6 Haziran 2004
Paris’te kral mezarlarının bulunduğu Saint-Denis Kilisesi’nde yarın başlayıp iki gün sürecek olan áyinlerin ardından çarşamba günü büyük bir cenaze merasimi yapılacak ve Fransızlar, hayata bundan tam 209 sene önce, 1795’in 8 Haziran günü on yaşındayken veda eden tahtsız kralları 17. Louis’nin iki asırdan buyana elden ele dolaşan kalbini toprağa verecekler. Törene Avrupa hanedanlarının temsilcileri ile çok sayıda monarşist de katılacak ve romanlara, filmlere ve hattá efsanelere kadar konu olan küçük kralın kalbi artık huzur bulacak. Bir kavanozda saklanan küçük kalbin Fransa’da 1789’da patlayan ihtilál sırasında giyotinle idam edilen 16. Louis’nin oğlu 17. Louis’ye ait olduğu, uzun süren bir dizi DNA testinden sonra ortaya çıkmıştı.
FRANSIZ krallarının mezarlarının bulunduğu Paris’teki Saint-Denis, yani ‘Aziz Denis’ Kilisesi’nde yarın başlayıp iki gün sürecek olan áyinlerin ardından çarşamba günü büyük bir cenaze merasimi yapılacak ve Fransızlar, hayata bundan tam 209 sene önce, 1795’in 8 Haziran günü henüz on yaşındayken veda eden tahtsız kralları 17. Louis’nin iki asırdan buyana elden ele dolaşan kalbini toprağa verecekler.
Cenazenin değil de sadece kalbin defnedilecek olması size garip gelebilir ama küçük kralın bugün elde sadece kalbi bulunuyor, cesedine ne olduğu ise meçhul.
İşte, 1789 ihtilálinin giyotine gönderdiği Fransa kralı 16. Louis ile Kraliçe Marie Antoinette’in oğlu olan küçük Louis’nin son derece hazin ve inanılmayacak bir macerayı andıran 209 senelik öyküsünün özeti:
Kral 16. Louis ihtilálden hemen sonra haklarından feragat etti ama entrikadan vazgeçmemesi üzerine tahtından indirildi, ihanetle suçlanıp yargılandı ve idama mahkûm edildi. İhtilálciler, 1793’ün 21 Ocak’ında Louis’nin kafasını giyotinle kestiler. Kral’ın aslında Avusturya prensesi olan karısı Kraliçe Marie Antoinette de aynı senenin 16 Ekim’inde giyotine yollandı.
‘17. Louis muamması’, işte bu idamlardan sonra başladı. Kral ile kraliçenin küçük bir oğulları vardı, çocuk Fransız tahtının veliahdıydı, onun ismi de Louis idi ve Kral’ın idamından sonra sürgündeki kraliyet yanlıları tarafından ‘17. Louis’ olarak kral ilán edilmişti. İhtilálciler annesiyle babasının kafasını kestikleri küçük kralı Paris’teki Temple zindanının penceresiz bir odasına kapattılar, iki yıl boyunca monarşiye karşı beynini yıkadılar ama netice beklediklerinden farklı oldu: Küçük kralın vücudunu yaralar sardı, derken vereme yakalandı ve 1795’in 8 Haziran’ında öldü.
TARİHÇİLER BÖLÜNDÜ
Küçük Louis’den geriye, elden ele dolaşan bir kalp kaldı: Söylentilere göre, Kral’a otopsi yapan doktorlardan biri kalbi alıp götürmüştü. Ama, 1810’lu senelerden itibaren Avrupa’da birdenbire çok sayıda ‘Kral 17. Louis’ler ortaya çıktı. Hepsinin iddiası aynıydı: Zindandan krallık yanlıları tarafından kaçırılmışlardı, yerlerine kimsesiz bir çocuk konmuştu ve veremden ölen çocuk işte bu yabancıydı. İddiaların bazısı öylesine inandırıcıydı ki, tarihçiler bile ikiye ayrıldılar. Bir kısmı 17. Louis’nin zindanda can verdiğine, bir kısmı ise kaçıp kurtulduğuna inanıyordu.
Fransa tarihinin bu en büyük muammasının aydınlanabilmesi için iki asır beklendi ve netice, Paris’in ‘Krallar Mezarlığı’ olan Aziz Denis Kilisesi’nde saklanan kalbe 1999’da yapılan bir dizi DNA testinden sonra alındı: Kalp, 17. Louis’ye aitti.
Genetik uzmanları, kalbi 1999 Aralık’ında bir laboratuvara götürdüler. Ama kalp, uzun seneler boyunca çok kötü şartlar altında kaldığı için taşlaşmış gibiydi, kesilebilmesi için özel bir bıçak yaptırıldı ve hem aorttan, hem de adaleden çok küçük iki parça alındı. Sonra, küçük Louis’nin annesi olan Kraliçe Marie Antoinette’in henüz genç bir Avusturya prensesi iken Viyana’da kesilen ve orada saklanan saçlarından da birkaç tel getirtildi. Testin doğruluk oranını arttırmak için Kraliçe’nin kızkardeşlerine ait olan ve yine Viyana’da muhafaza edilen saçlardan örnekler alındı, küçük kralın mensup olduğu Bourbonne Hanedanı’nın iki asır önce yaşamış iki prensinin mezarlarından da parçalar toplandı ve şimdi İspanya’da yaşayan Bourbonlar’dan kan örnekleri istendi.
İKİ AYRI ANALİZ
Bütün bu faaliyetlerin masraflarını, Bourbon Hanedanı’nın Aziz Denis Kilisesi’ndeki mezarlarını korumak için kurduğu vakıf karşıladı. Örnekler Belçika’nın Leuven ile Almanya’nın Münster şehirlerindeki DNA laboratuvarlarına gönderildi ve bir hata olmaması için defalarca yapılan mitikondriyal DNA testlerinde aynı netice alındı: Kilisede kavanoz içerisinde saklanan küçük kalp, Kral 16. Louis ile Kraliçe Marie Antoinette’in oğluna aitti. Zindandaki penceresiz hücrede ölen çocuk Fransa’nın gerçek kralıydı ve sonraki senelerde ortaya çıkıp 17. Louis olduğunu iddia edenler yalan söylüyorlardı.
Fransa’da sayıları oldukça fazla olan kraliyet yanlıları, şimdi yarın başlayacak olan áyinlerden sonra çarşamba günü Saint-Denis Kilisesi’nde yapılacak cenaze törenine hazırlanıyorlar. Törene asırlar boyunca Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu idare eden Habsburg Hanedanı’nın reisi Arşidük Otto von Habsburg’un, 16. ve 17. Louis’nin mensubu olduğu Bourbon-Parme Hanedanı’nın hayattaki mensuplarının ve Romanya’nın aslında Bourbon-Parme Prensesi olan eski kraliçesi Anne’in yanısıra Avrupa hanedanlarının temsilcileri ile çok sayıda monarşist de katılacak ve küçük kralın kalbi tam 209 sene sonra huzur bulacak.
Küçük kralın kalbini önce kestiler, sonra da ezdiler
TAHTSIZ, taçsız ve bahtsız küçük kral 17. Louis’nin Paris’teki Aziz Denis Kilisesi’nde saklanan kalbinin iki asırlık macerası tam bir korku filmi gibi... Hırsızlıklarla, ortadan kaybolmalarla ve el değiştirmelerle dolu bir film...
Hapishanede 1795’in 8 Haziran’ında ölen 17. Louis’ye can verdiği hücrede hemen otopsi yapıldı. Otopsiye katılan doktorlardan Philippe Jean-Pelletan küçük kraldan bir ‘hatıra’ almak istedi, 10 yaşındaki çocuğun kalbini çıkarttı, bir mendile sardı ve cebine koyup evine götürdü.
Doktor kalbi alkol dolu bir kavanoza yerleştirmişti ama kapağı iyice kapatmadığı için alkol uçtu ve kalp kurudu. Jean-Pelletan’in asistanlarından biri birkaç sene sonra kavanozu çaldı ama ölüm döşeğindeyken yaptığına pişman oldu, kavanozu karısına verip hocasına geri yolladı ve huzur içinde öldü.
Artık bir hayli yaşlanmış olan Doktor Jean-Pelletan, kalbi 1815’te Paris Piskoposu’na hediye etti fakat piskoposun sarayı şehirde çıkan bir ayaklanma sırasında yağmaya uğrayınca kavanoz kırıldı ve kalp ezildi. Kalbi, işe yarar birşeyler toplayabilmek için saraya girenler arasında bulunan Lecsroart adındaki matbaacı buldu.
Küçük kralın kalbi Lecsroart’tan sonra her nasılsa döndü, dolaştı ve yeniden Doktor Jean-Pelletan’ın oğlunun eline geçti. Kavanozu hayatı boyunca saklayan genç Jean-Pelletan kalbin Fransa krallarının mensup olduğu Bourbon Hanedanı’na verilmesini vasiyet etti, çocukları vasiyeti yerine getirip kalbi artık İspanya’da yaşayan Bourbon ailesinin mensuplarına verdiler. Aile, kavanoz içerisindeki kalbi 1975’te yeniden Fransa’ya götürüp kral mezarlığı olan Aziz Denis Kilisesi’ne bağışladı. 17. Louis’nin 1999 Aralık’ında DNA testi için açılan kavanozdaki kalbi, önümüzdeki çarşamba günü aynı kilisenin mahzeninde, annesiyle babasının yanına defnedilecek.
Kralın kafasını ‘Günahlarından arın ey evliya torunu’ deyip uçurdular
FRANSA’da tahtın várisi olan prensler ‘Paris Kontu’ ve ‘Fransa Dükü’ ünvanlarını taşırlar ve Fransızlar Paris Kontu’na ‘Monseigneur’, yani ‘Efendimiz’ derler.
Ben, Fransız ihtiláli sırasında yaşanan ve ayrıntılarını senelerden beri merak ettiğim bir hadisenin aslını bizzat Paris Kontu’ndan öğrendim.
1793’ün 21 Ocak’ında giyotine götürülen Kral 16. Louis’nin yanına idamdan hemen önce bir papaz gitmiş ve günah çıkartmasını söylemişti ama papazın Kral’a hitap şekli Fransızlar arasında hálá tartışmalıydı. ‘Majeste, günahlarından arın!’ demeye çekindiği, zira ‘majeste’ ünvanını kullanması halinde ihtilálcilerin Kral’dan sonra kendisini de giyotine yatırmaları ihtimalinin bulunduğu; ‘Louis!’ diye hitáp etmeyi ise kendine yakıştıramadığı söyleniyordu.
İşin aslını Paris Kontu Henry’ye sorduğumda, papazın Fransız Edebiyatı’na girmeye láyık bir hitap şekli bulduğunu ve ‘Sen, ey Aziz Louis’nin torunu! Günahlarından arın!’ dediğini söyledi. Kafası kesilen 16. Louis, Fransa’nın en büyük krallarından olan, 1226 ile 1270 seneleri arasında hüküm süren ve 1297’de aziz ilán edilip ‘Saint Louis’ yani ‘Aziz Louis’ olan Dokuzuncu Louis’nin soyundan geliyordu. Papaz, bu şekilde hitap ederek hem ihtilálcileri kızdırmamış, hem de birkaç dakika sonra ölecek olan Kral’ın kalbini kırmamış oluyordu.
Paris Kontu Henry, daha sonra ‘Papaz yaptığı işten öyle bir suçluluk hissi ve azap duymuş ki, Allah’ın huzurunda kendisini affettirebilmek için ailemin idamdan kurtulan mensuplarına sahip olduğu köy evinin kapılarını açmış ve hayatının sonuna kadar onlara hizmet edip bakmıştı’ dedi.
Ve küçük bir tashih, Fransa’nin idam edilen Kraliçesi Marie Antoinette’e atfedilen ‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler’ sözünün doğrusu:
Kraliçe, ihtilál günlerinde halkın aç olduğu için ayaklandığını söyleyenlere bu şekilde bir söz etmiştir ama ‘pasta’ değil, ‘brioche’ (okunuşu: briyoş) demiştir ve cümlenin doğrusu ‘Ekmek bulamıyorlarsa briyoş yesinler’ şeklindedir. Briyoş, bizim açmaları andıran hamurdan yapılmış yumurtalı ve içi marmelatlı Fransız çöreğidir.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2004
Anadolu Ajansı’nın hafta başında geçtiği bir haber, gazetelerde oldukça küçük şekilde yeraldı: Filistinli lider Yaser Arafat ‘Mescid-i Aksa’yı Türkiye’nin korumasını’ istemiş, Filistinli Bakan Salim Tamari de ‘Osmanlı Türk’ünün kıymetini bilemedik. İhanetin bedelini ödemeye devam ediyoruz’ demişti. Aynı sözleri bundan tam 73 yıl önce bir başka Arap lider, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Arap Yarımadası ile Ortadoğu’nun elimizden çıkmasıyla neticelenen Arap isyanını başlatan Şerif Hüseyin de etmiş ve 1931 Mayıs’ında sürgünde yaşadığı Amman’da ölüm döşeğindeyken ‘Osmanlı’ya kılıç çekmemeliydim. İhanetimin bedelini ödüyorum’ diye itirafta bulunmuştu. 73 yıl arayla aynı aylarda yapılan bu itiraflar, bana hiç de tesadüfmüş gibi gelmiyor.
ANADOLU Ajansı’nın hafta başında geçtiği ilginç bir haber Aláattin Çakıcı’nın kaçması, Erol Aksoy’un mallarına el konulması, Cumhurbaşkanı’nın YÖK yasasını veto etmesi gibi diğer haberlerin arasında geniş bir yer bulamadı ve kaynayıp gitti: Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat ‘Mescid-i Aksa’yı Türkiye’nin korumasını’ istemiş, Filistinli Bakan Salim Tamari de ‘Osmanlı Türk’ünün kıymetini bilemedik. İhanetin bedelini ödemeye devam ediyoruz’ demişti.
Yaser Arafat ve bakanı, bu sözleri Filistin’e giden Türkiye-Filistin Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun üyeleri ile görüştükleri sırada söylemişlerdi. Grubun başkanı olan AKP Manisa Milletvekili Hüseyin Tanrıverdi, gezi dönüşü TBMM’de bir basın toplantısı yaptı ve Yaser Arafat’ın ‘Türkiye gerçek dostumuzdur, bize yardım eder. Mescid-i Aksa’nın adını siz verdiniz. Orası sizin, siz koruyun’ dediğini söyledi. Yine Hüseyin Tanrıverdi’nin söylediklerine göre Filistinli Bakan Salim Tamari de ‘Osmanlı Türkü’nün kıymetini bilemedik. Onlara ihanet ettik. İhanetin bedelini ödedik, ödemeye devam ediyoruz’ diye yakınmıştı.
Arafat’ın söyledikleri beni önce şaşırttı. Filistinli lider ‘Mescid-i Aksa’nın adını siz verdiniz’ derken hata ediyordu, üstelik bu hata öyle pek küçük değil, oldukça büyüktü; zira Kudüs’teki meşhur ‘Mescid-i Aksa’ya bu ismi biz vermemiştik. ‘Mescid-i Aksa’ sözü Kur’an’da geçerdi ve cami, Hazreti Muhammed’in miraca çıkmasından bahseden İsra Suresi’nde aynen bu adla anılırdı. Demek ki Yaser Arafat çektiği sıkıntıların, yaşının ve hastalığının etkisiyle artık böyle hatalar yapmaya başlamıştı.
Ama Arafat’ın bakanının, yani Salim Tamari’nin sözlerini okuyunca, ‘Ben böyle günah çıkarmaları daha önce bir yerlerden işitmiştim’ diye düşündüm. Bu ifadeler Ortadoğu’nun bir başka liderinin, bundan tam 73 sene önce söyledikleriyle tıpatıp aynıydı: Arap Yarımadası’nın ve Ortadoğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda elimizden çıkmasıyla neticelenen Arap isyanını başlatan Mekke Şerifi Hüseyin’in 1931 Mayıs’ında Amman’da ölüm döşeğinde iken söylediği son sözleriyle...
MEĞERSE DİNDEN ÇIKMIŞIZ!
İşte, bize karşı ilán ettiği cihadla onbinlerce askerimizin çöllerde can vermesine sebep olan Şerif Hüseyin’in isyanının ve seneler sonraki pişmanlığının kısa öyküsü:
Bizim ‘Şerif Hüseyin’ dediğimiz Hüseyin bin Ali, 1856’da Mekke’de doğdu. Sultan Abdülhamid’in iktidarı sırasında Arap bağımsızlığı hevesine düştüğü farkedilince İstanbul’dan ayrılması yasaklandı. Senelerce evinden dışarıya adım atamadı ama Abdülhamid’i deviren İttihadçılar akıl almaz bir iş yapıp Hüseyin’i Mekke’ye ‘Emir’ tayin ettiler.
Derken Birinci Dünya Savaşı patladı ve Hüseyin’in İngilizler’le çok önceden başlayan teması semeresini verdi, kendisini ‘Hicaz Kralı’ ilán etti ve zamanın hükümdarı Sultan Reşad’ın ilán ettiği cihada karşı iki ayrı cihad bildirisiyle cevap verdi.
26 Haziran 1916 tarihli ilk bildirisi ‘...Türkler dinden çıktılar. İslám’ın kanunlarını ve geleneklerini ihlál ediyorlar. Artık Allah’ın emirlerine uymuyor, emredilenin aksini yapıyor, biz Araplar’ın asırlardır devam edegelen ádetlerine saygı göstermiyorlar’ diye başlıyor, ‘Araplar’ın Türk idaresine karşı cihada girişmeleri farzdır...’ sözleriyle bitiyordu. 10 Eylül 1916’daki ikinci bildirisinde ise ‘...İslam dünyasındaki bütün kardeşlerimi bu yıkıcı, bozguncu, aptal ve alçak kişilere (yani, biz Türkler’e) itaat etmemeye çağırıyorum. Allah’a itaat etmeyenlere itaat edilmez!’ diyordu.
İngilizler’in meşhur casusu Lawrens’in Arap kabilelere dağıttığı altınlar Arap dünyasına İstanbul’daki Sultan-Halife’nin ilán ettiği cihaddan daha cazip geldi ve Şerif Hüseyin’in başlatığı isyanla sadece Arap Yarımadası’nı ve Ortadoğu’yu değil, onbinlerce askerimizi de geri gelmemecesine oralarda bıraktık.
BUNLAR TESADÜF DEĞİL
Ama bizim uğradığımız bütün bu kayıplar Şerif Hüseyin’e de birşey kazandırmadı ve hayalleri boş çıktı. Krallığından sonra ilán ettiği hiláfetini kendisine bağlı birkaç kabile dışında hiç kimse tanımadı, sonra talihi tersine döndü ve Arabistan Krallığı tahtını 1924’te Suudi Arabistan’ın şimdiki hákimi olan Suudi hanedanının kurucusu İbn-i Suud’a terkedip Kıbrıs’a kaçmak zorunda kaldı.
Şerif Hüseyin, 1931 Haziran’ının ilk haftasında Amman’da, sürgünde öldü. Başında bekleyenler ölümünden birkaç gün önce, henüz kendisini kaybetmediği sırada ‘Osmanlı’ya kılıç çekmemeliydim. İhanetimin bedelini ödüyorum’ diye sayıkladığını ve liderliğini yaptığı isyanın ailesinin üzerine bir lánet, bir şeamet getirmesi endişeleri içerisinde can verdiğine şahit oldular. Derken, oğullarının hiçbiri yatağında can veremedi, ya bir suikastte yahut şaibeli ameliyatlarda ölüp gittiler. Uğursuzluk torunlarına kadar uzandı ve soyundan gelen birçok kral hayattan aynı şekilde ayrıldı.
Aradan tam 73 yıl geçtikten sonra bir başka Arap liderin ‘Osmanlı Türk’ünün kıymetini bilemedik. İhanetin bedelini ödemeye devam ediyoruz’ demesi bana hiç de tesadüfmüş gibi gelmiyor.
Filistin’in halini padişah torunundan okuyun
KUDÜS’te 401 sene boyunca devam eden hákimiyetimiz, İngiliz Generali Sir Edmund Henry Hynmann Allenby’nin 1917’nin 9 Aralık günü Araplar’ın ‘Babu’l-Halil’ yani ‘Hazreti İbrahim Kapısı’ mánásına gelen ‘Halil Kapısı’ dedikleri Yafa Kapısı’ndan şehre girmesiyle noktalanmıştı.
1914’te durup dururken girdiğimiz dünya savaşı sonrasında çöken cephelerimizin arasında Filistin de vardı. İngiliz ordusunun 7 Kasım 1917’de başlattığı son saldırıya karşı koyamamış ve çekilmeye başlamıştık. Önce Gazze’yi verdik, sonra 120 kilometre geriye gittik ve Suriye’de tutunmaya çalıştığımız sırada Filistin’in tamamı bir anda elimizden çıkıverdi.
Tam 401 sene boyunca başında İstanbul’dan giden idarecilerin bulunduğu Kudüs artık İngilizler’indi. ‘Böyle kutsal bir şehre at üzerinde girilmez’ diyen General Allenby, 9 Aralık’ta Yafa Kapısı’ndan Kudüs’e adımını attığı sırada birçok Avrupa ülkesinde kiliseler ‘zafer çanı’ çalmadaydı.
Şimdi, bütün bunları yazdığım için her zamanki málum teranelerle ‘Araplar isyan değil, bağımsızlık hareketi içerisindeydiler. Üstelik, Filistin’de Türkler’e karşı savaşmamışlardı’ diyecek olanlara peşinen söyleyeyim: Oturun ve en azından Allenby’nin hatıralarını okuyun!
Filistin’de bugünlerde yaşanan insanlık dramının daha derin boyutunu anlamak isteyenlere de bir kitap tavsiye edeyim: Osmanlı hükümdarı Beşinci Murad’ın soyundan gelen çok önemli bir Fransız gazetecinin, Kenize Murad’ın son çıkan kitabını, ‘Toprağımızın Kokusu’nu...
Káni gitti, bu iş bitti!
KLASİK Türk Müziği, bir ay içerisinde ikinci üstadını da kaybetti. 4 Mayıs günü hayata veda eden tanburun büyük ismi Ercümend Batanay’ın ardından dün sabah da klasik icranın son büyük üstadı Káni Karaca da, gemiler geçmeyen ummána göçtü.
Adana’da 1930’da doğan Káni Karaca’nın gözleri henüz iki aylıkken görmez olmuş ama gönül gözü açılmış, ilkokul sıralarındayken Kur’an’ı hıfzetmiş, 1950’de geldiği İstanbul’da Sadeddin Kaynak, Sadeddin Heper, Münir Nureddin Selçuk, Hafız Ali Efendi, Nuri Halil Poyraz ve Refik Fersan gibi o günlerin en büyük üstadlarından dersler almış ve hem dini, hem de dindışı musikide emsalsiz bir yere ulaşmıştı.
Bundan üç sene önce, benim evimde Káni’nin önüne video kamerayı yerleştirmiş, bir gün ve gece boyunca bütün hayatını kaydetmiştim. Anlattıkları, gözleri görmediği için ayak bağı olur endişesiyle yaşaması bile istenmeyen bir çocuğun azmi ve sebatı sayesinde zamanla nasıl üstadlık mevkiine yükselebileceğinin ders mahiyetindeki örneğiydi.
Klasik müziğimize 1980 sonrasındaki siyasi gelişmelerin etkisiyle hákim olan ‘mistik hava’nın bu geleneksel sanatımızın kimliğini nasıl değiştirdiği ve nasıl zarar verdiği bilmem dikkatinizi çekti mi? Klasik eserler, hattá saz eserleri bile dini kıyafete büründü, müziğin dinamizmi yokoldu, şarkılar mevlid, iláhiler şarkı gibi okunur hále geldi ve kesin sınırlarla ayrılmış olan dini ve dindışı yani klasik musikimiz kalın perdelerden mırıldanılan, ne olduğu anlaşılmaz ama eski icra ile yetişmiş olanları ikrah ettiren bir uğultu hálini aldı.
Káni Karaca’nın büyüklüğü de buradaydı, zira Káni, her tür musiki eserini yerli yerinde, kurallarına uygun ve mükemmel şekilde icra eden son üstaddı. Klasikler onun terennümüyle eski devrin tantanasını aksettirir, dini eserler ise dinleyeni uhrevi bir álemin içine alırdı.
Yazının başlığında ‘Káni gitti, bu iş bitti!’ dememin sebebi de bu... Artık dini ve dindışı musikiyi gereği gibi icra edebilecek tek bir kişinin bile kalmamış olması...
Açıkça söyleyeyim: Káni Karaca’dan sonra, Klasik Türk Müziği’nde geleneksel icra artık bitmiştir!
Benim gibi hastalık derecesindeki Káni meraklıları, bu büyük san’atkárı bundan böyle sahip olduğumuz nadir kayıtlarından dinlerken, beraberce geçirdiğimiz kahkaha dolu anları hasretle yádedeceğiz.
1981 Nisan’ında kaybettiğimiz Münir Nureddin Selçuk’un cenazesinin defninden hemen sonra ziyaretine gittiğimiz rahmetli Fahire Fersan, ‘Bugün iki fatiha okudum’ demişti. ‘Biri tááá çocukluktan beri arkadaşım olan Münir’e, öteki de musikiye...’
Yüzlerce senelik macerası dün sabah Káni ile noktalanan musikiye bugün değil fatiha okumak, hatim indirmek bile az gelir!
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2004
<B>TÜRKİYE’</B>de son zamanlarda padişah soyundan gelen hemen herkesi <B>‘şehzade’ </B>ve <B>‘sultan’</B> yapar olduk. Bu unvan meselesi Osmanlı hükümdarı Sultan Reşad’ın torununun torunu Prenses Nur ile Ürdün veliahtı Prens Hamza’nın dün dünyaevine girmeleri münasebetiyle yeniden gündeme geldi ve Osmanlı hanedan protokolüne göre hiçbir unvanı bulunmayan Ürdün Prensesi Nur, basında birdenbire ‘Osmanlı Sultanı’ yapıldı.
Kral veya padişah soyundan gelen bir kişinin batı dillerindeki karşılığı ‘prens’ ve ‘prenses’ demek olan ‘şehzade’ ve ‘sultan’ unvanlarını taşıyabilmesi için sadece Osmanlı geleneğinde değil, bütün dünya kraliyet protokollerinde tek bir kural geçerlidir: O kişinin hükümdarla baba tarafından kan bağının bulunması.
Batı dünyasında bir imparatorun veya kralın oğlu ‘prens’, kızı ise‘prenses’tir; prensin çocukları da prens yahut prenses olurlar ancak asalet unvanı prenseste son bulur, prensesin çocukları herhangi bir unvan taşımazlar, bu kişiler için batıda ‘saygıdeğer hanımefendi’, ‘saygıdeğer beyefendi’ gibisinden bir hitap kullanılır. Prensesin torunları ise unvansız, sıradan kişilerdir.
Bu kural, Osmanlı protokolünde de geçerlidir. Padişahın erkek ve kız çocukları ‘prens’ ve ‘prenses’ demek olan ‘şehzade’ ve ‘sultan’ unvanını taşırlar. Şehzadelerin çocukları da aynı şekilde ‘şehzade’ ve ‘sultan’dır ama sultanların çocukları böyle bir unvan kullanamazlar. Bir sultanın oğluna‘beyzade’, kızına ise ‘hanımsultan’ denir. Daha sonraki nesiller herhangi bir unvan taşımaz ve bu kişiler ‘hanedan mensubu’ değil, sadece ‘aile üyesi’ sayılırlar.
Aynı kural, Sultan Reşad’ın dün dünyaevine giren torunu Prenses Nur için de geçerli. Nur prensestir ama ‘sultan’ değildir, zira Osmanlı hanedanı ile bağlantısı babasının annesi tarafındandır ve dolayısıyla Osmanlı protokolüne göre ‘hanedan’ değil ‘aile’ mensubudur ve herhangi asalet unvanı yoktur. Babası Prens Asım, Sultan Reşad’ın torunu Mihrimah Sultan’ın oğludur ama padişahın kız tarafından torunu olması nedeniyle o da ‘şehzade’ veya ‘prens’ değildir. Taşıdığı ‘prens’ unvanını baba tarafından almıştır, zira Ürdün’ün ilk Kralı Abdullah’ın oğlu Prens Naif’in çocuğudur ve Osmanlı değil, Ürdün Prensi’dir. Kızı Nur’un prensesliği babası Asım’dan gelmektedir ve o da aynı şekilde Osmanlı değil, Ürdün Prensesi’dir.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2004
Bugün ‘türban’ dediğimiz ve gece-gündüz tartışır olduğumuz omuzlara kadar inen başörtüsü modelinin ilk defa nerede ortaya çıktığını acaba hiç merak ettiniz mi? İslami terminolojideki ismi ‘hicab’ olan bu modeli 1970’li yılların başında Lübnan’da yaşayan üst düzeyde İranlı bir din adamı, Hüccetülislam Musa Sadr, Güney Lübnanlı Şii kadınları bölgeye hákim olan Filistinli gerillaların tacizinden koruyabilmek için yaratmıştı.
1979’daki İran Devrimi’nin de benimsemesiyle model bütün İslam dünyasına yayıldı, bir ideoloji ve kimlik alámeti halini aldı ve bu arada biz de ithal ediverdik. Kimsenin ne giydiğine karışmak hiç ádetim değildir ama türbana içim bir türlü ısınamıyor, zira bana hiç de estetik gelmiyor ve örtünme konusunda asırlar boyunca kendi modasını kendisi yaratıp zarif bir çizgi yaratmış olan Türk kadınının Lübnan’dan örtünme modeli ithal etmeye ihtiyaç hissetmesinin sebebini bir türlü anlayamıyorum.
Önce, bir hususu açıkça ifade edeyim:
Artık dur-durak bilmez hale gelen türban inatlaşmasından bıkanlar arasındayım. ‘Canı isteyen başını örtsün ama bunu siyasi vasıta háline getirmesinler’ demek istiyorum ama işin içine bugünün türbanı girince bir türlü diyemiyorum.
Diyemememin sebebi ideolojik değil, sadece ve sadece estetik! Zira başı tamamen örttükten sonra omuzlara inen, sırttan bele doğru genişçe bir üçgen halinde dökülen ve adına şimdilerde ‘türban’ dediğimiz bu örtü bana hiç mi hiç estetik gelmiyor. Üstelik bizim değil, ithal...
Bu örtünme biçiminin ilk defa nerede göründüğünü, İslam dünyasına nasıl yayıldığını ve hangi yolla bize kadar geldiğini acaba hiç merak ettiniz mi?
‘Türban’ sözü, 18. asrın sonlarında Fransa’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris elçisi Moralı Esseyid Ali Efendi’nin sarığının verdiği ilhamla ortaya çıktı. Paris sosyetesine mensup hanımlar 1790’ların sonunda Ali Efendi’nin sarığına benzer şapkalar takmaya, saçlarını kıymetli kumaşlarla sarmaya başlamışlardı ve bu yeni moda ‘türban’ adını aldı. Sarıkta kullanılan, bugün ‘tülbent’ dediğimiz ve Farsça aslı ‘dülbend’ olan kelime Fransızca’da ‘turban’a dönmüştü!
Örtünmenin İslami terminolojideki karşılığı ise, ‘hicab’ sözüydü ve her çeşit başörtüsünün genel karşılığı, Arapça’da ‘bakışlardan gizlenmek’ ve ‘saklanmak’ demek olan ‘hecebe’ kökünden gelen ‘hicab’ kelimesiydi.
Bugünün ‘türban’ dediğimiz ve omuzlara kadar inen başörtüsü, ilk defa 1970’lerin başında, Lübnan’da ortaya çıktı. Modelin yaratıcısı, üst düzeyde bir din adamıydı: Lübnanlı Şiiler’in lideri olan Hüccetülislam Musa Sadr... Ama koskoca Hüccetülislam’ın moda yaratmayı düşünecek háli yoktu ve model herhangi bir dini düşünceyle değil güvenlik maksadıyla ve Şii kadınların tehlikeden korunmaları için ortaya çıkmıştı!
TACİZ TEHDİTLERİ
Şiiler, Lübnan’ın güneyinde çoğunluktaydılar ama bölge 70’li yılların başından itibaren Filistinli gerillaların kontrolü altına girmişti. Kral Hüseyin’in Ürdün’den kovduğu gerillalar, sivil Filistinlilerle beraber Güney Lübnan’a yerleşmiş vaziyetteydiler. Askeri bakımdan zayıf olan Lübnan hükümeti, topraklarındaki siláhlı milislere karşı birşey yapamıyordu ve ülkenin güneyi Filistinliler’in kontrolündeydi.
İşin askeri yönünden başka bir de sosyal boyutu vardı ve Şii Lübnanlılar ile Filistinli gerillalar arasında her an bir gerilim yaşanıyor, gittikçe artan ekonomik sıkıntılara Şii kadınların gerillalar tarafından taciz edilmeleri gibi günlük rahatsızlıklar da ekleniyordu.
Yaratıcılığını Hüccetülislam Musa Sadr’ın yaptığı bugünün türbanı işte bu gibi rahatsızlıklardan, özellikle de Şiiler’in sık sık uğradıkları tacizlerden doğdu ve kısa bir müddet sonra çarşafa bürünmemiş olan hemen bütün Şii kadınlar bir örnek giyinir oldular.
Musa Sadr, Şah dönemi İran’ının en büyük gazetesi ‘Kayhan’ın başında bulunan ve İran’ın en güçlü gazetecisi olan Emir Tahiri’ye 1975 yılında Beyrut’ta verdiği demeçte modeli bizzat hazırladığını anlattıktan sonra ‘İlhamımı Batı dünyasının kilise resimlerinden ve Lübnan’daki Katolik rahibelerin kulladıkları başörtülerden aldım’ diyecekti. Sadr’a göre Lübnanlı Şii kadınlar bu yeni örtünme biçimi sayesinde diğer dinlerden ve mezheplerden olan hemcinslerinden apayrı bir görünüm kazanırlarken tacize ve tecavüze uğrama ihtimalleri de en aza inmişti, zira yeni oluşmaya başlamış olan siláhlı Şii hareketinin de koruması altına girmişlerdi.
Hicab, Lübnan’dan ilk olarak İran’a ihraç edildi ve Şah’ın gidişini hazırlayan olayların başladığı 1977 sonbaharında Tahran’da yönetim aleyhinde yapılan gösterilerde ortaya çıktı. Şah karşıtı kadınların bir kısmı hicaba bürünmüşlerdi. Sürgünde yaşayan ve 1979’da Şah’ın devrilmesiyle sürgünden dönen İmam Humeyni’yi Tahran’ın Mehrábád havaalanında karşılayan yüzbinlerce İranlı kadının arasında da artık binlerce hicablı kadın vardı.
KİMLİKALÁMETİOLDU
Yeni tip başörtüsü, İslam Devrimi’nden sonra önce İran’da, hemen ardından da bütün İslam dünyasında bir kimlik alámeti halini aldı. Dr. Ali Şeriati ile beraber İran Devrimi’nin fikri temellerini ortaya koyan Ayetullah Murtaza Mutahhari, Şah karşıtı ayaklanmalar sırasında yayınladığı ‘Hicab-ı İslami’, yani ‘İslami Örtünme’ isimli kitabında ‘Müslüman kadının niçin kapanması gerektiği’ konusunu ele alacak, Kur’an’ın ‘Nur’ ve ‘Ahzab’ surelerinde emredilen örtünme biçiminin omuzlara kadar uzanan başörtüsü olduğunu yazacaktı.
Ayetullah Mutahhari’nin dini kimliğini belirlediği hicab, İran’da 1981’de yayınlanan ‘Kadınlar İçin İslami Giyim Yönetmeliği’ne girdi. Yönetmelikte çarşafın ve bu tür başörtüsünün İslam’a en uygun örtünme biçimi olduğu söyleniyordu ama İranlı kadınlar başörtüsü seçiminde serbest bırakıldılar. Çarşafa bürünmek yahut yüzü kapatmak mecburiyeti getirilmedi, sadece yüzlerin açıkta kalacak şekilde kapanması emredildi. Şehirli kadınlar genellikle çenenin altından düğümlenen normal başörtüsünü tercih ederlerken devrim yolunda çaba gösteren kadınlar şimdi ‘türban’ dediğimiz örtünme biçimine uydular, kırsal kesim ise eskiden olduğu gibi çarşaflı kaldı. İran’da bugün bizde bilinenin aksine çarşaf yahut omuzları kapatan türban mecburiyeti hiçbir zaman konmadı.
İTHALENEGEREKVAR
Günümüzün türbanı işte böyle doğdu ve İran Devrimi sırasında kazandığı popülarite zamanla ideoloji sembolü ve siyasi kimlik vasıtası olarak bütün İslam dünyasına yayıldı ve bize kadar geldi. Modelin ortaya nasıl çıktığını Musa Sadr’dan bizzat dinlemiş olan İranlı gazeteci Emir Tahiri’nin ‘New York Post’ Gazetesi’nde 2003’ün 15 Ağustos’unda çıkan yazısını ise farketmedik bile...
Türkçe’de bugün ‘türban’ dediğimiz ‘hicab’ın macerası, işte kısaca böyle... Yukarıda da söyledim, kimin başına ne örttüğü beni artık hiç mi hiç ilgilendirmiyor ama Lübnan malı hicaba da içim bir türlü ısınamıyor, zira estetik hoşluğu yok!
Örtünme konusunda asırlar boyunca kendi modasını kendisi yaratmış ve yaşmak, ferace, kadın fesi, felek tabancası, hotoz, maşlah, tandırbaş, yemeni, kundak yemeni, salma yemeni yahut tepelik gibi çeşit çeşit modellerle zarif bir çizgi yakalamış olan Türk kadınının Lübnan’dan örtünme modeli ithal etmeye ihtiyaç hissetmesinin sebebini bir türlü anlayamıyorum.
Türbanın mucidi Musa Sadr’ı Kaddafi ortadan kaldırmıştı
OMUZLARI kapatan ve adına şimdi ‘türban’ dediğimiz başörtüsü biçiminin yaratıcı olan Seyyid Musa es-Sadr, İranlı idi. İran’ın dini ilimler merkezi olan Kum şehrinde, 1928’in 15 Mayıs günü dünyaya geldi. Kum’da ve Tahran’da dini eğitim aldı, ‘Mekteb-i İslam’ adında bir dergi çıkarttı ve bir müddet Kum’daki medreselerde hocalık edip ‘Hüccetülislam’ derecesine yükseldi.
Musa Sadr, Seyyid Abdülhüseyin Şerefeddin’in 1960 yılında ölümüyle dini otorite boşluğuna düşen Güney Lübnanlı Şiiler’i toparlamak maksadıyla Lübnan’ın Sur şehrine yerleşti ve kısa sürede bölgenin en güçlü dini lideri oldu. 1969’da kurulan ‘Yüksek Şii Konseyi’nin başkanlığına gelmesiyle ‘imam’ unvanını aldı, bu arada çok sayıda vakıf ve okul kurdu, 1971’de İsrail’e karşı mücadele etmek maksadıyla Müslüman ve Hristiyan din adamlarından meydana gelen bir diğer dini konseyi hayata geçirdi.
1974 ilkbaharında kurduğu ve ‘Mahrum Bırakılmışlar, Ezilmişler Hareketi’ diye tercüme edebileceğimiz ‘Hareketu’l-Mahrumin’ isimli örgüt, Musa Sadr’ın en güçlü eseriydi. Örgüt, Lübnanlı Şiiler’in sosyal alanda refaha ulaşması için çaba gösterecekti ancak ülkede iç savaşın patlaması üzerine etkisiz kalınca Musa Sadr bu defa da siláhlı bir diğer grubu organize etti. ‘AMAL’ isimli bu örgüt Şiiler’in hem siyasi hem de askeri gücü olacak ve 1990’lı yıllara kadar adından sıkça bahsettirecekti.
Aslen İranlı olmasına rağmen Lübnan’ın siyasi hayatında son derece etkili olan Musa Sadr, 1978 Ağustos’unda, Güney Lübnan’daki Filistinli mülteciler konusunda temaslarda bulunmak maksadıyla Libya’ya gitti ama bu, onun son siyasi faaliyeti oldu ve Sadr’dan bir daha haber alınamadı. Libyalılar İmam’ın Muammer Kaddafi ile görüştükten sonra Roma’ya giden bir uçağa bindiğini iddia ettiler, İtalya ise Sadr’ın uçakta bulunmadığını açıkladı ve dini lider kayboldu!
Ailesi, özellikle de kızkardeşi, Sadr’ın Libya’da bir zindanda tutulduğunu ve halen hayatta olduğunu iddia ederken, Şii dünyası Musa Sadr ile kayıp 12. İmam Mehdi arasında bir benzerlik kuruyor ve İmam Musa Sadr’ın da günün birinde Mehdi gibi yeniden ortaya çıkacağına inanıyor.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2004
Başrolünü Brad Pitt’in oynadığı film sayesinde yeniden gündeme gelen eski Yunan mitolojisi ve Truva savaşı, aslında seks skandallarıyla dolu bir entrikalar yumağıdır. Kimin elinin kimin cebinde olduğu belli değildir, tanrısından tanrıçasına, kralından kraliçesine, prensine ve sokaktaki adamına kadar sınıf ve hattá cinsiyet farkı gözetmeksizin herkes birbirini baştan çıkartır ve entrika, kan, gözyaşı, ihanet dizboyudur. Kocasını aldatıp Truva Savaşı’na sebep olan Isparta Kraliçesi Helen’in annesi, Tanrılar Tanrısı Zeus’u baştan çıkarmış; Helen’i kaçıran Prens Paris ise daha önce Helen’in erkek yeğenine tecavüz etmiştir. İşte, Truva’dan Dallas dizisindeki skandallara parmak ısırtacak birkaç bilinmeyen öykü...
ESKİ Yunan mitolojisi, başrolünü Brad Pitt’in oynadığı ‘Truva’ filmi sayesinde, birkaç hafta boyunca gündemimizi işgal edecek.
Bildiğinizden eminim: Yunan mitolojisinde kimin elinin kimin cebinde olduğu pek belli değildir. Tanrısından tanrıçasına, kralından kraliçesine, prensine ve sokaktaki adamına kadar sınıf ve hattá cinsiyet farkı gözetmeksizin herkes birbirini baştan çıkartır ve bu arada entrika, kan, gözyaşı ve ihanet diz boyudur.
Truva Savaşı işte bu karmaşık ilişkiler ağından yalnızca biridir ama zamanla efsaneleşen Truva öyküsünden tek bir kaynakta, İsa’dan önce sekizinci asırda yaşamış olan şair Homer’in meşhur destanı ‘İliad’da sözedilir. Savaşın başka hiçbir yerde kaydı yoktur ve bir kesim Truva’nın sadece şairin hayalinde varolduğunu iddia ederken bir diğer kesim Homer’in doğru söylediğine inanır ve arkeologlar bir buçuk asırdan buyana Çanakkale taraflarında vaktiyle Truva olduğuna inanılan yeri kazıp dururlar.
Homer’in Truva’sı hakkında özellikle bu son filmden sonra gerçi hemen her yerde çok şeyler yazılıp söylendi ve söylenecek ama ben savaşın neden çıktığını tek bir cümleyle ifade edeyim: Bir kadının, Isparta’nın -Anadolu’daki değil, Yunanistan’daki Isparta, yani ‘Sparta’- Kraliçesi Helen’in ihaneti yüzünden.
Helen, kocası Kral Menelaos’u boynuzlayıp Truva’nın yakışıklı prensi Paris’e kaçınca Anadolu’nun Ege kıyıları tam on yıl boyunca kana boyandı ve Helen’in macerası, koskoca bir uygarlığın sonunu getirdi.
Başkalarına gönül verip ortalığı birbirine sokma merakı, ‘dünyanın en güzel kadını’ olduğu söylenen Helen’e annesi Leda’dan miras kalmıştı ama Leda bu işte kızından fersah fersah ileri gitmiş ve kralları yahut prensleri değil, Tanrı Zeus’u baştan çıkartmıştı.
KRAL’DAN TANRI’YA KAÇTI
Kral Thestius’un kızı olan Leda, Tindareus adında genç bir kralla evlendirildi ama evliliği boyunca gözü hep dışarıda oldu ve hiç rahat durmadı. Bu arada canı şöyle güzel bir kadın çeken büyük Tanrı Zeus’un gözü Leda’ya takıldı ve çapkın kraliçeye kuğu şeklinde göründü, kraliçe kuğuyu bağrına bastı ve hamile kalıverdi! Ama normal bir doğum yapmak yerine yumurtlamayı tercih etti, iki ‘yumurta’ doğurdu ve her bir yumurtadan iki çocuk çıktı. Yumurtaların ilkinde kocası Tindareus’tan olan çocukları; diğerinde ise Zeus ile münasebetinin meyveleri vardı: Sonradan Isparta’ya kraliçe olan Helen ve savaşçı Polideuces.
Helen, annesinin kuğu ile olan kaçamağı sayesinde ‘yarı tanrı’ özelliklere sahipti ama insani vasıfları, daha doğrusu erkek merakı tanrısal kimliğinden daha ağır basmadaydı. İlk gençlik yıllarından itibaren ‘dünyanın en güzel dişisi’ diye bilinirdi ve bu güzelliği yüzünden daha çocuk yaşındayken kaçırılıp bir yere kapatıldı ve olgun yaşa ulaşması beklendi.
Uzun yıllar hapis hayatı yaşadıktan sonra başına bir iş gelmeden kurtarıldı ve annesine teslim edildi. Yunanistan’da hemen herkes artık dünyanın en güzel kadını kabul edilen Helen’e koca arama derdine düşmüştü. Talipler arasında bulunan Isparta Kralı Menelaos üzerinde karar kılındı, Helen anlı şanlı bir düğünle Isparta’ya gelin edildi ve birkaç sene sonra bir kızı oldu.
Ama hem annesinden, hem de babasından aldığı çapkınlık genleri yüzünden bir türlü rahat duramadı, etrafındaki erkeklerle ilgilenmeye başladı ve saraylarına misafir gelen Truva Kralı Priamos’un yakışıklı oğlu Paris ile beraber Truva’ya kaçıverdi.
KOCASI GEÇMİŞİ UNUTTU
Helen yüzünden çıkan savaş tam on yıl devam etti, Truva yerle bir oldu, Kral Menelaos ise geçmişi unutup Helen’i tekrar kabul etti ve alıp eski memleketine, Isparta’ya götürdü.
Truva Savaşı, işte Helen’in kocası Kral Menelaos’u böyle birdenbire boynuzlamasıyla başladı ama bir uygarlığın da sonunu getirdi. Truva’daki mücadele Homer’in ‘İliad’ isimli eserine konu olmasından sonra dünyanın en meşhur savaşlarından biri haline geldi ve zamanla ‘Yunan-Anadolu savaşı’ şeklinde yorumlanır oldu. Zira Truva ‘Helen’ yani Yunan değil, bir Anadolu medemiyetiydi, Truvalılar Anadolu’da binlerce sene önce varolan Luvi dilini konuşuyorlardı ve şehrin bundan mührü de bu dilde kazılmıştı.
TRUVA, YUNAN DEĞİLDİ
Mustafa Kemal Paşa’nın, 1922’deki büyük zaferden sonra İzmir’e uzanırken beraberindekilere söylediği iddia edilen ‘Truva’nın öcünü aldık’ sözünün temelinde de Truva’nın bir Anadolu şehri olduğu inancı vardı. Paşa, binlerce sene önce Yunan istilásıyla ortadan kalkan Truva’nın Yunan değil ‘Anadolu şehri’ olduğunu hatırlatarak zarif bir benzetme yapmakta ve Afyon’da kazandığı zaferin Anadolu’nun Yunanistan’dan binlerce sene sonra alınmış intikamı olduğunu söylemekteydi.
Savaşın temelinde işte böyle bir aşk ve ihanet macerası yatıyor ve Truva Macerası’nda Leda ile Helen’in öyküsü dışında daha yüzlerce skandal var. Bu skandalların bir diğeri, Prens Paris’in sadece Helen’i değil, Helen’in kocası Kral Menelaos’un yeğenlerinden bir delikanlıyı da ayartması.
Truva macerasının bu pek bilinmeyen yönü, aşağıdaki kutuda ayrıntılarıyla yeralıyor.
İşte, Truva’nın gerçek destanı
ELİAS Petropulos ile Mary Koukoules, Paris’te yaşayan entellektüel bir Yunanlı çiftti. Kültür tarihçisi ve şehir folklorcusu olan ve hayata geçtiğimiz aylarda veda eden Petropulos çok sayıda eser vermiş, bugün Türkiye’de de dinlenen ve ‘Rebetika’ denilen unutulmuş müzik türünü, bu konuda yazdığı binlerce sayfalık eserden sonra canlandırıp milyonlara tanıtmıştı.
Petropulos’un eşi Mary Koukoules’in de çok sayıda yayını vardı ve 1983’te sadece 303 adet basılmış olan ‘Loose-Tongued Greeks’ yani ‘Geveze Yunanlılar’ isimli eseri, bu yayınların en önemlisiydi. Koukoules, kitabında Yunan erotik folklorunun binlerce senelik geçmişinden örnekler veriyor, bu arada Truva Savaşları konusunda asırlar öncesinden kalan ve hálá dillerden düşmeyen mizahi ve erotik şiirleri de yayınlıyordu.
Aşağıda yeralan metin, bunlardan biri. Ben, orijinal Yunancası bizim aruz vezninin benzeri olan ‘hexametron’ ile yazılmış olan şiiri John Taylor’un İngilizce tercümesinden Türkçe’ye naklettim ve bu nakilde asıl metne az da olsa sadık kalabilmek için 7+7’lik hece veznini kullandım.
İşte, Koukoules’in kitabında yeralan ve Prens Paris’in Kraliçe Helen’in yanısıra Helen’in yeğeni olan genç bir delikanlıyla yaşadıklarını anlatan bu uzun destanın kısa bir bölümü:
HERŞEY ÇADIRDA OLUP BİTTİ
Priamos’un oğlu Paris yakışıklıydı,
Ne kadar kadın varsa, hepsini kandırırdı
Menelaos nasılsa bunu unutuverdi,
Ve Paris’i bir zaman saraya davet etti.
Menelaos’un bir de erkek yeğeni vardı
Paris’in gözleriyse gencin kalçasındaydı
Yeğenin aklı-fikri gitti Paris’te kaldı
Kadınlar ona neden hayrandırlar anladı,
O gece Paris girdi yeğenin yatağına
Tam sekiz kez erdiler hiç durmadan vuslata
Fena bir tesadüfle Helen onları gördü
Kıskandı ve Paris’in olmaya yemin etti
Ertesi gün kocası erkenden ava çıktı,
Helen gidip Paris’in çadırına sığındı.
Çadırın perdesini yırtarcasına açtı,
Paris aptal değil ya! İsteneni anladı!
Helen’in talebine ánında cevap verdi,
Ve bu işler gün boyu durmadan devam etti
Kadın, Menelaos’la artık hiç kalamazdı
Zira bu zevki daha önce hiç tatmamıştı.
Paris ile beraber Isparta’yı terketti,
Karşı sahile geçip Truva’ya yerleşti.
Çadırda olanları orda her gün yaşadı,
Günler, geceler boyu neler, ne işler yaptı.
Toprak, dağlar, dereler hep Helen’i konuştu,
Fakat geride kalan kocası fena coştu.
.....
Menelaos ağladı sonra ordu topladı,
İşte Truva şehri böyle bu yüzden battı,
Onlar savaşırlarken Zeus pek meşgul idi,
Fahişe Hera ile gününü gün ederdi.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2004
Amerikalılar’ın, özellikle de Lynndie Rana England adındaki 22 yaşındaki kadın askerin Bağdat’taki Ebu Garip Hapishanesi’ndeki marifetleri, Majesteleri İngiltere Kraliçesi’ne bağlı Lancashire Alayı’ndaki askerlerin Iraklı esirlerin kafalarına torba geçirip üzerlerine işemeleri rezaletini gölgede bıraktı ve İngilizler’in yaptıkları Amerikalılar’ın ettiklerinin yanında ikinci planda kaldı. Ama, Lancashire Alayı’nın rezaleti bizi Amerikalılar’ın işkencelerinden daha fazla ilgilendirmeliydi, zira bu alay ile çok daha öncelerden gayet iyi tanışıyorduk ve onlara geçmişte 2-1 mağlup olmuştuk. Lancashire’e bağlı birlikleri Çanakkale’de perişan etmiş, Süveyş Kanalı’nda ve Irak çöllerinde ise onlar bizi yenmişlerdi.
DÜNYA, bir haftadır Amerikan ve İngiliz askerlerinin Bağdat’taki Ebu Garip Hapishanesi’ne kapattıkları Iraklı esirlere yaptıkları işkenceleri midesi bulanarak, hatta insanlığından nefret ederek tartışıyor.
Amerikalılar’ın, özellikle de Lynndie Rana England adındaki 22 yaşındaki kadın askerin marifetlerini artık hepimiz öğrendik ama İngiliz Lancashire Alayı’nın askerlerinin Ebu Garip’teki Iraklılar’ın kafalarına torba geçirip üzerlerine şakır şakır işemeleri rezaletinin üzerinde pek durmadık.
İngiliz askerlerin yaptıkları bizi Amerikalılar’ın işkencelerinden daha fazla ilgilendirmeliydi, zira ‘Lancashire Alayı’ ile çok daha öncelerden gayet iyi tanışıyorduk ama bu alayın neyin nesi olduğunu ve bir zamanlar başımıza ne dertler açtığını maalesef çoktan unutmuştuk.
İşte, İngiliz Daily Mirror Gazetesi’nin ortaya çıkarttığı bu ‘ıslak’ işkence görüntülerinin yaratıcısı olan Lancashire Alayı’nın kısa öyküsü ve bu alay ile geçmişte yaşadığımız maceralar...
İngiltere’nin en seçkin savaşçı birliklerinden sayılan Lancashire Alayı’nın temelleri 17. yüzyılın sonlarında, İngiltere ile Fransa arasında seneler boyu devam eden savaşlar sırasında atıldı. 1689’da ‘Castleton Alayı’ adıyla kurulan birliğin ismi sonraki senelerde defalarca değiştirildi. Birlik, İngiliz İmparatorluğu’na bağlı topraklarda iki asır boyunca ülkeden ülkeye, kıt’adan kıt’aya dolaşıp durdu ve hiç durmadan savaştı. İngiltere 18. yüzyılın başlarında İspanya’daki kuşatmalarda, Cebelitarık’ı işgalinde, İskoçya’daki ayaklanmaların sindirilmesinde, Fransa ile girişilen savaşlarda, Kanada’daki ayrılıkçı hareketlerin önlenmesi çabalarında ve hatta Amerika’nın bağımsızlık savaşının bastırılmasında hep bu alayı kullandı.
Derken 1782’ye gelindi, seferberlik durumunda kolaylık sağlanması ve gönüllülerin orduya daha rahat şekilde katılabilmeleri için alaylara bulundukları bölgelerin isimleri verildi. Senelerden beri dünyanın dört bir yanında dolaşan ama asıl karargáhı İngiltere’nin batısında, İrlanda Denizi sahilinde ve Yorkshire’nın hemen yanında bulunan geçmişin Castleton Alayı, 1782’nin 31 Ağustos günü ‘Lancashire Alayı’ adını aldı.
NAPOLYON’A KARŞI SAVAŞTILAR
Birliğin ismi değişmişti fakat fonksiyonu aynıydı: İngiltere’nin menfaatleri için dünyanın neresinde olursa olsun savaşmak... Lancashire Alayı Fransa’da, Batı Hind Adaları’nda, Hollanda’da, Güney Afrika’da, Portekiz’de yapılan savaşlarda ve Napolyon Bonapart’a karşı başlatılan askeri mücadelede yine en baştaydı ve 19. yüzyılda Ortadoğu’ya, hatta Afrika’ya, Çin’e, Hindistan’a ve Afganistan’a kadar uzandı.
Biz, Lancashire Alayı ile 1854’te ‘dost’ olarak tanıştık ama alay daha sonraları cephelerde hep ‘düşman’ olarak karşımıza çıktı. Bazen yendik, bazen de yenildik.
Alay, 1854’te Kırım Savaşı’na katıldığı zaman müttefikimizdi ve ‘Sivastopol önünde yatar gemiler’ diye başlayan türkülere kadar konu olan meşhur kuşatmada da bizimle beraberdi. Ama aradan yine seneler geçecek, Türkiye Birinci Dünya Savaşı’na girecek ve Lancashire Alayı artık düşmanımız olacaktı.
Türk Ordusu, Lancashire’ın askerleriyle üç cephede karşı karşıya geldi: Mısır’da, Irak’ta ve Çanakkale’de.
Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen sonra, alaya bağlı bazı taburlar 1914’ün 25 Eylül’ünde Mısır’a, Süveyş Kanalı’nın batı sahiline gönderildi. Bahriye Nazırı ve Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın -yani bizim Hasan Cemal’in dedesinin- Kanal’ı İngilizler’den temizleyip Mısır’ı yeniden fethetmek maksadıyla 3 Şubat 1915 gecesi başlattığı hücumu ilk karşılayan birlikler Lancashire Alayı’na bağlı idi. Askerlerimizi bir güzel esir alıp çöldeki kamplara kapatmaları yetmezmiş gibi daha sonra kanalın doğu sahiline geçerek Sina Yarımadası’nda ilerlemeye başladılar. Cemal Paşa’nın Yavuz Sultan Selim’den sonra ‘Mısır’ın ikinci fatihi’ olma hayali, böylece hüsranla neticelendi.
İngiliz Genelkurmayı, alayın Süveyş’teki galibiyetinin verdiği hevesle bazı taburları Çanakkale’ye gönderdi ve 1915’in 6 Mayıs günü alaya bağlı 14 bin 224 asker Gelibolu Yarımadası’na çıktı. Ama talih Lancashire Alayı’na bu defa gülmeyecek ve Haziran ayının ilk haftası ile Ağustos ortalarında birliklerimizle giriştiği çarpışmalarda büyük zayiat veren alay diğer birliklerle beraber 8 Ocak 1916’da Çanakkale’den ayrılıp Mısır’a dönecek ve bu yenilgi Lancashire Alayı’nın tarihine ‘yenildik’ değil, ‘Gelibolu’dan başarılı bir şekilde geri çekildik’ diye yazılacaktı.
Lancashire Alayı’nın 6. taburu daha sonra Mısır’dan Irak’a sevkedildi ve birlikler, savaşın sonunda Irak’ın elimizden gitmesiyle neticelenen hemen bütün çarpışmalarda sık sık karşımıza çıktı. 1917’nin 11 Mart günü Bağdat’ı işgal eden İngiliz birlikleri arasında Lancashire Alayı’nın askerleri de vardı.
Alayın dünyanın dört bir tarafındaki ‘İngiliz çıkarlarını koruma’ vazifesi ve bizimle olan tanışıklığı işte böyle bir geçmişe dayanıyor. Sembolik şekilde de olsa Majesteleri İngiltere Kraliçesi’ne bağlı bulunan Lancashire Alayı, İngiltere’nin yüksek menfaatlerini muhafaza edebilmek maksadıyla şimdi yine Irak’ta faaliyet gösteriyor ve bu yüksek menfaatleri Iraklı esirlerin üzerine işeyerek korumaya çalışıyor.
Ercümend Batanay’la beraber tanbura da rahmet okuyalım
ERCÜMEND Batanay’ı, hafta içerisinde Cemil Bey, Mesud Cemil, İzzeddin Ökte ve Refik Fersan gibi tanburun en büyük isimlerinin yanına uğurladık.
Batanay’ın mızrabı ve yayı, artık kendisinden önceki üstadların nağmeleriyle beraber bir sonsuzluk senfonisi yaratacak ama bu emsalsiz musikiyi dinleme şansına bizler -şimdilik- sahip olamayacağız.
Bundan birkaç önce Ercümend Batanay’ın mızraplı tanbur kayıtlarının yeraldığı iki CD’lik albüm için kaleme aldığım kitapçıkta ‘Açık söylemek gerekirse, bugünün tanburu ile geleneksel tanbur arasında gerek yapım, gerekse de icra biçimi olarak çok az bir benzerlik kalmıştır. Günümüzde ‘tanbur’ olduğu iddia edilen saz, aslının deformasyona uğramış bir türevi, bir alt şubesi gibidir ve bence ‘ölü bir saz’ olma yoluna girmiştir. ...Ercümend Batanay’ın bu CD’lerdeki kayıtları maalesef böyle bir ákıbetle karşı karşıya bulunan tanburun gerçek tınısıyla gerçek icrasının geleceğe kalması bakımından büyük önem taşımaktadır ve artık unutulmak üzere olan bu şık, zarif ve san’atlı sazın, musikinin son güzel zamanlarından bugünlere ulaşabilmiş kıymetli hatıralarıdır’ demiştim.
Yazdıklarımın üzerinden maalesef sadece birkaç ay geçti ve Batanay’ın ‘gurub etmesiyle’ tanbur artık sahipsiz kaldı. Üstelik bu sahipsizlik sadece musikiye değil, günlük hayatımızın artık hemen her alanına hákimdi ve Batanay’ın vefatıyla ilgili olarak basında yeralan haberlerde ‘tanbur’ kelimesinin -sadece iki gazete dışında- ‘tambur’, yani Fransızca’nın ‘davul’u şeklinde yazılması da bunun böyle olduğunu apaçık göstermedeydi.
Ben san’atına çocukluk yıllarımdan beri hayran olduğum gayet bir yakın dostumu kaybetmenin üzüntüsünü taşıyorum ama Batanay’la beraber geleneksel müziğimizin de uğradığı büyük kaybın elemindeyim.
Birçok müzisyeni hiddetlendireceğimi biliyorum fakat söylemeden edemeyeceğim:
Türk Müziği’nde bundan böyle ‘gerçek tanbur’ yoktur ve geleneksel müziğimizin ciddi icrasıyla beraber tanbur da tarihe malolmuştur. Bu zarif enstrümanı kendilerinden menkul yorumlarla değil, asırlar öncesinden gelen icra biçimine riayet ederek çalacak yeni tanburiler çıkmadığı takdirde, tanburdan bundan böyle sadece musiki tarihi derslerinde bahsedilecektir.
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2004
Binlerce seneden beri várolan málum iş, Türkiye’de son zamanlarda mekán değiştirdi. İstanbul’da birkaç ay önce yataklı localarla donatılmış bir fuhuş otobüsünün ortaya çıkartılmasından sonra, Antalya’da da geçen hafta hem kokoreç satan, hem de málum işi yaptıran bir başka otobüs bulundu. Ama işin artık bu mekánlarda yapılır olması beni hiç şaşırtmadı, zira böyle yerler tarihimizin eski devirlerinde de varolmuşlar, devreye önce çamaşırhaneler girmiş, derken kaymakçı dükkánlarını ve hattá Boğaz’daki yolcu kayıklarını bile kullanmıştık.
TARİHİN en eski mesleği, Türkiye’de son zamanlarda mekán değiştirmeye başladı. Bu iş, artık içleri özel şekilde dizayn edilmiş otobüslerde bile yapılıyor. İstanbul’da bundan birkaç ay önce yataklı localarla donatılmış bir otobüsün ortaya çıkartılmasından sonra, Antalya’da da geçen hafta hem kokoreç satan, hem de málum işi yaptıran bir başka otobüs bulundu.
Málum işin kokoreç otobüsünde bile yapılması beni hiç şaşırtmadı, zira böyle yerler tarihimizin eski devirlerinde de varolmuşlar, faaliyetlerine seneler boyu sessiz sadasız devam etmişlerdi. Biz, bu mekánlardan önce çamaşırhaneleri, kaymakçı dükkánlarını ve hattá Boğaz’daki yolcu kayıklarını bile kullanmıştık. Devlet ise bu mekánların faaliyetine son verebilmek için hiç durmadan çaba göstermiş, saraydan ferman üstüne ferman çıkmıştı.
ÇÖZÜM HEP BULUNDU
İşte, asırlar öncesinin kaymakçı dükkánlarından bugünün kokoreç satılan otobüslerine uzanan birkaç asırlık maceramızın kısa öyküsü:
Osmanlı zamanında bütün sürgünlere, takiplere ve diğer ağır cezalara rağmen málum işin önü hiçbir şekilde alınamamış, sarayın çıkarttığı her fermana karşı diğer taraf mutlaka bir yol bulmuş ve faaliyetini kesintisiz şekilde devam ettirmişti.
İstanbul’un fethinden sonraki senelerde ilkönce, kadınların bekár erkeklerin çamaşırlarını yıkadıkları çamaşırhaneler devreye girdi. Kucağında bohçasıyla gelen erkeklerin içeride çamaşırla değil başka işlerle de uğraştıkları anlaşılınca, İkinci Selim, 1573’te kadınların bekár erkeklerin çamaşırlarını yıkaması yasakladı.
Çamaşırhanelerin yerini, bu defa kaymakçı dükkánları aldı. Dükkánlara ayrı ayrı giren kadınlarla erkeklerin sadece kaymak yemekle kalmadıkları tesbit edildi ve İkinci Selim yine bir ferman çıkardı: Kadınlar artık kaymakçı dükkánlarına giremeyeceklerdi... Şehrin namusu korunmuş, üstelik Türkçe bu dükkánlar sayesinde yeni bir kavram kazanmış, ‘kaymak’ sözü başka mánáda da kullanılır olmuş, edebiyatımıza kadar girmiş, ençok satan kitaplar listesinden hiçbir zaman yeralmamasına rağmen yaklaşık bir asırdan buyana Türkiye’nin en önemli ‘best-seller’lerinden olan ‘Kaymak Tabağı’ isimli küçük romana bile ilham vermişti.
KADINLAR YOLDA KALDI
İkinci Selim’in çamaşırhanelere yasaklar koymasından sonra, málum iş, İstanbul’un iki yakasında yolcu taşıyan yolcu kayıklarına taşındı. Söylenenlere bakılırsa, dalgaların kıpırtıları sırtları yolculara dönük duran kürekçilerin gerisindeki faaliyete başka türlü zevk veriyordu ama saraydan gene bir yasak geldi: Üçüncü Murad, 1580’in 1 Aralık’ında genç kadınlarla erkeklerin aynı kayıklara binmelerini yasakladı.
Yandaki kutuda, 16. asırdaki bu yasaklamalardan ikisinin metni günümüz Türkçesiyle yeralıyor. Çamaşırcı ve kaymakçı dükkánlarıyla kürekli evler, bu işin geçmişteki mekánlarından sadece birkaçıdır ve bu mekánların tamamını yazmaya kalkacak olsam değil bu sayfanın, gazetenin hacmi bile yetersiz kalır. Ben, málum işin geçmişteki bazı mekánlarını anlatmak ve faaliyetin otobüslerle kokoreççilere taşınmasına şaşırmamamız gerektiğini söylemek istedim, o kadar...
Ferman çıktı, kaymak zehir oldu
‘Eyüp Kadısı’na emirdir:
Huzuruma yazı gönderip Eyüp’teki Cami-i Kebir Mahallesi’nde yeni inşa edilmiş olan okulların yakınlarında bulunan dükkánların, ekmekçi fırınlarının ve bostanların birçoğunda keferelerin álem yapıp çalgı çalarak ve oyunlar oynayarak mahalle halkını işinden-gücünden alıkoyduklarını, dindarların Kur’an okumalarına ve ezanı işitmelerine engel olduklarını bildirmişsin.
Ayrıca, bazı kadınların kaymak yemek bahanesiyle kaymakçı dükkánlarına girerek erkeklerle biraraya geldiklerini ve şeriata aykırı vaziyette bulunduklarını da yazmışsın.
Dinimize aykırı olan bu vaziyetin ortadan kaldırılması gerekir ve ihmali cáiz değildir. Dolayısıyla buyurdum ki, bundan sonra daha dikkatli olasın, kaymakçı dükkánlarında ve bostanlarda bu gibi hallere meydan vermeyesin. Kaymakçı dükkánlarına kadınların kaymak yemek bahanesiyle girmelerini ve bu şekilde davranmalarını önlemek için dükkán sahiplerine sıkı tenbihlerde bulunup kadınların dükkánlara girmelerini de bilhassa yasaklatasın. Eğer senin tenbihinden sonra kadınlar dükkánlara gitmeye devam edecek ve dükkán sahibi de onlara engel olmayacak olursa hepsini şiddetli şekilde cezalandırasın.
Bu emrimin yerine getirilmesinde azami şekilde gayret gösterip ihmalden kaçınasın. Huzuruma yazı ile arzettiğin hadiseler şerefli emrim doğrultusunda nihayete ermeyecek olursa, hiçbir mazeretin kabul edilmeyecektir. Bilmiş olasın ve ona göre hareket edip ihtimam göstermekten bir an bile kaçınmayasın. 23 Mayıs 1573 (İkinci Selim’in fermanı. Ahmed Refik’in ‘16. Asırda İstanbul Hayatı’ isimli eserinden)’.
‘Kayıkçılar Kethüdásına emirdir:
Genç kadınlar ile delikanlılar aynı kayıklara binip gezmesinler diye kayıkçılara daha önce de tenbihte bulunmuştuk. Üstelik, fakir ve ihtiyar kadınlar dolmuş kayıkları ile karşı sahile geçmek istedikleri zaman bazı kişilerin engellemesiyle karşılaşır ve bu yaşlı kadınları rencide edilirlermiş.
Bütün bu hadiseleri işittim ve buyurdum: Fermanım eline ulaştığında bu konuyu gereken önemi veresin, dolmuş kayıkları ile karşı yakaya geçmek isteyen fakir ve ihtiyar kadınları rencide ettirmeyesin, genç kadınların kanuna muhalif olarak kayığa delikanlılarla binmelerini ve gezmelerini de engelleyesin. Kayıkçılara bu emrimi tenbih edesin ve eskiden gönderdiğim fermanları da hatırlatarak uyanık olasın. 1 Aralık 1580 (Üçüncü Murad’ın fermanı. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’ndeki 32 numaralı Mühimme Defteri’nden)’.
İstanbul’u aşkla tanıştıran güzellerin elbiseleri geliyor
İSTANBUL’daki Sakıp Sabancı Müzesi’nde, 12 Mayıs günü üç ay devam edecek olan bir ‘moda sergisi’ açılacak ve ‘Paris-Saint Petersburg, Avrupa Modası’nın Üç Yüzyılı’ isimli sergide 170 adet tarihi kostüm ile 300’den fazla aksesuvar yeralacak.
Sabancı Üniversitesi’nin Öğretim Üyesi ve Sabancı Müzesi’nin Müdiresi olan Dr. Nazan Ölçer’in organize ettiği sergideki bütün objeler Moskova’nın meşhur sanatçı ailelerinden birinin çocuğu olan ve şimdi Paris’te yaşayan tasarımcı Alexandre Vassiliev’e ait.
Ama, bu serginin benim için çok daha önemli bir tarafı var; zira elbiselerini, takılarını yahut diğer süs eşyalarını göreceğimiz kişiler arasında hem siyasi ve askeri, hem de zevk tarihimiz bakımından çok önemli bazı isimler bulunuyor.
Meselá, Rus Prensesi Marie İliodorovna Orloff...
Prenses, Rus Çariçesi İkinci Katerina’ya sevgili yetiştirmekle meşhur olan bir ailenin mensubuydu ve büyük dedesi Prens Aleksi Grigoriyeviç Orloff, 1770’in 6 Temmuz gecesi Çeşme’ye yaşadığımız büyük faciayı yaratan, yani Türk donanmasını neredeyse hiçbir gemisi kalmamacasına ateşe veren Rus amiraliydi. Prens’in karşısında öylesine büyük mağlubiyete uğramıştık ki, Orloff’un sevgilisi Çariçe Katerina, Prens’e hem ‘Çeşme’ sözünden ilham alarak ‘Çeşmeski’ unvanını vermiş, hem de dünyanın en büyük elmaslarından olan ve sonraları ‘Orloff elması’ diye anılacak olan 189 karatlık emsalsiz taşı hediye etmişti.
Derken aradan bir buçuk asır geçti, Rusya’da 1917’de patlayan ihtilál asilleri servetlerinden ve ülkelerinden etti. Prensler, dükler, kontlar ve diğerleri dünyanın dünyanın dört bir yanına dağıldılar; bu arada binlerce Rus da İstanbul’a geldi.
Sosyal tarihimize ‘Beyaz Ruslar’ diye geçen mültecilerin arasında Rusya’nın en güçlü asillerinin yanısıra generalleri de bulunuyordu ve yaşayabilmek için her türlü işte çalıştılar. Prenses Marie İliodorovna Orloff da bunlardan biriydi ve hayatını büyük dedesinin bir gecede perişan ettiği Türkiye’de antikacılık yaparak kazanmaya çalıştı. İstanbullular Beyaz Ruslar’ın kadınlarına ‘haraşo’ diyorlardı ve geceleri Beyoğlu’ndaki barları dolaşan Prenses Orloff, zamanla şehrin en namlı ‘haraşo’larından oldu.
Sergide, işte bu meşhur Prenses’in, dillere destan Beyoğlu gecelerinde giydiği elbiseler de bulunuyor.
Küçük bir hatırlatma: Sergiyi hazırlayan Dr. Nazan Ölçer, yıllardan buyana İstanbul’daki Türk ve İslám Eserleri Müzesi’nin müdireliğini yapmış, başında bulunduğu müzeyi dünyanın en seçkin kültür mekánlarından biri haline getirmiş ama geçen yıl çıkan meşhur ‘60 yaş’ kanunu yüzünden emekliliğini istemişti. Sabancılar’ın kaptığı Nazan Hanım Sabancı Müzesi’ndeki ilk sergisini geçen kış açtı ve ‘Mediciler’den Savoylar’a Floransa Sarayları’nda Osmanlı Görkemi’ isimli sergiyi iki ayda 38 bin kişi gezdi. Sadece bu hadise bile, devletin bilgiyi ve tecrübeyi nasıl ve ne şekilde değerlendirdiğinin küçük bir örneğiydi!
Serginin, sahne sanatlarında giyim-kuşam tarihine maalesef önem vermeyen memleketimizde bir anlayış değişikliği yapmasını umuyor ve aramızdaki adı ‘Bizans Dilberi’ olan sevgili Nazan Ölçer’i tebrik ediyorum.
Hatamı düzeltiyorum: Abdüláziz’in Eugenie’si işte bu hanımdır
‘Zaptiye’ köşesinde hep başkalarının hatalarından bahsedecek değilim ya! Buraya şimdi de kendimi aldım, zira geçen hafta bu sayfada çapkınlık tarihimizin çok önemli bir hadisesinden, Sultan Abdüláziz ile Fransa İmparatoriçesi Eugenie’nin dillere destan macerasından bahsederken bir hata ettim. Resim dosyalarımı karıştırdım ve sayfada maalesef Sultan Aziz’in Eugenie’si yerine ‘Sisi’ diye bilinen ve hem güzellikte, hem de çapkınlıkta Eugenie’den fersah fersah ileride olan Avusturya-Macaristan İmparatoriçesi Elizabeth’in, 1860’lı senelerde yapılmış bir tablosu çıktı.
Geçen haftaki resim hatasını şimdi düzeltiyorum: Sultan Abdüláziz’in 1869’un 17 Ekim gecesi Beylerbeyi Sarayı’nda saatler boyunca çok özel ve hoş anlar geçirdiği İmparatoriçe Eugenie, yanda gördüğünüz hanımdır.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2004
Baltacı Mehmed Paşa ile Rus Çariçesi Katerina ve Abdüláziz ile de Fransa İmparatoriçesi Eugenie arasında ‘çok özel’ birşeyler geçtiği yolundaki söylentiler, bizim için asırlar boyunca ‘milli bir iftihar vesilesi’ oldu. Ama, Baltacı’nın Katerina’nın yüzünü bile görmediği ve hakkında anlatılanların hoş fakat boş bir hikáye olduğunun ancak geçen yıl ortaya çıkması üzerine bir hayli üzüldük ve ‘Abdüláziz’in Eugenie’si’ ile teselli bulmaya çalıştık.
Teselliyi bir İspanyol kontunun kızı olan Eugenie’de aramakla ne kadar doğru bir iş yaptığımızı da tam 135 yıl sonra bir başka İspanyol, İstanbul’daki İspanyol Kültür Merkezi’nin Müdürü Pablo Martin Asuero doğruladı. Asuero, yeni yayınlanan ‘Mavi Sütunlu Saray’ isimli kitabında Abdüláziz ile Eugenie’nin 1869’un 17 Ekim gecesi Beylerbeyi Sarayı’nda saatlerce beraber olduklarını doğruluyor ve bu beraberliğin ‘çok özel’ ayrıntılarını anlatıyor.
BALTACI Mehmed Paşa ile Sultan Abdüláziz, çapkınlık tarihimizin iki zirvesiydi. Baltacı ile Rus Çariçesi Katerina ve Abdüláziz ile de Fransa İmparatoriçesi Eugenie (okunuşu: Öjeni) arasında ‘çok özel’ birşeylerin geçtiği yolundaki söylentiler, bizim için asırlar boyunca ‘milli bir iftihar vesilesi’ olmuştu.
Ama, tarihçi Erhan Afyoncu, Baltacı’nın Katerina’nın yüzünü bile görmediğini ve hadise hakkında anlatılanların hoş fakat boş bir hikáye olduğunu geçen yıl ortaya çıkartınca bir hayli üzüldük ve ‘Neyse ki, Sultan Abdüláziz Fransız İmparatoriçesi Eugenie ile birşeyler yapmıştı’ diye teselli bulmaya çalıştık.
Teselliyi bir İspanyol kontunun kızı olan İmparatoriçe Eugenie’de aramakla ne kadar doğru bir iş yaptığımızı, tam 135 yıl sonra bir başka İspanyol, İstanbul’daki İspanyol Kültür Merkezi ‘Cervantes Enstitüsü’nün Müdürü Pablo Martin Asuero doğruladı. Asuero, yeni yayınlanan ‘Mavi Sütunlu Saray’ isimli kitabında Abdüláziz ile Eugenie’nin 1869’un 17 Ekim gecesi Beylerbeyi Sarayı’nda saatlerce beraber olduklarını yazdı, üstelik bu beraberliğin ‘çok özel’ ayrıntılarını da anlattı.
AKLI PARİS’TE KALDI
Önce, Abdüláziz ile Fransa İmparatoriçesi Eugenie hakkındaki söylentileri kısaca bir hatırlatayım:
Abdüláziz, Avrupa’ya savaş değil, gezmek maksadıyla giden ilk ve son Türk hükümdarıydı. 1867 Ağustos’unda yaptığı 46 günlük Avrupa seyahatinde İngiltere’yi ve Fransa’yı ziyaret etmiş, Paris’te aklını başından alan bir hanımla tanışmıştı: Fransa’nın güzelliğiyle ve zekásıyla meşhur imparatoriçesiyle, yani Üçüncü Napoleon’un karısı Eugenie ile... Söylenenlere göre hükümdarın gözü artık başka birşey görmez olmuş ve dönüşte bile aklı-fikri Eugenie’de kalmıştı.
Eugenie’yi yeniden görebilmek, hükümdara iki sene sonra yeniden nasip oldu. İmparatoriçe, Süveyş Kanalı’nın açılış merasimine davetliydi ve gemiyle Mısır’a giderken 1869’un 13 Ekim’inde altı günlüğüne İstanbul’a da uğradı.
Dedikodular, ziyaretin hemen ilk gününde başladı. Hükümdar, Paris’te kendisine evsahipliği etmiş olan imparatoriçe için Beylerbeyi Sarayı’nı hazırlatmış, hazırlıkların başında bizzat bulunmuş, Eugenie’yi daha karaya ayak basmadan denizde karşılamış ve peşpeşe hediyelere boğmuştu. Abdüláziz’in Eugenie’ye gecelik yaptırtması için binlerce altın değerinde bir de şal verdiği bütün şehrin dilindeydi.
İstanbul birkaç gün sonra bir başka dedikoduyla çalkalandı: Sultan Abdüláziz, Eugenie’nin nedimelerini ve yaverini bir gece bahaneyle imparatoriçenin yanından uzaklaştırdıktan sonra Dolmabahçe’den Beylerbeyi’ne geçmiş ve gün ağarıncaya kadar Eugenie’yle beraber kalmıştı.
ÇOK ÖZEL AYRINTILAR
Derken, araya peşpeşe feláketler girdi. Abdüláziz tahtından indirilip öldürüldü, aslen İspanyol olan Eugenie, kocası Üçüncü Napoleon’la beraber hayatının sonunda bile noktalanmayacak olan bir sürgüne gitti ve Osmanlı hükümdarıyla Fransız İmparatoriçesi’nin arasında olup bitenlerin hep bir söylenti halinde kaldı.
İşte, bütün bu söylentiler, aradan tam 135 sene geçtikten sonra, geçtiğimiz günlerde doğrulandı. Hem de Eugenie gibi bir İspanyol tarafından: İstanbul’daki İspanyol Kültür Merkezi ‘Cervantes Enstitüsü’nün Müdürü Pablo Martin Asuero, yeni yayınlanan ‘Mavi Sütunlu Saray’ isimli kitabında Abdüláziz ile Eugenie’nin 1869’un 17 Ekim gecesi Beylerbeyi Sarayı’nda saatlerce beraber olduklarını doğruluyor ve bu beraberliğin ‘çok özel’ ayrıntılarını anlatıyor.
Yandaki kutularda, Asuero’nun Beylerbeyi Sarayı’nda 17 Ekim 1869 gecesi yaşananlar hakkında yazdıklarının ‘yayınlayabildiğim’ bir bölümü ve Eugenie’nin fırtınalı hayatı yeralıyor. Sarayda o gece yaşananların tamamını merak ediyorsanız Asuero’nun kitabını okuyun ama Türkiye’yi Avrupa’ya gerçek mánada dahil eden ilk devlet adamı olan Sultan Abdüláziz’i hayırla yádetmeyi unutmayın ve bu büyük hükümdarı siz de rahmetle anın!
Abdüláziz’i doksanında bile unutamamıştı
BİR İspanyol kontunun kızı olan Eugenie, 1826’da Granada’da doğdu. İspanya’nın en güzel kızı olarak tanındı, gençlik yıllarını Paris’te geçirdi ve burada sonradan ‘İmparator Üçüncü Napoleon’ unvanını alacak olan Louis Napoleon’la tanıştı.
1853’te ‘imparator’ Louis Napoleon’la evlenip ‘Fransa İmparatoriçesi’ oldu ve Fransızlar’ın gönlünde taht kurdu. Güzeldi, zeki idi ve politikaya meraklıydı. Katolik Partisi’ni destekledi ve imparatorun Fransa dışında bulunduğu sıralarda ‘imparator naibesi’ olarak Fransa’yı bizzat o idare etti.
Kocası Üçüncü Napoleon’un Alman ordularına karşı 1870’te Sedan’da yenilip esir düşmesi üzerine Paris’i terketmek ve İngiltere’ye sığınmak zorunda kaldı. Bir sene sonra serbest bırakılan kocasıyla burada yeniden biraraya geldi. Fransa’ya tekrar dönemeyen imparatoriçe, tam yarım asır boyunca sürgünde yaşadı. Kocasının 1873’teki ölümünden sonra da politikayla uğraşmaya devam etti ama İngiliz ordusuna katılıp Güney Afrika’ya savaşa giden oğlunun bir çatışmada can vermesi üzerine kendini dine verdi ve acılarını unutmak için seneler boyu diyar diyar dolaştı. 1920’de Madrid’de 94 yaşındayken öldüğünde, Fransa’ya tam 50 seneden beri gidememişti.
Eugenie, 1911 Haziran’ında yatıyla İstanbul’u bir daha ziyaret etti ve zamanın hükümdarı Sultan Reşad’dan garip bir ricada bulundu: İstanbul’a o tarihten 42 sene önceki ilk gelişinde henüz küçük bir çocuk iken tanıdığı bir şehzadeyi, Sultan Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzettin Efendi’yi görmek istedi. Şehzade ile görüştü ve bu isteği İstanbul’un yanısıra Paris’te de oldukça manidar karşılandı. O dönemde sarayın ‘mabeyin başkátibi’ yani ‘genel sekreteri’ olan meşhur romancı Halid Ziya Uşaklıgil, hatıralarında bu görüşmeden bahsederken ‘...Kalbini neler burktu, bunu keşfetmek mümkün değildir. Fakat dönüşünde, rıhtımdaki sandala binerken daha ziyade yaşlanmış, daha ziyade çökmüş gibiydi’ diye yazacaktı.
Eugenie ile Abdüláziz meğer neler yapmışlar
‘...Beylerbeyi Sarayı’na girmek ve ikinci kata çıkmak, oldukça kolaydır. Fransız maiyetinden kimse görmez onu.
Saray hizmetkárlarının verdikleri haberlere göre, gece herkes yatıp uyumaktadır. Kapının yaldızlı kolunu kıvırıp gürültü yapmadan içeri girer. Eugenie gelişini duymuş olmalıdır. Kapı açılınca meydana gelen hava akımıyla alevleri titreşen dört mumlu bir şamdan yanar içeride. Üstündeki örtüyü iterek yavaşça yatağından kalkar ve ayağa kalkınca geceliğinin şeritlerinden birisini çekip Padişah’ın önünde çırılçıplak kalır. Mumların yaldızlı ışığı sedef renkli bedenine ve kızıl saçlarına yansır.
Sonunda ona sahip olur, beklemek meyvesini vermiştir ve bir kez daha, avının karşısına dikilen bir kaplan gibi, saldırmadan önce onu seyreder.
...Eugenie geriye hamle edemeyeceği kadar yakınındadır. Onun tereddüt ettiğini görür ve inisiyatifi ele alır. Yaklaşır. Kollarıyla başını tutar ve karşılık vermesini sağlayacak biçimde öper onu, eliyse bedeninin en mahrem yerlerinde gezinir. Erkek anatomisi gibi İslámi esasları da bilmemektedir ama bunun önemi yoktur, kendisini dürtülerine bırakır, gözlerini kapar ve onun kolları arasına gömülür.
Böylece, Abdülaziz, bütün bedenine barut gibi yayılan tutkunun alevlendiğini görüp yatağa götürür onu. Her ikisi de, birbirlerini ilk gördükleri andan beri tuhaf bir gücün kendileriyle oyun oynadığının bilincindedir. Bu güç, onları, bir mıknatısın çeken ve iten kutuplarına dönüştürür ve işte şimdi, bu buluşmayı nihayete vardıracaklardır. Böylece, iki yıl bekledikten sonra, birbirlerinin olabilir, birbirlerinin içinde yitebilir ve bedenlerinin içiçe girmesine izin verebilirler.
Aynı dili konuşamamaları, kültürlerinin tümüyle farklı olması ya da bu ilişkinin kaçamak bir iki buluşmaya mahkûm olması önemli değildir. Hiç rol yapmadan, birbirlerinin kollarında birleşmişlerdir. Padişah’ın fesi ve kisvesi ayaklarının ucundadır; Kraliçe’nin odasındaki bir iskemlenin üstünde duran bu şeylerle birlikte görevi ve rolü de bir kenara bırakılır; başka kılıklara girmeden mahremiyetleri, bedenleri ve içlerindeki her şey kendini bulur.
Bütün protokol kurallarının ötesinde, zevke, bir arada olmanın ve birbirlerini keşfetmenin zevkine teslim olmuştur iki beden...’ (Pablo Martin Asuero, ‘Mavi Sütunlu Saray’, sah: 141-142).
Yazının Devamını Oku