Veto yediklerine şükretsinler, eskiden olsa top güllesi yerlerdi
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
İran'da Parlamento'nun da üzerinde olan ‘‘Anayasa'yı Koruyucular Konseyi’’nin bazı milletvekili adaylarını veto etmesi üzerine, İran'da önceki gün yapılan seçimler oldukça tartışmalı geçti.
İranlılar'ın, bence geçmişte yaşadıkları bir hadiseyi hatırlayıp vetolara şükretmeleri gerekiyor: 1908 Haziran'ında zamanın Şah'ı olan Muhammed Ali Mirza meşrutiyetten sıkılıp Parlamento'nun dırdırından da bıkınca Tahran'daki Meclis binasını topa tutturmuş ve milletvekillerinin neredeyse tamamını öldürtmüştü.
İRAN'da parlamentonun da üstünde olan 'Anayasa'yı Koruyucular Konseyi'nin 8 bin 157 milletvekili adayından 3 bin 605'ini netameli bulup veto etmesi üzerine memleket birbirine girdi ve İranlılar haftalar boyu devam eden tartışmadan sonra, önceki gün sandık başına gittiler. Halkın pek öyle rağbet göstermediği ve oy verme oranının yüzde 48'lerde kaldığı seçimin resmi sonuçları önümüzdeki günlerde açıklanacak ama yeni Meclis'in eskisi gibi reform yanlısı milletvekilleriyle dolu olmayacağı, daha şimdiden belli...
Parlamento tartışmaları İran için aslında yeni birşey değildi, 19. yüzyılın sonlarına kadar uzanırdı ama Tahran'da 1908'de yaşanan bir hadise sadece İran'da değil, bütün dünyadaki parlamento tartışmalarının üzerine tuz-biber ekmişti: 1908 Haziran'ında İran'ın Şah'ı olan Muhammed Ali Mirza, kendisine artık bıkkınlık getiren Meclis'i topa tutmuş ve milletvekillerinin neredeyse tamamını öldürmüştü.
İşte, eşi-benzeri görülmeyen bu hadisenin ayrıntıları:
İran'ı yarım asırdan beri idare eden Nasırüddin Şah, 1896 Mayıs'ında, tahta çıkışının 50. yıldönümüne birkaç gün kala bir suikast neticesinde can verdi. Yerine geçen oğlu Muzaferüddin, Tahran'da oturup memleketini idare etmek yerine hazineye son derece pahalıya malolan Avrupa seyahatlerine çıkmaya başlayınca İran karıştı. Önce tüccarlar ayaklandı, derken halk üzerinde son derece etkili olan din adamları da Şah'ı meşrutiyeti kabul edip bir Meclis açması konusunda sıkıştırmaya başlayınca Muzaferüddin için talepleri yerine getirmekten başka çare kalmadı. İran'ın ilk Meclis'i, yapılan seçimlerden sonra 1906 Ekim'inde Tahran'da toplandı ama Şah, iki ay sonra birdenbire ölüverdi.
Muzaferüddin'in yerine, Azerbaycan'ın genel valisi olan ve yeniliklere şiddetle karşı olmasıyla bilinen oğlu Muhammed Ali Mirza geçti. Babasının kabul ettiği anayasaya bağlı kalacağına dair reformcuların baskısıyla yemin etmişti ama kurdurduğu yeni hükümet vasıtasıyla oyunlar oynamaya başladı. Meclis'ten kurtulup eski mutlakiyet günlerine dönmeye çalışıyordu.
REFORMCULAR SOKAKTA
İran'da bu sırada petrol bulunmuş ve İngiltere ile Rusya, Şah'ın topraklarında hákimiyet mücadelesine girmişlerdi. Ülke üzerindeki bu paylaşma çabalarına Şah'ın Meclis'i kapatma yolunda oynadığı oyunlar iláve edilince, onbinlerce reformcu sokağa döküldü ve Muhammed Ali, halkın önünde Kur'an'a el basarak anayasaya yeniden bağlılık yemini etmek zorunda kaldı.
Şah, bütün bu yemin-billáhlarına rağmen ne şekilde olursa olsun Meclis'ten kurtulma niyetindeydi. 1908'in 2 Haziran günü anayasa hareketinin liderlerini Tahran'ın dışındaki imparatorluk bahçesinde toplantıya davet etti ve gelenleri tutuklatıp zindana attırdı. Baskından sadece bir kişi kaçabilmiş ve Tahran'a ulaşıp anayasa yanlılarını Şah'ın sopayı artık eline aldığından haberdar etmişti.
Tutuklamalar, Tahran'da daha büyük karışıklıklara sebep oldu. Meclis, zindana atılan anayasa hareketinin liderlerinin serbest bırakılmasını istedi, derken Şah'ın meşru bir hükümdar olup olmadığını tartışmaya açtı ve çileden çıkan Şah meseleyi kökünden halletmeye kadar verdi: 24 Haziran günü, sabahın erken saatlerinden beri toplantı halinde bulunan Meclis'i topçu birlikleriyle kuşattı, kapıları kapattırdı ve binayı topa tutturdu. Milletvekillerinin çoğu bombardımanda can verdi, yaralı olarak kaçabilenlerden yakaladıklarını askerler öldürdüler, birkaç milletvekili de canını İngiliz elçiliğine sığınarak kurtarabildi.
ŞAH, RUSYA’YA KAÇTI
Şah'ın bu hareketi sadece İran'ı değil, neredeyse bütün dünyayı ayağa kaldırdı, muhalefet Şah'a ülke çapında isyanla cevap verdi ve Muhammed Ali Mirza başkentin güvenliğini sağlayamaz hale gelince bu defa daha da akıl almaz bir yola başvurdu ve Tahran'a Rus birliklerini davet etti. Ruslar geldiler ama isyancılar Tahran dışındaki şehirlere tek tek hákim olup başkente yürümeye başlayınca, Muhammed Ali tacını ve tahtını bırakıp Rus Elçiliği'ne iltica etti. Tahran'ın düşmesinden sonra, topa tutulan Meclis'in her nasılsa hayatta kalabilmiş olan üyeleri biraraya gelerek Şah'ı tahtından indirip henüz 11 yaşında olan oğlu Ahmed Mirza'yı Şah yaptılar. Muhammed Ali'ye ise Rusya'ya kaçmak düştü.
Geçmişte işte böyle hadiselere şahit olan İran, şimdi bazı adayların veto edilmelerini tartışıyor. Seçime girmelerine izin verilmeyen adaylar bence üzerinden daha bir asır bile geçmemiş olan 'Meclis'i top ateşiyle susturma' geleneğini hatırlamalı, bugün gülle yerine veto yediklerine şükretmeliler.
Abdülhamid Abdülhamid olalı böyle ağır hiciv yememişti
EŞREF, Türk edebiyatının en önde gelen hiciv şairlerindendi.
1847'de doğdu, genç yaşta katıldığı bir içki meclisinde arkadaşlarından birini yaralayınca memleketinden kaçıp Manisa'ya gitti, orada medreseyi bitirdi ve devlet hizmetine girdi. İmparatorluğun hemen her yerini dolaştı, kaymakamlık yaptı, bir ara siyasi suçlu olarak hapse bile girip çıktı, Mısır'a kaçtı, oradan Avrupa'ya, derken Kıbrıs'a geçti ve 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilánı üzerine İstanbul'a döndü.
Hayatının son senelerinde memleketi olan Kırkağaç'taki köşküne çekilen Eşref, burada 1912'de öldü ve ardında Türk Hiciv Edebiyatı'nın en seçkin eserlerini bıraktı. Hicivlerinde sosyal konulara ağırlık vermiş, Sultan Abdülhamid'in dili en uzun muhaliflerinden olmuş, tek bir 'kıt'a'da, yani dört satırda zamanının en önemli isimlerini bir anda yerin dibine sokmuş ve şiirleri dilden dile dolaşmıştı. Hiciv meraklılarının dillerinden hálá düşmeyen 'İstemem tek fatiha ben çalmasınlar taşımı' yahut 'Evlilerden de seviştikçe rüsum almalıdır' gibi mısralar, Eşref'e aitti.
Muhammed Ali Şah İran Meclisi'ni topa tuttuğu sırada Osmanlı tahtında İkinci Abdülhamid oturuyordu ve Türkiye'de 30 küsur seneden beri devam eden mutlakiyete son verilip meşrutiyete geçilmesine daha bir ay vardı. İran'da olup bitenler Abdülhamid'in muhalifleri arasına endişe yaratırken, Şah ile Padişah arasında bağlantı kurup işi hiciv haline getirmek de Eşref'e düştü. Eşref, Tahran'da olup bitenlerin duyulmasından sonra kaleme aldığı ve ancak birkaç ay sonra, Türkiye'de Meşruti rejimin kurulması üzerine yayınlayabileceği 'İran'da Yangın Var' isimli risalesinde Muhammed Ali Mirza'yı hicvedip Abdülhamid'e de Şah gibi hareket etmesi tavsiyesinde bulunuyordu.
İşte, Şair Eşref'in bu bir formalık hiciv risalesinden bazı kıt'alar ve bir mısra:
'Milleti kırdı, perişan eyledi Mebusán'ı / Ol kadar (o kadar) can yakdı ki, Cengiz'i hayran eyledi / Aferin, Abdülhamid Hán'ı bıraktı gölgede / Şáh-ı İran attı top, İran'ı virán eyledi'.
'Merhamet eylemedi Şáh-ı Acem / Milleti kırdı beş-on zirzop ile / Kuş gibi girdi Acemler kafese / Topunu sildi, süpürdü top ile'.
'Attığın top sana doğru dönecektir ey Şáh / Kerbelá'ya çeviren memleketi bahtındır / Yıkılıp üstüne enkazı yakında ezecek / Bir çürük tahtaya bastın ki o da tahtındır'.
Beyler, bana tez göndermeyi bırakın ve raporlarınızı yazın!
GEÇEN hafta yazdığım Bergama Kralı ve Antalya'nın kurucusu Attalos ile ilgili yazıma, değişik çevrelerden çok sayıda e-mail aldım. Attalos'un cinsel tercihiyle ilgili olumlu ve olumsuz mesajlar bir yana, birçok arkeolog, sayfada yeralan bir sikke fotoğrafıyla ilgili olarak sayfalar dolusu açıklama gönderdi.
Konu şuydu: Seneler önce şimdi ismini bile unuttuğum bir kaynaktan alıp bilgisayarımın hafızasına kaydettiğim ve Attalos'a ait olduğu söylenen sikke arkeologlara göre bir başkasınındı ve bu sikkeyi yayınlamam büyük bir hataydı!
Bilmem, hatırlar mısınız? Bundan birkaç sene önce, Kültür Bakanlığı'nın Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürü olan bir profesör, arkeologlarla arasında çıkan bir tartışma sonrasında istifasını vermişti. Tartışmanın sebebi, Türkiye'nin değişik yerlerinden senelerden buyana kazılar yapan arkeologların kanunlara ve yönetmeliklere rağmen her sene yazmaları gereken kazı raporlarını bir türlü yayınlamamalarıydı ve genel müdür raporsuzların kazı izinlerini iptal etmiş ama istifa etmek zorunda bırakılmıştı.
Arkeologların, geçen hafta bu sayfada yeralan ufacık bir sikke fotoğrafıyla ilgili olarak gönderdikleri sayfalar dolusu bilimsel açıklama bana bu hadiseyi hatırlattı ve üstadlara 'Beyler, minnacık bir sikke için gösterdiğiniz gayretin binde birini kazı raporlarınızı kaleme almaya harcasanız nasıl olur?' diye sorayım dedim...