26 Eylül 2004
Samsun’da Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı motorize zabıta ekiplerinin sahil yolunda elele sohbet eden genç çiftleri uyarmaya başlaması, bana kadınlarla erkeklerin umumi yerlerde birarada bulunmalarını yasaklayan eski fermanları hatırlattı Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 1994’ün 26 Nisan’ında verdiği 1994/4432 sayılı karara göre bazı fermanlar hálá ‘kanun’ sayıldıkları ve bunlardan bir kısmının bugün de yürürlükte oldukları düşüncesinden hareketle, Samsun’daki motorize ekibin benzerini kurmak isteyen diğer belediyelerimize hukuki bir destek sağlaması için, kadınlarla erkeklerin umumi yerlerde birarada bulunmalarını yasaklayan eski fermanlardan birkaçını yayınlayayım dedim. İşte, kadınlarla erkeklerin kayıklarda, çamaşırhanelerde yahut kaymakçı dükkánlarında birarada bulunmalarını yasaklayan bu fermanlardan bazıları:
GAZETELERDE okumuşsunuzdur: Samsun’da Büyükşehir Belediyesi’nin dokuz kişilik bir motorize zabıta ekibi, sahil yolunda elele yahut birbirlerine sarılarak sohbet eden genç çiftleri ‘yanlış anlaşılabilecekleri’ gerekçesiyle uyarmaya başlamış.
Belediye’nin bu uygulaması, bana eski devirlerde çıkartılan ve kadınlarla erkeklerin umumi mekánlarda birarada olmalarını yasaklayan bazı fermanları hatırlattı. Çiftlerin elele tutuşmalarının düşünülmesinin bile mümkün olmadığı o günlerde, saray kadınlarla erkeklerin bazı dükkánlara beraberce girmelerini, Boğaz’ın iki yakası arasında yolcu taşıyan dolmuş kayıklarına birarada binmelerini yasaklamış, hattá yasaklar kadınların ilkbaharda mesire yerlerine gitmelerinin engellenmesine kadar uzanmıştı.
Bendeniz, Samsun’daki uygulamanın benzerini yapmak isteyen diğer belediyelerin ellerinde geçmişe ait örnekler bulunmasını sağlamak maksadıyla, eski asırlarda bu konuda çıkartılmış olan fermanlardan bazılarını yayınlayayım dedim. Üstelik fermanlar hakkında elimizde hukuki bir dayanak da vardı, Yargıtay’ın 14. Hukuk Dairesi, 1994’ün 26 Nisan’ında verdiği 1994/4432 sayılı kararıyla bazı fermanların hálá ‘kanun’ sayıldıklarını ve yürürlükte bulunduklarını ifade etmişti.
İşte, Samsun’u örnek almak isteyecek olan belediyelerimize ilham verebilecek bu fermanlardan bazıları...
Kaymakçıya erkekle beraber giden avradı tepelerim haaa!
İstanbul Kadısı’na emirdir:
Allah tarafından korunan bu şehirdeki bazı dükkánlarda, çamaşır yıkayan avratların görünmeye başladıklarını işittim. Erkeklerin çamaşır yıkatmak bahanesiyle avratların bulunduğu bu dükkánlara gittiklerini ve oralarda fesat işler ettiklerini de öğrendim ve şöyle buyurdum: Bundan böyle çamaşır yıkanan dükkánlarda avrat bulunmayacak ve hepsi başka taraflara gönderilecektir. Bu şerefli emrim eline ulaştığında asla geciktirmeyip sözkonusu dükkánların sahibi olan vakıfların idarecilerini uyarıp avratlara bundan böyle çamaşırcılık ettirmemelerini söyleyecek, bu işi yapan avratlara işi bıraktıracak, yeniden dükkán kiralamalarına mani olacak ve etrafı her zaman dikkatli bir şekilde kontrol edeceksin. Emrime uymayan avratları yakaladığın takdirde haklarından gelecek ve dükkán kiralayanların da isimlerini tarafıma bildireceksin. Şerefli emrimin aksine hareket edilmesini önleyip bu konuda boş yere bir dakika bile geçirmeyeceksin (İkinci Selim’in 1570 Mayıs’ında verdiği ferman).
Kayıkçılar Kethüdası’na emirdir:
Taze avratlar ile delikanlılar aynı kayıklara binip gezmesinler diye kayıkçılara daha önce de tenbih etmiştik. ...Kanunlara muhalif olarak taze avratların delikanlılarla kayığa binmelerini ve gezmelerini engelleyesin. Kayıkçılara bu durumu tenbih edesin ve eskiden göndermiş olduğum fermanları hatırlatasın. 1 Aralık 1580 (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 32 numaralı Mühimme Defteri).
Vezir Mehmed Paşa Hazretleri ile İstanbul ve Galata Kadılarına emirdir:
...Daha önce de ferman göndermiş olmama rağmen, emirlerime hálá muhalif hareket edildiği, ...kayıkçıların avratları ve erkekleri kayıklara karışık şekilde bindirdikleri, yelken kullanıp fazladan para istedikleri ve Müslümanlar’a fenalık ettikleri haber alınmıştır. Buyurdum ki: Fermanım vardığında bu konuya gereği gibi önem veresin, ...kötülük eden kayıkçıları yakalayasın, küreğe koyup haklarından gelesin. 12 Eylül 1583 (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 51 numaralı Mühimme Defteri).
Eyüp Kadısı’na emirdir:
Huzuruma yazı gönderip Eyüp’teki Cami-i Kebir Mahallesi’nde yeni inşa edilmiş olan okulların yakınlarında bulunan dükkánların, ekmekçi fırınlarının ve bostanların birçoğunda ...bazı kadınların kaymak yemek bahanesiyle kaymakçı dükkánlarına girerek erkeklerle biraraya geldiklerini ve şeriata aykırı vaziyette bulunduklarını yazmışsın. Dinimize aykırı olan bu vaziyetin ortadan kaldırılması gerekir ve ihmali asla cáiz değildir. Dolayısıyla buyurdum ki, bundan sonra daha dikkatli olasın, kaymakçı dükkánlarında ve bostanlarda da bu gibi hallere meydan vermeyesin. Kaymakçı dükkánlarına kadınların kaymak yemek bahanesiyle girmelerini ve böyle davranmalarını önlemek için dükkán sahiplerine sıkı tenbihlerde bulunup kadınların dükkánlara girmelerini de bilhassa yasaklatasın. Eğer senin tenbihinden sonra kadınlar dükkánlara gitmeye devam edecek ve dükkán sahibi de onlara engel olmayacak olursa hepsini şiddetli şekilde cezalandırasın.
Bu emrimin yerine getirilmesinde azami şekilde gayret gösterip ihmalden kaçınasın. Huzuruma yazı ile arzettiğin hadiseler şerefli emrim doğrultusunda nihayete ermeyecek olursa, hiçbir mazeretin kabul edilmeyecektir. Bilmiş olasın ve ona göre hareket edip ihtimam göstermekten bir an bile kaçınmayasın. 23 Mayıs 1573 (İkinci Selim’in fermanı. Ahmed Refik’in ‘16. Asırda İstanbul Hayatı’ isimli eserinden).
Saray muhafızlarının kumandanına emirdir:
İlkbaharın Allah’ın inayetiyle gelmiş olmasından dolayı bazı kadınların Üsküdar’dan Kısıklı’ya, Burgurlu’ya, Çamlıca’ya ve Nerdübanlı’ya, bazılarının da Beykoz’dan Tokad’a, Akbaba’ya, Derseki’ye ve Yuşa’ya arabalarla gittikleri, ortalıkta dolaştıkları ve fenalıklar ettikleri kesin şekilde haber alınmıştır. Gezme bahanesiyle bu yerlere giden kadınları durduracak, gerekli tenbihleri yapacak ve teftişlerine devam edeceksin. Kadınları götüren arabacıları da hakettikleri dayağı yemeleri için huzuruma gönderecek ve bu şerefli emrimde yazılı olan hususlara uyulması konusunda azami dikkat göstereceksin. (Birinci Mahmud’un 1751 Mayıs’ında çıkarttığı ferman).
ZAPTİYE
TRT, alaturka yarışmaya tam 2.5 trilyon saçıyor!
TRT’nin ‘Alaturka’ adını taşıyan, Popstar’ın ucuz bir kopyası olan, sunucuların zoraki diyaloglarıyla dolu ve herşeyiyle alaturka beste yarışmasını, iki haftadan buyana seyrediyoruz.
Yarışma ile ilgili olarak daha önce yazdıklarıma, TRT’den geçen hafta bir açıklama geldi. Açıklamada ‘Türk tarihine, Türk kültürüne, ülkeye ve millete hizmet verilmesi’, ‘yüce duygular’, ‘engin incelikler’, ‘halkımızın herşeyin en iyisine láyık olduğu’ yahut ‘Türk kültürüne gönül vermiş tüm aydınlarımızın desteği’ gibisinden beylik ifadelerden sonra, benim büyük bir hatam düzeltiliyor ve 1 milyon 200 bin dolara malolacağını yazdığım yarışmanın gerçek maliyetinin 1 milyon 355 bin dolar olduğu söyleniyordu! TRT’nin iddiasına göre yarışma TRT ile Universal Mc Cann AŞ’nin ortak projesiydi, bu kuruluşa para ödenmemiş ve yarışma için sadece reklam kuşağı tahsis edilmişti ama yetki TRT’ye aitti.
Şimdi, yarışmanın estetik ve sanat tarafını bir tarafa bırakıyor ve bana bu açıklamayı gönderen TRT’ye soruyorum:
‘Alaturka’ beste yarışması, kurumunuz ile adını verdiğiniz şirketin ortak projesi ise İstanbul Ticaret Odası’na kayıtlı olan, Özhan Eren ve Mürşide Seher Eren’e ait bulunan ‘Posta Tanıtım Hizmetleri Limited Şirketi’nin yarışma ile ilgisi nedir? TRT ile bu şirket arasında yapılmış bir anlaşma var mıdır? Şayet varsa, bana gönderdiğiniz açıklamada bu şirketin ismi niçin gizlenmiştir ve sözkonusu şirkete bugüne kadar kim tarafından kaç yüz bin dolar ödenmiştir?
Reklam kuşağı tahsisi para demek değil midir? ‘Biz ödeme yapmıyoruz, yarışmayı reklam kuşağı karşılığında yayınlıyoruz’ ifadesinden reklamların devlet TV’sinde bedava olduğu anlamı mı çıkartılmalıdır?
Şarkıları sunan bazı okuyucuların bağlı oldukları CD firmalarının yaptığı ve benim kulağıma kadar gelen kulis faaliyetlerinin engellenmesi için TRT’nin herhangi bir girişimi var mıdır?
Ve, iki de teknik soru: ‘Özgün beste’ olduğu iddia edilen jeneriğin ‘Bağa girdim bağ budanmış’ sözleriyle başlayan parçayla benzerliğini TRT’deki üstadlardan hiçbiri neden farkedememiştir?
TRT’de artık Suzidil makamının dört ses pestten okunmasının müzik değil uğultu, hatta hırıltı neticesi verdiğini işitecek tek bir kulak bile kalmamış mıdır?
Ben, musiki ile bunca senedir içiçeyim, hattá söylemesi ayıptır fakat bilenler bilir, Türk Müziği ile ilgili en zengin özel arşivlerden birinin sahibiyim ama jüride yeralan ve ‘bestekár’ oldukları iddia edilen bazı hanımlarla beylerin musikideki varlıklarından ilk defa bu yarışma sayesinde haberdar oldum!
TRT’de bu arada geçtiğimiz günlerde bir başka önemli hadise daha yaşandı, kurum bünyesinde akitli olarak çalışan ve bir kısmı müziğimizin şu andaki en büyük üstadlarından olan birçok müzisyen kapıdışarı edildi. Önümüzdeki hafta bu temizlik operasyonunu anlatacağım.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2004
Başbakan Tayyip Erdoğan, AB’nin yeni ceza yasasıyla ve dolayısıyla da zina tartışmalarıyla ilgilenmesini ‘içişlerimize müdahale’ olarak görüp işi AB’ye rest çekmeye kadar götürdü ama Avrupa’nın yatak meselelerimizle de alákadar olması beni hiç şaşırtmadı; zira Verheugen’in ataları daha önceleri uçkura, hatta padişahın yatak maceralarına bile karışmaya kalkışmışlardı. Böyle müdahalelerin tarihimizde çok sayıda örneği vardı. Avrupalı diplomatlar özellikle 19. asırda birçok aşk skandalına siyasi mahiyet vermeye çalışmışlar, hatta 1850’li senelerde Dolmabahçe Sarayı’nda, yani devletin en tepesinde yaşanan ve zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid ile bir cariye arasındaki hadisede bile taraf olmuşlardı.
AKP’nin Meclis’teki son çalımı zina tartışmasını tam bir krize dönüştürünce Avrupa Birliği’nin komiseri Günter Verheugen, Türkiye’nin yeni ceza kanununu hálá çıkartamamasının kaygı verici olduğunu söyledi; bunun üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan da rest çekti ve ‘Kimse içişlerimize karışmasın. AB bizim için olmazsa olmaz değildir’ deyiverdi.
Memleketin durup dururken bir zina kavgasının içerisine sokulması işin çok daha başka ve garip bir tarafı ama Avrupalılar’ın artık yatak meselelerimizle de alákadar olmaları beni hiç şaşırtmadı, zira Verheugen’in ataları daha önceleri uçkura, hatta padişahın uçkuruna bile karışmaya kalkışmışlardı. 1850’li senelerde Dolmabahçe Sarayı’nda, yani devletin en tepesinde yaşanan ‘Serfiraz’ hadisesi bunun örneklerinden biriydi.
CARİYE YÜZ VERMEDİ
Zamanın padişahı Abdülmecid, gönlünü haremindeki dilberlerden birine, Serfiraz’a kaptırmıştı ama cariye hükümdara başını çevirip bakmıyordu bile... Geceleri odasının kapısını kilitliyor, içeriye girmek isteyen hükümdarı dakikalarca yalvartıyor, bir türlü ‘Gel’ demiyor ve Abdülmecid’in yakarışları boşboğaz haremağaları sayesinde ertesi sabah bütün İstanbul’un diline düşüyordu.
Sıradan bir cariyenin dünyanın en güçlü adamlarından olan Abdülmecid’i böyle reddetmesinin sebebi, gönlünü bir başka erkeğe kaptırmış olmasıydı: Beşiktaş’ta, bugünkü Çarşıiçi Caddesi’nde oturan ve ‘Küçük Fesli’ denilen genç bir Ermeni müzisyene áşık düşmüştü. Yıldız’daki köşklerden birinde haftada birkaç defa buluşuyorlardı ve Serfiraz’ın gözü artık Ermeni delikanlıdan başkasını görmez olmuştu.
Küçük Fesli, günün birinde Beyoğlu’ndaki müzisyenler kahvesinde arkadaşlarıyla çene çalarken içeri giren bir Hırvat’ın kurşunlarına hedef oldu ve hafif yaralandı. Ailesi, delikanlıyı Marmara’daki adalardan birine kaçırdı ama Serfiraz ‘Nerede Feslim? Fesli’mi isterim, vallahi isterim!’ diye tutturunca Beşiktaş’a döndü ve Yıldız’daki kaçamaklar tekrar başladı.
Ancak kaçamakları bu defa kısa sürdü ve padişaha ortaklık etmeye kalkışan Ermeni genç, gecelerin birinde Çarşıiçi’nde iki kişinin saldırısına uğradı, bıçaklandı ve ertesi gün ölüp gitti.
Serfiraz üzüntüsünden yataklarda, Küçük Fesli’nin ailesiyle beraber İstanbul’un Ermeni cemaati de sokaklardaydı. İşin peşine düşmüş, katillerin kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ve birkaç gün içinde bulup zaptiyelere haber verdiler. Ama asıl rezalet, işte o zaman yaşandı: Katiller, güya saray tarafından kiralandıklarını itiraf etmişlerdi.
Fesli’nin ailesi bu defa İstanbul’daki İngiliz, Fransız ve Rus elçiliklerinin kapısını aşındırmaya başladılar. Oğullarını padişahın öldürttüğünü iddia ediyor, ‘Cariyesini kıskanan padişah katil kiralayıp evládımızın canına kıydırdı.
Oğlumuz cariyeye başını çevirip bakmazdı ama Serfiraz adamlarını yollayıp Fesli’yi hep rahatsız eder, durmadan saraya çağırırdı. Evládımız boş yere canından oldu. Padişah bize tazminat versin zooo!’ diyorlardı.
Sarayın başını bu defa Avrupalı elçiler ağrıtmaya başladı. Mesele artık bir aşk hikáyesi olmaktan çıkmış, işe mal bulmuş magribi gibi sarılan elçiler yüzünden diplomatik mesele haline gelmişti.
Ama, Küçük Fesli’nin öldürülmesi ve hemen arkasından yaşanan milletlerarası tatsızlık neyse ki sadece birkaç hafta sürdü. Temelleri atılmaya başlamış olan yeni dünya dengesinin yatak maceralarından etkilenmemesi lázımdı. O günlerde Avrupa ile bir yandan yeni kredi anlaşmaları imzalamak, bir yandan da Rusya’nın Türkiye’de yaşayan Ortodoksları himaye adı altında yeni bir nüfuz politikası uygulama çabalarına karşı Londra ve Paris ile ittifak kurmak üzereydik ve bir uçkur hikáyesinin bütün bunların önüne geçmesine iki tarafın da gönlü razı olmadı. Serfiraz merkezli bu ‘uçkur’ hikáyesini ayrıntılarıyla anlatan tarihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, İstanbul’daki elçilikler meseleyi büyütmek istemediler, Fesli’nin ailesini başlarından savdılar ve hadise kapandı.
AŞAMA KAYDETTİLER
Avrupa Birliği’nin komiseri Günter Verheugen ile sözcüsü Jean-Christophe Filori’nin ceza kanunu tasarısına ve dolayısıyla da zina tartışmalarına karışması, beni işte bu yüzden pek şaşırtmadı. Avrupalı olma çabalarımızın başlangıcında hükümdarın yatak odasında olup bitenlere kadar müdahaleye kalkışan Avrupa’nın uçkurumuzla artık şahıslar seviyesinde değil, genel çerçevede ilgilenir olmasını kendi açımızdan gene de bir gelişme saymalıyız.
DÖRT ASIRLIK BİR JİGOLO ÖYKÜSÜ
Boynuz korkusu binlerce kadını dul bırakmıştı
İSTANBUL, bugünkü zina tartışmalarımızdan çok daha derin bir zina korkusunu 16. asırda, İkinci Selim’in saltanat yıllarında yaşadı. 1577’deki hadiseye Kuklacı Mustafa adında bir muhabbet tellálı sebep olmuş ve şehirdeki dul kadın sayısı bir anda birkaç katına çıkmıştı.
Mustafa, çeşitli semtlerden topladığı dokuz delikanlıyı bir hana yerleştirdi, saçlarını uzatıp kadın kıyafetine soktu ve bazı kibar konaklarına terzi, çarşafçı, falcı görüntüsü altında taşımaya başladı.
İşler, ilk zamanlarda iyi gitti. Hem konakların evli sahibeleri, hem delikanlılar, hem de Kuklacı Mustafa halinden memnundu. Ama gün geldi, evlerden biri basıldı ve delikanlının dili falakada hemen çözüldü. Hemen o gün, zamanın polis müdürü olan Subaşı’nın adamları Mustafa’nın kaldığı hanı da basıp hem Mustafa’yı, hem de öteki delikanlıları yakaladılar. Mustafa ve uzun saçlı gençler, günlerce devam eden temiz bir sopadan sonra imparatorluğun değişik yerlerine sürüldüler.
Fesadın başı ezilmişti ama bu defa İstanbul’da konağı olan beyleri bir evhamdır aldı; uzun saçlı, boyalı delikanlıların kendi konaklarını da ziyaret edip etmedikleri, hepsine dert oldu. ‘Ya benim eve de geldilerse?’ düşüncesi içlerini kemirmedeydi. Derken çarelerin en kolayını seçtiler ve karılarını boşayıverdiler.
Kurunun yanında yaş da yanmış ama İstanbul erkeklerinin içi rahatlamış ve bütün bunlardan sonra şehirdeki dul kadın sayısı bir anda birkaç katına çıkmıştı.
Zaptiye
Trilyonluk alaturka yarışma için soru önergesi verildi
TRT’nin düzenlediği ve birkaç haftadan buyana yazıp ‘TRT özel TV’lerle reyting yarışına girmek yerine senelerden beri gittikçe pespaye bir hal alan müzik zevkini yükseltmeye çalışmalıdır’ diye karşı çıktığım ‘Alaturka Beste Yarışması’ konusu TBMM’de soru önergesi oldu.
CHP Ankara Milletvekili Yakup Kepenek, TRT’den sorumlu Devlet Bakanı Beşir Atalay tarafından cevaplanması talebiyle Meclis Başkanlığı’na bir önerge verdi ve ‘Alaturka’ yarışması için TRT’nin 1 milyon 200 bin dolar ödeyip ödemediği konusunun açıklığa kavuşturulmasını istedi.
Bu arada TRT’den, yarışmayla ilgili olarak geçen hafta gündeme getirdiğim konularla ilgili bir açıklama aldım. Açıklamada ‘musikimizin engin incelikleri, sorumlu hizmet vizyonu’ ve ‘maddi-manevi kaynak’ gibisinden beylik ifadelerle dolu uzun bir girizgáhtan sonra benim 1 milyon 200 bin dolar olarak bahsettiğim yarışmanın maliyetinin 1 milyon 355 bin dolar olduğu söyleniyor, bu mebláğın ‘barter’ yoluyla yani reklam kuşağı olduğu ileri sürülüyordu ve dolayısıyla TRT’nin ilgili kuruluşlara para ödemeyeceği iddia ediliyordu. Sanki reklam kuşağının tahsis edilmesi para değilmiş gibi...
Önceki akşam yayınlanmaya başlayan ve Popstar’ın ucuz bir kopyası olan yarışmayı bilmem seyrettiniz mi? Seyrettiniz ise sıradan ve tatsız espriler ve zoraki medihler karşısında yüzünüzü buruşturmuş, müzik camiasında adı-sanı bilinmeyen kişilerin yeraldığı jüriye şaşırmış ve çok daha önemlisi, Türk’e karşı Türk Müziği’nin, daha doğrusu Türk Müziği olduğu iddia edilen bir musikinin propagandasının yapılmasından siz de benim gibi hayrete düşmüşsünüzdür.
Alaturka yarışmasının detaylarını ve TRT’nin açıklamasını ve açıklamada yeralmayan hususları önümüzdeki hafta ayrıntılarıyla yazacağım, bekleyin!
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2004
Hürriyet Tarih Dergisi’nin 25 Aralık 2002 tarihli sayısında ‘Baltacı efsanesi meğer masalmış’ başlıklı bir yazı yayınlamış ve çapkınlık tarihimizin en meşhur macerasının, Baltacı Mehmed Paşa ile Rus Çariçesi Katerina’nın Prut’taki kaçamaklarının sadece bir söylentiden ibaret olduğunu yazınca ‘Türk erkeğinin gururu ile oynamakla’ suçlanmıştık ve bazı çevrelerden işitmediğimiz láf kalmamıştı. Neyse ki, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin imdadımıza yetişti. Geçen hafta Ertuğrul Özkök ile yaptığı görüşmede ‘Baltacı ile Katerina arasında hiçbirşey olmamıştı’ diyerek Hürriyet Tarih’i doğrularken Paşa’yı da zina gibi bir suçtan ve günahtan arındırdı.
HEM bendeniz, hem de editörlüğünü yaptığım Hürriyet Tarih Dergisi’nin yazı ailesi, bu haftayı gayet mutlu, memnun ve müsterih bir şekilde geçirdik.
Memnuniyetimizin sebebi, bundan bir buçuk sene kadar önce yaptığımız ve o günlerde oldukça ses getiren ama bir o kadar da tepki çeken bir yayınımızın Putin tarafından da doğrulanmış olmasıydı... Böylesine bir destek kaç yazara yahut yayıncıya nasip olurdu ki?
Önce, Hürriyet Tarih’in Putin tarafından da doğrulanan yayınında ne söylendiğini kısaca hatırlatayım:
ÖNCEDEN SÖYLEMİŞTİK
Derginin 25 Aralık 2002 tarihli sayısında, son yılların önde gelen genç tarihçilerinden olan Dr. Erhan Afyoncu’nun ‘Baltacı Efsanesi Meğer Masalmış’ başlıklı bir yazısı çıkmıştı. Yazıda, çapkınlık tarihimizin en meşhur macerasının, Baltacı Mehmed Paşa ile Rus Çariçesi Katerina’nın Prut’ta 1711 senesindeki kaçamaklarının sadece bir söylentiden ibaret olduğu belgeleriyle ortaya konuyor ve Paşa ile Katerina’nın birbirlerinin yüzlerini bile görmedikleri söyleniyordu.
Belgelerle desteklenen bu araştırmayı yayınlamamızdan hemen sonra, Baltacı hikáyesi ile asırlardan buyana iftihar eden bazı çevrelerin hedefi haline gelmiştik ve işitmediğimiz láf kalmamıştı. ‘Türk erkeğinin gururu ile oynamakla’ suçlanıyorduk. Ne demekti efendim, Baltacı’nın Katerina’nın yüzünü bile görmemiş olması? Bu ne gaflet ve ne daláletti? Paşa, Katerina’nın sadece yüzünü değil, her tarafını görmüş; üstelik görmekle de kalmamıştı ve biz bütün bunları reddetmek cür’etinde bulunmuştuk!
İmdadımıza bu hafta, yani yayınımızdan bir buçuk sene kadar sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin yetişti. Putin, Ertuğrul Özkök ile yaptığı görüşmede ‘Baltacı ile Katerina hadisesi bizde başka türlü bilinir’ diyor ve işin temelinde ‘şehvet’ değil, ‘rüşvet’ unsurunun bulunduğunu anlatıyordu. Rusya Devlet Başkanı’nın söyledikleri, hadiseyle ilgili olarak Hürriyet Tarih’te yazdıklarımızla tıpatıp aynıydı: Katerina, Rus ordugáhındaki bütün kadınların takılarını zorla toplatmış ve kendi mücevherleriyle beraber Baltacı’ya göndermişti.
İşin gerisi, şöyleydi: Katerina’nın Türk karargáhına yolladığı ‘hediyeler’ tam yedi araba dolusuydu ve başta Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa olmak üzere Sadaret Kethüdası Osman Ağa ile Sadaret Mektupçusu Ömer Efendi tarafından paylaşılmış, karşılığında Rus ordusunun etrafındaki kuşatma kaldırılarak barış anlaşması imzalanmıştı. Paşa, savaşmak yerine barış yapmaya bir yerde mecburdu, zira hem Viyana bozgunu, hem de Prut Savaşı’ndan 14 yıl önce Zenta’da yaşanan ve hemen ardından Karlofça Andlaşması gibi bir yıkım belgesiyle neticelenen mağlubiyet hálá hatırlardaydı ve bazı paşalar, yenilgi ihtimali yüzünden savaş konusunda ürkek davranıyorlardı.
PAŞA, SÜRGÜNE GİTTİ
Zamanın hükümdarı Üçüncü Ahmed, Prut’ta yapılan barışı yetersiz bularak Baltacı Mehmed Paşa’yı kuşatmadan birkaç ay sonra Midilli’ye sürgüne yollayacak, Katerina’nın gönderdiği rüşvetleri áfiyetle yiyen Osman Ağa ile Ömer Efendi’yi de idam ettirecekti.
Baltacı ile Katerina hadisesinin aslı böyle ama konunun çok önemli bir başka yönü daha var: Bir gerçeği, asırlardan beri gözardı etmiş olmamız...
Katerina, 1711’deki Prut Savaşı sırasında Rus Çarı Petro’nun karısı değil, metresiydi ve Çar ile savaştan bir yıl sonra, 1712’nin 19 Şubat’ında evlenebilmişti. Sadece bu gerçek bile, Prut Nehri’nin kıyısında zina yapanın Baltacı Mehmed Paşa değil, Çar Petro olduğunu ortaya koyuyor.
Alaturkacı beyler! Bana hayaller listesi yollamayın, cevap verin
GEÇEN hafta, TRT’nin açtığı ‘Alaturka’ isimli beste yarışmasının ne kadar lüzumsuz bir iş olduğunu yazmış, ‘TRT eğer Türk Müziği’ne hizmet etmek istiyorsa, repertuvarında bulunan ama artık hemen hiçbiri çalınmaz olan binlerce eseri icra ettirsin ve özel TV kanallarıyla reyting rekabeti uğruna kalitesini gittikçe düşürdüğü Türk Müziği’nin icrasına eski zarafetini kazandırmaya çalışsın’ demiştim.
Hafta içinde, Cevdet Tellioğlu isimli bir zat, TRT adına tarafıma bir açıklama gönderdi.
Tellioğlu’nun yazısı ‘yaptığım durum tesbitine teşekkürle’ başlıyordu. Bu ilk cümleyi okuduktan sonra ‘Herhalde tenkidlerime doyurucu bir cevap vermişlerdir’ diye düşündüm ama nerdeee? Yazıda ‘Alaturka’ beste yarışmasının nasıl bir şölen olacağı anlatılıyor, daha sonra ‘sanat zevkindeki seviyeyi yükseltmek’, ‘gönüllerde yer etmiş bestekárlar’, ‘kucak açmak’ yahut ‘hasret gidermek’ gibisinden dört dörtlük alaturka ifadelerle birşeyler söylenmeye çalışılıyor ama neticede söylenmiyor, son paragraflarda da ‘meşk usulü’nün uygulamaya konması yahut CD ve kaset çıkartılması türünden hayaller sıralanıyordu. Sözün kısası, yaptığım ‘durum tesbiti’ne hiçbir cevap verilmiyor, gün geçtikçe pespaye bir hál alan Türk Müziği icrasının düzeltilmesi yolunda yapılması gerekenlerle ilgili olarak da tek bir söz edilmiyordu.
Men çe miguyem, tanburem çe miguyed!
Bana ‘açıklama’ adı altında bozuk Türkçe ile karalanmış boş bir varakpáre gönderen zevátın şu hususu mutlaka bilmesi gerekir:
Açıklama yapmak, söyleyecek sözü olanlara yahut hakikaten birşeyler söylemek isteyenlere mahsustur; bir metin, içerisinde dişe dokunur ifadeler varsa, o zaman ‘açıklama’ kimliği taşır, aksi takdirde ‘zeváhiri kurtarma’ olur. Dolayısıyla bana ‘açıklama’ adı altında böyle temenniler listesi göndermeyin, geçen hafta sözünü ettiğim hususlara verecek bir cevabınız varsa onları yazın ve meşkin ne olduğunu çok iyi bilen, zira musikiyi seneler boyu meşketmiş bir kişi olan bana meşk müjdesi vermek gibi komikliklerden ve hayallerden de vazgeçin.
Bu yazıyı da, geçen hafta yazdığım ‘Yeni şarkılara milyarlar dökmeyi bırakın, önce elinizdekileri icra edin!’ başlıklı yazımın son cümlesiyle bitirmek zorundayım: Türk Müziği’nin bir zamanlar ciddi bir okulu olan TRT, son 20 yıl içerisinde müziğin kalitesizleşmesinin sebeplerinden biri haline gelmiştir ve bir devlet televizyonunun görevi özel TV’lerle reyting yarışına girmek değil, gittikçe aşağılara düşen sanat zevkini yeniden yükseltmeye çalışmaktır.
Böyle önemli bir binaya, böyle önemli mimarın imzası yakışır
İSTANBUL’un Anadolu yakasında, Bağlarbaşı’nı Beylerbeyi’ne bağlayan Gümüşyol’un biraz gerisinde, son derece şık ve tantanalı bir kapı, kapının gerisinde de yüksek duvarların çevirdiği muazzam bir köşk vardır. Gümüşyol’dan geçti iseniz, mutlaka farketmişsinizdir.
Burası, Son Halife Abdülmecid Efendi’nin köşküdür. Köşk, 1880’li senelerde Mısır Hıdivi İsmail Paşa tarafından inşa ettirildi, daha sonra o sırada sadece bir şehzade olan ve dönemin önde gelen ressamlarından ve Klasik Batı Müziği bestecilerinden sayılan Abdülmecid Efendi tarafından satın alındı ve hem ikametgáh, hem de sanat merkezi olarak kullanıldı.
Derken Abdülmecid Efendi ile beraber Osmanoğlu ailesinin bütün mensupları 1924 Mart’ında sürgüne gönderildiler ve bina da kaderine terkedildi. Birkaç defa el değiştirdi ve Yapı ve Kredi Bankası’nın kurucusu olan Kázım Taşkent tarafından 1940’lı yıllarda banka adına satın alındı. Aradan gene seneler geçti ve artık harap hale gelmiş olan Abdülmecid Efendi Köşkü, Türkiye’nin önde gelen mimarlarından biri, Dr. Sinan Genim tarafından baştan aşağı restore edildi.
Köşk, önümüzdeki Çarşamba günü, 70 yıllık bir aradan sonra yeniden faaliyete geçecek ve mekánda çok sayıda misafir ağırlanacak.
Gönderilen davetiyede bir husus dikkatimi çekti: ‘La Banda Alla Turka’ isimli bir müzik grubunun, Osmanlı dönemi eserlerini cazcılarla beraber icra edecek olması! Ben, bu mekánda şimdilerde pek bir moda ama kanaatimce gereksiz ve geçici bir heves olan ‘doğu-batı sentezi’ denilen garabet çerçevesinde ney-saksofon, ud-kontrbas ve kemençe-piyano karmaşasına çaldırmak yerine, Halife Abdülmecid Efendi’nin bir piyano yahut keman eserini Ayla Erduran veya İdil Biret gibi önemli bir isme icra ettirmeyi tercih ederdim.
Abdülmecid Efendi Köşkü’nün restorasyon sonrasındaki halini henüz görmedim, birkaç gün sonra göreceğim ama bugüne kadar çok güzel eserler veren ve son derece şık restorasyonlar yapan Dr. Sinan Genim’in imzasını taşıdığı için, mükemmel bir eserle karşılaşacağıma eminim.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2004
Necef’te haftalarca devam eden kanlı çatışmaları başlatan Mukteda es-Sadr’ın kim olduğu, ailesi ve bu ailenin mensuplarının nesillerden buyana hiç değişmeyen kaderi hakkında bizde pek birşey yazılmadı. Es-Sadr ailesi Irak’ın en köklü Şii ailelerinden biriydi, içlerinden çok sayıda ayetullah ve dini otorite çıkmıştı ama bu dini otoritelerin neredeyse hiçbiri, yatağında can verememişti. Es-Sadr ailesinin birçok mensubu, özellikle Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde, ya Saddam’ın emriyle yapılan suikastlere kurban gittiler, ya yargılanarak idam edildiler, yahut kapatıldıkları zindanlarda büyük işkencelerden geçirildikten sonra sessizce ortadan kaldırıldılar.
Şİİ dünyasının en büyük dini otoritesi olan ‘Ayetullah-ı Uzmá’, yani ‘Büyük Ayetullah’ Seyyid Ali Hüseyni Sistani’nin devreye girmesiyle Hazreti Muhammed’in amcasının oğlu ve damadı olan Hazreti Ali’nin Necef’teki türbesinin etrafında haftalardan buyana devam eden kanlı olaylar nihayet buldu.
Necef’te yaşanan hadiseleri başlatan Mukteda es-Sadr’ın kim olduğu, ailesi ve bu ailenin mensuplarının nesillerden buyana hiç değişmeyen kaderi hakkında acaba bilgi sahibi misiniz?
Irak’ın en köklü Şii ailelerinden olan ve çok sayıda ayetullah ile dini otorite yetiştiren ‘es-Sadr’ ailesi, dini alandaki bu genetik verimliliklerinin yanısıra, içlerinden çıkan dini otoritelerin neredeyse tamamının yatağında can verememiş olmasıyla meşhurdu. Es-Sadr ailesinin birçok mensubu, özellikle Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde, ya Saddam’ın emriyle yapılan suikastlere kurban gittiler, ya yargılanarak idam edildiler, yahut kapatıldıkları zindanlarda büyük işkencelerden geçirildikten sonra sessizce ortadan kaldırıldılar.
İşte, Mukteda Sadr’ın en yakınları olan ve Saddam Hüseyin döneminde ortadan kaldırılan es-Sadr ailesine mensup bazı önemli din adamlarının kanlı ákıbetleri:
AYETULLAH SEYYİD MUHAMMED BAKIR ES-SADR: Mukteda Sadr’ın amcası ve 1950’lerden sonra Irak’ta faaliyet göstermeye başlayan ‘İslami Dava Hareketi’ isimli ilk siyasi Şii grubun kurucusuydu.
Bakır es-Sadr’ın, Şii dünyasının o dönemdeki bir diğer militan lideri olan Ayetullah Seyyid Bakır es-Hakim ile işbirliği Saddam Hüseyin rejiminin canını sıkmaya başlayınca Bakır es-Sadr tutuklandı ama Şiiler’in geniş çaplı bir isyana girişmeleri ihtimali üzerine serbest bırakıldı ve evinde göz hapsine alındı. Rejim karşıtı faaliyetlerini evinden de sürdürmesi üzerine Saddam Hüseyin’in ‘Muhaberat’ isimli istihbarat örgütü 1980’in 8 Nisan gecesi, Ayetullah’ın evini kuşattı. Öldürüleceğini anlayan Ayetullah Bakır es-Sadr, celládlarına evinin penceresinden makineli tüfek ateşiyle karşılık verdi, bunu attığı el bombaları ve RPG roketleri takip etti. Muhaberat görevlileri Ayetullah’ın evine ancak iki saat sonra girebildiler ve cephanesi tükenmiş olan Bakır es-Sadr’ı hemen oracıkta öldürdüler.
AYETULLAH MUHAMMED ES-SADR: Mukteda Sadr’ın babası ve Necef’in en sözü geçen dini liderlerindendi. 1999 Şubat’ında kıldırdığı bir cuma namazı sırasında hutbe okuyacağı kürsüye beyaz bir kefene bürünmüş olarak çıktı. Söze, ‘Yaptığım bu işin hayatıma mal olacağını biliyorum ama böylelikle şehadet mertebesine erişirim’ diye başladı ve Saddam rejiminin zindanlarında işkence görmekte olan Şiiler’in serbest bırakılmasını istedi
Saddam Hüseyin, Ayetullah’a cevabını tam bir hafta sonra ve onun beklediği şekilde verdi: Ayetullah Muhammed es-Sadr, cuma namazını kıldırıp otomobille evine gittiği sırada makineli tüfeklerle tarandı. Ayetullah’ın yanısıra otomobilde bulunan ve Mukteda Sadr’ın ağabeyleri olan iki oğlu da can verdiler. Suikast sadece Irak’taki değil, bütün dünyadaki Şii toplumunu ayağa kaldırdı, Necef’te yaşayan Şiiler sokaklara döküldüler ve tepkiler geniş bir isyan halini almaya başlayınca, Saddam Hüseyin, Ayetullah’ın cenazesinin tören yapılmadan ve gizlice kaldırılmasını emretti.
Bağdat’tan gelen bütün tehditlerine rağmen Ayetullah’ın cenazesine binlerce Şii katıldı ve devrim muhafızları cemaatin üzerine makineli tüfek ateşi açtı. Hazreti Ali’nin türbesinin önü mezbahaya döndü, ancak ölü sayısı hiçbir zaman öğrenilemedi. Saddam yönetimi bu kadarla da yetinmedi ve Irak’ın önde gelen dört Şii entellektüelini ‘Ayetullah’a suikast düzenledikleri’ suçlamasıyla gizlice yargılayıp idam etti. Şiiler idamların göstermelik olduğunu ve cemaatin önde gelenlerinin suikast bahanesiyle ortadan kaldırıldıklarını söyleyince, Saddam Hüseyin, Ayetullah Muhammed es-Sadr’ın öğrencilerinden otuz kişiyi daha idam ettirdi ve Bağdat’ta yaşayan binlerce Şii aileyi bir gece içerisinde çöle sürdü.
Iraklı Şiiler, Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra Bağdat’ın hemen yanıbaşında bulunan ‘Saddam Şehri’nin adını ‘Sadr Şehri’ diye değiştirecek ve böylelikle liderlerini kaybetmelerinin acısını bir nebze olsun hafifletmeye çalışacaklardı.
HÜCCETÜLİSLÁM SEYYİD MUSA ES-SADR: Mukteda Sadr’ın büyük amcası ve Türkiye’nin gündemini senelerden beri meşgul eden omuzları da örtecek şekilde bağlanan türbanın yaratıcısıydı. İran’ın dini ilimler merkezi olan Kum şehrinde, 1928’in 15 Mayıs günü dünyaya geldi. Kum’da ve Tahran’da dini eğitim aldı, ‘Mekteb-i İslam’ adında bir dergi çıkarttı ve bir müddet Kum’daki medreselerde hocalık edip ‘Hüccetülislam’ derecesine yükseldi.
Musa Sadr, 1960’ta dini otorite boşluğuna düşen Güney Lübnanlı Şiiler’i toparlamak maksadıyla Lübnan’ın Sur şehrine yerleşti, kısa sürede bölgenin en güçlü dini lideri oldu, ‘imam’ unvanını aldı, bu arada çok sayıda vakıf ve okul kurdu, 1971’de İsrail’e karşı mücadele etmek maksadıyla Müslüman ve Hristiyan din adamlarından meydana gelen bir diğer dini konseyi hayata geçirdi.
Lübnan’ın siyasi hayatında son derece etkili olan Musa Sadr, 1978 Ağustos’unda, Güney Lübnan’daki Filistinli mülteciler konusunda temaslarda bulunmak maksadıyla Libya’ya gitti ama bu, onun son siyasi faaliyeti oldu ve Sadr’dan bir daha haber alınamadı. Libyalılar İmam’ın Muammer Kaddafi ile görüştükten sonra Roma’ya giden bir uçağa bindiğini iddia ettiler, İtalya ise Sadr’ın uçakta bulunmadığını açıkladı ve dini lider kayboldu!
Ailesi, özellikle de kızkardeşi, Sadr’ın Libya’da bir zindanda tutulduğunu ve halen hayatta olduğunu iddia ederken, Şii dünyası Musa Sadr ile kayıp 12. İmam Mehdi arasında bir benzerlik kuruyor ve İmam Musa Sadr’ın da günün birinde Mehdi gibi yeniden ortaya çıkacağına inanıyor.
YAZMADAN ÖNCE ÖĞRENİN
Mukteda es-Sadr mensupları işte böylesine hem dini otorite, hem de militan olan bir aileden geliyor. Ben, Şii dünyasının en büyük dini otoritesi olan Ayetullah Seyyid Ali Hüseyni Sistani’nin hafta içerisinde hazırladığı planı kabul ederek Hazreti Ali türbesini boşaltan ve türbenin anahtarlarını Sistani’ye teslim eden Mukteda es-Sadr’ın bir köşeye çekileceğine yahut meşru yoldan siyasete atılacağına hiç ihtimal vermiyorum. Zira, Sadr ailesinde direniş yolunda can vermek bir gelenektir, dünyadan bu şekilde ayrılış da onlar için ‘şehadet’, yani cennetin müjdesidir.
Ama, işin bir başka tarafı daha var:
Irak halkının yüzde yetmişe yakını Şii’dir de Şii doktrininden haberdar olmadan Irak’ı anlamak imkánsızdır. Dolayısıyla, Şii hareketin geçmişini bilmeden Mukteda es-Sadr’dan ‘molla bozuntusu’ gibisinden sözlerle bahseden veya bu geçmişi bildikleri halde hayranlık krizlerine girerek ‘Necef benim için Çanakkale’den bin kat daha faziletlidir’ diye saçmalayan köşe yazarları sadece cehaletlerini yahut hınçlarını ortaya koymaktadırlar.
Yeni şarkılara milyarlar dökmeyi bırakın, önce elinizdekileri icra edin!
HERHALDE işitmişsinizdir: TRT, ‘Alaturka’ diye bir beste yarışması açtı. Birinci seçilecek eserin bestekárına 50, ikinciye 35, üçüncüye 25 milyar verilecek, ayrıca beğenilen 13 eserin bestecisine de onar milyar ödenecek.
TRT çapında yüksek gelirlere sahip olan bir kurum için toplam 200 küsur milyar lira ödül dağıtmanın önemli bir yük olmayacağını düşünebilirsiniz. Ama konunun bir de ‘görev’ ve ‘etik’ tarafı var.
Türk Müziği’ne ciddi şekilde aláka duyuyorsanız, bu müziğin TRT’de senelerden beri doğru dürüst icra edilmediğini, repertuvarın giderek daraldığını, fakirleştiğini ve programların mevsimlik şarkılarla sınırlı kaldığını mutlaka farketmiş, bu alaturkalıktan benim gibi sizler de ikrah etmişsinizdir.
İşin aslı şuydu: Repertuvar fakirleşirken, icra da kalitesinden gün geçtikçe çok şeyler kaybetti. Klasik üslup kayboldu ve ortalığı -teknik terimiyle- eserleri ‘yerinden’ okumayı beceremeyip beş yahut altı ses pes perdeden icra eden, daha doğrusu icra ettiğini zannederek homurdanan kalın sesli hanımlar ile nefes almadan haykıran cırtlak sesli erkekler doldurdu. TRT bununla da yetinmedi, özel TV’lerle rekabet hevesiyle ‘halk böyle istiyor’ diye bir bahane yarattı, Türk Müziği programlarına timpaniden elektronik klavyeye kadar geleneksel müzikle alákası olmayan hemen her çalgıyı iláve etti ve müziğimizin kendine mahsus tınısı sayelerinde yokoldu, gitti.
TRT’nin bugün ‘çağdaş tını’ zannettiği ses rengi, Mısırlı piyasa çalgıcılarıyla Kahire Radyosu’nun bundan 50 sene önce yakaladığı, ağırlık noktasını yaylıların ve ritm sazlarının teşkil ettiği Arap tınısıdır!
Aynı kurum, şimdi reyting rekabeti uğruna ‘alaturka beste yarışması’ düzenliyor. Repertuvardaki bütün eserler sanki icra edilmiş ve çalacak beste kalmamış gibi...
Özel TV’lerdeki ‘Popstar’, ‘Türkstar’, ‘Bilmemnestar’ yarışmalarıyla aşık atmaya heveslenip ‘alaturka beste yarışması’ açan TRT Genel Müdürü’nün, bazı sorulara cevap vermesi gerekir:
Senelerden beri hiç okunmayan binlerce eserin notası raflarda tozlanırken yeni beste yarışmaları açmak hangi akla hizmettir? Maksat ‘canlı’, ‘çağa uygun’ ve ‘hareketli’ müzik yapmak ise bu tarzda örnek vermiş olan bestecilerin, meselá Neveser Kökdeş’in, Erol Sayan’ın, Şekip Ayhan Özışık’ın, Seláhaddin İçli’nin ve daha birçok bestekárın eserleri niçin icra ettirilmez?
TRT’nin gönderilen yeni besteleri denetlemekle görevli birkaç adet repertuvar kurulu hálá faaliyette iken böyle bir müsabaka açma hevesi reyting yarışından başka ne ile izah edilebilir? Ciddi bir ‘icra yarışması’ açma düşüncesi neden hatıra gelmez?
Kurumun daha önce düzenlediği beste yarışmalarında, meselá 1987’deki müsabakada birinci olan ‘Kanımda kıvılcım’ şarkısı son bir sene içerisinde TRT’de kaç defa icra edilmiştir?
Sözün kısası: Türk Müziği’nin bir zamanlar ciddi bir okulu olan TRT, son 20 yıl içerisinde müziğin kalitesizleşmesinin sebeplerinden biri haline gelmiştir ve bir devlet televizyonunun görevi özel TV’lerle reyting yarışına girmek değil, gittikçe aşağılara düşen sanat zevkini yeniden yükseltmeye çalışmaktır.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2004
Günlerden buyana, Fenerbahçe ile Galatasaray’ın büyü maceralarıyla meşgulüz. Ancak, hadisenin Fenerbahçe yöneticilerinin büyü çözdürmek için gittikleri Ayten Gürışık isimli medyuma hakettiği parayı vermemeleri yüzünden dillere düşmüş ve dallanıp budaklanmış olması beni bir hayli şaşırttı. Bizzat yapabilecekleri bir işi ‘hariçten’ bir hanıma havale etmelerine hayret ettim ve bundan sonraki büyücülük faaliyetlerinde işlerine yarayabilir düşüncesiyle, hususi kütüphanemde bulunan büyücülükle ilgili bazı elyazmalarından aldığım birkaç formülü, Özhan Canaydın ile Aziz Yıldırım’a sevabına vereyim dedim.
GÜNLERDEN buyana, Fenerbahçe ile Galatasaray’ın büyü maceralarını takip ediyor ve Fenerbahçe’nin büyü bozdurma çabalarıyla Galatasaray’ın uğur niyetine stadda kafes dolaştırma itiraflarını tebessümlerle izliyoruz.
Öncelikle bir hususu ifade etmem gerekiyor: Büyüye sadece bizde değil, dünyanın hemen her memleketinde çaresiz kalındığında başvurulur ve spor alanında da birçok ülkede büyüden medet umulur. Büyünün en fazla rağbette ve günlük hayatın ayrılmaz parçası olduğu kıt’a ise Afrika’dır ama bu işi Avrupalılar da yeri geldiğinde yapmaktan kaçınmazlar. Meselá 2002’deki Dünya Kupası sırasında basına yansıyan bir hadisenin, İtalyan Milli Takımı’nın Teknik Direktörü Trapattoni’nin Papa’ya okuttuğu kutsal suyu karşılaşma öncesinde stada dökmesi de bir çeşit büyüdür ve Trapattoni’nin yaptığı ile Fenerbahçe ile Galatasaray yöneticilerinin büyücülere koşmaları arasında hiçbir fark yoktur.
Ancak, hadisenin Fenerbahçe yöneticilerinin büyü çözdürmek için gittikleri Ayten Gürışık isimli medyuma hakettiği parayı vermemeleri yüzünden dillere düşmüş ve dallanıp budaklanmış olması beni bir hayli şaşırttı. Bizzat yapabilecekleri bir işi ‘hariçten’ bir hanıma havale etmelerine hayret ettim ve bundan sonraki büyücülük faaliyetlerinde işlerine yarayabilir düşüncesiyle, sevabına yardım etmeye karar verdim.
Cin, büyü, ruh, vesaire konularını merak sebebiyle senelerce araştırmış ve bir hayli kaynak, özellikle de geçmiş asırlardan kalma çok sayıda elyazması toplamış bir kişi olarak, her iki takımın yöneticilerine, uygulayabilecekleri bazı formülleri günümüz Türkçesi’ne naklederek bu sayfada veriyorum. Ama küçük bir ricam var, bu formülleri günün birinde tatbik ettikleri ve işe yaradığını gördükleri takdirde beni haberdar etmeleri...
Stada yapılan büyüyü bulmanın yolu başkadır
AŞAĞIDAKİ büyü tariflerini, asırlar öncesinden kalan ve şimdi bende bulunan büyü ile ilgili bazı elyazması eserlerden naklediyorum.
Ancak işin temelini oluşturan kısmı, yani büyü sırasında okunması gereken ve cin duası olduğu söylenen bahisleri, her önüne gelenin düşmanına kötülük yapma ihtimaline meydan vermemek için yazmıyorum. Ama, kulüp başkanları büyülerin sansür ettiğim kısımlarını talep ettikleri takdirde kendilerine takdim edebilirim.
RAKİPLERİ MAHVETMENİN BEYÁNIDIR: Bir düşmanın veya bir zalimin helák edilmesi yahut hasta düşürülmesi istenirse, görülen şekli Salı günü iyi bir saatte helák edilecek olan kişilerin adıyla beraber kurşun bir levha üzerine yazasın. Daha sonra ..... duasını yedi kere okuyup kurşun levhanın üzerine üfleyesin. Üfleme tamamlandıktan sonra levhayı ateşe yaklaştırasın ve bu işlerle görevli olan cini davet etmeye yarayan duayı da tam 170 defa okuduktan sonra kurşunu ateşe atasın. Helák olması istenenler kaç kişi olurlarsa olsunlar mutlaka derde uğrarlar ve her işlerinde beceriksiz kalırlar.
Ama bütün bunları yaparken rakibin helák olmasını değil de çaresiz kalmasını yahut kuvvetten düşmesini istersen, levhayı ateşe atmayasın ama cini davete yarayan duayı yine 170 defa okuduktan sonra kurşunu ateşin hemen yanına koyasın. Kurşun levha sıcaktan yumuşadıkça, rakip halsiz kalır ve hiçbir şey edemez olur. Bu işleri yaparken helák olmasını yahut halsiz kalmasını istediğin kişilerin yüzlerini hayal etmeyi de sakın hááá unutmayasın!
YAPILMIŞ OLAN BÜYÜYÜ ÇÖZMENİN ÇARESİDİR: İşbu çizimi, iki ayrı káğıda Zühre yıldızının etkili olduğu saatte yazasın, birini suya koyasın, suyun az bir mikdarını içesin, geri kalanı ile iyice bir boy abdesti alasın. İkinci şekli ise balmumuna sarasın ve gerektiği anda dilin altına koyup orada tutasın (Bendeniz, bu büyünün işe yaraması için karşılaşma sırasında bizzat kulüp başkanları tarafından yapılmaları gerektiğini düşünüyorum).
YAPILMIŞ BÜYÜYÜ BULMANIN YOLU ŞUDUR Kİ: Kurşun bir levhanın üzerine işbu daireyi itinayla çizesin, üzerindeki sayıları da dikkatle yazasın. Sonra dairenin tam ortasına küçük bir delik açasın, delikten bir ip geçiresin, ipin dairenin altında kalan ucuna sıkıca bir düğüm atasın ve diğer ucunu elinden dirseğine kadar olan mesafeden kesesin. Sıkı bir boy abdesti alıp büyü yapıldığından şüphe ettiğin yere bu daireyle gidesin ve ipin ucundan tutup daireyi serbest bırakasın. Kalbini ve gönlünü büyüyü bulmaya verdiğin anda daire dönmeye başlar. Gönlünü daha da bir temizleyerek dairenin döndüğü tarafa gidesin ve iki tarafa birden sallanmaya başladığı yeri kazasın. Rakibinin yaptığı büyü mutlaka çıkar.
Afrika’da yapılan futbol büyüsüne bizzat şahidim
BUNDAN 11 sene önce, 1993 ilkbaharında, uzun süren bir Orta ve Batı Afrika seyahati yapmış, kıt’anın bu kısımlarını Nijerya ile Benin’den başlayıp Fas’a kadar neredeyse adım adım dolaşmıştım.
Seyahatimin sebebi, Afrika’da günlük hayatın hemen her alanına hákim olan ve ‘cucu’ denilen geleneksel büyüler hakkında birşeyler öğrenebilmekti. Bu iş için yüze yakın büyücüyle konuşmuş, ikna edebildiklerimin büyü ve cin seanslarına katılmış, Nijerya’nın en büyük büyücüsü olan 89 yaşındaki Bassioba’dan çok şey öğrenmiş ve döndüğüm zaman Hürriyet’te ‘Kara Afrika’nın Kara Büyüleri’ başlıklı birkaç gün süren bir yazı dizisi yapmıştım. Dizi öylesine ilgi uyandırmıştı ki, yayınlanmasından birkaç sene sonra bile ‘Derdimin devasını bulabilmek için Afrika’ya gideceğim, büyücülerle temasıma yardımcı olabilir misiniz?’ gibisinden mektuplar gelmişti.
Büyü, Afrika’da yemek-içmek gibi sıradan bir iş olmaya hálá devam ediyor ve siyasetten sağlığa, aşktan futbola kadar hemen her alanda büyüden ve büyücülerden istifade ediliyor.
Biz, günlerden buyana Fenerbahçe ile Galatasaray’ın büyü hikáyeleriyle meşgul olurken, Avrupa basını da aynı konuyla ilgileniyor ve İngiliz BBC televizyonu, şu günlerde Afrika’da yapılan futbol büyüleri hakkında bir program hazırlıyor.
Araştırmaların sebebi, 2002’de yapılan son dünya kupasında bazı Afrika takımlarının maçlardan günlerce önce büyü yaptıklarının ancak şimdi ortaya çıkması. İşte, başta BBC olmak üzere Avrupa basınını bu konuda çalışma yapmaya iten büyü hadiselerinden bazıları:
Senegalli büyücüler, 2002 Dünya Kupası’nda Fransa ile yapılacak maçtan önce Fransız oyuncuların adlarının yazılı olduğu káğıtları işin içine cinlerin de karıştığı birtakım muamelelerden sonra toprağa gömdüler. Neticede, Fransız Milli Takımı kupadan eli boş döndü.
Geçtiğimiz yıl, Real Madrid’in İngiliz oyuncusu David Beckham’ın ayak parmaklarından biri durup dururken kırıldı. Sebebi araştırıldı ve Güney Afrika’nın yıldızlarından Jomo Sono’nun Beckham’a büyü yaptırdığı ortaya çıktı.
1995’teki Afrika Kupası finallerinden önce müsabakalara iştirak edecek olan kulüplerin tamamı büyücüleri devreye soktular. Afrika’da ‘cadı doktor’ denilen büyücüler arasında kıyasıya bir mücadele başladı ve Güney Afrika ile Fildişi Sahili takımları finale kaldılar. Son karşılaşmadan bir hafta önce, Güney Afrika takımı antrenmanları bırakarak büyücülerle bir yere kapanıp günler boyunca okunmuş sularla masaj yaptırdılar. Takımlar final karşılaşmasında talimatı teknik direktör yerine büyücülerden aldılar ve Fildişi Sahili’nin oyuncularının bir anda kuvvetten düştükleri, iki oyuncunun da hiçbir sebep yokken sakatlandığı farkedildi. Mücadelede Güney Afrika’nın Soweto’dan getirttiği büyücüler baskın çıkmıştı ve kupa Güney Afrika’nın oldu.
Benzer bir büyücü mücadelesi 1992’deki Afrika Kupası’nda yaşandı ama skandalla sonuçlandı. Fildişi Sahili’nin Spor Bakanı, karşılaşmalardan aylarca önce ülkenin önde gelen büyücülerinin tamamını kiraladı ve oyunculara oldukça uzun süren büyü seansları uygulattı. Ancak büyücülere kupanın başlamasından önce vermeyi vaadedilen paralar ödenmeyince kıyamet koptu, büyücüler olayı basına aksettirdiler ve ‘Artık, bugüne kadar yaptığımız büyülerin tam tersini yapıyoruz. Bizim takım yenilecek!’ dediler; öyle oldu ve Fildişi Sahili, Afrika Kupası’ndan elendi. Kendisine de fenalık yapılmasından korkan Spor Bakanı ise büyücülerin her birine birer şişe içki ve ikişer bin dolar dağıttı.
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2004
AB üyeliğimize işin en başından beri karşı çıkan Vatikan, bu konuda ilk defa geçen hafta gayet net bir tavır koydu. Katolik dünyasının en büyük teologlarından kabul edilen Kardinal Joseph Ratzinger, ‘Çoğunluğu Müslüman olan Türkiye geleceğini Avrupa Birliği’nde değil, İslam Ülkeleri Birliği’nde aramalıdır’ dedi, Başbakan Tayyip Erdoğan da ‘Vatikan bir din devletidir, AB üyesi değildir. Biz AB ülkeleriyle konuşuyoruz’ karşılığını verdi. Ama bu polemik sırasında çok önemli bir husus gözardı edildi: Kardinal Ratzinger’in başkanlığını yaptığı ‘Dinsel Öğretiler Kurulu’nun aslında resmen hálá varolan ve tarih boyunca çeşit çeşit işkenceyle milyonlarca kişinin canını alan meşhur Engizisyon olduğunu ve Ratzinger’in aynı zamanda ‘Grand Inquisitor’, yani ‘Büyük Engizisyoncu’ unvanını taşıdığını...
VATİKAN’ın AB üyeliğimize temaslara ilk başladığımız 1950’li yıllardan itibaren karşı olduğunu bilmeyen yoktu ama Papa’nın yakın çevresi ilk defa geçen hafta açık ve net konuştu: Vatikan’ın ‘Dinsel Öğretiler Kurulu’ Başkanı Kardinal Joseph Ratzinger, hafta içerisinde ‘Çoğunluğu Müslüman olan Türkiye geleceğini Hristiyan köklere sahip Avrupa Birliği’nde değil, İslam Ülkeleri Birliği’nde aramalıdır’ dedi.
Kardinal’in sözlerine cevap bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’dan geldi ve Başbakan ‘Vatikan bir din devletidir, AB üyesi değildir. Biz AB ülkeleriyle konuşuyoruz’ karşılığını verdi. Bu sözler ‘Vatikan’ın AB ile alákası yoktur, dolayısıyla bu konuda papazları muhatap olarak kabul etmeyiz’ demenin nazik bir şekilde ifadesinden ibaretti.
Kardinal’in sözleri gerek kamuoyunda, gerekse de hükümet ve yönetim kanadında Vatikan’ın Türkiye ile AB ilişkilerindeki alışıldık tutumu olarak yorumlandı ama bu arada çok önemli bazı hususları gözardı ettik: Kardinal Joseph Ratzinger’in başkanlığını yaptığı ve Türkçe’ye ‘Dinsel Öğretiler Kurulu’ diye yanlış şekilde tercüme ettiğimiz dini müessesenin neyin nesi olduğunu ve Kardinal’in Vatikan’daki konumunu...
İşte, işin doğrusu:
Bizim ‘Dinsel Öğretiler Kurulu’ dediğimiz dini organın adının doğru tercümesi ‘İman Akidesi Cemaati’ yahut ‘İmanın Esasları Kurulu’dur. Bu kurul bugün resmen hálá varolan ve tarih boyunca milyonlarca kişiyi işkencelerle canından eden meşhur Engizisyon’un şimdiki resmi adıdır. Kardinal Ratzinger Vatikan’ın aynı zamanda son ‘Grand Inquisitor’ü, yani ‘Büyük Engizisyoncu’sudur ve dolayısıyla Başbakan Tayyip Erdoğan, farkında olmadan Engizisyon ile polemiğe girmiştir.
MEZHEP TEMİZLİKLERİ
Aslında ‘Enkizisyon’ diye yazmamız gereken Engizisyon’un ne olduğunu, din adına asırlar boyunca nasıl canlar aldığını bilmeyenimiz pek yoktur ama şimdi Avrupa Birliği üyeliğimiz konusuna da müdahele eden tarihin bu en kanlı dini kuruluşunun nereden nereye geldiğini anlatmadan edemedim:
Kilise, Hristiyanlığın ilk 12 asrında ortaya koyduğu inanç sistemlerine karşı çıkanlarla yani ‘dalálete düşenlerle’ kralların da desteğini alarak mücadeleye çalıştı ama pek başarılı olamadı ve çok sayıda ‘sapkın’ mezhep türedi.
Ortaçağ’ın ilk Engizisyon Mahkemesi, Fransa’nın güneyinde yaşayan Katarist Mezhebi mensuplarını temizlemek maksadıyla 1184’de kuruldu ve binlerce mezhep mensubunu ortadan kaldırdı.
Asıl Engizisyon ise, 1481’de İspanya’da faaliyete geçti. Kral Ferdinand ile Kraliçe İsabella’nın eseri olan Engizisyon öncelikle Endülüs’teki Müslümanlar’a ve İspanyol Yahudileri’ne karşı kullanıldı, daha sonra ‘dalálet’e saptıkları iddia edilenlerle mücadeleden cadı avına kadar akla gelen hemen her alanda faaliyet gösterdi. Engizisyon 1834’e kadar sadece İspanya’da değil, Avrupa’nın birçok bölgesinde korku salacak ve din adına milyonlarca kişinin canını alacaktı. Türkiye’ye İkinci Bayezid’in tahtta bulunduğu 1492 yılında gelen onbinlerce İspanyol Yahudisi de, işte bu Engizisyon’dan kaçanlardı.
HAŞMETLİ ÖLÜMLER
İspanyol Engizisyonu, Avrupa’da bütün haşmetiyle ve zulmüyle hüküm sürerken Papa Üçüncü Paul, 1542’nin 21 Temmuz’unda Vatikan’da yepyeni bir Engizisyon kurdu. Resmi adı ‘Sacra Congregatio Romanae et Universalis Inquisitions seu Sancti Officii’ olan ve tarihlere ‘Roma Engizisyonu’ diye geçen bu mahkeme, Kardinal Ratzinger’e uzanan zincirin ilk halkası idi.
Roma Engizisyonu’nun ‘dalálete düşmekle’ suçlayıp yargıladığı Hristiyanlar arasında Giordano Bruno, Tomasso Campanella ve Galileo Galilei gibi dünya tarihinin en meşhur bilim adamları ve filozofları da vardı. Bruno idam edildi, Campanella uzun seneler zindanda kaldı, Galilei ise ev hapsinde can verdi.
Avrupa’da kilisenin siyasi gücünü zamanla kaybetmesi ve faaliyetinin sadece dini alanda sınırlı kalması, Roma Engizisyonu’nun siyasi etkisine de son verdi ama Engizisyon resmen láğvedilmedi ve adı değiştirilerek bugüne kadar hep vároldu.
ADI GİTTİ, KENDİ KALDI
İlk resmi adı ‘Evrensel Engizisyon’un Kutsal Kurulu’ olan mahkemenin ismini Papa Onuncu Pius 1908’de ‘Mübarek Makam’ın Kutsal Kurulu’ olarak değiştirdi ve 1965’te de Papa Altıncı Paul tarafından ‘İmanın Esasları Kurulu’ haline getirildi. Şimdiki Papa İkinci John Paul, 1981’de Kardinal Joseph Ratzinger’i kurul başkanı yaparken, kurulun görevinin ‘Katolik dünyasında imanın esaslarıyla ahlákı korumak’ olduğunu açıklayacaktı.
Papa’nın yakın çevresindeki en güçlü kişilerin başında gelen Kardinal Joseph Ratzinger şu anda Vatikan’ın en önemli teoloğu sayılıyor ama İkinci Dünya Savaşı yıllarında ‘Hitler Gençliği Teşkilátı’nda görev almış olması yüzünden eski bir Nazi olup olmadığı konusu da hálá tartışılıyor.
Kardinal Ratzinger’in ‘Türkler’in yeri Araplar’ın yanıdır’ demesinin ardında gençlik senelerindeki inançlarının ne derece rolü bulunduğunu tabii ki bilemiyorum. Ama, Vatikan’ın İstanbul Temcilcisi olan aziz dostum Monsenyör George Marovitch gibi son derece nazik bir kişiyi bile çileden çıkartarak ‘Kardinal’in siyasi görüşleri sadece kendisini bağlar’ dedirtmiş olması, Ratzinger’in başında bulunduğu Kurul’un eski haşmetli günlerine duyduğu hasretin bir göstergesi gibi...
Ama işin bir başka tarafı var: Kardinal Ratzinger’e cevap veren Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Sultan İkinci Bayezid’den tam beş asır sonra Katolik Dünyası’nın meşhur Engizisyon’u ile polemiğe giren ilk Türk devlet adamı olduğu kesin...
Irak maceramızın aslı, bu kitaplarda
Şİİ dünyasının kutsal şehirlerinden olan Necef’i kuşatan Amerikan askerleri Kut’a da bomba yağdırdılar ve Kut’u sıradan bir Irak kenti gibi algılayan basınımız son dönem tarihimizin en önemli zaferlerinden birini burada kazanmış olduğumuzu hatırlayamadı!
Biz, Birinci Dünya Savaşı sırasında Irak’ı işgale çalışan İngiliz Ordusu’nu 1915 Kasım’ında Selmanipak’ta durdurmuş, işgal birlikleri Kut’a, yani Kuttülámare’ye çekilmek zorunda kalmış, Halil Paşa’nın kumandasındaki birliklerimiz şehri kuşatmış ve 1916’nın 29 Nisan’ında İngiliz generali Townshend’i 12 bin askeriyle beraber esir almıştık.
Kut zaferi Birinci Dünya Savaşı’ndaki en önemli başarılarımızdan biriydi ama zaferden maalesef gerektiği şekilde istifade edemedik ve yaptığımız birçok taktik hata yüzünden Irak’ı bir yıl sonra İngiliz birliklerine bırakmak zorunda kaldık.
Irak’ı nasıl kaybettiğimiz, daha doğrusu kaybetmeye nasıl mahkûm olduğumuz konusunda hiç bilmediğim birçok acı hakikatten son günlerde okuduğum iki kitap, Yrd. Doç Dr. Orhan Avcı’nın ‘Irak’ta Türk Ordusu’ ve Öğr. Kd. Yzb. Servet Avşar’ın ‘Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası’ isimli eserleri sayesinde haberdar oldum.
Bu kitapların ayrıntılarına girmiyor, sadece okumanız ama devletin Irak politikasını çizenlerin mutlaka ve mutlaka okumaları gerektiğini söylemekle yetiniyorum. Okuyup Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki iki meşhur Alman generalin, Ludendorf ile Hindenburg’un ‘Bizi, İngilizler’in propagandası yendi’ sözlerini bugün yapılmakta olan propagandalarla mukayese ettikten sonra Irak politikamızın nasıl olması yahut olmaması gerektiği hususlarında çok daha başka türlü düşüneceğinizden eminim.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2004
Denizcilik tarihimizin en büyük yenilgisini 1770’in 6 Temmuz gecesi Çeşme’de almıştık ve Kont Aleksi Orlov kumandasındaki Rus donanması, limanda demirli bulunan Türk savaş gemilerinin tamamını ateşe vermişti. Tarihlere ‘Çeşme faciası’ olarak geçen, koskoca bir donanmaya ve binlerce askerimizin hayatına málolan hadisenin kahramanı Kont Orlov’un bu baskınla ilgili evrakı, ABD’nin San Francisco kentinde geçtiğimiz günlerde açık arttırmaya çıkartıldı. Türkiye’de konuyla ilgili hiçbir resmi makamın farketmediği arttırmaya Oğuz Aydemir adında bir Türk işadamı katıldı, Orlov Belgeleri’nin tamamını satın alıp Türkiye’ye getirdi ve incelemem için bana verdi. İki günden beri, dostum Prof. İlber Ortaylı ile bu dosya üzerinde çalışıyoruz. Herbiri Kont Aleksi Orlov’un imzasını taşıyan belgeler arasında savaş gemilerimizin özellikleri ile mevkilerini gösteren çizimler, Çeşme baskınının planları ve Kont’un hücum emirleri bulunuyor.
MASAMIN üzerinde birkaç günden beri, içerisinde 22 adet belgenin yeraldığı bir dosya duruyor. Bunlar tarihimizin, özellikle de askeri tarihimizin en önemli olaylarından biriyle, donanmamızın neredeyse tamamının 1770’in 6 Temmuz gecesi Çeşme’de Kont Aleksi Orlov kumandasındaki Rus donanması tarafından yokedilmesiyle sonuçlanan, tarihlere ‘Çeşme faciası’ olarak geçen, denizde yaşadığımız gelmiş geçmiş en büyük yenilgiyle ilgili belgeler...
1770’in 18 Haziran’ı ile 17 Eylül’ü arasında bizzat Kont Aleksi Orlov tarafından yazılıp imzalanan belgeler arasında Türk savaş gemilerinin özellikleri ile mevkilerini gösteren çizimler, Orlov’un savaş planları, Çeşme faciası öncesinde yapılan taktik çalışmalar ve Kont’un gemilerine gönderdiği hücum emirleri bulunuyor.
BÖYLE BOZGUN GÖRMEDİK
Denizcilik tarihimizin en büyük yenilgisiyle ilgili olan bu belgeler, ABD’nin San Francisco kentinde geçtiğimiz günlerde açık arttırmaya çıkartıldı. İşin ilginç olan tarafı, Türk makamlarının Kont Orlov’un bizim için son derece önemli olan bu evrakının müşteri beklediğini farketmemiş olmalarıydı. Belgeleri, dostum olan Oğuz Aydemir adında bir Türk işadamı satın aldı, bundan üç gün önce Türkiye’ye getirtti, incelemem için bana verdi ve bir diğer dostumla, konunun en önemli üstadlarından olan Prof. Dr. İlber Ortaylı ile iki gece boyunca belgelerle hemhál olduk! İlber, ikinci anadili ile, yani nefis Rusça’sı ile Kont Orlov’un hakkımızda bundan tam 234 sene önce hazırladığı feláket senaryolarını okudukça Çeşme’de 6 Temmuz 1770 gecesinin kahreden hararetini hissettik ve göklere yükselen çığlıkları yeniden duyar gibi olduk.
‘Çeşme faciası’nın ne olduğunu, bilmeyenler yahut unutmuş olanlar için kısaca anlatayım:
1768 yılında Osmanlı tahtında Üçüncü Mustafa oturuyordu ve Rusya ile ilişkiler gergin bir hal almıştı. Rus Çariçesi İkinci Katerina’nın ordularının himayemiz altında bulunan Polonya’yı işgale kalkması üzerine 8 Ekim günü Rusya’ya savaş ilán ettik ama hiçbir hazırlık yapmadığımız için, orduyu ancak altı ay sonra harekete geçirebildik. Savaşın iki yılında ne Türkiye, ne de Rusya, önemli bir başarı kazanamadı.
ÇARİÇE’NİN SEVGİLİSİ
Çarpışmalar devam ederken, Rusya, Mora’da yaşayan Rumlar’ı ayaklandırmak maksadıyla İngiltere’nin de desteğiyle Akdeniz’e oldukça kuvvetli bir donanma gönderdi. Bu arada karadan gelen ve Çariçe Katerina’nın sevgilisi olan Kont Theodore Orlov ile kardeşi General Kont Aleksi de askerleriyle beraber donanmaya katıldılar.
Rumlar, Mora’ya asker çıkartan Ruslar’ın kışkırtmasıyla isyan edip Türkler’e karşı bir katliama giriştiler. Ayaklanma, Osmanlı kara ve deniz birlikleri tarafından bastırıldı, Rus askerleri ise gemilerine binerek yeniden Akdeniz’e açıldılar.
Üç filodan oluşan Rus donanması ile Kaptan-ı Derya Hüsameddin Paşa’nın kumandasındaki Türk gemileri çok geçmeden karşı karşıya geldiler ama gemilerimiz geri çekilmek zorunda kaldı. İkinci karşılaşmada, daha sonraları kaptan-ı deryalık ve sadrazamlık yapacak olan Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın kalyonuyla Rus Amirali Spiridof’un gemisi çarpışıp yanmaya başladı ve her iki taraf, yangının kendilerine de sıçramaması için tekrar geri çekildi. Türk donanması ise tarihi bir hata yaptı, manevra imkánı bulunmayan Çeşme Limanı’na girip demirlemek gafletinde bulundu.
O sırada Çeşme’nin açıklarında beklemekte olan Rus gemileri, Türk tarafının sıkışmış bir halde bulunduğunu farkedince limanın girişini kapattılar ve 1770’in 6 Temmuz gecesi Türk donanmasının üzerine iki adet ‘brulot’, yani yaklaştıkları anda patlayıp her tarafı yangın yerine çevirecek olan ateş gemileri gönderdiler. Bazı kaptanlarımız yeniden gaflete düşerek ateş gemilerini teslim olmak isteyen Ruslar’la dolu kayıklar zannedip bunları İstanbul’da yapacakları zafer resmigeçidinde kullanma hayaline dalınca, olan oldu: Ateş gemileri bir anda patladı, alevler tedbirsiz davranan Türk gemilerini sardı, koskoca donanma birkaç sat içerisinde yokoldu ve kurtulmayı başaran tek gemimiz de Ruslar’ın eline geçti.
TESELLİYİ ŞİMDİ BULDUK
Çeşme’de uğradığımız feláket, Rusya’da bayram havası estirdi. Çariçe İkinci Katerina, filolardan birinin kumandanı olan Kont Aleksi Orlov’a ‘Çeşmenski’, yani ‘Çeşmeli’ unvanını verdi. Daha sonra zaferin hatırasına başkenti Petersburg’a yarım saat mesafede ‘Çarko Selo’ adını taşıyan bir köy inşa ettirdi ve köy 1996 senesinde baştan aşağı restore edildi.
Türkiye, bundan tam 234 sene önce bugünlerde, tarihinin en büyük yaralarından birini sarmaya çalışmakla meşguldü.
Bir işadamının San Francisco’da satılan belgelere başkalarına fırsat bırakmadan sahip çıkması, büyük feláketin acısını 234 sene sonra hafifletmiş ve baskında can veren binlerce levendimizin ruhlarına az da olsa teselli vermiş oldu.
ZENGİNLERE ÖRNEK OLSUN
Biz, millet olarak yenilgilerimizi hatırlamaktan pek hoşlanmayız ama önümüzdeki günlerde aynı ‘patron’un girişimiyle bir ilk ortaya konacak. Çeşme Kalesi’nde yine Oğuz Aydemir’in girişimiyle bir ‘1770 Holü’ düzenlenecek, Rusya’dan getirtilen baskınla ilgili gravürler, küle dönen kalyonlarımızın maketleri, Orlov Belgeleri’nin kopyaları ve yeniden yaptırılacak olan bahriye sancaklarımız bu holde sergilenecek.
Oğuz Aydemir’in Orlov Belgeleri’ni satın alması, servet sahibi entellektüellerimizin şahsi çabalarının kültür hayatımıza ne derece büyük katkılar yapabileceğinin güzel bir örneğidir. Türkiye’nin bu yeni ‘patron’unu yani ‘sanat koruyucusu’nu devletin ilgili hiçbir makamının haberdar olmadığı bu belgelere sahip çıktığı için tebrik ediyorum.
FACİANIN SIRRI ÇÖZÜLÜYOR
Rusya tarihinin Türkiye’deki tek üstadı olan Prof. Dr. İlber Ortaylı ile bendeniz Orlov Belgeleri üzerinde sabahlara kadar çalıştık.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2004
Taşfırın Erkeği’nin otel ve şantaj macerası, hadiseden sonra söyledikleri ve bütün gözlerin eşinin üzerine çevrilmesi, bana eski zamanlarda yaşanan kaçamakları hatırlattı. Böyle bir yaramazlık hálinde karılarının tepkisinden sadece sıradan kocalar değil, dünyanın en güçlü ve en sözü geçer erkekleri olan zamanın padişahları bile korkar, başlarına bir iş gelmemesi için tedbir üstüne tedbir alır ve zanparalıklarını korku içerisinde ederlerdi. Meselá 1757 senesinde tahta çıkan Üçüncü Mustafa, üç karısı ve düzinelerle cariyesi olmasına rağmen gönlünü Rif’at adında genç bir kıza kaptırmış ama karılarının şerrinden korktuğu için genç kızla sadrazamın konağında gizlice buluşur olmuş, kızı daha sonra saraya arka kapıdan gizlice getirtmiş ve karılarının çenesinden kurtulmak için evlenmek zorunda kalmıştı.
TAMER Karadağlı otel odasında şantajla nihayetlenen kaçamağı yüzünden dillere düştü, derken karısı Arzu Balkan’ın bütün bu olup bitenlerden sonraki tavrı merak edilir oldu. Henüz pek öyle şiddetli tepki vermeyen Arzu Hanım’ın önümüzdeki günlerde ne yapacağını kestirmek pek kolay değil ama kocasının kaçamağını ikinci plana attığı ve önceliği şantaj meselesinin çözümüne verdiği anlaşılıyor.
Taşfırın Erkeği’nin macerası, hadiseden sonra söyledikleri ve bütün gözlerin eşinin üzerine çevrilmesi, bana eski zamanlarda yaşanan kaçamakları hatırlattı. Böyle bir yaramazlık hálinde evdeki kadının tepkisinden sadece sıradan kocalar değil, dünyanın en güçlü ve en sözü geçer erkekleri olan zamanın padişahları bile korkar, başlarına bir iş gelmemesi için tedbir üstüne tedbir alır ve zanparalıklarını korku içerisinde ederlerdi.
İşte bu kaçamaklardan birinin, bundan 220 sene kadar önce Topkapı Sarayı’nda yaşanmış bir zanparalığın, Üçüncü Mustafa’nın macerasının öyküsü:
1757 senesinde tahta çıkan ve 17 sene hükümdarlık eden Üçüncü Mustafa, Osmanlı Tarihi’nin ilk yenilikçi hükümdarlarındandı ama kendisiyle beraber çalışacak kalitede tek bir devlet adamı bile bulamaması yüzünden iktidar yılları savaşlar ve yenilgiler içinde geçti. Türk denizcilik tarihinin en büyük mağlubiyeti olan 1770’in 6 Temmuz’undaki Çeşme faciası da yine onun zamanında yaşandı ve Ruslar, Çeşme Limanı’nda bulunan Türk donanmasının tamamını ateşe verdiler.
SAVAŞTA KADIN MERAKI
Üçüncü Mustafa, böylesine sıkıntılı bir dönemde, kendisinden sonra Üçüncü Selim ile İkinci Mahmud’un devam ettireceği ve cumhuriyet dönemine kadar uzanacak olan modernleşme hareketlerinin ilk ciddi başlatıcısıydı. Askeri alanda bazı yeniliklere gitmiş ama kendisine yardımcı olabilecek tek bir devlet adamı bile bulamadığı için projelerini hayata tam olarak geçirememişti.
Devleti içerisinde bulunduğu çıkmazdan kurtarabilmek için böylesine mücadele veren Üçüncü Mustafa, aynı şekilde bir başka işe daha meraklıydı: Güzel kadınlara...
Padişahın üç hanımı vardı: Adilşah, Aynülhayat ve Mihrişah kadınlar... Bu hanımların yanısıra, tek bir işaretiyle her arzusunu yerine getirebilmeye can atan birçok cariyeye de sahipti ama günün birinde gönlünü bir başkasına kaptırdı: Kıyafet değiştirerek saray dışına çıktığı günlerden birinde karşılaştığı Rif’at adındaki bir kıza...
Üçüncü Mustafa, Rif’at’a vurulmuştu ama memleketiN en güçlü erkeği olmasına rağmen sarayına alamıyordu, zira diğer üç hanımının hışmına uğramanın endişesindeydi ve Rif’at ile beraber olabilmek için bir başka yol buldu: Genç kızı sadrazamının konağına gönderdi, hizmetlerinin görülmesi için yanına saraydan bir de cariye yolladı ve kız ile konakta gizlice buluşmaya başladı.
Ama ortada gene de tehlike vardı, zira sadrazamın karısıyla kızı boşboğazlık edebilir ve evlerinde yaşanan gizli aşk hakkında bir yerlerde konuşabilirlerdi.
Üçüncü Mustafa bir müddet kimselere sezdirmeden biraraya geldiği Rif’at’ı saraya getirmenin zamanını kolluyor, bu arada sadrazamına bir mektup göndererek ‘Karınla kızın çenelerini tutsunlar, kızdan kimseye bahsetmesinler. Zaten yarın yahut öbür gün kızı saraya getirteceğim’ diyor ama Rif’at’ın içeriye ana kapılardan değil, kullanılmayan bir kapıdan alınmasını tenbih ediyordu:
‘Benim vezirim!
Durumun ortaya çıkmaması için, kızınıza ve hanımınıza hálen evinizde bulunan avratın benim olduğunu söylememelerini iyice tenbih edin. Bir soracak olan olursa ‘Sıradan bir kadındır, kimin kızı olduğunu biz de bilmiyoruz’ desinler. Evinizdeki cariye de orada emanet olarak bulunan kızı artık bana getirsin. Bugün mü, yoksa yarın mı gelirler? Saraya, Şimşirlik tarafından girsinler. O tarafta kimse bulunmaz, kapısı her zaman kapalı durur, sadece misafir geldiği zaman açılır.’
Mektubu alan sadrazam, Rif’at’ın yanında bulunan cariyenin boşboğaz bir kız olduğu ve saraya beraberce gelmelerinin mesele yaratabileceği yolunda cevap yazacak, Üçüncü Mustafa bunun üzerine bir başka talimat gönderecektir:
‘Benim vezirim!
Rif’at Kadın’ın kimden alındığını ve kime ait olduğunu sakın ola ki kimselere söylemesinler. Soranlara ‘Allah’a şükür ki, bilmiyoruz, bu işi Paşa’dan başka kimse bilmez’ diye cevap versinler. Hattá ‘Paşa’ya defalarca sorduk ama kimin nesi olduğunu bir türlü söylemedi’ gibisinden konuşsunlar. Saraya gelmek üzere yola çıktıkları zaman buradaki Karakulak Şimşirliği’nin kapısı açık tutulacak...’
Padişah, Rif’at’ın saraya gelmek üzere konaktan ayrılmasından hemen önce sadrazama bir mektup daha yollayacak ve konaktaki cariyelerin kıza saraydaki davranışları konusunda bazı tavsiyelerde bulunmaları talimatını verecektir:
‘Benim vezirim!
Bizim Rif’at Kadın ile alákadar olup çekidüzen veren kadınlar kimler ise onlara söyle, Rif’at’a nasihat etsinler. ‘Sarayda başka kadınlara bakma, adamının yanından ayrılma, ne isterse yap, zira o adam senin artık kocandır. Yanına sokul, ayrılma, gece-gündüz avratça hareket et’ desinler. Gerçi onlar bu işi iyi bilirler ama sen gene de bu tavsiyeleri pek yumuşak bir şekilde etmemelerini de hatırlat...’
TAMER’İN İŞİ ÇOK ZOR
Üçüncü Mustafa, saraya böylesine maceralı şekilde getirtebildiği Rif’at’a daha sonra nikáh yapacak, genç kadın ‘Dördüncü Kadın’ olacak, kocasının 1774’Teki vefatıyla dul kalmasından sonra 29 sene yaşayacak ve hayata 1803 senesinin Ramazan’ında veda ederek Haydarpaşa taraflarına defnedilecekti.
Ben, Üçüncü Mustafa’nın bu çapkınlık macerasını Çağatay Uluçay’ın bundan senelerce önce Topkapı Sarayı Arşivi’nde bulduğu belgelere dayanarak yaptığı bir yayından naklettim.
Zamanın padişahının bile beraber olma hakkında sahip bulunduğu bir kızla diğer kadınlarının şerrinden endişe ederek böylesine dolambaçlı yollara başvurduğunu görünce, Taşfırın Erkeği’nin yasak ilişkisinin dillere düşmesinden sonra eşinin karşısında ne hale gelmiş olduğunu da çok iyi tahmin edebiliyorum.
Çapkın elçi takibi devlet politikamızdı
İKİNCİ Abdülhamid’in iktidar yıllarında devletin idare merkezi olan Yıldız Sarayı’nın hükümdardan sonraki en güçlü adamı, padişahın sırdaşı olan İzzet Holo Paşa idi.
Tarihlere ‘Arap İzzet’ diye geçen İzzet Holo Paşa’nın, Sultan Abdülhamid’in dış dünya ile temasını sağlanması, memlekette olup bitenler hakkında haberdar edilmesi ve devlet birimleri arasında koordinasyon kurulması vazifelerinin yanısıra çok önemli bir başka görevi daha vardı: İstanbul’da bulunan yabancı elçileri sürekli takip ettirmek, sefaret binasının dışına çıktıkları anda ne yapıp ettiklerini saniyesi saniyesine öğrenmek...
Elçilerin de her erkek gibi arada bir yaramazlık edecekleri tutar, Beyoğlu’ndaki hususi evlere yahut daha başka özel bir mekána gittikleri olurdu ve İzzet Paşa hangi elçinin nerede ne yaptığından ánında haberdar edilirdi.
Herhangi bir elçi böyle bir mekánda kendi başına eğlenmeye kalkmayagörsün! Ertesi gün saraydan gelen son derece nazik bir davet mektubu alır ve İzzet Paşa’nın, yahut nadir de olsa Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıkartılırdı. Söze imbikten geçmişçesine hazırlanmış son derece gayet şık protokol ifadeleriyle başlanır, sonra elçiden devlet adına siyasi, askeri yahut mali konuda bir talepte bulunulurdu. Bu talep, genellikle elçinin ve temsil ettiği devletinin kabul etmeyeceği cinsten olurdu.
Elçi ‘Bu, kabul edilemez bir istek’ yahut ‘Hükümetime danışmam gerekir’ gibisinden bir cevap verecek olursa, devreye hemen o anda mücevherli bir kutu yahut üzeri elmas işlemeli som altından bir sigara ağızlığı cinsinden şık bir hediye girerdi.
Diplomat direnmeye hálá devam ederse bu defa konu değiştirilir ve havaların nasıl ısındığından veya şehre gelmiş bir Fransız tiyatro grubunun temsillerinden söz edilir, bu arada elçinin ‘Madam’ının ve çocuklarının hatırları sorulur; elçi ‘Madam, hükümdarın sağlığına dua etmektedir’ veya ‘İstanbul’da bulunmaktan son derece memnundur’ gibisinden protokol gereği bir cevap verince de ‘Ama biraz üzülme ihtimalleri var’ karşılığını alır, asıl darbe işte bundan sonra gelir ve darbeyi vuran da genellikle İzzet Paşa olurdu: ‘Biz, saray olarak, Madam’ın Beyoğlu’ndaki filánca barda olup bitenleri öğrenmemesi için elimizden geleni yapacağız fakat hiç bitmeyen dedikoduların önünü almak da pek zor’...
Mánen yıkılmış bir halde bulunan elçi için artık sarayın talebini kabul etmekten başka çare yoktu ve İstanbul’daki yabancı diplomatların sıkı bir takip altında tutulmaları ve yaptıkları yaramazlıklardan istifade, bir zamanlar işte böyle bir devlet politikasıydı.
Yazının Devamını Oku