini yazarak yolculuğunun engellenmemesi hususunda emrimi rica etti ve ricasını kabul ettim. Bu yazı, bahsi geçen kadının yolculuğuna mani olunmaması maksadıyla yazılmıştır. Eylül 1751.

İznik'ten saadetlerle dolu İstanbul'a uzanan yol üzerindeki kadılara, kethüdalara ve diğer subaylara emirdir:

İstanbul'da, Gedikpaşa'daki Dibekli mahallesinde yaşayan İhtiyar Ali adındaki adam bana müracaat etti ve karısı Fatma ile kızı Havva'nın, Fatma'nın İznik'te bulunan ve hasta olan babası Hasan'ı ziyarete gittiklerini ama Hasan'ın öldüğünü ve Fatma ile Havva'nın İstanbul'a dönmek için şerefli iznime ihtiyaç duyduklarını söyledi. Fatma'nın durumu soruşturuldu ve 'Dibekli Mescid' denilen Emin Bey mahallesinin imamı Hoca Mehmed Efendi, müezzini Mehmed oğlu Hüseyin ile mahalle sakinlerinden Ömer oğlu Molla Ali ile Mehmed oğlu Molla Mustafa vaziyetin doğru olduğu yolunda şahitlik ettiler. Fatma Hatun ile kızının İstanbul'da, ismi yukarıda yazılı olan mahalledeki evine dönebilmeleri için lázım gelen izni verdim ve yolculuklarına engel olunmamasını buyurdum. Aralık 1742.

Edirne kadısına, Edirne'den İstanbul'a uzanan yol üzerindeki bütün kadılara, kethüdalara, yeniçeri kumandanlarına ve diğer subaylara emirdir:

İstanbul'da, Yenifırın civarındaki Haydar Ağa mahallesinin sakinlerinden olan Rukiyye adındaki hatun bana gelip Emetullah isimli kızını, damadı Ahmed'in akrabalarını görmesi için Edirne'ye gönderdiğini, Emetullah'ın artık İstanbul'a dönmeyi arzuladığını ve bunun için şerefli iznimi istediğini söyledi. Şimdi sizlere emrediyorum: Yukarıda ismi yazılı olan hatunun İstanbul'dan Edirne'ye gidişini tahkik edin ve doğru çıktığı takdirde İstanbul'daki evine dönmesine engel olmayın. Ağustos 1742.


Fırsat bulursanız gidin ve Káni’yi dinleyin


KÁNİ Karaca, benim için Klasik Türk Müziği'nin şu anda hayatta bulunan en önemli icracısıdır. Hafızasındaki dini ve dindışı binlerce eserin birçoğunu artık ondan başka bilen ve icra eden hiçbir müzisyen yoktur ve bu eserler -Allah uzun ömür versin ama-, maalesef Káni ağabey ile beraberce gitmeye mahkûmdur.

Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun genç şefi Kudsi Sezgin'in, koronun 15 Kasım'da vereceği konsere Káni Karaca'yı davet ettiğini ve müziğimizin bu büyük üstadının Tayyare Kültür Merkezi'ndeki konserde şimdi kimselerin bilmediği ve hatırlamadığı birbirinden nadir eserler okuyacağını öğrendim. Kudsi Sezgin'i, Káni Karaca'yı konuk sanatçı olarak davet ettiği için kutluyorum. Káni'nin konserine gidecek olan Bursalılar, unutulmayacak bir musiki dinleyeceklerdir.
Yazarın Tüm Yazıları