İzmirli çiğköfteci Nusret Ermaner'in yoğurduğu çiğköftelerden yiyenler yatağa düşünce domuz etini ve domuz kesimini tartışmaya başladık.
Domuz konusu gündemimizi aslında asırlar boyunca işgal etmiş, hatta sadece dini değil, askeri çevrelerde bile tartışılmıştı. Meselá, 1770'lerde topçu birliklerini modernize etmesi için Fransa'dan getirilen François de Tott adındaki Macar asıllı bir Baron, namluları domuz kılından yapılma fırçalarla temizleyince kıyamet kopmuş, modernleşmenin karşısında olanlar bu fırçaları bahane edip Baron'u geri göndertmeye çalışmışlar ama camilerin badanasında da domuz kılından fırçaların kullanıldığı ortaya çıkınca tartışmaya son verilmişti.
İZMİRLİ çiğköfteci Nusret Ermaner'in domuz etinden yoğurduğu çiğköftelerden yiyenlerin yatağa düşmesinin ardından Türkiye'de bir 'domuz eti' ve 'domuz kesimi' tartışması başladı. Çiğköfteleri imal eden Nusret Ermaner'den sonra etleri satanlar da tutuklandı ve yönetmeliklerde ácil değişikliklere gidilerek domuz çiftliklerinde daha sıkı bir denetim yapılmasına karar verildi.
Domuz meselesi Türkiye'nin gündeminden aslında hiçbir zaman eksik olmamış, konu defalarca gündeme gelmiş, hattá sadece dini değil, askeri çevrelerde bile tartışılmıştı.
Bu tartışmalardan birini Üçüncü Mustafa'nın saltanat yıllarında, 1770'lerde yaşamıştık. Türk ordusunu, özellikle de topçu birliklerini modernize etmesi için Fransa'dan getirilen François de Tott adındaki Macar asıllı bir Baron, topların namlularını temizlemek için domuz kılından yapılma fırçalar kullanınca kıyamet kopmuş, modernleşmenin karşısında olanlar bu fırçaları bahane edip Baron'u geri göndertmeye çalışmışlar ama hemen herkesi şaşırtan bir savunmayla karşılaşınca susmak zorunda kalmışlardı. Baron de Tott 'Camilerin badanası da domuz kılından fırçalarla yapılıyor, hatta fırçanın kılları duvarlara yapışıyor. İbadethanelerin kutsallığını bozmayan domuz kılını düşmanlarınıza karşı kullanmanızda hiçbir sakınca yoktur' deyince 'Mü'minlerin şánı ve selámeti için' domuz kılından yapılma fırçaların kullanılmasına devam edilmişti.
İşte, kahramanlığını Baron de Tott'un yaptığı 1770'lerdeki domuz tartışmamız ve 1900'lerin başında yaşadığımız domuzlu bir şantaj öyküsü...
Vatan savunmasında domuz çok işe yarar
MACAR asıllı bir Fransız topçu generali olan Baron François de Tott, 1733 ile 1793 yılları arasında yaşadı. 1757'de İstanbul'a geldi ve Osmanlı Devleti'nin hizmetine girdi. Bir ara Kırım'da bulundu, daha sonra Çanakkale Boğazı'nı tahkim etti ve Osmanlı topçu birliklerini modernleştirmeye çalıştı. Haliç'te bir Mühendishane mektebi açan ve 'Sür'at Topçuları Ocağı'nı da kuran Baron de Tott, daha sonda Macaristan'a döndü ve Türkiye hatıralarını dört cilt halinde yayınladı.
Baron, İstanbul'da 1770'lerde yaşanan 'domuz kılından fırça' tartışmalarını hatıralarında şöyle nakledecekti:
'...İstanbul'da domuz kılının kullanıldığı bütün malzemeleri Yahudiler yapıyorlardı ve top fırçası ihtiyacımı da yeterince karşıladılar.
...Başdefterdar, endişeli bir tavırla, 'Hazırladığınız toplar nerede?' diye sordu. 'İşte, şurada gördüğünüz kalabalığın ortasında' dedim. Binlerce kişi, yeni top atış usullerini görmek maksadı ile sabahtan itibaren Káğıthane'ye gelmişti. Başdefterdar, domuz kılından hazırlanmış fırçaları göstererek 'Bunlar nedir?' diye sordu. Sorunun nereye varacağını anlamamış gibi davrandım, 'Top fırçaları' dedim. 'Onu ben de görüyorum, size sormak istediğim, bu fırçaları yapmak için kullandığınız malzemenin ne olduğu' diye cevap verdi.
Ben 'Sordunuz, söyleyeyim: Bu işe yarayan tek malzeme olan domuz kılından yapılmışlardır' deyince Başdefterdar 'İşte, bunları kullanmamıza engel olan sebep!' karşılığını verdi...'
Baron'un top fırçlarının domuz kılından yapılmış olduğunu söylemesi, top atışlarını seyretmek için gelmiş olan halkın arasında galeyan yaratmış ve halk 'Allah bizi korusun' diye haykırmaya başlamıştı. Baron de Tott, bunun üzerine Başdefterdar'a hitaben 'Bu meseleyi çözmelisiniz. Çözüm için Şeyhülislam'dan fetva alınması gerekiyorsa, bunu elde etmek için elimden geleni yaparım' demiş ama fırçaları parçalayıp yok etmesi rica edilince çileden çıkmış ve 'Bütün camiler domuz kılı ile dolu iken, bu fırçalar için neden bu kadar patırtı ediyorsunuz?' diye bağırmıştı. Sonra bir top arabasının üzerine çıkmış, kalabalığa hitaben 'Aranızda badanacı var mı? Varsa ortaya çıksın!' diye sormuştu.
Sonrasını, yine Baron'un hatıralarından okuyalım:
'...Bir ihtiyar sesini yükselterek 'Ben badanacıyım, ne istiyorsunuz?' dedi.
- 'Eğer iyi bir Müslümansanız, soracağım sorulara doğru cevaplar vermenizi istiyorum' dedim ve sordum: 'Hiç cami boyadınız mı?'
- Pek çok, hem de en önemlilerini.
- Bu iş için hangi áletleri kullandınız?
- Değişik boyalar kullandım.
- Siz iyi bir Müslümansınız ve doğru olmak zorundasınız. Neden dolambaçlı yollara sapıyorsunuz? Boya álet değil, araçtır. Mutlaka bir fırçanız vardı. Söyleyin bakalım, bu fırçalar hangi maddeden yapılmıştı?
- Beyaz kıldan yapılmıştı. Biz onları hazır halde satın alırız, imal etmeyiz.
- Ama fırçalardaki kılın hangi hayvana ait olduğunu bilirsiniz. Bana bunu söyleyin.
- Madem bu kadar istiyorsunuz, söyleyeyim. Bütün fırçalarımız domuz kılındandır.
- Çok doğru söylediniz ama bu bu kadarı yetmez. Kullandıktan sonra fırçalarınızın kıllarına ne olur? Caminin boyanması bittikten sonra, elinizde ne kalır?
- Fırçaların sapından başka birşey kalmaz. Kıllar duvarlara yapışır.
Ben, bunun üzerine 'Demek ki, camilerinizin kutsallığını bozmayan domuz kılını düşmanlarınıza karşı kullanmanızda hiçbir sakınca yoktur' deyince halk hep bir ağızdan, 'Allah'a şükür' diye bağırdı. Endişelerinden kurtulan Başdefterdar da sırtındaki ağır samur kürkü çıkarttı ve fırçalardan birini büyük bir şevkle alarak 'Haydi bakalım, mü'minlerin şánı ve selámeti için bu yeni icattan faydalanalım' diye haykırdı' (Mehmet R. Uzmen'in 'Türkler ve Tatarlara Dair Hatıralar' isimli tercümesinden).
Şantajın álásı domuzla yapılır
Mehmed Tahir Bey geçen yüzyılda yaşamış olan çok önemli bir gazeteciydi ve gazeteciliğinin yanısıra bir başka özelliğiyle de meşhurdu: Şantajcılığıyla. Terkos Gölü'nden İstanbul'a su verme hakkını elinde tutan Fransız şirketinden düzenli olarak her ay aldığı rüşvet kesilince ‘‘Göle domuz düştü’’ diye yazıp İstanbul'u birbirine sokmuş, parası ödenince de ‘‘Domuz vurulmuş ama meğer göle düşmemiş, hemen sahilde gebermiş’’ demişti.
İZMİR'de yaşanan domuz eti hadisesinin bir benzerine, 1900'lü yılların başında İstanbul'da şahit olmuştuk. Hadisenin şimdiki kahramanı olan çiğköfteci Nusret Ermaner'in yerinde de, Tahir Bey adında bir gazeteci vardı.
Tahir Bey 1864'te İstanbul'da doğmuş, 20'li yaşlarından itibaren zamanının önde gelen gazetecilerinden kabul edilmişti. 1895'te haftalık 'Málumat' dergisini yayınlamaya başladı. 'Málumat' sekiz yıl boyunca çıktı ve basın tarihimizde önemli yer edindi. Yazarları arasında Ahmed Rasim, Rıza Tevfik, Faik Ali ve Ali Kemal gibi o dönemin en ünlü kalem sahipleri vardı.
'Baba' ve 'Málumatçı' diye anılan Tahir Bey basın tarihimize sadece yayıncılığıyla değil, bir başka özelliğiyle de geçti: Şantajcılığıyla... Dergisinin başarısıyla yetinmedi ve Málumat'ı şantaj vasıtası haline getirdi. Aleyhlerine yazmak tehdidiyle çok kişiden para sızdırdı, sızdıramadıklarını da yerden yere vurdu.
Tahir Bey'in marifetleri zamanın hükümdarı Abdülhamid'in kulağına ánında gidiyordu ama sultanın eli, iktidarına hiçbir şekilde muhalefet etmeyen ve derginin hemen her sayısına hükümdarın áfiyeti için mutlaka bir dua koyan böyle sadık bir yayıncıyı cezalandırmaya varmıyordu. Abdülhamid, Tahir Bey'i saraya bağlılığından dolayı ödüllendirmiş ve 'aferin' aylığı bile bağlamıştı.
İstanbul, Málumat dergisi ve Baba Tahir Bey sayesinde işte o günlerde bir 'domuz' tartışmasının içine girdi.
Şehrin içme suyunun sağlandığı Terkos Gölü'ndeki arıtma tesislerini o senelerde bir Fransız şirketi işletiyordu. Şirket, arada bir kendileri hakkında hoş haberler yazması için Tahir Bey'i aylığa bağlamıştı.
Gün geldi, şirketin Tahir Bey'e aylık veren Fransız müdürü memleketine döndü ve Paris'ten gelen yeni müdür 'Hiç kimseye 'bana ilişmesin' diye aylık ödeyemem' deyip Baba Tahir'in maaşını kesiverdi. Kesti ve bu işi yapmakla hata ettiğini Málumat'ın birkaç gün sonra çıkan yeni sayısından öğrendi: Tahir Bey 'Avcıların yaraladığı bir domuz Terkos Gölü'ne düştü ve boğuldu' diye yazıyordu. İstanbul birbirine girdi, halk haram edilmiş olan hınzırın sebep olduğu maddi ve manevi pisliğin boyutlarını öğrenebilmek için şirketin binasına akın edince, Tahir Bey'in kesilmiş olan aylığı hemen o gün yeniden bağlandı. Hadise, Málumat'ın bir sonraki sayısında 'Aldığımız son istihbarata nazaran domuz hakikaten vurulmuş ama göle düşmemiş, sahilin gerisinde gebermiş ve leşi de bulunmuş' diye noktalanacaktı.
Baba Tahir'in taktiğine sonraki yıllarda sayıları az olmakla beraber başka gazeteciler de uydu. Meselá İstanbul basınının 1940'lardaki çok önemli bir başyazarı, yeni taşındığı eve zamanın Sular İdaresi su borusu döşemekte gecikince Terkos siláhına sarılıp 'Pis bir öküz Terkos Gölü'ne düşüp boğuldu' diye yazacak, ortalık birbirine girecek, evine hemen o gün su getirilen yazar bir sonraki gün 'Gölde öküz zannettiğimiz karaltı meğerse kuru bir ağaç gövdesiymiş' diyecekti.