Murat Bardakçı

Kayzer’in 1888 model virajında hız yaparsan işte böyle olur

25 Temmuz 2004
Dünyanın en modern ve en hızlı trenleri düz güzergáhlarda gidip gelirlerken bizim ‘hızlandırılmış’ trenimizin güzergáhının inişli çıkışlı ve virajlı olmasının sebebini bilmem merak ettiniz mi? Sebep, İstanbul-Ankara hattının 1893’te Alman Kayzer’i Wilhelm’in mühendisleri tarafından o günlerin saatte en fazla 40 kilometre hız yapabilen lokomotiflerine göre inşa edilmiş ve güzergáhın da yine bu lokomotiflere göre çizilmiş olması idi. ‘Hızlandırılmış tren’ macerasını 1888 model bir lokomotife göre inşa edilmiş olan bu hatta yaşamaya kalktık ve sonuç böyle oldu.

PAMUKOVA’daki tren faciası yüzünden milletçe bağrımız yandı. Şimdi bir yandan feláketin sorumlularını ararken ‘hızlı’ ve ‘hızlandırılmış’ tren kavramlarıyla beraber lokomotifin Mekece’deki virajlarda kaç kilometre yapması gerektiğini tartışıyoruz.

Ben, Japonya’daki hızlı trenleri görmedim ama Fransızlar’ın meşhur TGV’sine defalarca bindim ve Paris’ten Lyon’a yahut Marsilya’ya gittiğim sıralarda, uçak yerine TGV’leri tercih ettim. Saatte 285 kilometre hız yapan bu trenlerin beni en fazla şaşırtan tarafları, sür’atlerinin yanısıra güzergáhlarında varlığını hissettirecek derecede hemen hemen hiçbir aşırı virajın bulunmamasıydı. Çok sayıda tünelden yahut viyadükten geçiliyor ama yolda dikkat çekecek bir kıvrım bile hissedilmiyor ve tren dümdüz bir yolda havayı mermi gibi yarıyordu.

Dünyanın en modern ve en hızlı trenleri böylesine düz güzergáhlarda gidip gelirlerken bizim ‘hızlandırılmış’ trenimizin güzergáhının inişli çıkışlı ve virajlı olmasının sebebini bilmem merak ettiniz mi?

Sebep, İstanbul-Ankara hattının 1893’te Alman Kayzer’i Wilhelm’in mühendisleri tarafından o günlerin saatte en fazla 40 kilometre hız yapabilen lokomotiflerine göre inşa edilmiş ve güzergáhın da yine bu lokomotiflere göre çizilmiş olması idi...

İşte, Kayzer Wilhelm’in mühendislerinin eseri olan bu güzergáhın öyküsü:

Türkiye’de ilk demiryolu 1856’da, İzmir ile Aydın arasında İngilizler tarafından yapıldı ve bunu daha sonra hemen hepsi yabancı şirketlere verilen imtiyazlarla inşa edilen diğer hatlar takip etti.

Sadece bir istisna vardı: Devlet olarak kendi başımıza yaptığımız tek hat, Haydarpaşa’dan İzmit’e uzanan demiryoluydu ve keşif çalışmalarına 1870’te başladığımız hattın Tuzla’ya kadar olan kısmının inşasını 1872’de tamamladık. Bu demiryolu da daha sonra İngilizler’e devredildi.

Derken, askeri ve siyasi dengelerde büyük değişmeler başladı, dünya, liderliğini İngiltere ile Almanya’nın yaptığı iki bloğa ayrıldı, Almanya’nın başına sadece askeri güce inanan bir imparator, İkinci Wilhelm geçti ve Türkiye yavaş yavaş Almanya’ya doğru kaymaya başladı. Türkiye’de İkinci Abdülhamid’in iktidar yıllarında başlayan Alman nüfuzu Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam edecek ve bizim için hüsranla neticelenecekti.

Almanya ile yaşadığımız bu yakınlaşma yıllarında, Türkiye’de demiryolu inşasını ve bu hatların işletilmesini Alman şirketlerine, Alman işadamlarına devrettik. Kendi başımıza yaptığımız ama daha sonra İngilizler’e verdiğimiz İzmit’e uzanan demiryolunu da 1888’de Almanlar’a teslim ettik ve 99 yıllığına imtiyaz alan Alfred von Kaulla adındaki bir Alman siláh tüccarı, hattı Ankara’ya doğru uzatmaya başladı. 1890’da Adapazarı’na, ertesi sene Bilecik’e ve 1893 Ocak’ında da Ankara’ya ulaşıldı.

Anadolu’nun ortalarına kadar uzanan demiryolu artık Almanya’nın dikkatini daha çok çekecek, hattın askeri maksatlarla kullanılmasına ağırlık verilecek ve bu düşünce ‘Bağdat Demiryolu’ projesine öncülük edecekti.

Trenler o devirde saatte en fazla 40 kilometre ile gidebiliyorlardı ve Kayzer Wilhelm’in mühendisleri şimdilerin ‘hız’ kavramı sözkonusu olmadığı için tünel açmak yahut köprü yapmak gibisinden masraf yaratacak faaliyetlerden mümkün olabildiğince uzak kalmak zorundaydılar. İstanbul’dan Ankara’ya uzanan demiryolunun virajlarla, dönemeçlerle, inişlerle ve çıkışlarla dolu güzergáh takip etmesinin sebebi, bu idi.

Biz, ‘hızlandırılmış tren’ macerasını 1888 model ve azami hızı 40 kilometre olan lokomotiflere göre inşa edilmiş olan işte bu hatlarda yaşamaya kalktık ve sonuç böyle oldu.

Bunlar da bizim tren soyguncularımız

ÇOĞUMUZUN kovboy filmlerinden áşina olduğu tren soygunları, Eskişehir taraflarında 20. yüzyılın ilk on yılına kadar sıradan zabıta olaylarından sayılır, İstanbul’dan Ankara’ya giden trenler, Eskişehir’den sonra Amerika’nın Vahşi Batı’sında yaşananları aratmayacak şekilde, geceleri bir güzel soyulurdu.

Hattı işleten Alman şirketi, çareyi treni Eskişehir’de durdurmakta ve yola ertesi sabah devam ettirmekte bulmuştu. Makinistler Eskişehir’e güneş batmadan ulaşmak zorundaydılar. Parası olan yolcular Alman bir kadının işlettiği otele inerler, olmayanlar ise çok daha ucuz bir mekána, hamama gider ve sabahı hamamın külhanında geçirirlerdi.

1892 yılında ‘Servet-i Fünun’ dergisinde yayınlanmış olan bu fotoğrafta gördüğünüz zevat Vahşi Batı’nın bizdeki temsilcileri, bizim tren soyguncularımız...

Bazı şehzadelerin vatana kemikleri girebilmişti

OSMANLI
Hanedanı’nın New York’ta yaşayan reisi, yani Türkiye’de şu anda Osmanlı idaresi bulunsa ‘padişah’ ünvanıyla tahta oturacak olan Şehzade Osman Efendi, tam adıyla Ertuğrul Osman, 80 yıl aradan sonra yeniden Türk vatandaşı oldu. Gazetelerimiz ve TV’lerimiz günlerden buyana Osman Efendi ile ilgili haberler veriyorlar.

Ertuğrul Osman, Türkiye’nin gündemine yılbaşından hemen sonra New York’ta Başbakan Tayyip Erdoğan ile yaptığı sürpriz buluşmadan sonra girmişti.

Bir Osmanlı’nın Türk nüfus káğıdı ve Türk pasaportu alması şimdi bazılarımız için sıradan, olağan bir iş görülebilir. Ama, hanedanın erkek mensuplarına Türk vatandaşlığına geçme hakkının yeniden tanındığı 1974 öncesinde bazı şehzadeler memleket hasreti içerisinde kavrulurlardı ve son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu olan Şehzade Ömer Faruk Efendi de bunlardan biriydi.

1898’de İstanbul’da doğan Ömer Faruk Efendi son padişah Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan ile evlendi ve 1924 Mart’ında Osmanlı ailesinin bütün mensuplarıyla beraber o da sürgüne gönderildi. 1974’te çıkan kanundan istifadeye ömrü yetmedi ve hayata 1969’da, Kahire’de veda etti ve Türkiye’ye sonraki senelerde ancak kemikleri gelebildi.

İşte, Son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu ve Neslişah, Hanzade ve Necla Sultanlar’ın babası olan Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin sürgünde yaşadığı Mısır’dan İstanbul’daki bir dostuna 1954 ile 1969 yılları arasında gönderdiği ve şimdi bende bulunan yüzlerce mektubunda ‘vatan hasreti’ni káğıda döktüğü bazı cümleler...

‘...İçimden geldi, bu sene kavuşma senesi olacak diye! Sonra düşündüm, o kavuşma kim ile? Sevgili vatanım ile ve 15 senedir görmediğim çocuklar ile mi, yoksa toprak ile mi diye düşündüm! Bunda mütereddidim! Bakalım Allah hangisini verecek?

...Gelen gazetelerin içinden bir Türk bayrağı çıktı. Yazı masamın üstüne koydum ve pek memnun oldum. Direği rüzgárda devrildi, kurşun eriterek içine döktüm ve şimdi pek iyi oldu. O bayrağı gördüğüm zaman içim açılıyor. Ama kanun yapanlar bizleri kendilerinden saymadılar. Halbuki o bayrak benim kanım! Vücuttan çıkar mı?

...Ölecek olsam, cenazem ortada kalacak. ...Hoca Nasrettin’e sormuşlar, ‘Cenazenin önünde mi, arkasında mı yürümeli?’ deyince, ‘Tabuta girmeyin de ön veya arkanın ehemmiyeti yok’ demiş! Hayata bağlanabileceğim pek birşey kalmadı. Yalnız kendi toprağımı görmeden, sevdiğim birkaç kişiyi görmeden ölmek istemiyorum. O arzunun da olacağı yok. Hep boş ümitle o günü bekliyorum.

...Bir türlü sonu gelmeyen bu hasret ne zaman bitecek? Şimdiye kadar yaptığım teşebbüslerin hiçbiri bir netice temin etmedi. Hayatta sabır denilen şeyi bilmeyen bir mahlukum. Onun için olsa gerek ki, bütün hayatım yalnız beklemekle geçiyor. Hikmet-i Hüda! Beklemek bile, bir işkence halini alıyor. Hele son zamanda yediğim birbiri üzerine darbeler beni yere serecek bir hále getirdi.

...İnsan taştan, çelikten de olsa yine dayanmaz! Kaçıncı senedir bu tahammülümüz! Artık tahammül edebilme imkánı da kalmadığı gibi, işkencenin de bir derecesi var ve o derece geçince bir şey farketmiyor!

...Üzüntümün derecesini bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Bu hále düştükten sonra bir tek hál çaresi kalıyor! Canına yandığım bir tabancam yok ki, herşeyi iyi veya kötü halledebileyim!

...Hayatta kimi tuttum ve himaye ettim ise onun tarafından bıçaklandım. Karşı karşıya oturup konuşabilsek, ‘feláket denen şey bir adama bu kadar musallat olabilir mi?’ diye şaşar kalır idiniz. Feláket belásının nice şekillerini gördüm tanıdım. Bunun hakkında benim kadar ihtisası olan kimse, pek az olsa gerektir. İnşallah görüştüğümüzde fazlasıyla dinlersiniz ancak o gün gelecek mi? Her gün ümidim biraz daha kırılıyor.

...Bu hasta ve alil adamın bakıma ihtiyacı var ama müteaddid ricalarım ve istirhamlarım cevapsız ve neticesiz kaldı! Memlekete girebilme imkánı hasıl olabilse idi kızlarımdan birine iltica edip yaşamaya uğraşırdım. Halbuki, bu bir türlü olamıyor. Bizleri memleketten çıkaranlar vatandaşlık bile vermediler. İnsan emektar hizmetçisini ihtiyar oldu diye çıkarmadan evvel, nerede ve nasıl yaşayacak diye düşünür ve yaşamasını temin eder. Bunlar da káfi değilmiş gibi her Türk’ten daha Türk olan beni Türk vatandaşlığından çıkartmaları, haksızlıkların en büyüğü oldu. Fakat ben ne isem, o kaldım. Yani her Türk’ten daha fazla Türk!’
Yazının Devamını Oku

Kemal Unakıtan’a 900 yıllık ‘Asker para isteyince vereceksin’ öğüdü

18 Temmuz 2004
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın askerin istediği ücret zammını ‘Bütçe disiplinini bozamayız’ deyip reddetmesine asırlar öncesinden sıkı bir tekzip geldi. İran taraflarında bundan 900 yıl önce várolan Ziyaroğulları Devleti’nin hükümdarı Keykávus, devlet adamlarına öğütler veren ‘Kabusname’ isimli eserinde Kemal Unakıtan’a sesleniyor ve ‘Askere her zaman iyilik et, hediyeler ver, daha başka iyilikler beklemelerini sağla ve gönüllerinin sana ısınması için kendini onlara karşı daima sıcak göster. Sadece askerin değil, asker yakınlarının da rahatını ve refahını düşünmen gerekir’ diye yazıyor, sonra askerlerin ve ailelerinin maddi bakımdan sıkıntı içerisinde olmalarının getireceği ‘tehlikeleri’ anlatıyor.

GENELKURMAY İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Başbakanlık’a bir mektup gönderip subaylarla astsubayların aylıklarına yüzde 18 oranında zam yapılmasını istedi ama Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ‘Bütçe disiplinini bozmayacağını’ söyleyip ‘2005’e kadar kimse bizden maaş artışı beklemesin’ dedi.

Unakıtan’ın askerin talebini reddeden açıklamasına en doyurucu tekzip, bundan dokuz asır öncesinden geliyor. İran taraflarında bundan 900 yıl önce kurulan ‘Ziyaroğulları’ devletinin hükümdarı olan ve siyaset biliminin önde gelen ilk eserlerinden sayılan ‘Kabusname’ isimli kitabın yazarı Keykávus, ‘Askere her zaman iyilik et, hediyeler ver, daha başka iyilikler beklemelerini sağla ve gönüllerinin sana ısınması için kendini onlara karşı daima sıcak göster’ diyor. Sonra, ‘Devlet adamlarının sadece askerin değil, asker yakınlarının da rahatını ve refahını düşünmesi gerekir’ diye yazıyor, askerlerin ve ailelerinin maddi bakımdan sıkıntı içerisinde olmalarının getireceği ‘tehlikeleri’ anlatıyor.

ÖĞÜTLER KİTABI

‘Kabusname’
nin niçin yazıldığını ve nasıl bir kitap olduğunu merak edenler için kısaca söyleyeyim: Eski devirlerde, devlet adamları için devleti ne şekilde idare etmeleri konusunda öğütler veren kitaplar kaleme almak ádettendi. Bu eserlere ‘nasihatname’ denir ve içlerinde memleket idaresinin ayrıntılarından satranca; yemek yeme usullerinden yıkanmaya, içki ádábından yıldızlardan geleceği okumaya, kılıç kullanmaya ve tıbba kadar akla gelen her konuda tavsiyeler bulunurdu.

Bu ‘nasihatnameler’in en tanınmışı da, ‘Ziyaroğulları’ devletinin hükümdarı olan Keykávus’un, yani tam adıyla ‘Emór Unsurü’l-Maáli Keykávus bin İskender bin Kabus bin Veşmgór’in, oğlu Giylánşáh için kaleme aldığı ‘Kabusname’ isimli eserdi ve Farsça olan Kabusname, Türkçe’ye defalarca tercüme edilmişti. Bu tercümelerden en önemlisini 1400’lü senelerin başında Mercimek Ahmed yapmış ve Türk Edebiyatı’nın son álimlerinden Orhan Şaik Gökyay 500 yıl öncesinin bu metnini 1940’larda elden geçirip yeniden yayınlamıştı.

İşte, Keykávus’un ‘Kabusname’sinde devlet büyüklerinin askere karşı nasıl davranmaları gerektiği konusunu anlattığı 42. faslının kısa bir bölümü... Ben, ‘Devlet adamları askerle iyi geçinmeli ve onları memnun etmelidir’ diyen Keykávus’un öğütlerini yayınlamakla yetiniyorum, öğütlere uyup uymama kararını vermek ise Kemal Unakıtan’a kalıyor.

İktidarda kalabilmenin yolu askeri memnun etmekten geçer

‘...EY oğul! Verdiğim bütün bu öğütlerden sonra askeri ve halkı hoş tutma konusunda sakın bir kusur işleme, zira askere ve halka karşı hata edersen, düşmanlarına iyilik etmiş olursun. Dolayısıyla, adaletli davran.

Askerin başındakileri her zaman yemeğe ve içkiye davet et, gelsinler. Onlara iyilikler yap, hediyeler ver ve senden daha başka iyilikler beklemelerini sağla. Askerin gönlünün sana ısınması için kendini onlara karşı daima sıcak göster.

Şunu unutma: Eğer askere karşı bu dediğim şekilde, yani gönülden iyiliklerde bulunmazsan, sana düşman kesilirler ve canlarını senin yolunda vermezler.

...Devlet büyüğü olmak, sadece askerin değil, onların yakınlarının da rahatını ve refahını düşünmeyi gerektirir. Devletin başında bulunmanın getireceği serhoşluğa kapılmamaya da dikkat et, yani ‘Benim böyle bir devletim olduktan sonra artık ne derdim olacak ki?’ deyip sakın mağrurluk etme. Böyle düşüncelere kapılmak, gaflete düşmek demektir.

Bir devletin başında bulunan kişinin altı konuda son derece dikkatli olması gerekir ve saltanat, bu altı maddenin yerine getirilmesiyle sağlamlaşır. Bu özellikleri huy edin ve edinmemek gibi bir kusur işleme.

Özelliklerin birincisi, adalettir. İkincisi, ‘kerem’, yani vermektir. Üçüncüsü, ululuk göstermektir. Dördüncüsü, meşru olmayan işlerden sakınmaktır. Beşincisi, aceleci olmamaktır. Altıncısı, doğruyu söylemektir.

Ey oğul, etrafındaki diğer devletlerin başındaki kişilerin ne yapıp ettiklerinden haberdar olman gerektiğini de iyi bil. Dolayısıyla, elinin altındaki askerin ve halkın ne yapıp ettiklerinden de haberdar olman şarttır, zira kendi memleketinde olup bitenleri bilmiyorsan, diğer memleketlerde neler olduğunu bilmen mümkün değildir’

Parasızlık çeken asker sıkıntısını şiire dökerdi

GEÇİM şartlarının düzeltilmesi için Başbakanlık’a müracaat edip maaş zammı isteyen askerimiz, refaha aslında hiçbir zaman tam olarak ermemişti. Asker kesimi hemen her zaman maddi sıkıntı çekmiş, bu sıkıntı geçmişte şiirlere kadar aksetmiş ve parasızlık, saraya hitaben yazılmış olan ‘şikáyetname’lerde ayrıntılarıyla dile getirilmişti.

Aşağıda, 18. asırda yaşamış bir levende ait olan ve şimdi Cezayir Milli Kütüphanesi’nde saklanan bir elyazmasında bulunan iki uzun ‘şikáyetname’nin bazı kıt’aları yeralıyor. Bir kopyasını 1991 darbesini takip etmek için gittiğim Cezayir’de binbir güçlükle alabildiğim bu elyazmasında şikáyetlerle dolu mısraların yanısıra aşk şiirleri, İstanbul hasretini anlatan satırlar ve barut imali yahut cild hastalıklarının tedavisi gibi o devrin askerini çok yakından ilgilendiren konularla ilgili notlar da bulunuyor.

İlk şiir, Cezayir’deki levendlerden olan Sadık adındaki bir halk şairine ait. Sadık, zamanın padişahına hitaben yazdığı ama vezni son derece bozuk olan şikáyet şiirinde ‘Danacı’ adını verdikleri Cezayir Paşası’nın rahatının yerinde olmasına rağmen askerin parasızlık çektiğini ve geçinebilmek için esnaf olduğunu söylüyor:

‘Gör şu felek bize n’eyledi / Danacı veziri zebun (güçsüz) eyledi / Yedi bin dana salyáne eyledi (ücret olarak yılda yedi bin dana aldı) / Kalmadı danamız bil padişahım.

Bir yanı Babadağı bir yanı İster / Yárabbi bize bunun vüs’atin (genişliğini) göster / Sabah kahvaltısına dört dana ister / Áciz kaldık elinden bil padişahım.

Kudretle yaratmış onu Bári’si (Allah’ı) / Gelmemiş cihana bunun sánisi (ikincisi) / Sabah kahvaltısında dana yahnisi / İki okka kimyonla bil padişahım.

Bölük sipahileri otluk satar / Ordu-yu Humayun meydana bakar / Paşalılar (Paşa’nın adamları) çadırda yahni kapar / Yahni kapmaktır kárımız (işimiz) bil padişahım.

.....

Poşunun saçağı topuğun döver / Oturmuş kahvede kendini över / Taburu görünce dağları giyer / Askerin ormandadır bil padişahım.

Orduyu kurmuşlar bir döner dolap / Námımız işitti Şam ile Halep / Kulların çağrışır şerbetle sahlep / Askerin pestilcidir bil padişahım.

Başına sarınır Bağdat poşusunu / Sırtına yüklenmiş sipahiler çarşısını / Elinde gezdirir biber turşusunu / Askerin yoğurtçudur bil padişahım.

Esir eyledik askerin gencini / Bize atar misket ile zinciri / Kulların çağrışır taban inciri / Kulların bakkaldır bil padişahım.

Okundu ezan gelmedi imam / Tevárihler (tarihler) yazar vakitler tamam / Orduda yapmışlar keçeden hamam / Askerin telláktır bil padişahım.

Bunu böyle söyleyen Sadık kulundur / Dilersen affeyle dilersen öldür / İnanmazsan orduya bir çaşıt (casus) gönder / Sözüm yalan değildir bil padişahım’

17. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan ve adını bilmediğimiz bir başka asker şair ise, veznini tutturamadığı şiirinde ‘Askerin cebinde artık bir kahve parasının bile olmadığını’ söyleyip ‘Mahşer yerinden kovulmuş şeytana döndük’ diyor:

‘Cezayir askerinden haber sorarsan / Dağ başında kalmış dumana döner / Şaşırmış kendini neylesin bilmez / Ehli göçmüş ıssız vatana döner.

Yarım kaput bulunmaz eğnine alsın (üzerine giysin) / Dolaşır pazarı bilmez nereye varsın / Altı akçe yoktur kahveye girsin / Yıkılır kalpleri virána döner.

Kárım gelmez gelmez diye gezer sokağı / Kendi eliyle ayağına vurmuş bukağı / Gözetir álá kumanyayı, otağı / Fikirden boynu incelir, kaytana döner.

Fantaziyyelerinden selám verilmez / Yordamından karşısında durulmaz / Koynunda filori-ahmer (o dönemlerin kırmızı altın parası) bulunmaz / Cezayir kızları soyar, soğana döner.

Gelen álá kumanyadır nice düşünmez / Tüfek bıçak yoktur ..... işimiz / Birşey de vermezse aşçıbaşımız / Mahşerden kovulmuş şeytana döner’
Yazının Devamını Oku

Enver Paşa’nın torununun ayakta kalma mücadelesi

11 Temmuz 2004
Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderini on yıl boyunca elinde tutan Enver Paşa’nın erkek tarafından tek torunu olan ve Sultan Abdülmecid’in soyundan gelen Arzu Enver Sadıkoğlu, Nişantaşı’nda ‘Le Chick’ adında bir tavuk restoranı açtı. Hayatı büyükbabası Enver Paşa gibi hüzünlerle dolu olan Arzu Enver, ‘Ayakta kalmaya çalışan bir vatandaşım. Personel olmadığı zamanlarda önlüğü bağlayıp servis de yapıyorum, evlere sipariş de götürüyorum’ diyor. İşte, bir zamanlar devletin en güçlü adamı olan, her sözü kanun sayılan ve tek bir işaretiyle milyonları ateş altına sürebilen Enver Paşa’nın torununun, havaalanının VIP salonundan yılda 60 bin kişinin geçmesinin tartışıldığı günümüzde herkes tarafından ders alınması gereken hayat mücadelesi.

Nişantaşı’ndan Osmanbey’e uzanan ana caddeye paralel sokaklardan birinde yeni açılan, alt katı mutfak, üst katı yemek salonu olan ve evlere de servis yapan bir tavuk restoranı var.

Restoranın başında, bir hanım duruyor: Kızlık adı Arzu Enver, şimdiki adı Arzu Sadıkoğlu olan bir hanım... Dedelerinden biri padişah, diğeri zamanının en meşhur gazetecilerinden biri ama bir başka dedesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderini on yıl boyunca tek başına elinde tutmuş bir isim: Enver Paşa... Paşa’nın erkek tarafından gelen tek torunu olan Arzu Sadıkoğlu, ‘Bu işi yapıyorum, zira ayakta kalmaya çalışan bir vatandaşım’ diyor.

İşte, Arzu Sadıkoğlu’nun büyükbabası Enver Paşa gibi hüzünlerle dolu olan hayatından kesitler:

SÜRGÜNDEN DÖNDÜLER

1922’nin 4 Ağustos’unda Tacikistan’ın bir köyünde Rus kurşunlarıyla can veren Enver Paşa, Sultan Abdülmecid’in torunlarından Naciye Sultan ile evliydi, ikisi kız, biri erkek üç çocuğu olmuştu. 1921’de Türkistan’a bir ‘Turan İmparatorluğu’ kurma hayaliyle gittiği sırada, Almanya’da dünyaya gelen oğlu Ali’yi hiç göremeyecek, sadece doğduğunu öğrenecekti.

Enver Paşa’nın çocukları annelerinin ‘sultan’ olmasından dolayı hanedan mensubuydular ve Osmanoğlu ailesinin bütün üyeleri gibi onların da Türkiye’ye girişleri yasaktı. Meclis, 1939’un 5 Temmuz’unda anneleri sultan, babaları asker olan hanedana mensup beş çocuğa Türkiye’ye gelme izni verdi. Paşa’nın çocukları İstanbul’a döndüler, kızlarından Mahpeyker doktor, Türkán kimya mühendisi; oğlu Ali de asker oldu.

Paşa’nın oğlu Ali Enver, bir zamanların en meşhur gazetecilerinden olan Abidin Daver’in kızı Perizat Hanım ile evlendi, 1955’te bir kızları doğdu ve adını Arzu koydular. Çift 1964’te ayrıldı, o sırada ordudan istifa edip özel sektörde çalışmaya başlayan Ali Enver Türkiye’yi terk etti, Avustralya’ya yerleşti ve hayatını burada bir başka hanımla birleştirdi.

Arzu Enver, ‘Babamla, iki sene sonra, ben 11 yaşımdayken İtalya’da buluştuk. Üç ay beraber kaldık ve beş sene sonrasına randevulaştık. Liseyi bitirdiğim zaman onun yanına gidecektim’ diyor.

ARDARDA MUTSUZLUKLAR

Ama 1971 Aralık’ının ilk haftasında Avustralya’dan kötü bir haber geldi: Eşiyle beraber tatile çıkan Ali Enver, bir ırmakta yürüdüğü sırada düşmüş, başını bir taşa vurmuş ve hayata veda etmişti.

Bu, Arzu Enver’in hayatının da allak bullak olması, geleceğiyle ilgili bütün hazırlıklarının değişmesi demekti. İngiltere’de ve Avusturya’da okudu, bir işadamıyla, Aslan Sadıkoğlu ile evlendi, bir oğlu oldu ve kocasının bir kalp kriziyle hayata veda edişine kadar 18 sene evli kaldı.

Eşinin bir hayli borcu olduğunu ancak onun vefatından sonra öğrenecek ve çok sıkıntılı günler geçirecekti. Oğluyla beraber ayakta kalmak zorundaydı, yine Enver Paşa’nın kızının oğlu olan kuzeni Osman Mayatepek ile beraber Çin’den antika eşya ithali işine girdi. Bu arada oğluna Nişantaşı’nda bir tavuk restoranı açtı ama oğlunun yeniden okumak istemesi üzerine gitti, dükkánın başına kendisi geçti.

YILLAR GEÇTİ. SERVET BİTTİ

Arzu Enver Sadıkoğlu,
‘Ben, para kazanmak için yetiştirilmemiştim’ diyor. ‘Bir zamanlar servetimiz vardı ama hepsi gitti. Burada üç arkadaşımla ortağız. Ayşe Topaloğlu, Hasan Feridunoğlu ve Karen Oskay ile... Yeni bir konsept yaratmaya, restoranı ileride zincir haline getirmeye çalışıyoruz. Personel olmayınca önlüğü bağlayıp servis de yapıyorum, evlere sipariş de götürüyorum. Padişah torunu falan değilim, sadece hayatta kalmaya çalışan bir vatandaşım.’

Enver Paşa,
bir zamanlar devletin en güçlü adamıydı. Her sözü kanun sayılır, tek bir işaretiyle milyonları ateş altına sürebilir ve Türkiye’den ‘Enverland’ yani ‘Enveristan’ diye bahsedildiği bile olurdu.

İşte, bir zamanlar devletin en güçlü adamı olan, her sözü kanun sayılan ve tek bir işaretiyle milyonları ateş altına sürebilen Enver Paşa’nın torununun, havaalanının VIP salonundan yılda 60 bin kişinin geçmesinin tartışıldığı günümüzde herkes tarafından ders alınması gereken hayat mücadelesi.

Enver Paşa, esaret günlerinde hayatını ressamlıkla kazanmıştı

Enver Paşa’yı hepimiz asker olarak tanırız ama ressam tarafını pek bilmeyiz.

Paşa’nın bizzat hazırladığı ve bugün elimizde bulunan bir albümdeki 61 adet karakalem çizim, onun özellikle portre konusunda hayli uğraştığını gösteriyor.

Resimler, Enver Paşa’nın sahte bir kimlikle Rusya’ya gitmeye çalışırken tutuklandığı Latvia’daki hapishane günlerinde yapılmış ve Paşa, bu resimlerden para bile kazanmış. Daha sonra albümü ‘Cici’ diye hitap ettiği eşi Naciye Sultan’a hediye etmiş ve ilk sayfasına ‘10 Nisan 1920’den 6 Temmuz 1920 tarihine kadar Letland’da (Latvia’da) olan esaretim ve ba’dehu (sonra) Riga’dan Almanya’ya seyahatim esnasında yaptığım resimler olup sevgili Cici’me hatıra olarak takdim ettim. Berlin, 28 Temmuz 1920. Enver’in’ diye yazmış.

İşte, Enver Paşa’nın hiç yayınlanmamış karakalem çizimlerinden biri: ‘Üserá ordugáhında (esir kampında) avluda yatan Bolşevik esirleri’.

Filimlere bile taş çıkartan maceralı bir hayat yaşadı

Türk tarihinin en maceraperest isimlerinden olan Enver Paşa, 1881’de İstanbul’da, Divanyolu’nda doğdu. Harbokulu’nu bitirdikten sonra Manastır’a tayin edildi ve Rum ve Arnavut çetelerle çarpıştı. Bu dönemde İttiad ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı ve devrin hükümdarı İkinci Abdülhamid’i Meşrutiyet’in yeniden ilanına zorlamak için 1908’in 24 Haziran gecesi arkadaşlarıyla beraber dağa çıktı.

1908’in 24 Temmuz’unda Meşrutiyet’in ilánından sonra ‘Hürriyet Kahramanı’ diye tanınan Enver Bey 1909’da Berlin’e askeri ataşe olarak gitti. Libya’yı işgal eden İtalyanlar’la çarpıştı, Balkan Savaşı’nın patlaması üzerine İstanbul’a döndü, 23 Ocak 1913’te Babıali’yi basarak hükümeti devirdi ve sadrazamlığı Mahmud Şevket Paşa’ya verdirdi.

Mahmud Şevket Paşa’nın 12 Haziran 1913’te öldürülmesi üzerine yönetime el koyan İttihad ve Terakki’nin askeri kanadının lideri oldu. 3 Ocak 1914’te ‘Paşa’ ve ‘Harbiye Nazırı’, daha sonra da ‘Başkumandan Vekili’ yapılınca gücünün zirvesine ulaştı. Aynı senenin 5 Mart’ında Sultan Abdülmecid’in torunlarından Naciye Sultan ile evlenerek saraya damad girdi. Artık devletin en güçlü adamıydı, hattá padişahtan bile güçlüydü ve Türkiye’den Avrupa’da ‘Enverland’, yani ‘Enveristan’ diye bahsediliyordu.

Osmanlı Devleti’nin Almanya ile müttefik olarak Birinci Dünya Savaşı’na girmesinin baş mimarı olan Enver Paşa, savaşı kaybetmemizden sonra, 1918’in 1 Kasım gecesi önde gelen İttihadçılar ile beraber Türkiye’den ayrıldı.

Hayatı artık daha da maceralı geçecekti. Kafkasya’ya, oradan da Berlin’e gitti, ‘Turan İmparatorluğu’ kurma hayaliyle Rusya’ya geçmeye çalıştı, sahte kimliklerle yaptığı bu yolculukların ilk ikisinde tutuklandı ama üçüncüsünde Moskova’ya ulaşmayı başardı. Sovyet tarafından beklediği desteği göremeyince Buhara’ya gitti ve Ruslar’a karşı savaşan Özbekler’i teşkilátlandırmaya çalıştı. 4 Ağustos 1922 sabahı Ruslar’ın saldırısına uğradı ve Çegan Tepesi’nde ön safta çarpışırken Rus kurşunlarıyla can verdi. Bugün Tacikistan sınırları içerisinde kalan Abıderya Köyü’ne defnedilen Paşa’nın mezarı, zamanla evliya türbesi haline geldi.

Kemikleri, şehid düşmesinin 74. yıldönümünde Türkiye’ye getirildi, 5 Ağustos 1996’da yapılan devlet töreniyle İstanbul’daki Hüriyyet-i Ebediyye Tepesi’ndeki anıtmezara, diğer İttihadçı kader arkadaşlarının yanına defnedildi.

Ve, bu maceralı hayatın çok önemli bir başka tarafı: Paşa, macera filmlerine bile rahmet okutan bu hayatı noktaladığında, henüz 41 yaşındaydı.
Yazının Devamını Oku

Bush’un Ortaköy’de konuştuğu yerde Sultan Abdüláziz’i öldürmüşlerdi

4 Temmuz 2004
ABD Başkanı George W. Bush’un geçen salı günü Galatasaray Üniversitesi’nin rıhtımında yaptığı Ortaköy Camii ve Boğaz Köprüsü dekorlu konuşma, Türkiye’nin gündemini daha uzun süre meşgul edecek. Bush’un konuşmasını yaptığı yer bundan tam 128 önce de bugünlerde Türkiye’nin gündeminin ilk sırasındaydı, zira Bush’un konuştuğu rıhtımın hemen gerisindeki binada siyasi tarihimizin en kanlı cinayetlerinden biri işlenmişti: 1876’nın 30 Mayıs’ında tahtından indirilen Sultan Abdüláziz, 4 Haziran günü bu binada öldürülmüş; geçen salı günü Başkan Bush’u dinlemeye gelenlerin beklediği rıhtımı ise, cinayet günü devletin bütün üst düzeyi doldurmuştu.

ABD Başkanı George W. Bush’un geçen salı günü Galatasaray Üniversitesi’nin rıhtımında yaptığı ve bütün dünyanın TV’lerden canlı olarak seyrettiği Ortaköy Camii ile Boğaz Köprüsü dekorlu konuşmasını hálá tartışıyoruz ve bu konuşma Türkiye’nin gündemini galiba daha uzun zaman meşgul edecek.

Bush’un ekranlarda görünmesinin hemen ertesi günü yazmıştım: Konuşmanın yapıldığı mekánın yanıbaşında bulunan ve bugün Galatasaray Üniversitesi’nin kullandığı bina, Dolmabahçe ile Çırağan Sarayları’na iláve olarak inşa edilen ‘Feriye Sarayları’ denilen yapılardan biriydi ve Dolmabahçe’den Ortaköy’e uzanan bütün bu sarayların bulunduğu sahil, batılılaşma tarihimizde çok önemli bir yere sahipti.

Sultan Abdülmecid’in 1839’da ilán ettiği Tanzimat Fermanı ile batılılaşma yoluna giren Türkiye’de saray hayatı da Avrupai bir çizgiye kaymış, Dolmabahçe ile Ortaköy arasındaki bütün eski ahşap saraylar yıktırılmış ve yerlerine batılılaşma çabalarıyla modanın eseri olan yeni binalar inşa edilmişti. Ama bu inşaatların tamamı, Avrupa’dan yüksek faizle alınan borç paralarla yapılıyordu.

SARAYLAR ZİNCİRİ

Sahile dikilen ilk bina, Dolmabahçe Sarayı idi. Bir an önce Avrupa tipi bir sarayda yaşamak isteyen Sultan Abdülmecid’in emriyle yapılan saray, 10 Haziran 1856’da hizmete girdi. Dolmabahçe’yi, Abdülmecid’in yerine geçen Sultan Abdüláziz’in inşa ettirdiği Çırağan Sarayı takip etti ama saray halkı bütün bu yeni saraylara bir türlü sığamayınca başka mekánlara ihtiyaç duyuldu ve Çırağan Sarayı’nın Ortaköy’e uzanan tarafına yeni binalar inşa ettirilip ‘ikinci derece’ yahut ‘yan’ anlamına gelen ‘Feriye’ adı verildi. Bu isim zamanla ‘Feriye Sarayları’ yahut ‘Feriye Sarayı’ halini aldı ama saray hizmete girmesinden sadece birkaç sene sonra, 1876’nın 4 Haziran’ında çok üst düzeyde bir cinayete, Çırağan’ı ve Feriye’yi inşa ettiren Sultan Abdüláziz’in katledilmesine sahne oldu.

Türkiye, bundan tam 128 yıl önce, bugünlerde, Feriye’de yaşanan bu kanlı olayı konuşuyordu ve hadisenin meydana geldiği yerin merkezi, Başkan Bush’un geçen salı günü bütün dünyaya hitap ettiği rıhtım ile hemen gerisindeki binaydı.

İşte, Türkiye’deki askeri darbe geleneğini başlatan ve siyasi tarihimizin bu en kanlı cinayetlerinden biri olan bu hadisenin kısa öyküsü:

Sultan Abdüláziz tahta çıkalı 15 sene olmuş, savaşsız geçen bu müddet zarfında ordu, özellikle de donanma güçlendirilmiş ama Avrupa’dan devamlı alınan borç yüzünden ekonomi sıkıntıya girmişti.

Zamanın hükümet merkezi olan Babıali’de, birbiriyle hiç durmadan didişen iki grup vardı: Liderliğini eski başbakanlardan Mahmud Nedim Paşa’nın yaptığı Abdüláziz’in bir dediğini iki etmeyenler ile başında ‘serasker’ yani o zamanın Genelkurmay Başkanı olan Hüseyin Avni Paşa ile Midhat Paşa’nın bulunduğu ve hükümdarın tahtından indirilmesini isteyenler...

Abdüláziz’in 1876’nın 12 Mayıs’ında Mütercim Rüştü Paşa’yı sadrazam, yani başbakan yapmasından sonra hükümdara karşı olanlar daha da güçlendiler ve Mayıs’ın sonlarına doğru padişahın tahtından indirilmesi konusu hükümette bile açıkça konuşulur oldu. Hüseyin Avni Paşa, hükümdara nefretten de öte bir kin içerisindeydi ve Sadrazam Mütercim Rüştü, Midhat ve Bahriye Nazırı Kayserili Ahmed Paşa ile beraber artık cunta gibi hareket etmeye başladı. Şeyhülislám Hasan Hayrullah Efendi’yi de yanlarına alan paşalar, Mayıs ayının sonlarına doğru Abdüláziz’i tahtından indirmeye karar verdiler ve hükümdar 30 Mayıs gecesi yapılan bir darbe ile devrildi.

DARBELERİN ÖNCÜSÜ

Padişahın en ince ayrıntısına kadar uğraşıp yoktan várettiği donanma, o gece Dolmabahçe Sarayı’nın önüne demirledi, topların namluları saraya çevrildi ve saray kara tarafından da kuşatma altına alındı. Haremde uyumakta olan padişah uyandırıldı, karar tebliğ edildi ve Abdüláziz’den Dolmabahçe Sarayı’nı derhal terketmesi istendi. Devrik hükümdar sarayın rıhtımına yanaşan bir kayığa bindirilerek Topkapı Sarayı’na götürülürken, yeğeni Şehzade Murad Efendi ‘Beşinci Murad’ olarak tahta çıkartılıyor, bu sırada Sultan Abdüláziz’in Dolmabahçe’de bırakmış olduğu serveti ile annesi Pertevniyal Valide Sultan’ın mücevherleri yağma ediliyordu.

Senelerden beri kullanılmayan Topkapı Sarayı harap vaziyetteydi ve Abdüláziz, yine bir darbeyle canından olan Üçüncü Selim’in dairesine kapatılmıştı. Devrik hükümdar, Topkapı’ya nakledilmesinin hemen ertesi günü yeni padişaha bir mektup göndererek içerisinde bulunduğu içler acısı vaziyeti anlatıp bir başka yere gönderilmesini istedi. Beşinci Murad’ın karar verememesi üzerine bir gün sonra bir başka mektupla talebini tekrar etti ve kendi yaptırttığı Feriye Sarayı’na gönderilmesini istedi. Hüseyin Avni Paşa’nın liderliğindeki cuntanın da talebi kabul etmesindan sonra, Abdüláziz, 2 Haziran günü Topkapı Sarayı’ndan yine bir kayıkla Feriye’ye götürüldü.

Devrik hükümdar iki gün sonra, 4 Haziran sabahı annesi Pertevniyal Valide Sultan’dan ‘sakalını düzeltmek’ için makas istedi ve dairesine kapandı. Bir müddet sonra içeriden iniltiler duyulması üzerine kilitli olan kapı kırıldı ve Abdüláziz, her iki bileğinin damarları kesilmiş vaziyette bulundu. Sabık hükümdar, doktorlar geldiği sırada hayata çoktan veda etmişti.

Dört gün önce tahttan indirilen bir hükümdarın ölümü intiharı andırsa da ortalığı birbirine sokabilecek bir hadiseydi ve darbeyi yapmış olan cunta İstanbul’un hemen her köşesinde tedbirler alırken, devletin bütün üst düzeyi de Feriye Sarayı’na akın etmeye başladı. İlk gelen, cuntanın lideri Hüseyin Avni Paşa idi ve ilk emri, Abdüláziz’in cesedinin etrafından ağlamakta olan cariyeleri odalarına kapattırmak oldu.

Sonra, oğlunun cesedine sarılmış olan Valide Sultan’ı da odasına göndertti ve cenazeyi hemen ileride bulunan ve bugün restoran olarak kullanılan Feriye Karakolu’na taşıttı. Birkaç gün öncesine kadar devletin hákimi olan Sultan Abdüláziz’in cenazesi, karakolun kahve ocağına götürüldü, askerlere ait bir ot yatağa kondu ve üzerine de pencerelerden kopartılan bir perde örtüldü. Hüseyin Avni Paşa, birkaç dakika sonra ölüm raporu vermeleri için getirilen doktorlar heyetinin önüne dikilip ‘Bu cenaze Ahmed Ağa’nın, Mehmed Ağa’nın değildir. Bir padişahındır, onun her tarafını açıp size gösteremem’ diyerek sadece kesilmiş bileklere bakmalarına izin verdi ve doktorlar ‘intihar etmiştir’ şeklinde alelácele yazılmış bir rapor yazmak zorunda kaldılar.

Karakolda bütün bunlar olup biterken, devlet ricali Feriye’nin rıhtımında bekliyordu. Bu rıhtım, hadiseden 128 sene sonra, geçen salı günü, ABD Başkanı’nın konuşmasını dinlemek için gelenlerin saatler boyu kalacak oldukları rıhtımdı.

ZİNDANDA BOĞDURULDU

Feriye’de, 1876’nın 4 Haziran’ında yaşananlardan sonra olup bitenleri de kısaca söyleyeyim: Abdüláziz’in kayınbiraderi Çerkes Hasan, hükümdarın ölümünden 11 gün sonra, 15 Haziran günü Hüseyin Avni Paşa’yı kurşunlarla delik deşik etti. ‘Delirdiği’ söylenen Beşinci Murad, aynı senenin 31 Ağustos’unda tahttan indirildi ve yerine kardeşi Abdülhamid getirildi.

Abdülhamid, amcası Sultan Abdüláziz’in katledildiği iddiasıyla, 1881 ilkbaharında başta Midhat Paşa olmak üzere hadiseye karışan herkesi tutuklattı ve Yıldız Sarayı’nda kurduğu özel bir mahkemenin karşısına çıkarttı. Mahkeme, Abdüláziz’in intihar etmediğine, öldürüldüğüne karar verdi ve başta Midhat Paşa olmak üzere dokuz kişiyi idama mahkûm etti; Abdülhamid idamları müebbed hapse çevirdi, mahkûmlar şimdi Suudi Arabistan’ın sınırları içinde kalan Taif şehrine götürülüp bir kaleye kapatıldılar. Midhat Paşa, burada 1884’ün 6 Mayıs gecesi boğularak öldürüldü ama ölüm emrini kimin verdiği bugüne kadar hiçbir zaman anlaşılamadı.

Bush’un geçen salı günü bütün dünyanın seyrettiği konuşmasını yaptığı cami ve köprü manzaralı mekánın geçmişinde, işte böylesine kanlı bir hadise ve darbe geleneğimizin ilk zinciri yatıyor...
Yazının Devamını Oku

Avrupalı olma çabamız Bush’un konuştuğu yerde başlamıştı

1 Temmuz 2004
ABD Başkanı George Bush’un önceki gün TV’lerden bütün dünyanın canlı olarak izlediği konuşmasını yaptığı ve bugün Galatasaray Üniversitesi’nin kullandığı Feriye Sarayları ile Bush’un konuşması sırasında arka planda görünen Ortaköy Camii, Türkiye’nin Batılılaşma tarihinde çok önemli bir yere sahip olan binalardı ve Balyan adındaki Ermeni bir aileye mensup olan mimarlar tarafından inşa edilmişlerdi.

Sultan Abdülmecid’in 1839’da ilan ettiği Tanzimat Fermanı ile Batılılaşma yoluna giren Türkiye’de saray hayatı da Avrupai bir çizgiye kaymış ve Dolmabahçe’den Ortaköy’e uzanan sahildeki eski saraylar yıktırılarak, buralara Batılılaşma çabalarının eseri olan binalar inşa edilmişti ve bütün bu binaların mimarları Balyan Ailesi’nin mensuplarıydı. Ancak inşaatların tamamı Avrupa’dan yüksek faizle alınan borç paralarla yaptırıldığı için, o dönemde büyük tepki toplamıştı. Sahilde yapılan ilk bina, Dolmabahçe Sarayı idi. Bir an önce Avrupa tipi bir sarayda yaşamak isteyen Sultan Abdülmecid’in emriyle Karabet Balyan tarafından inşa edilen sarayın tamamlanması on yıl kadar sürdü ve resmi açılış 10 Haziran 1856’da yapıldı. İnşaat devam ederken, yine Abdülmecid’in emriyle 1853’te Nikoğos Balyan’a Ortaköy Camii inşa ettirildi. Abdülmecid’in yerine geçen Sultan Abdüláziz, yine Avrupa’dan alınan borçlarla, Sarkis Balyan’a 1872’de Çırağan Sarayı’nı yaptırdı. Ancak son derece kalabalık olan saray halkını, yapılan bu yeni saraylara sığdırmak zorlaşınca başka mekánlara ihtiyaç duyuldu ve Çırağan Sarayı’nın Ortaköy’e uzanan tarafına yeni binalar inşa ettirildi. Yine Balyan Ailesi’ne mensup mimarların yaptığı bu binalara ‘ikinci derece’, ‘yan’ anlamına gelen ‘Feriye’ adı verildi ve bu isim zamanla ‘Feriye Sarayları’, ‘Feriye Sarayı’ halini aldı.

Dolmabahçe’den Ortaköy’e uzanan bu saraylar zinciri, tarih boyunca çok sayıda önemli olaya da sahne oldu. 1876’da askeri darbeyle tahttan indirilerek Dolmabahçe’den Topkapı Sarayı’na gönderilen Sultan Abdüláziz, Feriye’ye nakledildi, burada bilekleri kesilerek öldürüldü ve cenazesi şimdi restoran olan kullanılan Feriye Karakolu’na getirilip, pencerelerden sökülen perdelere sarılarak saatlerce bekletildi. Yine aynı yıl tahttan indirilen Beşinci Murad da Çırağan Sarayı’na kapatıldı ve ölümüne kadar, 28 yıl burada hapis hayatı yaşadı.

Avrupai tarzda binayı Balyanlar’dan öğrendik

İSTANBUL ve çevresinde bugün hepimizin bildiği çok sayıda bina, Osmanlı mimarisinde 1750’lerden başlayarak 1800’lerin sonuna kadar önemli bir yere sahip bulunan Balyan Ailesi’nin tamamı mimar olan mensupları tarafından inşa edilmiş ve bu eserler, Osmanlı başkentinin Avrupai çizgi taşıyan ilk binaları olmuştu. Kayseri’nin Derevenk Köyü’nde doğup 18. yüzyılda İstanbul’a göçeden Meremetçi Bali Kalfa’nın soyundan gelen Balyanlar, zamanla ‘hassa’ yani saray mimarı oldular ve İstanbul ile çevresinde çok sayıda bina yaptılar. Projelerini bazen ayrı ayrı hazırlar, bazen de eserler üzerinde hep birlikte çalışırlardı. İşte Balyan Ailesi’nin en önemli mensupları ve eserlerinden bazıları:

KİRKOR BALYAN (1764-1831)

Selimiye Kışlası, Aynalıkavak Kasrı, Bayezit’teki eski yangın kulesi, Nusretiye Camii, Davutpaşa Kışlası, eski Çırağan, Beylerbeyi ve Dolmabahçe Sarayları.

SENEKERİM BALYAN (1768-1833)

Bayezit Kulesi.

KARABET BALYAN (1800-1866)

Dolmabahçe Sarayı, Dolmabahçe Camii, eski Çırağan Sarayı, Cağaloğlu’ndaki Sultan İkinci Mahmud Türbesi, şimdi Mimar Sinan Üniversitesi’nin kullandığı Salıpazarı Sarayı, Zeytinburnu, Hereke ve İzmit fabrikaları.

AGOP BALYAN (1838-1875)

Beylerbeyi Sarayı, Aksaray Valide Camii, Koşuyolu’ndaki Validesultan Köşkü.

SARKİS BALYAN (1835-1899)

Beşiktaş’taki Akaretler, Beylerbeyi ve Çırağan Sarayları, Topkapı Sarayı’ndaki Mecidiye Köşkü, Galatasaray Lisesi, Yıldız Sarayı’nın muayede kasrı, Ayazağa Kasrı, bugün Kuzey Deniz Saha Komutanlığı olan Kasımpaşa’daki Bahriye Nezareti, Çağlayan Camii, şimdi İstanbul Üniversitesi’nin kullandığı Harbiye Nezareti, Gümüşsuyu Kışlası ve halen İTÜ’ye ait olan Maçka Kışlası.

NİKOĞOS BALYAN (1826-1858)

Ortaköy Camii, Ihlamur Kasrı, Küçüksu Kasrı, Mecidiye Kasrı, Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonu ve tören kapıları, Dolmabahçe’deki Saat Kulesi, Çırağan Sarayı’nın planları.
Yazının Devamını Oku

New York’taki Özgürlük Heykeli’nin parasını Sultan Abdüláziz ödemişti

27 Haziran 2004
ABD Başkanı George W. Bush’un gelişi, bana New York’un sembolü sayılan ‘Özgürlük Heykeli’nin pek bilinmeyen macerasını hatırlattı. Heykel, 19. yüzyılın ortalarında Türk toprağı olan Mısır’a dikilmesi maksadıyla Fransızlar tarafından hazırlanmış ama sonradan yaşanan bazı şanssızlıklar yüzünden Mısır yerine Amerika yolunu tutmuştu. İşin daha da garip tarafı, heykelin masraflarının büyük kısmının, zamanın hükümdarı Sultan Abdüláziz tarafından bizzat ödenmiş olmasıydı.

‘NEW York’ dendiği zaman, çoğumuzun hatırına ilk önce Manhattan’daki gökdelenler ve şehrin hemen önündeki adada yükselen, kaidesiyle beraber tam 93 metrelik ‘Özgürlük Heykeli’ gelir.

1880’li senelerde Fransa’da yapılan Özgürlük Heykeli’nin masraflarının büyük kısmının bizden çıktığını, projesinin New York’a değil, o yıllarda Türk toprağı olan Mısır’a dikilmek üzere hazırlandığını ve son anda yaşanan bir talihsizlik neticesinde Amerika’ya gittiğini bilir misiniz?

İşte, kaçırılan bu fırsatın kısa öyküsü:

19. asırda Osmanlı İmparatorluğu’nun toprağı olan Mısır, yüzyılın ilk yıllarından itibaren Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen ‘Hıdiv’ unvanlı valiler tarafından idare ediliyordu ve içişlerinde bağımsız hale gelmişti. Mısır valileri, sadece yabancı memleketlerle imzaladıkları anlaşmalarla mali protokolleri padişaha tasdik ettirmekle yükümlüydüler ve İstanbul, bu gibi talepleri genellikle her zaman yerine getiriyordu.

Mısır Valisi Said Paşa’nın Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps’e 1854’te hazırlattığı ve Akdeniz ile Kızıldeniz’i birbirine bağlayacak olan Süveyş Kanalı projesi de onaylaması için Osmanlı hükümdarına sunulmuştu. Projenin arkasında Fransa vardı ama İngiltere, Akdeniz’deki ve Hindistan’daki hákimiyetini sona erdirebilecek olan böyle bir hazırlığa karşı çıkıyor ve zamanın hükümdarı Sultan Abdüláziz’i, projeyi reddetmesi için devamlı bir baskı altında tutuyordu.

Said Paşa, İstanbul’un tasdikini beklemedi ve 1854’ün 30 Kasım’ında Fransız mühendise projenin hayata geçirilmesi için gerekli şirketin kurulması iznini verdi. Fransız sermayesiyle kurulan şirketin hisse senetlerinin tamamı satılınca İngiltere, Sultan Abdüláziz’e daha da fazla baskı yapmaya başladı ve hükümdar, Mısır Paşası’nın projesini 12 yıl boyunca onaylamadı.

Mısır tarafı ise, İstanbul’un tasdiki gelmeden işe başladı ama Said Paşa 1863’te birdenbire ölüverdi. Yerine geçen İsmail Paşa ise Fransız değil, İngiliz taraftarıydı, bu yüzden iktidarının ilk yıllarında projeye gereken önemi vermedi ama daha sonraki senelerde Kanal’ın Mısır’a nasıl bir hayati değişiklik getireceğini farkedince işe o da dört elle sarıldı. Kazılar neredeyse tamamlanmak üzereyken Fransız hükümeti, Sultan Abdüláziz’e İngilizler’den daha fazla baskı yapmaya başladı. Sultan Abdüláziz, 1866’nın 19 Mart’ında yayınladığı fermanla Kanal’a izin verirken Kanal Şirketi ile Said ve İsmail Paşalar arasında varılan anlaşmaları onayladı, üstelik Mısır’ın kanal inşaatı için yaptığı dış borçları de devlet garantisi altına aldı ve kendisi de Kanal Şirketi’nin hisselerine oldukça yüksek bir mebláğ yatırdı.

ASYA’NIN IŞIĞI OLACAKTI

Said Paşa
ile kanalın mühendisi olan Ferdinand de Lesseps arasında 1854’te varılan anlaşmanın çok ilginç bir maddesi vardı: Kanal’ın Akdeniz’e açıldığı yere dev bir heykel dikilecekti. Heykel, firavunlar zamanının giysilerine bürünmüş bir kadın şeklinde olacak ve elinde ‘Asya’nın ışığının Mısır’dan geldiğini’ sembolize eden bir meşale tutacaktı. Sultan Abdülaziz’in ödediği paralar arasında yapılacak olan heykelin masraflarının bir bölümü de vardı.

Paşa ve mühendis, eseri Fransa’nın tanınmış heykeltraşlarından olan Frederic Auguste Bartholdi’ye sipariş ettiler, hatta bir hayli avans da ödendi ve Bartholdi işe başladı. Dikileceği yerde monte edilecek şekilde parçalar halinde hazırlanan heykel birkaç sene sonra tamamlanmış, kanalın Akdeniz’e açıldığı yerde birkaç hafta içerisinde yerleştirilebilecek hale getirilmiş ve Marsilya’dan bir gemi ile Mısır’a nakledilmesinin hazırlıklarına bile girişilmişti.

Ama, Said Paşa’dan sonra Mısır’ın başına geçen İsmail Paşa, Müslüman bir memlekette böylesine büyük bir heykelin dikilmesinin halk arasında hoşnutsuzluk yaratacağını düşündü ve mühendis Ferdinand de Lesseps’e, heykelin Mısır’a getirilmemesi talimatını verdi. Mühendis’in Paşa’yı ikna çabaları neticesiz kaldı. Süveyş Kanalı 1869 Kasım’ında dünyanın dört bir tarafından gelen davetlilerin katıldığı büyük ama ‘heykelsiz’ törenlerle açıldı. Bartholdi’nin eseri ise, Mısır’da bu yaşananlardan sonra Paris’te bir depoya kondu ve tozlanmaya terkedildi.

O yıllarda dünyanın bir başka tarafında, Fransa ile Amerika Birleşik Devletleri arasında büyük bir muhabbet yaşanıyor ve taraflar birbirlerine jest üstüne jest yapıyorlardı.

HEYKEL, AMERİKA YOLUNDA

Paris’te kurulan Fransız-Amerikan dostluk grubunun lideri olan Edouard Rene Lefebvre de Laboulaye, Fransız Hükümeti’ni Amerikalılar’ın Fransa’nın dostluğunu daima hatırlamaları için bir hediye gönderilmesi konusunda ikna etti ve hediyenin devásá bir heykel olması kararlaştırıldı. Heykel bir elinde hukuku simgeleyen bir kitap tutacak, diğer elinde de ‘dünyayı aydınlatan özgürlüğün sembolü’ olan bir meşale taşıyacaktı.

Sipariş gene aynı heykeltraşa, Frederic Auguste Bartholdi’ye verildi. Bartholdi’nin eseri zaten hazırdı, senelerden beri bir depoda beklemedeydi ve tek eksiği üst kısmında, yani elleriyle kollarında ve yüzünde bazı değişiklikler yapılmasıydı.

Amerikalılar heykelin New York’un hemen girişinde bulunan ufak adalardan birine yerleştirilmesine karar verdiler. Bartholdi, kaidenin yerini görmek için New York’a gitti ve Paris’e dönüşünde yeniden işe başladı. Bakır ve çelikten yaptığı heykelin mühendisliği ilgilendiren taraflarını Paris’e kendi adıyla anılan bir kule dikmiş olan Gustave Eiffel ile beraberce çalışarak tamamladı ve 1884 Haziran’ın ilk günlerinde eserini Fransız hükümetine teslim etti. Bartholdi heykelin yüzünü tamamen değiştirmiş ve metale annesi Charlotte’in siluetini işlemişti. Birbirine monte edilecek şekilde yapılmış 350 parçadan oluşan heykel ‘İsere’ adındaki bir Fransız gemisine yüklendi ve 4 Kasım 1885 günü New York’a ulaştı.

New York’ta, bu arada heykelin kaidesinin yapımı için bir bağış kampanyası başlamış, ilk bağışı Macar göçmeni olan, New York’ta ‘World’ adında bir gazete çıkartan Joseph Pulitzer yapmış ve kaide için 100 bin dolar vermişti. Macar göçmeni gazeteci, daha sonra gazetecilikte dünyanın en büyük ödülü sayılan ‘Pulitzer’in de isim babası olacaktı.

Kaidenin inşasından sonra sıra heykelin dikilmesine ve resmi açılışa geldi. Bartholdi, New York’a yanına bu defa Süveyş Kanalı’nın mühendisi ve heykelin fikir babası olan Ferdinand de Lesseps’i de alarak gitti ve 1886’nın 25 Ekim’inde yapılan törende eserinin açılışını bizzat yaptı.

Siz bu yazdıklarımı okuduğunuz sırada, ABD Başkanı George W. Bush İstanbul’da olacak. ‘Özgürlükler Ülkesi’nin başkanının gelişi bana ‘Özgürlük Heykeli’nin pek bilinmeyen bu macerasını hatırlattı, heykelin öyküsünü Mahmut Esat Ozan’ın yaptığı ve Şeyma Arsel’in bana gönderdiği bir çalışmadan özetledim.

Semt tarihi, Sinan Genim’in yazdığı gibi böyle yazılır

ŞEHİR
tarihçiliği alanındaki en büyük eksiklerimizden biri, semtlerin geçmişi hakkında yeterli çalışmaların yapılmamış olmasıdır.

Türkiye’nin önde gelen ‘zevkli’ mimarlarından olan ve mimarlığının yanısıra mimari tarihi konusunda da eserler veren Dr. Sinan Genim’in geçtiğimiz günlerde tamamladığı bir kitap projesi, bu konuda gelecekte yapılacak olan çalışmalara öncülük edecek. ‘Geçmişten Günümüze Beyoğlu’ isimli iki ciltlik büyük boy eserde Beyoğlu’nun geçmişi bahçelerinden hamamlarına, türbelerinden kütüphanelerine, kışlalarından edebiyatına ve mezarlıklarından binalarına kadar hemen her alanda ele alınıyor.

Taç Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Sinan Genim’in Koç Holding’in sponsorluğunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle hazırladığı iki ciltlik bu büyük eserde yeralan makaleler, alanlarında uzman olan önemli isimlerin imzalarını taşıyor. Meselá, Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un ‘Bahçeler’, Cahit Kayra’nın ‘Yokuşlar, Merdivenler ve İnsanlar’, Dr. Sinan Genim’in ‘Beyoğlu’nun Yerleşim Tarihi’ gibi araştırmalarıyla beraber İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da ‘Dr. Kadir Topbaş’ olarak semtin çokkültürlü kent hayatının geçmişini anlatıyorlar.

Kitabın elime geçmesinden sonra tebrik etmek için aradığım Sinan Genim, Beyoğlu kitabını İstanbul’un bütün semtleri hakkında yapılacak diğer çalışmaların takip edeceğini söyledi. Sonra, eserin basım aşamasında karşılaştığı bir zorluğun üstesinden nasıl geldiklerini, böyle ilmi kitapların hemen ilk sayfalarına cumhurbaşkanının, başbakanın ve şehrin idari kadrosunun fotoğraflarının konulması gibisinden garip bir ádeti uygulamamak için ne şekilde uğraştığını anlattı.

Yaptığı zevkli eserlerin ve şık restorasyonların yanına böyle bir eser de iláve ettiği için Dr. Sinan Genim’i ve eserin sponsorlarını tebrik ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Bush için yolları onarıyoruz, Wilhelm için surları yıkmıştık

20 Haziran 2004
İstanbul, NATO zirvesine hazırlanıyor ve zirve mekánlarının çevresine bol bol makyaj yapılıyor. Önemli bir misafirin gelişinden önce şehirlerin bu şekilde elden geçirilmesi, bizde eski bir ádettir. NATO zirvesi ölçüsündeki son büyük koşuşturmamızı Alman Kayzeri yani İmparatoru olan İkinci Wilhelm’in 1889’daki ve 1898’deki İstanbul ziyaretleri öncesindeki yapmış, Wilhelm’in en ufak bir rahatsızlık bile

hissetmemesi için hemen her ayrıntıyı düşünmüştuk. Misafirperverliğimiz öylesine zarifti ki, zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid, 1898’de Kudüs’ü de ziyaret eden Majesteleri İkinci Wilhelm’in birkaç metre yürüyüp yorulmamaları ve şehre arabasıyla girebilmeleri için Kanuni Sultan Süleyman’ın şehrin girişinde inşa ettirmiş olduğu meşhur Yafa Kapısı’nın bir kısmını yıktırıp kapının etrafındaki binlerce senelik hendekleri doldurtmaktan çekinmemişti.

İSTANBUL, haftalardan buyana, 46 ülkenin katılacağı NATO zirvesine hazırlanıyor. Gelecek olan liderlerin, özellikle de Başkan Bush’un güvende olmaları ve zirvenin kazasız-belásız atlatılabilmesi için güvenlik tedbirleri en üst seviyeye çıkartılıyor, bazı vapur seferleri iptal ediliyor, birçok cadde ve sokak trafiğe kapatılıyor, hattá minibüs şoförleri bile zapt u rapt altına alınırken uçurtma uçurmak ve balık tutmak yasaklanıyor. Bu arada misafirlerin otomobilleriyle gidip gelirlerken rahatsız olmamaları için bir kısım yollar da tamir ediliyor.

Önemli misafirin gelişinden önce şehirlere böylesine geniş makyajlar yapılması, bizde eski bir gelenektir. Halkımızın nişan, düğün yahut büyük bir davet öncesinde evi baştan aşağı elden geçirip aksaklığa, dolayısıyla da dedikoduya máni olmaya çalışması gibi devletimiz de NATO zirvesi gibisinden ses getirecek toplantıların veya önemli yabancı misafirlerin teşriflerinden önce aynını yapar; güzergáhtaki yollar tamir edilir, hattá sıvaları dökülüp rengi atmış binalar da misafirin göz zevkini zedelememesi için boyanır, pırıl pırıl bir hale getirilir.

MÁLUM EVLERİ BOYADIK

Biz, NATO zirvesi öncesinde güvenlik ve temizlik endişesi ile dolu son hazırlığı bundan 58 sene önce, 1946’nın 5 Nisan’ında İstanbul’a gelen Amerikan savaş gemisi Missouri için yapmıştık. Missouri’nin ziyareti Türk-Amerikan ilişkilerinin dönüm noktasıydı, dolayısıyla karaya çıkacak olan mürettebatın bazı ihtiyaçlarını da düşünmüş, ‘Gençler işlerini temiz mekánda halletsinler, biz de ele-güne rezil olmayalım’ deyip Karaköy’deki meşhur evleri bile bir güzel badanalayıp pırıl pırıl etmiştik.

Ama NATO zirvesi ölçüsündeki son büyük koşuşturmamız, Alman Kayzeri yani İmparatoru olan İkinci Wilhelm’in 1889’daki ve 1898’deki İstanbul ziyaretleri öncesindeki hazırlığımızdı. Wilhelm’in en ufak bir rahatsızlık hissetmemesi için hemen her ayrıntıyı halletmiş, hatta majestelerinin birkaç metre yürüyüp yorulmamaları için Kudüs’te Kanuni Sultan Süleyman’ın inşa ettirmiş olduğu meşhur Yafa Kapısı’nın bir kısmını yıkmaktan ve kapının etrafındaki binlerce senelik hendekleri doldurmaktan bile çekinmemiştik.

Almanya ile İngiltere’nin dünyayı paylaşmaya çalıştığı günlerdi ve Osmanlı tahtında İkinci Abdülhamid vardı. Gittikçe zayıflayan, çatırtıları işitilir hale gelen devlet güçlü bir müttefik bulmak ihtiyacındaydı ve Abdülhamid, Almanya’nın yanında olmayı tercih etti.

Bu, etki alanının sınırlarını geliştirme yolları arayan Alman İmparatoru İkinci Wilhelm için bulunmaz fırsattı ve Almanya bir anda Türkiye’ye yaklaştı. Gönderilen teknik uzmanların ve hocaların yanısıra Türk Ordusu’nda çok sayıda askeri danışman da görev yapmaya başladı ve bu gidiş-gelişlerin zirvesini, Kayzer İkinci Wilhelm’in 1889 Kasım’ındaki ilk İstanbul ziyareti teşkil etti.

Wilhelm’in İstanbul’daki güzergáhı, önceden baştan aşağı elden geçirildi. Denizden, Çanakkale Boğazı’ndan bir zırhlı ile gelen İmparator’a Dolmabahçe Sarayı’nın önüne kadar Türk savaş gemileri refakat etti, Sultan Abdülhamid misafirlerini rıhtımda karşıladı, havai fişek şenlikleri ve büyük merasimler yapıldı ve Kayzer Wilhelm, İstanbul’dan gayet memnun şekilde ayrıldı.

İmparator, Türkiye’yi 1898’de ikinci defa ziyaret etti ama sadece İstanbul’da kalmadı, Şam üzerinden Kudüs’e de uzandı. Misafirimizin rahat edebilmesi için, Kudüs’teki surların bir kısmını, işte bu ziyaret vesilesiyle yıktırdık.

HENDEKLER KAPATILDI

Şam’dan Kudüs’e giden Wilhelm, şehre Araplar’ın ‘Bábü’l-Halil’ yani ‘Hazreti İbrahim Kapısı’ dedikleri Yafa Kapısı’ndan girecekti ama bindiği arabanın kapıdan geçmesi bir hayli zor olacaktı; üstelik kapıya uzanan yolun ucunda, şehrin müdafaası için asırlar önce yapılmış hendekler vardı. Misafirinin Kudüs’e yürüyerek değil, saltanat arabasıyla ve tantanayla girmesinin yollarını arayan İkinci Abdülhamid, meseleyi ceddi Kanuni Sultan Süleyman’ın 1530’lu senelerin sonunda yaptırdığı surların altında bulunan kapının genişletilmesini, yani bir kısmının yıkılmasını emrederek halletti. Kapının iki tarafındaki duvarlar yıkılarak giriş Kayzer’in arabasının geçebileceği genişliğe getirildi ve bu arada surların önündeki hendekler de doldurulup yola iláve edildi. Wilhelm kapıdan arabasıyla geçtikten sonra iç tarafta bekleyen atına bindi ve şehri at üzerinde dolaştı.

İkinci Wilhelm’in üç büyük din tarafından kutsal kabul edilen Kudüs’e arabayla girmesi Almanya karşıtı blokta tepkiyle karşılanacak ve 1917’nin 9 Aralık’ında Kudüs’ü terkettiğimiz İngiliz ordusunun kumandanı General Sir Edmund Henry Hynmann Allenby şehre yine aynı kapıdan ama yürüyerek girecek ve böylelikle mağlup Alman hükümdarına protokol dersi vermeye çalışacaktı.

Bugün yabancı misafirleri için İstanbul’un bir bölümünü baştan aşağı elden geçiren Türkiye, bundan 106 yıl önce, bir başka misafiri için Kudüs’te Kanuni Sultan Süleyman’ın inşa ettirdiği duvarları yıktırmaktan çekinmemişti.

Yafa Kapısı’nın genişletilip önündeki hendeklerin doldurulması, çok sonraları başkalarının işine yaradı: İsrailliler’in... Şehrin en fazla turist çeken yerlerinden biri olan kapı ile çevresinde trafik bu sayede rahatça akıyor, doldurulan hendekler otopark olarak kullanılıyor ve İsrailliler ‘Kapıyı biz genişletmeye kalksaydık kıyamet kopardı. Neyse ki, meseleyi Abdülhamid önceden halletti’ diyorlar.

Alman İmparatoru’na armut ve saksağan hediye etmiştik

İKİNCİ Abdülhamid’
in kızı Ayşe Sultan (Osmanoğlu), 1960 yılında yayınladığı ‘Babam Sultan Abdülhamid’ isimli hatıralarında Wilhelm’in İstanbul’a gelişlerinde yaşananları yazıyor ve İmparator’a armut hediye etmemiz gibisinden ilginç ayrıntılar anlatıyordu.

İşte, Ayşe Osmanoğlu’nun ziyaretle ilgili olarak yazdıklarının bir bölümü:

‘...Wilhelm’in ilk gelişinde onu Dolmabahçe rıhtımında karşılayan babam, gemiye bizzat gidemediği için özür dilemiş ve yerlere serilmiş olan halıları işaretle ‘Bunlar birşey değil, size en mükellef halıları sermek isterdim ama biraz aceleye geldi’ demiş, pek memnun olan imparator teşekkürle babamın elinden tutmuş ve dostlukları böyle başlamış.

...Babam, kızkardeşlerinin hızlı ve kahkahalı konuşmak ádetlerini bildiğinden, kendilerine böyle yapmamalarını önceden tenbih ve rica etmişse de, kızkardeşleri yine alışkanlıklarını göstermişler, babam da İmparatoriçe’ye ‘Kusurlarını affediniz, biraz sinirlidirler’ demeye mecbur olmuştu.

...İmparator’un ikinci oğlu Prens Albert, boyunbağı iğnesini düşürmüş ve ‘Kıymetli değildir, fakat bana yádigárdır. Lütfen, buldurunuz’ demiş. Babama derhal haber verdiler. Babam, saray hademelerine ‘Arayıp bulsunlar’ diye emretti ve ‘Kim bulup getirirse 100 lira veririm’ dedi. Hademelerden biri bulup getirdi ve mükáfatını aldı. Babam, bu iğnenin üzerine tek taşlı kıymetli bir iğne koyarak Prens’e hediye etti.

...Babam gerek imparatora, gerekse oğullarına pekçok hediyeler vermişti. Hereke yapısı kumaşlar ve halılar, çini fabrikasında yapılan vazolar hediye olunmuştu. İmparator, Akçaarmudu’nu çok beğendiği için sandıklarla armut hazırlanmış, gönderilmişti. Saksağanlar da İmparator’un çok hoşuna gitmiş, armutlarla birlikte bu kuşlar da kafeslerle yollanmıştı’


Katolik İmparator, İslam dünyasının gözünü bu kartla boyamaya çalıştı

KAYZER Wilhelm’in Osmanlı İmparatorluğu ile flörte başladığı günlerde dünya iki bloka ayrılmıştı. Blokların birinin başını Almanya, diğerininkini İngiltere çekiyordu.

Hákimiyet alanlarını genişletme çabası içerisinde bulunan taraflar, İslam dünyasına da hoş görünmek zorundaydılar. İngiliz sömürgelerinde çok sayıda Müslüman yaşıyordu ve Almanya’nın gözü hem bu Müslümanlar’ın, hem İslam dünyasının İngiliz etkisi altına girmemiş olan kısmının, özellikle de Osmanlı İmparatorluğu gibi bağımsız devletlerdeki Müslüman nüfusun üzerindeydi.

Kayzer Wilhelm, Orta Asya Müslümanları üzerinde hákimiyet kurabilmek için gizli ama yoğun faaliyetler yürütürken, diğer taraftan Osmanlı Müslümanları’na şıklık yapma çabasındaydı. Tarikat liderlerine, üst seviyedeki din adamlarına ve bazı dini mekánlara hediyeler gönderirken Müslüman halk üzerinde de sempati yaratmaya çalışıyordu.

İşte, Alman İmparatoru İkinci Wilhelm’in Şam’da 1898’in 8 Şubat’ında dağıttırdığı bu beyanname, sürdürdüğü propaganda faaliyetinin parçasıydı. Wilhelm Almanca’dan çok bozuk şekilde Türkçe’ye tercüme edilmiş olan beyannamesinde dünya üzerindeki bütün Müslümanlar’a hitap ediyor, hepsinin dostu olduğunu söylüyor, bu arada zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid’i övmeyi de unutmuyor ve günümüzün Türkçesi ile şöyle diyordu:

‘Yeryüzünün büyük sultanı olan Halife hazretlerini yüksek bir saygıyla anıyor ve yüceltiyorum. Dünyanın dört bir tarafında yaşamakta bulunan üçyüz milyon Müslüman, Alman İmparatoru’nun kendilerinin daimi bir dostu olacağından emin bulunsunlar. Şereflerle dolu Şam şehri, 8 Şubat 1898.

İmparator İkinci Wilhelm’.
Yazının Devamını Oku

Törenin daniskasını fil ve zürafa dolaştırıp yapardık

13 Haziran 2004
Ertuğrul Özkök, cuma günkü yazısında Ronald Reagan’ın cenaze törenini konu alıyor, bizde cumhurbaşkanlarının cenazelerinin nasıl kaldırılacağını gösteren sivil bir yönetmeliğin bulunmadığını ama Genelkurmay’a ait cenaze yönetmeliğinin bir maddesinin sivil cumhurbaşkanlarına uygulanacak merasimi anlattığını söylüyordu. Biz, bugünün Amerikası gibi süper devlet olduğumuz günlerde cenaze yönetmeliğinin álásına sahiptik; zira süper devletler güçlerini zenginlikleri vasıtasıyla ifade edebilmek,hattá gerektiğinde göz boyamak için tantanalı törenler düzenlemek zorundaydılar. ‘Teşrifat Defteri’ denilen eski protokol kayıtlarında kalan tören yönetmeliklerimizde zamanın hükümdarının cenaze merasimine katılacakların ne renk elbise giymeleri gerektiğinden tutun, dağıtılacak sadakaların ne cins madeni paradan olacağına, hatta elçi kabullerinde saraya fil ve zürafa getirilmesine kadar akla gelen ve gelmeyen hemen herşey yazılıydı.

SABIK Amerikan Başkanı Ronald Reagan’ın günler süren cenaze töreni geçen cuma akşamı nihayet bitti ve Reagan, Washington’da yapılan tantanalı merasimlerden sonra California’da romantik bir şekilde toprağa verildi.

Reagan’ın Amerikan TV’lerinde naklen yayınlanan cenaze törenini bilmem seyrettiniz mi? Tabutun Capitol kubbesinin altında katafalka konulması, katedrale taşınması ve Andrews Hava Üssü’ne nakledilmesi işleri şatafattan da öte, tam bir tantana içinde yapıldı.

Şurasını unutmayalım: Büyük merasimler büyük, daha doğrusu süper devletler için bir mecburiyettir; zira devletin gücünü ve zenginliğini gözler önüne sermek, hattá gerektiğinde göz boyamak için tantanalı törenler düzenlemekten daha uygun bir yol yoktur ve bu iş tarih boyunca böyle yapılmıştır.

Amerika, Ronald Reagan’ın cenazesinde işte bunu yaptı. Kocasının bizzat hazırladığı 300 sayfalık vasiyetinin yerine getirilmesiyle yetinmeyen Nancy Reagan, katedralda okunacak olan Franz Schubert’in ‘Ave Maria’sının, yani Türkçesi ile ‘Hazreti Meryem İláhisi’nin de iki ayağı kesik meşhur tenor Ronan Tynan tarafından icra edilmesini istedi. Amerikan TV’leri, Tynan’ın okuduğu Ave Maria’yı günlerden buyana program aralarında tekrar tekrar yayınlıyorlar.

Sözün kısası, Amerika rengárenk üniformalar içerisindeki merasim kıt’alarıyla, eyalet bayraklarıyla donatılmış katedraliyle, Capitol’ün şaşaalı kubbesiyle ve şaşmayan protokolüyle cenazede ‘büyük’ olduğunu gösterip tam bir gösteri yaptı.

Bir zamanlar aynen bizim de yaptığımız gibi...

İmparatorluğun parlak dönemlerinde merasim demek bizim için de gösteri demekti; zira merasim ne kadar tantanalı olursa, devletin büyüklüğü de o derece ortaya konmuş sayılırdı. Hele saraya gelen Avrupalı bir elçi için tören yapılmayagörsün... Asıl kıyamet o zaman kopar, yer-gök inler, hatta sadece böyle günler için beslenen zürafa, fil, su aygırı gibi o zamanın nadir hayvanları da saraya getirilir ve törene şaşaadan ziyade gümbürtünün hákim olmasına çalışılırdı. Rengárenk elbiseler içerisindeki binlerce kişinin arasındaki garip yaratıkları gören Avrupalı elçiler için devletin haşmetine hayran kalmamak, artık imkánsızdı.

Geçen cuma günü köşesinde Reagan’ın cenaze merasimini yazan Ertuğrul Özkök, Türkiye’de cumhurbaşkanlarının cenaze törenlerinin ne şekilde düzenleneceğini gösteren sivil bir yönetmelik bulunmadığını ama Genelkurmay’a ait cenaze yönetmeliğinin bir maddesinin sivil cumhurbaşkanlarına uygulanacak merasimi anlattığını söylüyordu. Anlaşılan, memleketi ilgilendiren hemen her önemli konunun yanısıra, dünyaya veda eden cumhurbaşkanlarının ebediyete uğurlanmaları işini de artık askere bırakmıştık.

Bizde, eski devirlerde şu anda sahip olmadığımız sivil cenaze yönetmeliklerinin álásı vardı ve herşey en ince ayrıntısına kadar kaydedilmişti. Merasime katılanların ne renk elbise giyeceklerinden kimin nerede, kimin arkasında ve kaç adım geride duracağına, cenazenin yıkanması sırasında suya katılacak kokuların ve tabutun üzerine yerleştirilecek olan örtülerin cinsinden hangi hafızın hangi áyeti okuyacağına, hattá dağıtılacak sadakaların ne cins madeni paradan ve ne miktarda olması gerektiğine kadar akla gelen ve gelmeyen hemen herşey kayda geçirilmiş olurdu.

Türkiye’de tarih boyunca çok sayıda büyük cenaze töreni yapıldı ama hem katılanların fazlalığı, hem de protokol tatbikatı bakımından üç tören hepsinin üzerinde oldu: Konya’da 1273’ün 18 Aralık’ında Mevláná Celáleddin-i Rumi’ye, İstanbul’da 1566’da Kanuni Sultan Süleyman’a ve 1938 Kasım’ında Atatürk’e yapılan törenlerin...

Reagan’ın cenaze törenini TV’lerden seyredip bir zamanlar bizde de yapılan şaşaalı merasimlerin nasıl olduğını merak ediyorsanız Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’ne gidin ve ‘Teşrifat’ yani ‘Protokol’ defterlerini okuyun. Ayrıntıları ve şaşaayı farkedip şaşıracağınıza eminim.

Beyler, birbirinizi tekzip etmeyi bırakın, kemiklere sahip çıkın!

GEÇEN
21 Mart günü Konya’nın Aláeddin Tepesi’nde yaşanan ve kültür tarihimizde eşi-benzeri bulunmayan bir rezaleti yazmış, Anadolu Selçuklu Devleti’nin önde gelen sekiz hükümdarının kemiklerini türbede 1993’te yapılan bir restorasyon sırasında köpeklere kaptırdığımızı anlatmıştım.

Yazımdan sonra Konya Valiliği’nden ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden üstüste açıklamalar geldi. Önce ‘Böyle bir olay olmamıştır’ dediler, arkasından ‘1930’lu senelerde olduğu iddia edilir’ gibisinden sözler ettiler. Üstelik açıklamalarını işi garantiye almak istercesine bir değil, birkaç defa yolladılar. Fakslar ve resmi zarflar birbirini takip etti.

Yaptıkları bütün açıklamaların ortaya koyduğu tek bir gerçek vardı: İlgili makamlar arasında koordinasyon diye bir kavramın bulunmadığı! Konya Valiliği ‘Böyle bir olay olmamıştır’ diyor, Vakıflar Genel Müdürlüğü ‘Olmamıştır ama olmuş olabilir, gene de bir bakacağız’ diye yazıyor, Vakıflar’ın Teftiş Kurulu ise inceleme başlatıldığını söyleyip benden konuyla ilgili bilgi istiyordu.

4 Nisan’da, yine bu sayfada Aláeddin Tepesi’nde 1993’ün 23 Eylül günü çekilmiş olan iki fotoğraf yayınlamıştım. Fotoğraflarda Selçuklu Sultanları’nın láhidlerinin avluya çıkartılıp üstüste yığılmış oldukları açıkça görülüyordu. Ama ilgili makamlar bu fotoğraflara bile bakma zahmetine katlanmamış olacaklar ki, birbirlerini tekzip eden metinler hazırlamışlardı.

Şimdi, bana bu konuda peşpeşe açıklamalar yollayan ‘Basın ve Halkla İlişkiler Danışmanları’na küçük bir tavsiyede bulunayım: Önce oturun, koordinasyonlu şekilde çalışın, birbirinizden haberdar olun, işin doğrusunu ve neyin ne olduğunu öğrenin, yazacağınızı ondan sonra yazın. ‘Basın ve Halkla İlişkiler Danışmanlığı’ herşeyi yalanlama ve etrafa ‘açıklama’ adı altında çalakalem hazırlanmış sayfalar gönderme müessesesi demek değildir!

İkinci Abdülhamid’in cenazesi sabunlanmasına kadar yazılmıştı

TÜRKİYE’de bir devlet başkanının cenazesiyle ilgili en ayrıntılı yazıyı tarihçi Ahmed Refik kaleme almış ve İkinci Abdülhamid’e 1918’in 10 Şubat’ında yapılan cenaze törenini cenazenin yıkanmasından defnine kadar bütün detaylarıyla anlatmıştı.

İşte, Ahmed Refik’in oldukça uzun olan yazısının küçük bir bölümü, İkinci Abdülhamid’in cenazesinin yıkanışından sözettiği satırları:

‘...Teneşirin etrafında ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı dört hoca ellerinde sarı lifler, misk sabunları, dindaráne bir ihtiramla naáşı yıkıyorlardı.

Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir peştamal örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıktaydı. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görünmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu; fildişinden bir cisim gibiydi; boyu ufaktı, saçı ve sakalı ağarmıştı.

...Yüzünde ihtiyarlık alámeti, fazla buruşukluk yoktu. Boynu incelmiş, omuz kemikleri dışarıya fırlamıştı. En zayıf yerleri, göğsüydü. Göğüs ve kalça kemikleri görülüyordu. Bacakları beyaz ve ince, ayakları ufaktı. Vücudunda hiç kıl yoktu. Yalnız meme uçlarında, kollarının alt kısımlarında, parmaklarının üzerinde siyah kıllar görülüyordu. Kolları halsiz şekilde iki yana düşmüş, ayaklarının parmakları açılmıştı. Vücudunun sağ tarafı bembeyazdı, sol tarafında ve arkasında kırmızılıklar görünüyordu. ...Beyaz bir vücut, yıkandıkça güzelleşen bir na’ş, yeni bir teneşir üzerinde yıkayanların ellerine tábi, uzanmış yatıyordu.

...O gün, olaylarla dolu uzun bir saltanat devresinin son sahifesi kapanacaktı. Bütün nazarlar, Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Ná’şa sıcak sular döküldükçe beyaz bir duman yükseliyor, buhurdanlardan çıkan öd ve amber kokularına karışıyordu.

...Nihayet ná’şın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı, tabut yere indirildi; teneşir, tabutun yanına getirildi, içine kefenler serildi, Sultan Abdülhamid’in ná’şı hürmetle tabuta indirildi.

Sultan Abdülhamid, son dakikalarına kadar kendini kaybetmemişti. Hatta, vasiyet etmişti: Göğsüne ahidname duası konacak, yüzüne Hırka-ı Saadet tülbendi, siyah Kábe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet, harfiyen icra edildi. Kefen bağlandı, tabut kapandı’.
Yazının Devamını Oku