Murat Bardakçı

Arınç’ın ‘şey’leri, eski ‘şey’lerin yanında övgü dolu ‘şey’ gibi kalır

18 Nisan 2004
TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın ‘şeyini şey ettiğimin şeyi’ demesi üzerine ortalık birbirine girdi, hemen herkes Bülent Bey’e yüklendi, bir devlet büyüğünün bu şekilde ifadeler kullanmaması gerektiği söylendi ama bütün bunlar yapılırken, işin çok önemli bir tarafı unutuldu: Tepesi atan devlet adamının láfını hiç sakınmamasının bizde çok eski bir gelenek olduğu... İşte, eski devlet büyüklerimizden bazılarının hiddet ánında sarfettikleri sözlerden birkaç örnek... Ama, bütün bu ifadelerde aslında herşeyin apaçık söylenmiş olduğunu ve ‘şey’ sözünün bazı kelimelerin yerine tarafımdan ve mecburiyetten dolayı konduğunu bilin ve Bülent Arınç’ın ‘şeyini şey ettiğimin şeyi’ demesinin bütün bunların yanında ne kadar zarif kaldığını görün.

MECLİS Başkanı Bülent Arınç ‘şeyini şey ettiğimin şeyi’ deyiverince ortalık birbirine girdi. Neredeyse hemen herkes Bülent Arınç’a veryansın etti, devlet adamının bu şekilde ifadeler kullanmaması gerektiğini söyledi, hattá işi devlet terbiyesinin ne hále geldiğini tartışmaya götürenler bile oldu.

Ama, Bülent Arınç’ı eleştirenler bence insafsızlık ettiler; zira Meclis Başkanı’nın söylediği sözler bizde asırlardan beri várolan bir geleneğin son halkasını teşkil ediyordu: Tepesi atan yahut attırılan devlet adamının láfını hiç sakınmaması ve aklına gelen ilk sözü serbestçe edebilmesi geleneğinin son halkasını...

Üstelik, eski devlet adamlarımızın bu ‘şey’ temeline dayalı sözleri hiçbir zaman gizli kalmamış, ánında kayda geçirilmiş ve çok kısa bir müddet sonra devletin resmi tarihlerinde de yer almışlardı.

İşte, padişahından sadrazamına, valisinden kadısına kadar eskiden yaşamış devlet büyüklerimizden bazılarının hiddet ánında sarfettikleri sözlerden söylendikleri tarihlerle beraber birkaç örnek... Ama, bütün bu ifadelerde aslında herşeyin apaçık söylenmiş olduğunu ve ‘şey’ sözünün bazı kelimelerin yerine tarafımdan ve mecburiyetten dolayı konduğunu bilin ve Bülent Arınç’ın ‘şeyini şey ettiğimin şeyi’ demesinin bütün bunların yanında ne kadar zarif kaldığını görün.

Eski devlet büyüklerimizden ‘şey’li ve ‘i nokta’lı vecizeler

SADRAZAM CENANİZADE KADRİ PAŞA (1885): ‘Bu kadıncağızın şeysi han değildir, yoldan gelen herifler geceleri oraya giremezler. Sen ne biçim kocasın ki karının şeysini hana çevirmişsin?’ (İkinci Abdülhamid’in iktidar yıllarında Edirne’de valilik yaptığı sırada karısını erkeklere sattığı iddiasıyla tutuklanan bir kocaya verdiği öğüt).

SULTAN İBRAHİM (1645): ‘Bre mütevelli yapılı kodoş, bre karpuz kafalı pezevenk...’ (Hükümdarın, şişmanlığıyla meşhur sadrazamı Semin Mehmed Paşa’ya kızgın olduğu günlerde yazdığı mektuplarda kullandığı hitap şekli).

ADANA VALİSİ ŞAİR EŞREF (1890’lar): ‘Ey i... teres, senin aileni sırayla ve eşit şekilde şeyederim, sonra onları bir şişeye istifler, şeyimi de şişenin tıpası niyetine kullanırım’ (Saraya kendisi hakkında şikáyet dilekçesi gönderen bir devlet görevlisi hakkında yazdıkları).

SELİM (1798 Temmuz’u): ‘Bre, bu ne eşek herifmiş!’ (Mısır’ı işgale giden Napolyon Bonapart’ı hálá Paris’te zannederek saraya ‘Fransa, bizim dostumuzdur’ diye raporlar gönderen Paris Sefiri Moralı Esseyid Ali Efendi’nin raporunun üzerine düştüğü not).

DÖRDÜNCÜ MURAD (18 Mayıs 1652): ‘Gel beru topal zorba başı! Bre káfir, abdest al!’ (Sadrazamı Receb Paşa’yı idam ettirmesinden hemen önceki bağırması. Receb Paşa, hükümdarın bu sözleri söylemesinden birkaç dakika sonra celláda teslim edildi).

VEHBİ (1790): ‘Babanı belki anan kahpe dahi bilmez idi’ (Asıl mesleği kadılık olan şairin, Zağra’da görev yaparken azledilmesinden hemen sonra yerine gelen yeni kadı tarafından hapse atılması üzerine halefini hiciv maksadıyla yazdığı şiirden).

SULTAN ABDÜLMECİD (1850’ler): ‘Köstebek kılıklı herif! Hain! Sen devletine de, dinine de, padişahına da hainsin; üstelik kaatilsin. Bu işlere hep sen sebep oldun’ (Kızı Fatma Sultan’ın piyasaya binlerce altın borç yaptığını öğrenmesi üzerine, kızının kocası yani damadı Ali Galip Paşa’yı huzurundan kovarken söyledikleri).

SADRAZAM AHMED VEFİK PAŞA (1882): ‘Kalk, s...tir git kerata! Namussuzlardan şikáyet etmek bizim gibi namusluların hakkıdır. Senin gibi rezillerin şikáyete hakkı yoktur.’ (Kendisine yaranmak için başkalarını çekiştiren bir misafirini yalısından kovarken söyledikleri).

SULTAN ABDÜLMECİD (1840’ların sonunda): ‘Şu eşşek herife bak! İki hükümdarın birbirine verdiği nişanın kıymeti ölçülür mü? Bunların verilmesinin maksadı hükümdarların birbirlerine gösterdikleri karşılıklı saygıdır’ (Zamanın Savunma Bakanı Rıza Paşa’nın, Rus Çarı’nın Abdülmecid’e gönderdiği Saint Andre nişanını ‘Pek birşey değilmiş, sadece altınmış’ diye küçümsemesi üzerine).

SADRAZAM MUSTAFA REŞİD PAŞA (1840’larda): ‘Bu herif cıvık sabuna benzer. Onunla ne el yıkanır, ne de çamaşıra gelir’ (İleriki senelerde sadrazam olan ve ‘Nedimof’ diye anılan Mahmud Nedim Paşa’dan bahsederken).

YUSUF KÁMİL PAŞA (30 Mayıs 1876): ‘Paşa hazretleri, iyi bok yediniz!..’ (Sultan Abdüláziz’in tahttan indirilip yerine Beşinci Murad’ın çıkartıldığını öğrendiği zaman, hükümdarı devirenlerden Sadrazam Rüştü Paşa’ya söylediği söz).

SULTAN İBRAHİM (22 Ocak 1646): ‘Kendini devlete hizmet mi ettim sanırsın? Bu kadar hazinemi sarfettin. Şimdi de yaban yaban söylüyorsun’ (Sadrazam Yusuf Paşa’yı idam ettirmesinden birkaç dakika önce söyledikleri).

OSMAN (Mart 1755): ‘Bana bak şimdi seni azlederim, yerine hamallar káhyası Ali Usta’yı vezir yaparım haaa!’ (Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa’ya bir kızgınlık anında söyledikleri).

GENÇ OSMAN (20 Mayıs 1922): ‘Hain, ben sana neyledim? İki defa canını bağışlayıp üstüne üstlük bir de makam sahibi ettim. Bana bu düşmanlığın nedendir? Alçak!’ (Tahtından indirilmesinden hemen sonra öldürüleceğini anlayan hükümdarın, Sadrazam Davud Paşa’ya söylediği sözler. Genç Osman, sadrazamına ‘Alçak’ demesinden birkaç saat sonra boğduruldu).

AHMED (27 Mart 1692): ‘Bre hain, ben sana devleti böyle işler edesin diye mi emanet ettim? Devlete böyle hıyanet ediyorsan, vallahi seni Allah yoluna götürürüm. Padişahlığımın nasıl olduğunu da şimdi gösteririm. Ak sakalını kızıl kana boyayım da gör! (Avusturya’yla devam eden savaşta bir türlü başarı kazanamayan Sadrazam Arabacı Ali Paşa’yı azlederken söyledikleri).

SULTAN ABDÜLMECİD (17 Ağustos 1858): ‘Sen nasıl sadrazam olacaksın? Böyle şeylere bakmıyorsun. Elindeki mührü alır, adamı kovuverirler. Mes’uliyet altındasın!’ (Hükümdarın, piyasaları sarsan mali bir krize çözüm bulmak için Babıali’de yapılan toplantıda sadrazam Áli Paşa’ya hitaben söylediği sözler).

Kumran’ı merak edenler bu kitapları okuyabilirler

GEÇEN
hafta Mel Gibson’un İsa filmi ile Kumran Tomarları’nı konu alan yazımdan sonra çok sayıda e-mail ve faks aldım. Yayınlandığını söylediğim tomarlarla ilgili kitapların ismini ve nerede basılmış olduğunu soruyorlardı. Soranlar arasında bazı yayınevleri de vardı.

Hafta boyunca gelen bu sorulara toplu halde cevap veriyorum: ‘Ölüdeniz Tomarları’, ‘Kumran Yazıları’ yahut ‘Kumran Tomarları’ denilen iki bin küsur senelik belgelerin tamamı yayınlanmıştır. Bu konuda çok sayıda yayın vardır ama Geza Vermes’in 1962’den buyana defalarca basılan ‘The Dead Sea Scrolls in English’ isimli kitabı bunların en önemlisidir. Michael Wise, Martin Abegg JR ve Edward Cook’un 1996’da çıkarttığı ‘The Dead Sea Scrolls. A New Translation’ başlıklı kitap da fena sayılmaz. Belgelerin ortaya çıkartılmalarından son senelere kadar devam eden macerasını merak edenler ise Michael Baigent ile Richard Leigh’ın son baskısı 1997’de yapılan ‘The Dead Sea Scrolls Deception’ına bakabilirler.

Kumran Tomarları ile ilgili önde gelen kaynaklar, bunlardan ibaret. Tomarlar konusunda internet adresi soranların yapmaları gereken iş ise, arama motorlarında biraz vakit harcamaktan ibaret.
Yazının Devamını Oku

Mel Gibson, Kumran’ın intikamını çok güzel aldı

11 Nisan 2004
Mel Gibson’un Hazreti İsa’nın son 12 saatini konu alan ve bitmek tükenmek bilmeyen işkence sahneleriyle dolu olan filmi, bende Cüneyt Arkın’ın Bizanslılar’ın elinde saatler boyu işkence gören Malkoçoğlu cinsinden maceralarını hatırlattı. Ama film bu kanlı sahneleri sayesinde dini bütün Hristiyanlar’da bir Musevi nefreti yarattı ve Mel Gibson, Yahudiler’den bir yerde Kumran Yazıları’nın da intikamını almış oldu. Hazreti İsa’nın zamanından kalan ve İsrail ile Ürdün arasındaki Kumran Köyü’nde 1946’da bir çoban tarafından tesadüfen bulunan káğıt tomarları ‘Kumran Yazıları’ diye bilinirdi, tomarlarda Hristiyan inancını temelinden sarsan ifadeler vardı ve İsrail, Vatikan’ın bütün engellemelerine rağmen belgelerin tamamını yayınlayıp Hristiyanlar’ın imanını karmakarışık etmişti. Mel Gibson’un son filmi, işte bu yüzden bir yerde Kumran Yazıları’nın rövanşı gibi.

MEL Gibson’un son filmi, ortalığı birbirine kattı. Orijinal ismi ‘Passion of the Christ’ olan ve bizim yanlış şekilde ‘Tutku’ yahut ‘İsa’nın Çilesi’ diye çevirdiğimiz film şimdi her yerde günün konusu ve aradan bin dokuz yüz küsur sene geçtikten sonra Hristiyanlarla, özellikle de dindar Katoliklerle Yahudiler’i yeniden karşı karşıya getirmiş durumda.

Geçen gün DVD’sini seyrettiğim film, açıkça söylemem gerekirse, bende eski bir Cüneyt Arkın macerası intibaını bıraktı. Dakikalarca süren kırbaç sahneleriyle, bitmek tükenmek bilmeyen işkencelerle, hoyratça náralar atan Romalı askerlerle dolu olan ve İsa’yı etleri lime lime olmuş sahnelerde artık Hazreti İsa değil, Cüneyt Arkın vardı. Sanki Malkoçoğlu yahut filancaoğlu filmini seyrediyordum ve İsa rolünde Bizanslılar’ın eline geçince Anemas Zindanı’nda saatler boyu eziyet gören Fatih’in fedaisi oynuyordu.

Bundan 20 küsur sene önce çevrilen ilk Rocky filminin sonlarında da benzer sahneler görmüştük. Ringe çıkan Stallone, kendisini gözyaşlarıyla seyreden ufacık oğlunun önünde dakikalarca dayak yerken Amerikalı seyirci hıçkırıklara boğuluyordu ve Mel Gibson’un filmi de işte onun gibi birşeydi...

VATİKAN’I SALLAMIŞTI

Ama, İsa filmini seyrederken işin bir başka tarafını farkettim: Mel Gibson’un bütün bu sahnelerle Musevi dünyasından belki bilerek, belki de farkında olmayarak ‘Kumran Yazıları’nın intikamını ziyadesiyle aldığını...

‘Kumran Yazıları’nın ne olduğunu bilmeyenler için söyleyeyim:

Bunlara ‘Ölüdeniz Tomarları’ da denirdi. İsrail ile Ürdün arasındaki Ölüdeniz’e birkaç dakika mesafede bulunan Kumran köyündeki mağaralarda ortaya çıkartılmış ve bulundukları köyün ismiyle tanınmışlardı. Bir kısmı İbranice, bir kısmı da artık ölü bir dil olan Aramice ile káğıt, deri yahut bakır plakalar üzerine kaydedilmiş 600 civarında elyazmasıydılar. Hristiyanlığın ve Museviliğin bilinen en eski yazılı kaynakları sayılırlardı, ortalama iki bin yaşındaydılar, bundan yarım asır önce bulunmuşlardı ve ortaya çıkartılmalarından hemen sonra dinler tarihi, özellikle de Hristiyanlığın ilk devirleri üzerine büyük bir tartışma başlamıştı. Vatikan, tomarlarda yazılı olanları gizlemek için büyük çaba gösterirken İsrailliler metinlerin tamamını yayınlatınca, Hristiyan dünyasında oldukça şiddetli bir inanç depremi yaşanmıştı.

Depremin sebebi, tomarlarda Hazreti İsa hakkında o güne kadar duyulmamış ifadelerin yeralmasıydı. Kumran’da, bundan iki bin sene kadar önce kendilerine ‘Esseniler’ denilen gizli bir Musevi tarikati yaşamış ve tomarlar bu tarikatin mensupları tarafından yazılmıştı. Metinlerde Hazreti İsa’nın da Esseni olduğu söyleniyor, daha da önemlisi, ailesiyle kardeşlerinden bahhsediliyordu ve Kumran Tomarları’ndaki bu bilgiler Hazreti İsa’nın ‘Allah’ın oğlu’ olduğu inancını bir hayli zedeliyordu. Zira káğıtlara karbon testi uygulanmış, orijinal oldukları ortaya çıkmış ve en yenilerinin bile İsa’nın doğumundan 60 yıl sonra kaleme alındıkları anlaşılmıştı.

Vatikan, işte bütün bu sebepler yüzünden tomarların yayınlanmasına karşı çıktı, elde ettiği yazmaları seneler boyu gizledi ama Papalığın elinde yazmaların çok az kısmı vardı, metinlerin neredeyse tamamı İsrail’deydi ve Museviler tomarların bulunmasından birkaç yıl sonra ellerindeki metinleri yayınlayıverdiler. Yayından maksat Hristiyanlığın yeni bir din değil, Yahudilikten çıkmış değişik bir inanç sistemi olduğunu göstermek ve iki din arasında hem sistem, hem de ibadet ilişkisi kurmaktı.

TAM BİR RÖVANŞ

Mel Gibson’
un filmi, bana işte bu yüzden bir yerde ‘Kumran’ın rövanşı’ gibi göründü. Dini bütün bir Hristiyan olan Gibson, Yahudiler’in Kumran tomarlarını yayınlayarak Hristiyanlığa vurdukları darbenin bir yerde intikamını almış oluyor ve film, dindar Hristiyanlar arasında iki bin seneden buyana várolmamış bir Musevi nefreti yaratıyordu.

Ben şimdi, doğru dürüst bir yayınevinin Kumran Tomarları’nın tamamını Türkçe’ye çevirip yayınlamasını bekliyorum.

FİLMİN ADI KONUSUNDA BİR DÜZELTME:

Mel Gibson’
un filmi, Türkiye’de vizyona ‘Tutku-Hazreti İsa’nın Çilesi’ adıyla girdi.

Özdemir İnce, filmin ismiyle ilgili olarak köşesinde geçtiğimiz haftalarda birkaç yazı yazmış, ‘tutku’ sözüne haklı olarak karşı çıkmış ve filme ‘İsa’nın Çilesi’ denmesi gerektiğini söylemişti. Filmi getiren şirket de bunun üzerine bir orta yol buldu ve ‘tutku’ ile ‘çile’yi birleştirerek filmi ‘Tutku-Hazreti İsa’nın Çilesi’ yapıverdi.

Filmin İngilizce orijinal adı ‘The Passion of the Christ’tir ve ‘passion’ sözünün batı dillerinde birkaç anlamı vardır: Aşkın en yüksek derecelerinden olan ‘tutku’ da bunlardan biridir fakat ‘passion’ kelimesi ‘İsa’ yahut ‘Mesih’ demek olan ‘Christ’ ile beraber kullanılınca Özdemir Bey’in yazdığına yaklaşır ama ‘İsa’nın Çilesi’ değil, ‘İsa’nın Azábı’ mánasına gelir.

ÇİLE DEĞİL, AZAP

Bu sayfada, ‘passion’un eski bir sözlükteki, Redhouse Lügati’nin 1911 baskısındaki karşılığını görüyorsunuz. Kelimenin Hristiyan terminolojisinde kullanıldığını ifade etmek için satıra bir haç yerleştirilmiş ve hemen arkasından ‘Hazret-i İsa’nın salbinde duçar olduğu azáb-ı mevt’ yani ‘Hazreti İsa’nın çarmıha gerildiği sırada uğradığı ölüm azábı’ karşılığı yazılmış.

Ve, işin bir başka tarafı: ‘Çile’ sözünün aslı Farsça’da ‘40’ demek olan ‘çehl’ kelimesidir ve eski devirlerde dervişlerin kırk gün boyunca hücreye kapanmalarının, yani ‘çileye girmeleri’nin ifadesidir. Latince sözlüklerde ise ‘passion’un aslı olduğu iddia edilen ‘passio’ diye bir kelime yoktur, zira ‘passion’ Klasik Latince’de geçişli bir fiil olan ‘patior’dan gelir; ‘patior’ ise ‘çile’ değil, ‘acı’, ‘azap’ demektir.

Kayıp keçisini ararken İsa’nın gerçek hayat hikáyesini buldu

TAMİRE kabilesine mensup genç bir Bedevi olan Muhammed ed-Dib, 1946 sonbaharında bir sabah, Ölüdeniz’in kuzeybatısındaki Kumran köyünün etrafında kaybolan bir keçisini aramaya çıktığı sırada gözüne bir mağara girişi çarptı. Oyuğu genişletti ve içeriye girdi.

Önce iki adet büyük küp gördü. Taaa Romalılar zamanından kalma el değmemiş bir hazine bulduğunu zannetti ve küplerin kapağını açtı. İçlerinde birşeyler vardı ama küpler Roma altınıyla değil, tomar tomar káğıtla doluydu.

Ortadoğu’nun ve dinler tarihinin çok önemli belgeleri işte böyle bulundular.

Muhammed ed-Dib, küplerden çıkanları hemen babasına götürdü. Beraberce Beytülláhim’de antikacılık yapan Halil İskender Şahin’in dükkánına gidip káğıtları sattılar. Sonra yeniden mağaraya döndüler, etrafı kazmaya başladılar ve daha başka tomarlar bulunca götürüp onları da sattılar.

Tomarlar, birkaç hafta sonra Kudüs’teki Suriye Ortodoks Patriği Mar Athanasius Yeşua Samuel’in elindeydi ve Kumran’da Bedevilerle papazlar artık her yeri beraberce kazmaya başlamışlardı. Ortaya peşpeşe mağaralar çıktı, mağaralarda kimisi keten bezlere, kimisi de bakır plakalara sarılmış yüzlerce tomar káğıt bulundu. Bulunan yazılar Kumran taraflarında iki bin yıl kadar önce kendisini gizlemiş bir toplumun varolduğunu, binlerce kişinin Roma askerlerinin korkusundan mağaralara sığındığını ve bu mağaralarda dini bir medeniyetin doğduğunu gösterdi.

‘Kumran Yazıları’ söylentisi bir anda bütün dünyayı sarınca işe CIA de karıştı ve Şam’daki CIA şefi Miles Copeland bazı tomarların mikrofilmini çekip Amerika’ya gönderdi. Ama fotoğraflar açık havada çekildiği için bazı komiklikler yaşandı; meselá sert bir rüzgár birkaç sayfayı uçurup götürdü ve Tevrat’ın en eski nüshasına ait olan bazı bölümler bir daha hiç bulunamadı.

Artık 1950’lere gelinmiş, İsrail devleti kurulmuş ve tomarlarla İsrailliler de uğraşmaya başlamışlardı. Suriyeli Patrik Mar Athanasius ise o günlerde garip bir iş etti ve elindeki yazıları Amerika’ya kaçırıp New York’ta bir banka kasasına sakladı.

1954’ün 1 Haziran’ında Wall Street Journal’da çıkan ve ‘İsa’dan önce ikinci yüzyıldan kalma kutsal metinler satılıktır. İlgilenenlerin PK F206’ya müracaatları’ diyen ilán, hernedense sadece İsrailliler’in dikkatini çekti. Metinler, Patrik Mar Athanasius’un banka kasasına sakladığı tomarlardı, Patrik Efendi ölmüş ve tomarları satışa çıkartmıştı. İsrailliler 250 bin dolar verip metinlerin hepsini satın aldılar, New York limanında bekleyen bir İsrail gemisine yerleştirip İsrail’e getirdiler ve daha sonra hepsini yayınladılar.
Yazının Devamını Oku

Ecyad Kalesi devremülk oldu pazarlamasını Türkler yapıyor

4 Nisan 2004
Suudiler’in 2002 Ocak’ında buldozer kepçeleriyle yerlebir ettikleri Mekke’deki Ecyad Kalesi’nin yerinde çok yakında 11 adet gökdelen yükselecek, bu gökdelenlerden biri ‘Zemzem Kulesi’ adını taşıyacak ve kulede 4 bin 668 adet daire bulunacak. Suudiler, 2006 yılında tamamlanacak olan daireleri şimdiden devremülk sistemiyle ve 24 yıllığına satıyorlar. Kábe’ye bakan dairelerin dönem fiyatları 5 bin 972 dolar ile 284 bin 273 dolar arasında değişiyor ama işin çok daha ilginç olan başka bir tarafı var: Mekke’yi ve Kábe’yi asırlar boyunca Bedevi saldırılarına karşı korurken can veren askerlerimizin hatırası olan Ecyad Kalesi’nin yerinde yükselecek olan kulelerdeki dairelerin satışını, İstanbul’da faaliyet gösteren bir Türk şirketi yapıyor.

TÜRKİYE, bundan iki sene kadar önce, 2002 ilkbaharında Mekke’deki ‘Ecyad Kalesi’nin yıktırılmasını tartışıyordu. Suudiler Mekke’de Türk döneminden zamanımıza kadar gelebilmiş birkaç eserden biri olan Ecyad Kalesi’ni buldozerlerle yerle bir edince Ankara ile Riyad arasında haftalar süren bir kriz yaşanmış, olay bir ara uluslararası boyut bile kazanmış ama zamanla unutulmuş, daha doğrusu dışişlerimiz ‘unutulmasını’ tercih etmişti.

Vaktiyle Ecyad Kalesi’nin bulunduğu alanda şimdi devása bir inşaat yükseliyor. Buraya 11 adet kule dikiliyor, ‘Zemzem’ adını taşıyacak olan en yüksek kulede 4 bin 668 adet daire ile 1220 odaya sahip beş yıldızlı bir otelin yeralması planlanıyor ve halen devam etmekte olan inşaattaki daireler devremülk sistemiyle şimdiden satılıyor. İşin çok daha ilginç olan tarafı ise, yıkılan yüzlerce senelik Türk Kalesi’nin yerinde yükselecek olan kulelerdeki dairelerin satışını da bir Türk şirketinin; İstanbul’da, Harbiye’de faaliyet gösteren ‘Turco Tour’un yapması.

Burada hiçbir yoruma girmeden, Turco Tour’un Zemzem Kulesi’ndeki daireleri devremülk yoluyla satış maksadıyla hazırladığı metinden alıntılar yapmakla yetineceğim.

İşte, Turco Tour’un üslubu ve ifadesiyle Zemzem Kulesi’ndeki dairelerin faziletlerinden bazıları:

‘...Zemzem Kulesi ‘El Beyt Kuleleri’ projesinin beş kulesinden biridir. Zemzem Kulesi bulunduğu yer Mekke’den tam olarak Kabe’yi görebilen bir konumdadır. Bu önder projenin ilk temel taşı, İki Kutsal Kent Hizmetçisi Ekselansları Prens Abdullah Bin Abdul Aziz adına projeye dair işlerin başladığını ilan etmek için 28.11.2002 tarihinde atılmıştır, Allah’ın izni ile 2006 yılında tamamlanması öngörülmektedir’

‘...Yapılmakta olan proje İki Kutsal Kent Hizmetçisi, Kral Abdul Aziz Vakıfları’nın mülkü üzerine kurulmaktadır. Bu tür bir proje Mekke’de ilk defa yapılmaktadır ve uluslararası yap işlet devret sistemine göre gerçekleştirelecek ve intifa müddeti 24 yıl sürecektir. Toplam alanı 91.326 metrekare olan bu projede, Münşeat Emlak Projeleri Şirketi, Zemzem Kulesi’nin yatırımını üstlenerek, 31 kat ve 1240 otel suitini kiralamıştır’

‘...Zemzem Tower (kulesi), Harem-i Şerif’in yanıbaşından olma özelliği nedeniyle sizlere; kendi dairenizden çıkıp bahçenize indiğiniz andan itibaren Harem-i Şerif’in içine girmiş olma imkánını sunmaktadır. Bu sayede, bulunduğunuz her yerde Harem-i Şerif’in içinde ibadet etmiş sayılmaktasınız. Oysa; Mekke şehrinin herhangi bir yerinden Harem-i Şerif’e gelmek için yol katetmek ya da herhangi bir kapıdan girmek zorundasınız’

Bilmeyenler yahut şaşıranlar için, metinde geçen ‘İki Kutsal Kent Hizmetçisi’ ifadesinin ne olduğunu da söyleyeyim: Yavuz Sultan Selim, kutsal toprakları Osmanlı idaresine katmasından sonra ‘Hádimu’l-Haremeynu’ş Şerifeyn’, yani ‘İki kutsal kentin, Mekke ile Medine’nin hizmetkárı’ şeklinde bir unvan almış, bu unvan daha sonra bütün Osmanlı hükümdarları tarafından kullanılır olmuştur. Metindeki ‘hizmetçi’ sözü ise, Suudi Arabistan Kralı Fahd’ın da 1980’lerde takındığı aynı unvanın fena tercümesinden ibarettir!

Türk Kalesi’nin yerinde yükselecek olan kulede yedi çeşit daire bulunuyor: Şehir ve Harem-i Şerif yani Kábe manzaralı stüdyolar, yine şehre yahut Kábe’ye bakan küçük süitler, büyük süitler, emirlik daireleri ile kral daireleri. En küçüğü 33, en büyüğü ise 76 metrekare olan daireler dayalı-döşeli şekilde satılıyor ve günlük temizliğin yanısıra oda servisi hizmeti de veriliyor. Kábe’ye bakan dairelerin dönem fiyatları 5 bin 972 dolar ile 284 bin 273 dolar arasında değişirken hisse sahiplerinden ayrıca yine farklı oranlarda aidat da alınıyor. Devremülk hisselerinin sahipleri bu haklarını 24 yıl boyunca kullanabiliyor, isterlerse satabiliyor yahut başkalarına kiralayabiliyorlar.

Mekke’deki bu kárlı yatırım konusunda daha başka söz etmeyecek ve yorum da yapmayacağım. Şimdi, kutsal kenti ve Kábe’yi asırlar boyunca Bedevi saldırılarına karşı korurken can veren askerlerimizin hatırası olan Ecyad Kalesi’nin yerinde yükselecek olan Zemzem Kuleleri hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlerin yahut Kábe’yi şehidlerimizin kemiklerinin üzerinden seyretmekten çekinmeyecek devremülk heveslilerinin yapacağı tek bir iş var: İnternette ‘www.torcotour.com’ adresine, yani Ecyad’ı pazarlayan Türk şirketinin sitesine girip Zemzem Kuleleri’nin bağlantısını tıklatmak, o kadar...

Sultanların kemiklerini köpeklere böyle kaptırdık

BU
sayfada geçen iki hafta boyunca kültür tarihimizin en hazin ve en garip hadiselerinden birinin, Anadolu Selçuklu Devleti’nin önde gelen sekiz hükümdarının kemiklerini 1990’lı senelerde köpeklere kaptırmamızın öyküsünü yazmıştım.

Önceki haftaki ilk yazımın yayınlanmasından sonra Konya Valisi Ahmet Kayhan bir açıklama yaptı ve ‘böyle bir olayın olmadığını’ iddia etti. Vali Bey’den, açıklamasındaki tarih ve bilgi hataları hakkında geçen hafta yazdıklarıma da bir cevap alamadım.

Konuyu artık fazla uzatmak istemiyor ve burada yayınladığım 1993’ün 23 Eylül günü çekilmiş olan iki fotoğrafla noktalıyorum. 1993’ün 23 Eylül günü çekilmiş olan fotoğraflarda türbenin bir duvarının restorasyon maksadıyla tamamen yıkıldığı, içerisinde sultanların kemiklerinin bulunduğu láhidlerin parçalanmış halde avluya dağıldıkları ve asıl türbe kapısının da açık olduğu net şekilde görünüyor. Fotoğraflar 1993 Eylül’ünde Konya’yı ziyaret eden bir dostum tarafından tesadüfen çekilmişti.

Hükümdarlarının kemiklerini köpeklere kaptıran ilk millet olduğumuzu belgeleyen bu resimleri hafta içerisinde bana ulaştıran dostuma teşekkür ederken, Konya Valisi Sayın Ahmet Kayhan’a kendisini ‘yanlış bilgilendirdiklerini’ hatırlatmadan edemiyorum.

Suudiler yıktı, Bin Ladin ailesi gökdelen dikiyor

ECYAD
hadisesinin ayrıntılarını mutlaka hatırlıyorsunuzdur ama, ben gene de yazayım:

Yüzlerce senelik geçmişi olan ve 1600’lü yılların sonunda Türkler tarafından baştan aşağı yeniden inşa ettirilen kale, Arap yarımadasının elimizden çıktığı Birinci Dünya Savaşı’na kadar, Mekke’deki birliklerimizin garnizonuydu.

Türk dışişleri, 2002’nin son aylarında kalenin yıkılacağı yolunda bazı söylentiler işitmiş ama Suudi yönetimi ile görüştükten sonra ‘yıkımın önlendiği’ yolunda açıklamalar yapmıştı. Hatta bir ara ‘kalenin korunmasına karar verildiğine’ inanarak, Suudi tarafına üstüne üstlük bir de ‘memnuniyetimizi’ ifade etmiştik.

Derken, Suudiler, dışişlerimizi bir güzel şaşırttılar ve Ecyad Kalesi 3 Ocak 2002 günü buldozer kepçeleriyle gümbür gümbür yıktırıldı. Kalenin yerle bir edilmesi Ankara ile Riyad arasında diplomatik kriz yarattı; Suudiler, Ecyad konusunun kendi ‘iç işleri’ olduğu ileri sürdüler, hattá ‘Tarihten söz edebilecek son ülke, Türkiye’dir ve önce Ermeni meselesini halletmesi gerekir’ gibisinden küstah açıklamalara bile muhatap olduk ve doğru dürüst bir cevap bile veremedik.

Suudiler daha sonra, yıkımın Kral Fahd’ın imzaladığı bir emirnameye dayandığını söylediler. Kale’nin bulunduğu alana güya hacıların ihtiyacı olan bazı binalar yapılacak ama Ecyad aynı şekilde yeniden inşa edilecekti!

Aradan birkaç ay geçti ve Ecyad’ın kimin ve neyin uğruna yerle bir edildiği ortaya çıktı: Kral Fahd’ın 26 yaşında olan en küçük oğlu Abdüláziz iş hayatına atılmış, kalenin bulunduğu tepeye bir binalar kompleksi dikmek istemiş ve yıkım fermanını kral babasına imzalatmaya muvaffak olmuştu.

Derken, vaktiyle Ecyad’ın bulunduğu yerde devásá bir inşaat başladı. 1 milyar 600 milyon dolara malolacak olan faaliyetin resmi adı ‘699 sayılı proje’ idi, inşaat 23 bin metrekareye yayılıyor ve ‘El Beyt Kuleleri’ adını alacak 11 adet kuleden meydana geliyordu. Kulelerin en yükseği 31 kat olacak, içlerinde 4 bin 668 adet daire ile 1220 odaya sahip beş yıldızlı bir otel yeralacak ve 2 bin araç kapasiteli bir de otopark yapılacaktı.

İşin çok daha ilginç olan tarafı, Ecyad’daki inşaatı, Usame bin Ladin’in ailesine ait olan ‘Ben Laden Construction Group’ adındaki Suudi şirketinin üstlenmiş olmasıydı. Şirket, Kuveytli iki İslami yatırım grubuyla, ‘Arif’ (Aref Investment Group) ve ‘İcare’ (International Ejarah and Investment Company) isimli bir şirketlerle bir konsorsiyum kurdu ve bu gruplar El Beyt kulelerinin en yükseği olan ‘Zemzem Kulesi’nin yapımına 390 milyon dolarla katıldılar.
Yazının Devamını Oku

Köpeklere kaptırdığımız kemiklerde DNA testine var mısınız Vali Bey?

28 Mart 2004
Geçen hafta yazdığım ve gazetenin manşetinde de yeralan ‘‘Selçuklu Sultanları'nın Konya'daki mezarlarında on yıl kadar önce yapılan tamir sırasında hükümdarların kemiklerini köpeklerin kaptığı’’ haberine çok sayıda tepki geldi ve Konya Valisi Ahmet Kayhan da bir açıklama gönderdi. Vali Bey, ‘‘10 yıl önce böyle bir onarım olmamış ve böyle bir olay yaşanmamıştır’’ diyor ama söylediklerini bizzat kendisi tekzip ediyor, türbedeki son restorasyonun 1998'de yapıldığını yazıyordu. Şimdi, hadisenin bütün yönleriyle ortaya çıkması için yapılacak tek bir iş kalmış bulunuyor: Gelin, hükümdar kemiklerini DNA testinden geçirelim!

Selçuklu hanedanının mensupları, sonraki dönemlerde Anadolu Beylikleri ile evlilik yoluyla akrabalık kurmuşlardır ve bu beyliklerin nesli günümüze kadar gelmiştir. Meselá Türk Müziği'nin son büyük üstádı Münir Nureddin Selçuk'un nesli, Selçuklular dönemine kadar uzanır. Dolayısıyla Münir Nureddin'in üç çocuğundan birinin, meselá büyük müzisyen Timur Selçuk'un veya Anadolu Beylikleri'nin soyundan gelenlerin saçlarının tek bir teli bile bu iş için káfidir. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı DNA Laboratuvarı uzmanları bu işe hazır olduklarını söylüyorlar. DNA testine var mısınız Vali Bey?

GEÇEN hafta bu sayfada tarih ve kültür talanı tarihimizin bugüne kadar yaşanmış en hazin hikáyesini anlatmıştım: Anadolu Selçuklu Devleti'nin önde gelen sekiz hükümdarının kemiklerini 1990'lı senelerde köpeklere kaptırmamızın öyküsünü... Yazım, gazetenin birinci sayfasında manşetten yeralmıştı.

Önce hadiseyi kısaca hatırlatayım: Konya'daki Aláeddin Camii'nin türbe kısmında 1990'lı yıllarda yapılan bir onarım sırasında Anadolu Selçuklu Devleti'nin önde gelen sekiz hükümdarının láhidleri de bakım maksadıyla açılmış ama láhidlerden çıkartılanlar açıkta unutulunca gece türbeye üşüşen köpekler, Selçuklu Sultanları'nın kemiklerini kapıp gitmişlerdi. Kemiklerden artakalanlar ertesi sabah üzerinde camiin de yeraldığı Aláeddin Tepesi'nin dört bir yanından toplanmış ve aşağıdaki sekiz láhde gözkararı yerleştirilmişti. Hükümdarların kolları, bacakları yahut kaburgaları şimdi birbirine karışmış haldeydi.

Konya'da bu yaşananlar, tarihi eserlerimizi talan etmek uğruna şimdiye kadar elden gelen herşeyi yapmakla yetinmeyen bizlerin, hükümdar kemiklerini köpeklere kaptırma alanında da ilk olma şerefini elde etmemizin öyküsüydü.

Yazımla ilgili olarak, hafta içerisinde çok sayıda okuyucudan tepki aldım. Gelen e-maillerin hemen hepsinde sorumlularla ilgili olarak ne gibi işlem yapıldığı soruluyor, Konya'dan yazanlar ise ‘‘Bir Konyalı olarak, olup bitenlerden hicap duyduk’’ diyorlardı.

Derken, Konya Valisi Ahmet Kayhan bir açıklama yolladı. Vali Bey, ‘‘10 yıl önce böyle bir onarım olmamış ve böyle bir olay yaşanmamıştır’’ diyor ama bu söylediğini aynı açıklamasında bizzat kendisi tekzip ediyor ve sultan türbelerindeki son restorasyonun 1998 yılında yapıldığını söylüyordu.

VİLÁYETİN TÜRKÇESİ

Aşağıda, Vali Bey'in açıklamasını kelimesine dokunmadan veriyorum. Ama metnin imlásının ve Türkçesi'nin bana değil, sayın valiye ait olduğunu da hatırlatmadan edemiyorum.

Konya Valisi Ahmet Kayhan'ın açıklaması:

‘‘21 Mart 2004 tarihli nüshasındaki manşet haberde yer alan, ‘‘Sekiz Sultanın Başına Gelen’’ başlıklı haber üzerine, Valiliğimizce yaptırılan incelemede;

Camide 1891, 1943, 1944, 1952, 1959, 1961, 1963, 1964, 1966, 1975, 1988, 1991, 1992-95 yıllarında onarım ve restorasyon çalışmaları, türbe kısmında ise son olarak 1998 yılında kısmi onarım yapıldığı;

Bu ve bundan önceki yıllarda da konuyla ilgili çıkan gazete haberleri İbrahim Hakkı Konyalı'nın Konya Tarihi Kitabının Alaaddin Türbesi bölümünün 584-585. sayfalarındaki 1925-1932 tarihleri arasında Valilik yapan Vali İzzet Bey zamanındaki rivayetlere dayalı bilgilerden alındığı tespit edilmiş olup, Vakıflar Bölge Müdürlüğünce en son 1998 yılında yapılan onarımda gerekli hassasiyet gösterilerek üst kat taş yüzeylerinin temizlenmesi, alt kat duvar tonoz yüzeylerin derzlenmesi, alt kat döşeme, mezarların çevre duvarları ile ahşap sandukalar yapılmış ve sultanlara ait kemiklerin; 1995 yılında İsparta Süleyman Demirel Üniversitesi uzmanlarının, mahallinde yaptığı inceleme neticesinde kemiklerin ayrılarak, iskeletlerin kurulamayacağı raporu ve Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun 20.06.1995 tarih ve 886 sayılı yazıları gereğince layık olduğu veçhile sandukalar içerisine yerleştirilmiştir.

Haberde de belirtildiği üzere, 10 yıl önce böyle bir onarımın yapılmadığı gibi böyle bir olayın gerçekletmediği tespit edilmiştir.

Bu nedenle konunun hassasiyeti gereği, tamamen asılsız ve mesnetsiz söylentilere dayalı bu haberin, kamuoyundaki yanlış anlamaları önlemesi bakımından, yukarıdaki açıklamanın gazetenizde yayımlanması yerinde olacaktır. Bilgilerinizi ve gereğini önemle rica ederim’’.

Vali Bey'in isteğini yerine getiriyor, açıklamasını aynen yayınlıyorum ama bu açıklamayla ilgili olarak söylemem gereken çok şey var...

Hakkı Konyalı'nın kitabında sultanların kemiklerinin köpeklere yedirildiği değil, ‘‘Köpeklerin açıkta duran mumyalara musallat olması üzerine, mumyaların 1920'lerin Konya Valisi olan İzzet Bey tarafından gömdürüldüğü’’ iddia edilir ve Konyalı bu iddiayı bir tanıdığının ifadesine naklederek yazar. Bendeniz, o senelerde böyle bir hadisenin yaşanmadığını ilk kaynaklardan birinden işitenler arasındayımdır, zira Konya'da İzzet Bey'den sonra valilik eden ve bu vazifede senelerce kalan Cemal Bardakçı'nın, yani büyükbabamın Konyalı'nın kitabının yayınlanmasından sonra ‘‘Bu mezarları defalarca ziyaret etmiştim. Adamcağız amma da uydurmuş’’ derken attığı kahkahalar hálá kulaklarımdadır.

Ve, işin diğer tarafı: Konya'nın sayın valisi Ahmet Kayhan, açıklamasında ‘‘Camide 1891, 1943, 1944, 1952, 1959, 1961, 1963, 1964, 1966, 1975, 1988, 1991, 1992-95 yıllarında restorasyonlar yapıldığını, türbe kısmında ise son olarak 1998 yılında kısmi onarıma gidildiğini’’ yazıyor; sonra da ‘‘Görüldüğü gibi, 10 yıl önce böyle bir onarım yapılmamıştır’’ diyor.

YANLIŞMI HESAPLADIM?

Vali Bey'in açıklamasını okuyunca küçük bir hesap yapmaya çalıştım, içerisinde bulunduğumuz 2004 yılından verdiği tarihlerin son ikisini, yani 1995 ile 1998'i çıkarttım, ilkinde ‘‘9’’, ikincisinde de ‘‘6’’ neticesini elde ettim. Ama Vali Bey, ‘‘10 yıl önce böyle bir onarım yapılmamıştır’’ diyordu, dolayısıyla bir hesap hatası yapmıştım, yani Vali Bey'in açıklamasına göre 1995 ve 1998 yılları arasında on seneden fazla bir zaman bulunmalıydı. Bunun üzerine Konya Valiliği'nin İl Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü'ne bir mesaj gönderdim, hesaplamanın neresinde hata yaptığımı sordum ve bu çıkartma işleminin doğru sonucu konusunda beni bilgilendirmelerini rica ettim ama maalesef bir cevap alamadım!

Konya Valisi Ahmet Kayhan, aynı açıklamasında ‘‘Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun 20.06.1995 tarih ve 886 sayılı yazıları gereğince láyık olduğu veçhile sandukalar içerisine yerleştirilmiştir’’ diyordu. Yani mezarlar açılmış, kemikler çıkartılmış ve yerlerine Diyanet İşleri'nin tavsiyesine göre konmuşlardı. Arkadaşlar sağolsunlar, Vali Bey'in sözünü ettiği yazıyı Diyanet'ten temin edip gönderdiler. Yazı, Din İşleri Yüksek Kurulu'ndan Konya Müftülüğü'ne gönderilmişti ve ‘‘çürümemiş kemik kalıntılarıyla’’ ilgiliydi. Yani Diyanet, ‘‘Mezarlarda on yıl önce böyle bir çalışma yapılmamıştır’’ diyen Vali Bey'i tekzip edercesine, bundan dokuz yıl önce kemiklerin muhafazası hususunda dini bakımdan uygulanacak esasları anlatmadaydı...

Şimdi vurdumduymazlık ve talan tarihimizin bu en inanılmaz ve en acı hadisesinin bütün yönleriyle ortaya çıkması için yapabileceğimiz tek bir iş kalmış bulunuyor: Gelin, Aláeddin Camii'ndeki türbede bulunan kemikleri DNA testinden geçirelim!

Bugün, böyle bir test için DNA örneği alabileceğimiz çok sayıda kişi vardır. Zira, kemikleri köpeklere kaptırılan hükümdarların soyundan gelenler sonraki dönemlerde Anadolu Beylikleri ile yani Germiyanoğlu, Karamanoğlu, yahut Akkoyunlu gibi önde gelen ailelerle evlilik yoluyla akrabalık kurmuşlardır ve beyliklerin nesli günümüze kadar devam etmiştir. Meselá, Türk Müziği'nin son büyük üstádı Münir Nureddin Selçuk, Germiyanoğlu ailesine mensuptur ve nesli soyadından da anlaşılacağı gibi Selçuklular dönemine kadar uzanır. Dolayısıyla Münir Nureddin'in üç çocuğundan birinin, meselá büyük müzisyen Timur Selçuk'un veya çok sayıda mensubu hálen hayatta olan Germiyanoğlu, Karamanoğlu yahut Akkoyunlu ailelerinin mensuplarının saçlarının tek bir teli bile bu iş için káfidir.

Böyle bir DNA testine var mısınız Vali Bey?

Kemiklerin analizine Ankara’daki DNA’cılar talip

ANADOLU Selçuklu Devleti'nin sekiz sultanının köpeklere kaptırılan kemiklerinden toplanabilen parçaların mezarlarına gelişigüzel yerleştirildiğini yazmamdan sonra, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı DNA Laboratuvarı uzmanları benimle temas kurdular.

Uzmanlar yazımı ‘‘içleri sızlayarak okuduklarını’’ söylüyor, kemiklerden DNA analiziyle kimlik tesbiti yapmanın mümkün olduğunu anlatıyor ve ‘‘Bu özel çalışma, uygun yöntemlerle yapıldığında genellikle sonuç alınmaktadır. DNA analizi ile tüm kemiklerin hangi hükümdara ait olduklarının ayırımının yapılmasından sonra, Adli Antropoloji birimimiz kemikleri uygun pozisyonda birleştirip hükümdarları mezarlarına yerleştirebilirler’’ diyorlardı.

Teknik bazı bilgiler almak maksadıyla uzmanlarla temas kurdum. Bana ‘‘Uygun kıyaslama örnekleri bulunursa, iskeletlerin kime ait olduğunun belirlenmesi mümkündür. Örneklerin DNA analizi, iskeletin genetik şifresi ile karşılaştırılır ve aralarında genetik bir bağ olmadığı belirlenir. ...Bu çalışmalar, insanın atasını belirlemek için de uygulanmaktadır ve literatürde binlerce yıl öncesine ait kemiklerden alınmış sonuçlar vardır. Laboratuvarımız, çok sayıda örneğin özel DNA yöntemleri kullanılarak incelenmesini gerektiren tekniğe ve bilgiye sahiptir’’ dediler ve ‘‘Böyle bir çalışmayı yapmaktan mutluluk duyacaklarını’’ söylediler.

Bugün bir DNA testi, yaklaşık 3 milyar liraya maloluyor. Ben, sekiz iskelet için gereken 24 milyarı temin etmeyi garanti ediyorum. Buyrun beyler! Gönüllü laboratuvar zaten hazır. Kemiklere DNA analizi yapılmasına izin verin, ondan sonra oturup tekrar konuşalım!
Yazının Devamını Oku

Selçuklu sultanlarının kemiklerini köpekler yedi

21 Mart 2004
Türkiye'de bugüne kadar birçok tarihi eser yerle bir edildi, tahribe uğradı, taşınabilenleri yurtdışına kaçırıldı, ama Konya'da bundan on yıl önce yaşanan ve ayrıntıları ancak şimdi ortaya çıkan bir rezaletin eşi-benzeri görülmedi. Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün Aláeddin Camii'nin türbe kısmında başlattığı bir onarım sırasında türbeleri camide bulunan Anadolu Selçuklu Devleti'nin önde gelen sekiz hükümdarının láhidleri de bakım maksadıyla açıldı ama láhidlerden çıkartılanlar açıkta unutulunca gece türbeye üşüşen köpekler, Selçuklu sultanlarının kemiklerini kapıp gittiler. Kemiklerden artakalanlar ertesi sabah üzerinde camiin de yeraldığı Aláeddin Tepesi'nin dört bir yanından toplandı, sekiz láhde gözkararı yerleştirildi. Geçen yıl bir gazetede ufak bir şekilde yeralan bu olayı, hafta içerisinde seçim araştırması için gittiğim Konya’da inceledim, bazı müze müdürlerine de doğrulattım ve benzerine rastlanamayacak ayrıntılarla karşılaştım.

TARİHİ eserlerimizi talan etmek uğruna bugüne kadar elimizden gelen herşeyi yaptık. Binaları yokettik, edemediklerimizi türlü türlü tahribata uğrattık, hazinelerimizi yurtdışına kaçırıp sattık ama Konya'da bundan on yıl önce yaşanan ve ayrıntıları ancak şimdi ortaya çıkan bir rezaletin benzerini hiçbir zaman yaşamadık: Anadolu Selçuklu Devleti'nin önde gelen sekiz hükümdarının kemiklerini köpeklere kaptırdık.

Herşey, Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün Konya'da ‘‘Aláeddin Tepesi’’ diye bilinen büyük höyüğün üzerinde yeralan ve Selçuklu hükümdarı Aláeddin Keykubad tarafından inşa ettirilen 800 yıllık Aláeddin Camii'nin türbe kısmında bakım ve onarım yapmaya karar vermesiyle başladı.

Türbede, Anadolu Selçuklu Devleti'nde 1166 ile 1284 yılları arasında hüküm sürmüş olan Sultan Birinci Mesud, İkinci Kılıçarslan, İkinci Rükneddin Süleyman, Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev, Birinci Aláeddin Keykubad, İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev, Dördüncü Rükneddin Kılıçarslan ve Üçüncü Gıyaseddin Keyhüsrev yatıyordu ve bu hükümdarlar Selçuklular'ın en önemli sultanlarıydılar.

Eski Türklerde devlet büyüklerinin mezarları genellikle ‘‘zir-i zemin’’ şeklinde yapılırdı. ‘‘Zir-i zemin’’, ‘‘zeminin altı’’ demekti ve cenaze yer seviyesinin aşağısında bulunan bir odaya defnedilir; cesed bazen şamanist Türkler'in devirlerden kalma bir geleneğe uyularak mumyalanır ve mumya bu odadaki bir láhdin içine konurdu. Odadan yukarıya uzanan merdivenin alttaki ilk basamağına duvar örülür, son basamağın üzerine de bir kapak konur, odanın yukarıyla alákası kesilir ve yukarıda tam mezarın bulunduğu yere isabet eden noktaya bir başka láhid yapılır ve türbe niyetine bu láhid ziyaret edilirdi.

Bizde birçok önemli devlet adamının, düşünürün, hatta varlıklı kişinin mezarları işte böyle, ‘‘zir-i zemin’’ şeklindeydi. Selçuklu sultanlarının ve beylerinin çoğu, Fatih Sultan Mehmed de dahil olmak üzere Osmanlılar'ın ilk yedi hükümdarı ve Mevláná Celáleddin-i Rumi, ‘‘zir-i zemin’’ bir türbede yatmaktaydı; hattá Anıtkabir'in inşasında da bu eski Türk mezar geleneğine uyulmuştu ve Atatürk son uykusunu bugün hepimizin bildiği yekpáre büyük mermerin altındaki asıl mezar odasında uyumaktaydı.

SEMBOLİK LÁHİDLER

Konya'daki Aláaddin Camii'nde bulunan sultan mezarları da bu şekildeydi ve asıl mezarlar, láhidlerin bulunduğu salonun altındaki odada bulunuyorlardı ve cenazeler bu odadaki láhidlerin içerisindeydiler.

Türbede esaslı bir onarım yapmak isteyen Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün gönderdiği işçiler, ilk iş olarak zeminin altındaki asıl mezar odasına girerek bakım maksadıyla hükümdar mezarlarının tamamını, yani sekiz láhdin hepsinin kapaklarını açtılar. Türkiye'yi asırlar önce idare etmiş olan hükümdarlardan geriye sadece kemikler kalmıştı ama cenazeler láhidlerde bulundukları ve toprakla tam olarak temas etmedikleri için kemikler noksansız birer iskelet teşkil edecek vaziyetteydiler.

Láhidlerin içleri temizlenirken kemikler de alındı, daha önceden her hükümdar için ayrı ayrı hazırlanmış olan çuvallara kondu, bir kenara bırakıldı ve mezar odasının bakımı yapıldı.

İş bitmiş, sıra kemiklerin eski yerlerine yerleştirilmesine gelmişti ama vakit epey geç olmuştu ve paydos edildi. Kemikler ertesi sabah yerlerine konmak üzere çuvalların içerisinde bırakıldı ve işçiler çıkıp gittiler.

Ama iki küçük ayrıntı unutulmuştu: Çuvalların ağzının bağlanması ve mezar odasına açılan havalandırma deliklerinin kapatılması...

Ne olduysa, o gece oldu ve mezar odası birkaç asırlık da olsa çok sayıda kemiğin açıkta bulunduğunu hisseden köpeklerin akınına uğradı. Havalandırma deliklerinden mezar odasına giren köpekler çuvalları parçaladılar ve herbiri ağzında bir kemikle dışarıya çıktı. Köpeklerden biri Aláeddin Keykubad'ın uyluğunu kapmış, bir diğeri Kılıçarslan'ın kaval kemiğini almıştı; Gıyaseddin Keyhüsrev'in kaburgası, Mesud'un leğen kemiğinin parçası yahut Rükneddin Süleyman'ın çenesi, köpeklerin dişlerinin arasındaydı.

Ertesi sabah işbaşı yapan işçiler, dehşet verici bir manzarayla karşılaştılar. Aláeddin Camii'nin ve türbenin bulunduğu tepenin dört bir yanı kemiklerle doluydu. Köpekler, mezar odasından aldıkları kemikleri dışarı taşımış, oynamış ve güneş doğarken bir tarafa atıp gitmişlerdi. Hemen her taşın yahut bir ağacın altında bir hükümdara ait iskelet parçası vardı.

Vakıflar'ın işçileri kemikleri hemen toplamaya başladılar ve bulabildikleri parçaları yine çuvallara doldurup geriye, mezar odasına götürdüler. Kemikler láhidlere yerleştirilecekti ama hepsi karışmıştı ve iş seçmece usulüyle tamamlandı. Çuvallarda ne varsa ortaya yığıldı; bacakların, kolların, kaburgaların ve diğer kemiklerin basit bir tasnifi yapıldı ve sekiz ayrı mezara paylaştırıldı. Ama hangi kemiğin kime ait olduğu bilinmiyordu, dolayısıyla Aláeddin Keykubad'a Rükneddin Kılıçarslan'ın bacağı düştü; Aláeddin, Mesud'un kaburgalarından nasibini aldı. Rükneddin'in láhdine de büyük ihtimalle Birinci yahud İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev'in kolu ve kalça kemiği kondu.

HEYKELİNİ DİKMİŞTİK

Kemiklerini köpeklerin yediği bu sekiz hükümdar arasında, Anadolu Selçuklu Devleti'nin en önemli sultanları vardı. Meselá Birinci Mesud, Anadolu'da adına altın para bastıran ilk Türk hükümdardı. İkinci Kılıçarslan, 1176'da Denizli taraflarındaki Miryakefalon'da Bizanslılar'ı son ve kesin bir yenilgiye uğratmış ve Alparslan'ın Malazgirt Zaferi ile başlayan Anadolu'nun Türkleştirilmesi işini tamamlamıştı. Aláeddin Keykubad ise Anadolu Selçuklu Devleti'nin en parlak devrini yaşatan sultanıydı. Aláiye'yi yani bugünkü ismiyle Alanya'yı yeniden váretmiş ve şehre kendi ismini vermişti. Geçtiğimiz yıllarda Alanya'nın girişine hükümdarın at üzerinde koskoca bir heykelini dikmiş, Konya'daki Selçuk Üniversitesi'nin en büyük yerleşim birimine ‘‘Aláeddin Keykubad Kampüsü’’ adını vermiş ama kemiklerine sahip çıkamamıştık.

Geçen yıl bir gazetede ufak şekilde yeralan bu haberin ayrıntılarını ben, Doğan Haber Ajansı'nın Konya Bürosu'ndaki genç muhabir Kerem Pulgat'tan öğrendim. İşin daha da garip olan tarafı, Konya Valiliği'nin geçen yıl bu konuda bir soruşturma açması ama bir neticeye bağlamamış olmasıydı.

DEVLET KURMUŞLARDI

Anadolu Selçuklu Devleti'nin sekiz önemli hükümdarının kemiklerini köpeklere yedirmemizin öyküsü, kısaca böyle. Hadiseyi yorumlarken, bir hususu mutlaka gözönünde tutmamız gerekiyor: Osmanlı İmparatorluğu'nun Osman Gazi'den Kanuni Süleyman'a kadar olan ilk on hükümdarı, yani devletin kuruluşunu tamamlayıp yükselme devrini yaşayan sultanlar tarihimiz için ne kadar önemli ise, sahip çıkamadığımız, kemiklerini köpeklerin ağzından topladığımız bu sekiz Selçuklu hükümdarı da aynı derecede öneme sahiptir. Şimdi pek hatırlamadığımız Anadolu Selçuklu Devleti'ni kuruluş döneminde tahta çıkmış ve devlete en parlak günlerini yaşatmış sultanlardır.

Bu sekiz hükümdar, Alparslan'ın başlattığı işi tamamlayıp Anadolu'yu bir Türk toprağı haline getirmişlerdi ve onlara olan şükranımızı, kemiklerini köpeklere kaptırarak ödedik.

Kemikleri köpeklere yem olan Selçuklu hükümdarları ve saltanat süreleri

- Birinci Mesud (1146-1155).

- İkinci Kılıçarslan (1155-1192).

- İkinci Rükneddin Süleyman (1196).

- Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev (1192-1211).

- Birinci Aláeddin Keykubat (1220-1237).

- İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246).

- Dördüncü Rükneddin Kılıçarslan (1262-1266).

- Üçüncü Gıyaseddin Keyhüsrev (1266-1284).

Mezarları bizden önce Haçlılar açmışlardı

KONYA'da mezarların açılması ve hükümdar kemiklerinin köpeklere kaptırılması hadisesinin bir benzerini bundan 800 yıl kadar önce de yaşamıştık ama arada ufak bir fark vardı: O zaman mezarları açanlar biz Türkler değil, Haçlı ordularıydı.

1190'da Haçlı Seferleri'nin üçüncüsü yapılıyordu, onbinlerce kişilik Haçlı ordusu yine Anadolu'daydı ve Anadolu Selçuklu tahtında İkinci Kılıçarslan oturuyordu.

Başında Alman İmparatoru Frederik Barbaros'un bulunduğu Kudüs'e gitmeye çalışan Haçlılar, yollarının üzerinde bulunan Konya'yı kuşattılar. Şehri, Kılıçarslan'ın oğullarından olan Kutbüddin Melikşah müdafaa ediyordu. Frederik Barbaros şehri bir türlü alamayınca, Selçuklu tarafının moralini bozmak maksadıyla askerlerine Konya'nın dış mahallelerinde bulunan Müslüman mezarlarını deşmelerini emretti.

Emir yerine getirildi ve çıkartılan cesedlere, kalenin burçlarında Haçlılar'ın hareketlerini takip etmekte olan Selçuklu askerlerinin gözleri önünde her türlü saygısızlık yapıldı. İskeletlerin kemikleri kırılıyor, henüz çürümemiş olan cesedlere karşı hiçbir edepsizlikten çekinilmiyordu.

Mezarların deşilmesi, Selçuklu tarafının moralini son derece bozdu, dayanma gücünü kırdı, Konya'nın önündeki savunma hatları birer birer çöktü ve Haçlılar şehre girip yağmaladılar. İkinci Kılıçarslan, Alman İmparatoru Frederik Barbaros ile anlaşarak Konya'yı harap bir şekilde geri alacak, Frederik ise birkaç hafta sonra Silifke Çayı'nda boğulacaktı.
Yazının Devamını Oku

Karamanlılar boşuna sevinmesinler, Konstantin Karamanlis, Serezlidir

14 Mart 2004
Yunanistan'da yapılan genel seçimleri Yeni Demokrasi Partisi'nin kazanması ve Kostas Karamanlis'in başbakan olması üzerine Karaman'daki eski bir ev birdenbire gündeme getirildi. Ev, güya, Yunanistan'ın yeni başbakanı Kostas Karamanlis'in amcası olan bir zamanların meşhur politikacısı ‘‘büyük’’ Konstantin Karamanlis'in ailesine aitti. ‘‘Büyük’’ Karamanlis, iddiaya göre bu evde yaşamıştı ve ailesi, Konstantin henüz bir yaşındayken Yunanistan'a göçetmişti. Bu iddiayı ortaya atanlar ve Karaman ile Atina'yı kardeş şehir ilán etmeyi düşünen Karaman milletvekilleri belki biraz üzülecekler ama işin aslı maalesef şöyle: Kostas'ın amcası olan ‘‘büyük’’ Konstantin Karamanlis 1920'lerde Karaman'da değil, 1907'de Serez'de doğmuştur. Ailesinin de Karaman'daki ev ile bir alákası yoktur, zira ‘‘büyük’’ Karamanlis, Makedonya'daki Yunan ayaklanmasının önemli isimlerinden olan Georgios Karamanlis'in oğludur.

PEK farkında değiliz ama toplumsal hafızamız gittikçe zayıflıyor; okumak, araştırmak ve öğrenmek bizlere artık zor, hatta ‘‘zül’’ geliyor ve bilmemekten yahut ani heyecandan kendi kendimize gelin-güvey olup garip hallere düşüyoruz.

Karaman'daki dört odalı kerpiç ev tartışmasında olduğu gibi...

Gazetelerde okumuşsunuzdur: Birileri, Yunanistan'da yapılan genel seçimleri Yeni Demokrasi Partisi'nin kazanması ve partinin lideri Kostas Karamanlis'in başbakan olması üzerine Karaman'daki eski bir evden bahsetmeye başladılar. Ev, güya, Yunanistan'ın yeni başbakanı Kostas Karamanlis'in amcası olan ve bir zamanlar gazetelerimizde hemen her gün haberi yahut fotoğrafı yeralan meşhur politikacı ‘‘büyük’’ Konstantin Karamanlis'in ailesine aitti. ‘‘Büyük’’ Karamanlis, yine iddiaya göre ‘‘Karamanlı’’ dediğimiz Türkçe konuşan Anadolu Ortodokslarından idi, söylenenlere bakılırsa bu evde yaşamıştı ve ailesi, Konstantin henüz bir yaşındayken Türkiye ile Yunanistan arasında 1924'te yapılan zorunlu mübadele gereği Karaman'ı terkedip Yunanistan'a göçetmişti.

Bütün bu iddialar, tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı'nın ‘‘Karaman Tarihi’’ isimli kitabındaki bir ifadeye dayandırılıyordu. Ama kitaptaki bilgilerin doğru olup olmadığının üzerinde hiç durulmadı, hemen projeler imal edildi ve evin müze haline getirilmesi bile gündeme geldi; hatta bir Karaman milletvekili, Karaman ile Atina'nın kardeş şehir ilán edilmesini de teklif etti.

İŞTE, İŞİN DOĞRUSU

Neresini düzelteyim?

Yunanistan'ın 20. yüzyılın ortalarından itibaren en güçlü politikacısı olan ve ülkesini AB üyesi yapmayı başaran Konstantin Karamanlis'in Karaman'da değil Serez'de doğduğunu mu, 1924'te ‘‘henüz bir yaşında’’ iken zorunlu mübadeleye uğramasının imkánsız olduğunu, zira 1907'de dünyaya geldiğini mi, yoksa Makedonya'daki Yunan ayaklanmasının önemli isimlerinden sayılan babası Georgios'un Karaman'da hiç yaşamadığını mı?

Konstantin Karamanlis, Serez'in ismi o yıllarda ‘‘Küpköy’’ olan Proti bölgesinde doğdu. Serez, o yıllarda bize aitti, Konstantin bir ‘‘Osmanlı vatandaşı’’ olarak dünyaya geldi ama 1912'de çıkan Balkan Harbi ile bölgenin elimizden gitmesi üzerine, altı yaşında iken Yunan vatandaşı oldu. Liseyi bitirene kadar Serez'de kaldı, sonra Atina'ya gitti, üniversiteyi orada bitirdi, siyasete girdi ve dört defa başbakanlık yaptı, iki dönem de cumhurbaşkanı oldu. 1998'in 23 Nisan'ında öldüğü zaman Yunanistan'ı Avrupalı yapmayı başarmış milli bir kahraman kabul ediliyordu ve mezartaşına sağlığında hazırladığı bir cümle yazıldı: ‘‘Bu dünyaya, hayatımı Yunan halkına hizmete vakfettikten sonra geçiyorum’’.

Yunanistan'ın çiçeği burnunda başbakanı Kostas Karamanlis'i birdenbire hemşehri ilán ediverenler biraz üzüleceklerdir, eminim, ama işin aslı maalesef böyle... Kostas'ın amcası olan ‘‘büyük’’ Konstantin Karamanlis belki nesiller öncesinden şimdi ‘‘Karamanlı’’ dediğimiz Türkçe konuşan Anadolu Ortodokslarından geliyordu ama Karaman'da hiç yaşamamış, oraları görmemişti bile.

Bundan senelerce önce, bir zamanlar Demokrat Parti'nin önde gelen isimlerinden olan sabık bir politikacıdan dinlemiştim:

1950'lerin ortalarında, zamanın Türk ve Yunan başbakanları, yani Adnan Menderes ile Konstantin Karamanlis, o günlerde de dert olan Kıbrıs meselesi için Avrupa'da bir yerde biraraya gelmişlerdir. Resmi temasların tamamlanmasından sonra protokol artık bir tarafa bırakılmış ve başbakanlar samimi bir sohbete dalmışlardır.

KARAMANLI VE MEANDROS

Adnan Menderes, ‘‘Talihin şu garip cilvesine bakın’’
der. ‘‘İsminiz ‘Karamanlis', yani Türkçesi ile ‘Karamanlı' ve siz Yunanistan'ın başbakanısınız’’.

Karamanlis, Menderes'
in daha sonra ne diyeceğini anlamıştır ve cümlenin gerisini kendisi tamamlar:

‘‘Sizin isminiz de ‘Menderes', yani Yunancası ile ‘Meandros' ve siz de Türkiye'nin başbakanısınız’’.

Yunan başbakanı, Menderes'in yaptığını yapmakta ve Türk başbakanın ismi ile Ege'de büyük bir delta oluşturan Menderes Nehri'nin adının Yunancası arasında bağlantı kurmaktadır.

Ve, işin aslı: Bilgisizlik ve bunun getirdiği komiklik bir yere kadardır beyler! Adnan Menderes ne kadar Yunanlı ise, Konstantin Karamanlis de o kadar Türk'tür. 1907'de tááá Serez'de doğmuş bir adamın 1924 yılında bir yaşında olduğunu iddia edip üstüne üstlük ‘‘Karaman'da işte bu evde yaşamıştı’’ diyenlere sadece gülünür ama bu işi edenler arasında siyasi kimlik taşıyanlar da varsa, gülüşler acı bir tebessüm halini alır.

Dört odalı kerpiç bir evin müzeye çevrilmesi yahut bir yerin başka bir yerle kardeş şehir ilán edilmesi tasavvurlarıyla kendi kendimize gelin güvey olmaktan vazgeçsek ve azıcık okusak nasıl olur acaba?

Karamanlılar Ortodoks’tu ama duaları bile Türkçe’ydi

ANADOLU'da yaşayan, Ortodoks olmalarına rağmen Yunanca bilmeyen ve sadece Türkçe konuşan gruba biz ‘‘Karamanlı’’ derdik.

Kayseri, Konya, Sivas ve Tokat taraflarında yaşayan Karamanlılar Ortodoks ama Türk idiler. Bizans zamanında Balkanlar üzerinden Anadolu'ya gönderilen Kıpçaklar'ın, Oğuzlar'ın ve Peçenekler'in soyundan geliyorlardı. Müslümanlar arasında Hasan, Hüseyin, Ahmed, Mehmed gibi isimlerin yaygın olduğu 17.-18. yüzyıldaki Osmanlı vergi kayıtlarında Karamanlılar'ın eski Türkler'e mahsus adlar kullandıkları ve Aslan, Kaplan, Durmuş, Tursun, Budak, Sefer, Karaca, Karagöz, Kaya, Yağmur, Aykut, Ayvaz, Bahadır, Pazarlı, Bayram, Beyrek, Beytemür yahut Devletyar gibi isimler taşıdıkları görülürdü.

Anadilleri Türkçe olan Karamanlılar Yunanca bilmezler, dualarını bile Türkçe ederler ama Yunan alfabesini kullanırlar ve Türkçe'yi Grek harfleriyle yazarlardı. 1896'da yayınlanan ‘‘Kayseria Mitropolitleri ve Málumat-ı Mütenevvia’’ isimli şiir kitabında yeralan bir dörtlük, Karamanlılar'ın bu karmaşık yapısını çok güzel anlatıyordu:

‘‘Rum isek de Rumca bilmez, Türkçe söyleriz / Ne Türkçe yazar okuruz, ne de Rumca söyleriz / Öyle bir mahlut-ı hatt tarikatimiz (karışık yazı biçimimiz) vardır / Hurufumuz Yunanice, Türkçe meram eyleriz’’.

Karamanlılar, Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından sonra yürürlüğe giren zorunlu mübadeleye tábi tutuldular. Türkiye ve Yunanistan, İstanbul Rumları ile Batı Trakya Müslümanları dışında kalan bütün Rum Ortodoks ve Müslüman azınlığın karşılıklı olarak değişimine karar vermişlerdi ve bu zorunlu mübadele maddeleri Karamanlılar'a da uygulandı. Ortodoks Hristiyan ama Türk olan ve neredeyse bin seneden beri Anadolu'da yaşayan onbinlerce Karamanlı, dilini bile bilmedikleri Yunanistan'a gönderildi.

Mübadeleden sonra Karamanlılar hakkında çok sayıda araştırma yapıldı ve bu araştırmalar Karamanlılar'ın Yunanlı değil, Türk olduklarını yeniden gösterdi. Karamanlılar'ın Türkiye'de yaşadıkları yıllarda, 1584'ten mübadeleye kadar Türkçe ama Yunan harfleriyle bastıkları çok sayıda kitaplar da araştırma konusu oldu ve bu kitapların kataloğu, Yunanistan'da ‘‘Karamanlidika’’ adı altında ve dört ciltlik bir seri halinde yayınlandı.
Yazının Devamını Oku

Madde 1: Hiláfet kaldırılmadı Halife sürgüne gönderildi

7 Mart 2004
Atatürkçü Düşünce Dernekleri'nin, hiláfetin kaldırılışının 80. yıldönümü münasebetiyle Ankara'da düzenledikleri panele komutanların da katılması bazı çevrelerde ‘‘hükümete gözdağı’’, hattá ‘‘28 Şubat'tan sonra 3 Mart çıkışı’’ diye nitelendi. Bu tartışmaları görünce, senelerden beri aklıma takılmış olan bir konuyu gündeme getireyim dedim: Hiláfet makamını kaldıran 431 sayılı yasanın ilk maddesini... Maddede ‘‘Halife, görevinden alınmıştır. Hiláfet, aslında hükümetin ve cumhuriyetin anlamının ve kavramının içerisinde bulunduğu için hiláfet makamı kaldırılmıştır’’ deniyordu. Bu ifadeyi ‘‘Hiláfet müessesesinin değil, sadece Hiláfet makamının láğvedilmiş olduğu’’ şeklinde mi yorumlamamız gerekiyor? Durum böyle ise, Hiláfet hálá mevcut mu ve bizde mi? Buyrun, tartışalım...

ATATÜRKÇÜ Düşünce Dernekleri'nin hiláfetin kaldırılışının 80. yıldönümü münasebetiyle Ankara'da düzenlediği panel, gündemi bir anda değiştirdi. Panele komutanlar da katılınca toplantı bazı çevrelerde 'hükümete gözdağı' diye nitelendi, hattá daha da ileri gidildi ve '28 Şubat'tan sonra 3 Mart çıkışı' yorumları yapıldı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1924 yılının 3 Mart günü, Türk Tarihi için son derece önemli olan üç ayrı karar almış, Meclis'te o gün Hiláfet ile beraber 'Şer'iye ve Evkaf Vekáleti' yani 'Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı' da kaldırılmış ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmişti.

Ankara'da geçen Çarşamba günü yapılan ve komutanların da katıldığı toplantı ile ilgili haberler, bana 431 sayılı meşhur kanunu, yani Hiláfetin kaldırılması yasasını hatırlattı. Osmanlı'nın son dönemi, özellikle de Osmanoğlu ailesi üzerinde senelerden beri yaptığım hemen her çalışmada konunun temelini teşkil eder hale gelen bu kanunu artık ezberlemiş haldeydim ama kanunla ilgili bir husus, beni hep düşündürmüştü: Kanunun birinci maddesinde bugüne kadar pek üzerinde durulmamış, değişik bir ifade kullanılıyordu ve bu maddeyi her okuyuşumda 'Hiláfet fiilen kalktı ama acaba hukuken de kalktı mı?' diye kendi kendime sormadan edememiştim.

Şimdi, Hiláfetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 gününün bir buçuk sene kadar öncesine, 1922 sonbaharına gidelim...

Büyük zafer kazanılmış ve Anadolu işgalcilerden temizlenmişti ama Türkiye'de iki ayrı hükümet vardı: İstanbul'da artık hiçbir güçü kalmamış olan Tevfik Paşa Hükümeti ile memleketin gerçek hákimi olan Ankara Hükümeti... Barış görüşmeleri yakında başlayacaktı, Ankara haklı olarak bu görüşmelerde Türkiye'yi tek başına temsil etmekte kararlıydı ama İstanbul Hükümeti'nin de barış konferansına katılmaya kalkışması üzerine kıyamet koptu. Zafer kazanmış olan Meclis'in görüşmelerde ortaklık kabul etmesi mümkün değildi ve İstanbul Hükümeti'ni devreden çıkartmanın tek yolu, saltanatın kaldırılmasıydı.

Ankara Meclisi, 1922 Ekim'inin son haftasını heyecanlı tartışmalarla geçirdi. Başkanlığa, İstanbul Hükümeti ve saltanat aleyhinde çok sayıda önerge veriliyor, bu önergelerin bazılarında alışılmamış tekliflerde bulunuluyordu. Meselá 30 Ekim günü bir önerge veren Diyarbakır Milletvekili Hacı Şükrü, 'İslám'ın mukaddesatına ve İslamiyet'e karşı şeytandan ve İngiliz Başbakanı Lloyd George'dan daha büyük fenalıklar eden padişahın ve İstanbul Hükümeti'nin bütün İslam dünyası tarafından besmele ile taşlanmasını' teklif etti.

Hacı Şükrü'nün önergesini başka önergeler takip etti. Bunlardan biri 79 milletvekili tarafından verilmişti, altı maddeden ibaretti ve saltanatın kaldırılmasını öngörüyordu.

Önerge hemen o gün oylandı ama kabulü için yeterli sayı sağlanamayınca oylamanın iki gün sonra, 1 Kasım'da tekrar yapılması kararlaştırıldı. Bu arada komisyonda değişiklik teklifleri görüşüldü, metne son şekli verildi ama muhalif milletvekilleriyle hocaların 'saltanatla hiláfetin birbirinden ayrılmasının mümkün olmayacağını' söylemeleri üzerine Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa sıralardan birinin üzerine çıktı ve meşhur konuşmasını yaptı. Paşa, sözlerini 'Fakat ihtimal, bazı kafalar kesilecektir' diyerek bitirecekti.

Komisyon, hükümet ve muhalefet tarafından hazırlanmış iki ayrı önergeyi işte bu konuşmadan sonra birleştirdi ve Meclis, 1 Kasım 1922 günü metni kabul etti. Osmanlı İmparatorluğu ve saltanat artık tarihe intikal etmiş ama hiláfete dokunulmamıştı. Kabul edilen metnin ikinci maddesinde 'Hiláfet, Osmanlı Hanedanı'na aid olup halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilim ve ahlák bakımından en reşid ve en olgun olanı seçilir. Türkiye Devleti, Hiláfet Makamı'nın dayanağıdır' deniyordu.

Artık 'Sultan' değil sadece 'Halife' olan Altıncı Mehmed Vahideddin'in 17 Kasım sabahı Türkiye'yi terketmesi ve hiláfet makamının boşalması üzerine, Büyük Millet Meclisi 18 Kasım günü bir fetvayla Vahideddin'i halifelikten azletti ve hemen ertesi gün yerine Osmanlı Hanedanı'nın en yaşlı erkek mensubu olan Abdülmecid Efendi'yi getirdi. Cumhuriyetin ilánından sonra hiláfet makamının da devamı gereksiz görülecek, 3 Mart 1924 günü kabul edilen 431 sayılı kanunda 'Halife hal'edilmiştir' yani, 'tahttan indirilmiş, görevinden alınmış, azledilmiştir' denecek ve Abdülmecid Efendi'nin yanısıra Osmanoğlu ailesinin bütün mensupları Türkiye sınırları dışına çıkartılacaktı.

İşte, senelerden beri aklımı kurcalayan konu, bu kanunun birinci maddesi. Resmi adı 'Hiláfetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmani'nin Türkiye Cumhuriyeti Memáliki Haricine Çıkartılmasına Dair Kanun' olan 431 sayılı yasanın ilk maddesinde 'Halife hal'edilmiştir. Hiláfet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır'; yani bugünün Türkçesi ile 'Halife, görevinden alınmıştır. Hiláfet, aslında hükümetin ve cumhuriyetin anlamının ve kavramının içerisinde bulunduğu için hiláfet makamı kaldırılmıştır' deniyor.

Madde böyle olunca, akla ister istemez bazı sorular takılıyor: Halifeyi hal'ediyor, yani görevinden alıp sürgüne gönderiyoruz, tamam. Ama 'Hiláfetin hükümetin ve cumhuriyetin anlamıyla kavramının içerisinde bulunması' ne demek? Bu ifade 'Hiláfet müessesesinin değil, sadece Hiláfet makamının láğvedilmiş olduğu' şeklinde mi yorumlanmalı? Durum böyle ise, Hiláfet hálá mevcut mu ve bizde mi?

Türkiye'de bugün Hiláfet'i geri getirme hayalinde olan aklı başında tek bir kişinin bile bulunduğunu zannetmiyorum. Üstelik Hiláfet kavramının bize tarih boyunca hiçbir şey kazandırmadığını, aksine çok şeyler götürdüğünü, meselá Birinci Dünya Savaşı'na girmemizden hemen sonra zamanın hükümdarı Sultan Reşad'ın 'Halife' sıfatıyla ilán ettiği 'cihad' fetvasına karşı 'din kardeşimiz' olan Araplar'ın siláhla karşılık vermeleri üzerine onbinlerce Mehmetçiğin Arap çöllerinde nasıl şehid olduklarını da en iyi bilenlerden sayılırım.

Halife'nin hal'edilişinin 80. yıldönümünde çıkan tartışmaları görünce, senelerden beri aklıma takılan bu konuyu gündeme getirmeden edemedim. Buyrun, tartışalım...

Hiláfetin kaldırıldığı gizli celsenin zabıt kátibi Vehbi Koç’tu

ANKARA Meclisi'nin 1924'ün 3 Mart günü yaptığı gizli celsedeki tartışmalar yedi saatten fazla sürdü ve o gün Meclis salonunda bulunan Ahmed Vehbi Efendi adındaki 23 yaşındaki bir genç, milletvekillerinden çok daha fazla yoruldu.

Zira, Meclis'in zabıt kátibiydi ve bu yedi saat boyunca hiç durmadan yazmış; ateşli nutukları, birbirinden daha sür'atli şekilde sarfedilen sözleri káğıda geçirmiş, tek bir kelimeyi bile atlamadan tarihe máletmeye çalışmış ama bitkin düşmüş ve fesinin yarısına kadar ter basmıştı.

Görüşmelerin tamamlanmasından sonra, kürsüye devrin başvekili İsmet Paşa geldi. Zabıt kátibi Ahmed Vehbi Efendi'nin, başvekilin son cümlesini artık tutmaz hále gelmiş eliyle 'Yüce Meclis'in alacağı karar, Türk milleti için bir mutluluk vesilesi olacak, kesin bir şekilde ve samimiyetle uygulanacaktır' diye kaydetmesinden sonra oylamaya geçildi ve tasarı o zamanın ifadesiyle, 'kahir ekseriyetle' kabul edildi. Üzerine 'Hiláfetin Kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı'nın Türkiye Sınırları Dışına Çıkartılması Hakkında Kanun' sözleri yazıldı, '431' diye bir numara verildi, hemen o gece uygulandı ve Halife Abdülmecid Efendi sınırdışı edildi.

Milletvekilleri 'Hayırlı olsun!' temennileriyle salonu terketmeye başlarken, 23 yaşındaki zabıt kátibi saatler boyu tuttuğu notları sıraya koydu, Meclis Reisi'nin bürosuna bıraktıktan sonra çıkıp evinin yolunu tuttu.

Türkiye, tarihinin en önemli hadiselerinden birinin canlı şahidi olan genç zabıt kátibinin ismini sonraki senelerde çok sık işitti ama 'Ahmed Vehbi Efendi' değil, 'Vehbi Koç' olarak.

Koçzáde Ahmed Vehbi Efendi'nin Ankara'da bir dükkánı vardı ama arada bir Meclis'ten çağırılıyor ve gidip zabıt kátipliği yapıyordu. O günler Ankara'nın sıkıntılı zamanlarıydı ve kuruluş sancıları içerisindeki genç devlet için değil para, okur-yazar bulmak bile meseleydi. İşte, Meclis görüşmelerinin kayda geçirilmesi için askerinden muhasebecisine, öğretmeninden tüccarına kadar, okuma-yazma bilen hemen herkesin gidip saatler boyu canla-başla çalışmasının sırrı da buradaydı.

Derken, aradan seneler geçti ama Cumhuriyet tarihimizin en önemli kararlarından birinin alındığı Meclis oturumunda söylenenlerin, bugünlere Türk sanayinin kurucusu Vehbi Koç'un tuttuğu zabıtlar sayesinde geldiği hep meçhul kaldı.

Ben, Meclis'te 1924'ün 3 Mart'ında yapılan gizli celsedeki zabıt kátibinin Ahmed Vehbi Efendi, yani ileriki yılların Vehbi Koç'u olduğunu bundan seneler önce tesadüfen öğrenmiş ve hemen kendisinden doğrulatmaya çalışmıştım. Ama Vehbi Bey o günlerde tatile gitmişti ve yanlış hatırlamıyorsan güney sahillerinde, Antalya taraflarındaydı. Temas kuramayınca rahmetli Sevgi Gönül'ü, yani kızını aramış ve konuyu babasından sormasını rica etmiştim. Tesadüf, Sevgi Hanım o gün babasını ziyarete gitmek üzereydi, 'Sorar, sana bildiririm' dedi, gitti ve İstanbul'a kendisinden önce mektubu geldi.

Sevgi Hanım mektubunda konuyu babasına sorduğunu söylüyor, 'Pederim, gizli celsenin kátibi olduğunu doğruladı' diyor ve gizli celsede yaşanan ama pek bilinmeyen bazı hadiseleri de Vehbi Bey'in anlattıklarına dayanarak naklediyordu. Ama Vehbi Bey de, Sevgi Hanım da şimdi maalesef aramızda bulunmadıkları için, mektubun tamamını burada yayınlama hakkını kendimde görmüyorum.

Dolayısıyla, tarihimizin en önemli olaylarından birinin, Hiláfet'in kaldırılması sırasındaki Meclis görüşmelerinin bugünlere Vehbi Koç'un tuttuğu zabıtlar sayesinde geldiğini ve rahmetli Vehbi Bey'in Cumhuriyet tarihine de málolmuş bir hizmetini, o olayın yıldönümünde hatırlatmakla yetiniyorum.
Yazının Devamını Oku

Sibelciğim hiç üzülme, dünyanın en güzel kadını da böyle yapmıştı

29 Şubat 2004
Başrolünü oynadığı ‘‘Duvara Karşı’’ isimli film Berlin Film Festivali'nde ‘‘Altın Ayı’’ ödülünü kazanan Sibel Kekilli'nin daha önce pornografik filmlerde de rol aldığının ortaya çıkması üzerine başlayan tartışma, bana ‘‘Sinema dünyasının gelmiş geçmiş en güzel kadını’’ olarak tanın Avusturyalı oyuncu Hedy Lamarr'ı hatırlattı. ‘‘Her kadın cazibeli olabilir. Yapması gereken tek iş kımıldamadan durup aptalca bakmaktır’’ diyen Lamarr, 1933'te çevirdiği ‘‘Ecstasy’’ yani ‘‘Vecd’’ filminde on dakika boyunca anadan doğma yüzerken görünüyordu. Hedy Lamarr, bir ara teknolojiye de el attı ve Amerikan ordusunda yıllarca kullanılan ‘‘geniş spektrumlu haberleşme’’ sisteminin mucidlerinden oldu.

SİBEL Kekilli'nin başrolünü oynadığı 'Duvara Karşı' isimli film son Berlin Film Festivali'nde birinci oldu, 'Altın Ayı' ödülünü kazandı ama Sibel'in daha önce pornografik filmlerde de rol aldığı ortaya çıkınca kıyamet koptu.

Başrolünü oynadığı filmin Avrupa'nın en önemli sinema ödüllerinden birini almasına rağmen genç oyuncunun böylesine suçlamalara maruz kalması, bana bundan senelerce önce sinema dünyasını birbirine katan bir başka film hadisesini hatırlattı: Hedy Lamarr'ı ve Lamarr'ın Türkiye'de 'Beyaz Zambak' adıyla oynayan 'Ecstasy' isimli filmini...

Önce, hatırlamayanlar için Hedy Lamarr'ın kim olduğunu söyleyeyim: Sinema dünyasının en güzel kadınıydı. Sinema tarihiyle ilgili hemen bütün kaynaklarda, Hedy Lamarr hakkında böyle yazılır, 'Onun yüzü gibi güzel bir yüz gelmemiştir' denirdi. Bu yorumun doğru olup olmadığının kararını, Lamarr'ın bu sayfada yeralan fotoğraflarına bakarak siz de bizzat verebilirsiniz.

Hedy Lamarr 1913 Kasım'ında Viyana'da doğdu. Asıl adı Hedwig Eva Maria Kiesler idi ve Avusturya'nın önde gelen bankerlerinden birinin kızıydı. Viyana'nın en iyi okullarında okudu ama aklına filmlerde oynamayı koymuştu ve ilk filmini 1930'da çevirdi. O yıllarda adının kısaltılmış şeklini, 'Hedy Kiesler' ismini kullanıyordu. Üç sene sonra çevirdiği 'Ecstasy' yani 'Vecd' filminde Eva adında genç bir kızı canlandırdı ve bu film sayesinde dünyanın en tanınmış artistlerinden biri oldu.

Şöhreti bir anda yakalamasını oyunculuğunun yanısıra o yıllarda pek görülmedik bir iş etmesine, 'Ecstasy'de soyunmasına borçluydu ve bir havuz sahnesinde on dakika boyunca anadan doğma yüzerken görünüyordu. Bu sahne, ortalığı birbirine soktu. Film birçok memlekette yasaklandı ve ilk yasak Amerika'dan geldi. 'Ecstasy' Türkiye'ye seneler sonra 'Beyaz Zambak' adıyla gelecek ama dillere destan havuz sahnesi bol bol makaslanarak gösterilebilecekti.

Hedy Lamarr, ilk evliliğini henüz 20 yaşındayken ve 'Ecstasy'nin hemen her tarafta tartışıldığı günlerde yaptı; Fritz Mandl adında son derece zengin bir Avusturyalı sanayiciyle evlendi.

HİTLER’İN ÇEVRESİNDE

Kocası hem Hitler'in, hem de Mussolini'nin yakın dost çevresindendi ve 20 yaşındaki dünya güzeli kız, kendisini bir anda önde gelen Nazi ve Faşist liderlerin arasında buluverdi. Avusturya'daki yatırımlarının yanısıra Skoda fabrikalarının da büyük hisselerine sahip olan kocası, nikáhtan hemen sonra kendisine yeni bir iş edindi ve tartışmaları devam eden 'Ecstasy'nin, içerisinde havuz sahnesinin bulunduğu kopyalarını toplayıp imha etmeye başladı. Fritz Mandl dünyanın dört bir kıt'asında aratıp buldurttuğu filmleri satın alabilmek için bir servet harcayacak, gelen makaraları bizzat kendisi parçalayacak ama karısını artık uçan kuştan bile kıskanır olacak ve kimselerle görüşmesine izin vermeyecekti.

Evliliğinin ilk günlerinde önde gelen Naziler'in dışında tek bir insan yüzü göremeyen genç kız üstüne üstlük bir de altın kafese kapatılınca, Viyana'da daha fazla kalamadı. Kaçtı ve üzerinde savaş bulutlarının dolaştığı kıt'a Avrupası'nı terkedip Londra'ya yerleşti; oradan Amerika'ya geçti, Metro Goldwin Mayer şirketi ile anlaştı ve adını da değiştirip 'Hedy Lamarr' yaptı. Sonraki bütün filmlerini bu isimle çevirecek ve bundan böyle 'Hedy Lamarr' olarak tanınacaktı. 1949'da Victor Mature ile oynadığı 'Samson ve Dalila' en meşhur ve en başarılı filmi olacak ama hiçbir filmi henüz 20 yaşında iken çevirdiği 'Ecstasy' kadar konuşulmayacaktı.

Hedy, ilk evliliğinden sonra yerleştiği Amerika'da beş koca daha değiştirdi, bu arada sinema dünyasının dışındaki işlere de el attı, adından bahsettiren bir girişimci oldu ve hattá bir ara haberleşme teknolojisine bile girdi. 2000 yılının 18 Ocak günü, Florida'daki malikánesinde öldüğünde belli bir yaşın üzerindekilerin hayranlıkla hatırladığı eski bir oyuncu ama son derece zengin bir kadındı.

Sinema tarihinin bu en güzel kadınının çekici görünme konusunda bir kuralı vardı: 'Her kadın cazibeli olabilir. Yapması gereken tek iş kımıldamadan durup aptalca bakmaktır' diyordu ve bu kuralı hayatı boyunca bizzat uygulamıştı.

Sibel Kekilli'nin film hikáyesi, bana Hedy Lamarr'ın şöhreti çırılçıplak çevirdiği bir filmle yakalamasını hatırlattı ve onun cazibeyle ilgili bu kuralını bütün hanım oyuncularımıza hatırlatayım dedim.

FİLM ÇEVİRMEKTEN SIKILDI YENİ TEKNOLOJİ İCAT ETTİ

HOLLYWOOD'da bir sinema yıldızının film ve moda sanayiinin dışında kalan alanlarda faaliyet göstermesi pek rastlanan bir hadise değildi.

Hedy Lamarr bu kuralın dışına çıktı, hem de mesleğiyle hiç alákası olmayan bir sahaya, haberleşme teknolojisine merak saldı, hattá bir dostuyla yaptığı ortak icadına patent bile aldı ve buluşu sonraki yıllarda cep telefonu teknolojisinde de kullanıldı.

İkinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, New York'ta bir akşam yemeğinde o günlerin uçuk Amerikan bestecilerinden George Antheil'in anlattığı 'frekans değiştirilmesi' düşüncesi Lamarr'ın ilgisini çekti ve konu üzerinde beraberce çalışmaya başladılar. Sistem, ateşlenen uzun menzilli torpidoların düşman tarafından farketmesini engellemek amacıyla radar bozucu sinyaller gönderilirken bir yandan da haberleşme bandlarının sürekli olarak değişmesi temeline dayanıyordu.

Hedy Lamarr ve George Antheil, 1942'de Amerikan Patent Dairesi'ne başvurarak icadlarının patentini aldılar. Lamarr'ın o zamanki resmi ismi olan 'Hedy Kiesler Markey' adına kaydedilen buluş, Amerikan ordusu tarafından birkaç yıl boyunca kullanıldı ve 'geniş spektrumlu haberleşme' teknolojisinin de temelini teşkil etti. İleriki yıllarda cep telefonlarının işletim sisteminden internete kadar birçok haberleşme sistemi Lamarr-Antheil ikilisinin buluşu olan frekans değişimi kuralına dayandırıldı ama patentlerin belli bir süre sonra kamuya málolması dolayısıyla, Lamarr, icadından tahmin ettiği kadar yüksek mebláğlar elde edemedi.

Kocasından kaçarken geneleve sığınmıştı

HEDY Lamarr, hatıralarını 1966'da yayınladı. Kitabın adı 'Ecstasy ve Ben: Bir Kadın Olarak Hayatım' idi ve Lamarr seneler boyu tartışılan 'Ecstasy' filmindeki çıplak sahnelerin öyküsünü bütün ayrıntılarıyla anlatıyordu.

Hatıralar, Lamarr'ın ilk kocası olan Fritz Mandl'den kaçışının sözkonusu edildiği sayfalar yüzünden 'Ecstasy' filmi kadar olmasa bile yine de büyük gürültü kopardı. Kitapta, Lamarr'ın Avusturya'dan Londra'ya gizlice gidebilmek için Viyana'daki bir geneleve sığındığı söyleniyor ve genelevde başından geçen inanılmaz bir macera anlatılıyordu.

Lamarr, genelev odasından Londra'ya kaçma hazırlıkları yaparken karısının binada bulunduğu yolunda bir ihbar alan kocası Fritz Mandl adamlarıyla beraber binayı basmış ve her odayı aramaya başlamıştı. O sırada olup bitenlerden habersiz bir müşteri Hedy Lamarr'ın odasına girmiş, kocasının binada olduğunu farkeden Lamarr, görünmemenin çaresinin müşteri ile beraber olmaktan geçtiğini farkedip tanımadığı erkekle bir anda yatağa girivermişti. Birkaç dakika sonra odayı basan kocası yataktaki kadının yüzünü görememiş, rahatsız ettiği için erkekten özür dileyerek dışarıya çıkmış, Hedy 'müşterisini' savdıktan sonra genelevdeki hizmetçilerden birini serhoş ederek onun elbiseleriyle Londra'ya kaçmıştı.

Kitabın yayınlanmasından sonra ilk kıyameti Hedy Lamarr'ın kendisi kopartacak, genelev bahsinin yayıncı tarafından uydurulduğunu ve böyle bir hadisenin yaşanmadığını söyleyerek yayınevini dava edecekti.
Yazının Devamını Oku