21 Kasım 2004
Jacques Chirac’ın ‘Biz de, Türkler de Bizans’ın çocuklarıyız’ demesi üzerine başlayan ve günlerden buyana devam eden Bizans tartışmasına ben de katılayım dedim. Çekinmemize hiç gerek yok: Biz, Bizans’ın genetik bakımdan ‘çocuğu’ değiliz ama Osmanlılar vasıtasıyla hem siyasi alanda, hem de daha birçok sahada mirasçısıyız. Bizans, bizi saray teşkilátından ölünün kırkı duasına ve günlük hayattaki birçok alışkanlıklarımıza kadar etkiledi ve etkilemeye de devam ediyor. Ankara’da, Cumhuriyet’in ilánından neredeyse 50 sene sonra yaptığımız Kocatepe Camii’nin üzerindeki Bizans kubbesi ile hálá bütün haşmetiyle yaşattığımız Bizans entrikaları da işin cabası!
FRANSA Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın ‘Biz de, Türkler de Bizans’ın çocuklarıyız’ demesi üzerine, günlerden buyana bir Bizans tartışmasıdır gidiyor. Bir kesim ‘Chirac keramet buyurdu’ havasına girip ‘Biz zaten bin küsur seneden beri Avrupalıyız’ derken, bir diğer kesim de ‘Estağfirullah!’ çekip duruyor.
Bizans ile ilgili olarak, herşeyden önce, iki önemli konuyu hiç unutmamamız lázım: Birincisi, tarihte ‘Bizans’ adında bir devletin várolmadığını, ‘Bizans’ diye bahsedilen devletin asıl isminin ‘Doğu Roma İmparatorluğu’ olduğunu, Bizanslılar’ın kendilerini ‘Romalı’ diye adlandırdıklarını ve ‘Bizans’ sözünün ilk defa Alman tarihçiler tarafından 17. yüzyılda kullanıldığını... İkincisi ise, batı uygarlığının bir parçası zannettiğimiz Bizans’ın aslında hális muhlis bir doğu kimliği taşıdığını, yani Sasani, Emevi yahut Abbasi medeniyetleri gibi ‘doğuya’ ait bulunduğunu ve edebiyatından musikisine kadar herşeyinin doğulu olduğunu...
RUMELİ, ROMA’DIR
‘Doğu Roma’nın, yani Bizans’ın kendisinden ‘Romalı’ diye bahseden halkının yaşadığı bugünün Anadolu’su o günlerde ‘Roma’ idi ve ‘Roma’ sözü şark dillerine ‘Rum’ diye geçmişti. O zamanın ‘Roma’sında yaşayan Müslümanlar’dan ise ‘Rumi’ diye bahsedilirdi ve Mevláná Celáleddin’in adının sonundaki ‘Rumi’ sözü de bu mánáya gelirdi. ‘Rumeli’, adı üstünde ‘Rum ülkesi’ demekti ve üstelik, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed’in ünvanlarından biri de ‘Sultan-ı Rum’ idi. Osmanlı Devleti imparatorluk kimliğini Fatih’in İstanbul’u almasından sonra kazanmış ve Prof. İlber Ortaylı’nın senelerdir söylediği gibi ‘İkinci Roma’ olan Bizans’ın yerini artık ‘Üçüncü Roma’, yani Osmanlı İmparatorluğu almıştı.
ÇEKİNMEYE GEREK YOK!
Boş yere inkár etmemize gerek yok: Bugün ‘Bizans’ dediğimiz Doğu Roma İmparatorluğu, geçmişin çok büyük bir medeniyetiydi. Biz, Bizans ile Osmanlı asırlarından çok önceleri, tááá Selçuklular zamanında yakından tanışıyorduk, devletler birbirleriyle sık sık savaşırlardı ama Ortodoks ve Müslüman halk, Anadolu’nun bazı yerlerinde içiçe yaşamaktaydı ve aralarında bir kültür alışverişi vardı.
Bu beraberlik, zamanla aile ilişkisi háline kadar gelmiş, Türk hükümdarlar siyasi sebeplerle de olsa Bizans’tan kız almakta mahzur görmemişlerdi. Meselá Orhan Gazi’nin ilk karısı Nilüfer Hatun, İnegöl Tekfuru’nun kızıydı ve asıl adı Holifira idi. İkinci karısı Asporça’nın Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos’un, diğer karısı Teodora’nın da Altıncı Yohannes Kantakuzenus’un kızı olduğu söylenirdi. Orhan Gazi ile Nilüfer Hatun’un oğulları ve her ikisi de ‘Rum ülkesi’ Rumeli’nin fátihi olan Birinci Murad ile kardeşi Süleyman Paşa, dolayısıyla Bizans İmparatoru’nun torunuydular ve aslında Bizanslı dedelerine karşı savaşıyorlardı.
Sözün kısası: Tartışmanın ters olan ve asıl üzerinde durulması gereken tarafı, Jacques Chirac’ın Avrupa’yı ‘Bizans çocuğu’ diye göstermesi... Chirac, Bizans’ın yıkılışının öncesindeki en büyük darbeyi 1204’te Katolik Avrupa’dan yediğini ve uğradığı yağmadan sonra belini bir daha doğrultamadığını unutmuş gibi.
ÇOCUK DEĞİL, MİRASÇI
Ama bizim için durum farklı... Mutlaka birşey demiş olmak için ‘Ben, soyu-sopu belli Bizans çocuğuyum’ gibisinden ucuz sloganlara hiç gerek yok; zira biz Bizans’ın genetik bakımdan ‘çocuğu’ değiliz ama hem siyasi alanda hem de daha birçok sahada mirasçısıyız. ‘Bizans ile ne alákamız var?’ demeden önce, İstanbul’daki bazı semtlerin Bizans’tan buyana kullanılan isimlerini hatırlayalım, meselá Florya, Samatya (Psamathia), Tarabya (Theraphia), Langa (Vlanga), Balat (Palatio), İstinye (Sosthenion), Kalamış (Kalamisia), Pendik (Pantikion), Üsküdar (Scutari) gibi adların asırlardan buyana neden hiç değişmediğini düşünelim, bu bile yeter!
Bizans’tan bize o meşhur entrikaları dışında daha nelerin miras kaldığını, aşağıdaki kutuda okuyabilirsiniz.
İşte, Bizans’tan bize kalan miras
BİZANS, sistemini meydana getiren kurumlardan bazılarını bizzat yaratmış, bazılarını da kendisinden önce hüküm sürmüş olan Roma ve İran’daki Sasani İmparatorluğu’ndan almıştı. Bizans’tan bize miras kalan birçok ádet ve kurum arasında sadece Bizans’a ait olanların yanısıra, Roma’dan ve Sasaniler’den gelenleri de vardı.
Meselá çoğumuzun ‘tarihin ilk askeri müziği’ olduğunu zannettiği mehterin daha eski örneği, Roma’nın ‘lejyon bandosu’ idi ve bu bando asırlar boyunca várolmuştu. Sasaniler dönemi İran’ının ‘Vazarbad’ı Bizans’ta ‘Agoranomos’ olmuş, Selçuklular ile Osmanlılar’a ‘muhtesib’ diye geçmişti. Yine Sasaniler’in saray ahırları idarecisi ‘ahuramar dibher’ Bizans üzerinden bizde ‘emir-i ahur’, yani ‘mirahor’ haline gelmiş, ‘amarkár’ı da yine Bizans yoluyla ‘defterdar’ yapmıştık.
İşte, Bizans’tan miras olarak devraldığımız diğer bazı ádetler ve uygulamalar:
ÖLÜNÜN 40’I DUASI: Eski Türklerde ‘üçler’, ‘yediler’ ve ‘kırklar’ şeklinde kutsal sayılar vardır ancak bu sayılar genellikle mutluluk kavramlarıyla ilgilidir ve cenazenin yedinci, kırkıncı ve elli ikinci günleri yapılan okumalar bu eski inançlardan kalmadır. Sadece Türkler’e mahsus olan ve Araplar’da bulunmayan kırkıncı gün duası, Bizans’ın ‘thisera kontimeron minimosinon’u, ‘ilk sene-i devriye’ dediğimiz birinci yıl okuması ise yine Bizans’ın ‘etision minimosinon’udur. Anadolu’da ve Rumeli’de hüküm süren ve ölünün ruhu için dini bir şiirden ibaret bulunan mevlidin okunması da Selçuklular devrinden kalma bir kültür etkilenmesini andırır, zira Osmanlı sınırları dışındaki Müslüman toplumlarda ‘mevlid’ kavramı yoktur.
SARAY TEŞKİLÁTI: Osmanlı Devleti’nin İstanbul’un fethinden sonra imparatorluk kimliği almasıyla temelleri Fatih tarafından atılan saray protokolünün gerisinde, Bizans’ın karmaşık saray sisteminin etkisi vardır. Harem ve haremağası teşkilátının geçmişi de, bu çerçeve dahilinde Bizans’a, hattá Roma’ya kadar uzanır. Sistemdeki benzerliğin ince ayrıntıları, ortaya çıkmak için, saray konusunda rahmetli Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın araştırmalarının üzerinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen hálá yapılmamış olan yeni incelemeleri bekliyor.
PADİŞAH ÜNVANLARI: Osmanlı padişahlarının Fatih Sultan Mehmed’den itibaren kullanmaya başladıkları ‘Sultán-ı Rum’ ünvanı ‘Roma İmparatoru’ demektir ve ‘Roma’ sözüyle kastedilen devlet, Bizans’tır. Fermanlarda ve paralarda İstanbul’un cumhuriyete kadar ‘Konstantiniye’ şeklinde geçmesinin sebebi de, budur.
MİMARİ: Hiç inkár etmeyelim: İmparator Jüstinyen’in bundan 1500 yıl kadar önce inşa ettirdiği Ayasofya, özellikle de Ayasofya’nın kubbe stili, Anadolu’daki ve Rumeli’deki hemen bütün camilere modellik etmiştir. Hattá Ankara’da Cumhuriyet’in ilánından neredeyse 50 sene sonra yaptığımız Kocatepe Camii’ne bile!
‘EFENDİ’ VE ‘ALAY’ KELİMELERİ: Ordudaki ‘alay’ kavramının aslı, Bizans imparatorlarının muhafız birliği olan ‘allagiyon’; günümüz Türkçesi’nde sıkça kullanılan ‘efendi’ sözü de yine Bizans’taki hitap tarzlarından biridir. Buna karşılık Bizans’ın son dönemlerinde kurduğu ‘İanitzaroi’ isimli birlikler hem sistem, hem de isim olarak ilhamını bizim Yeniçeriler’den almıştır.
TEKKELER VE TÜRBELER: Özellikle İstanbul’da evliya türbesi olarak hálá ziyaret edilen bazı yerler, aslında Bizans zamanından kalmış mekánlardır. Meselá Dolmabahçe’deki Baba Sungur Tekkesi, Bizanslı bir kahramanın mezarının üzerine kurulmuştur ve türbeyi İstanbul’un Ortodoks halkı da ziyaret eder.
Ve, ufak bir hatırlatma: Chirac’ın ‘Bizans çocukları’ ibaresini kullanmasından sonra başlayan tartışmalar sırasında Türkoloji’nin kurucularından olan rahmetli Fuad Köprülü’nün çok önemli bir eseri, ‘Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri’ isimli kitabı seneler sonra yeniden gündeme geldi. Bazı yazarlar ‘Köprülü, Bizans’tan pek bir şey almadığımızı söyleyebilmek için meseleyi biraz abartmış’ gibisinden sözler ettiler.
Köprülü’nün iyice okunduğu takdirde abartmadığı, bambaşka birşey söylediği görülür. Rahmetli üstad, Osmanlılar’ın bazı Bizans kurumlarından etkilendiklerini ama bu etkilenmenin doğrudan değil dolaylı yoldan, meselá Emevi ve Abbasi devletleri kanalıyla yaşandığından bahsetmektedir.
Bir metin ile ilgili olarak ‘abartı’ gibisinden yakıştırmalara kalkışmadan önce, o metnin anlayarak okunması şarttır!
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2004
Ramazan Bayramı hepimize kutlu ve hayırlı olsun! Bugünü ziyaretlerle geçireceğiz, devlet protokolü birbiriyle bayramlaşacak ve TV’lerden büyüklerimizin rutin bayram mesajlarını dinleyip birbirlerine çikolata ikram ederken söyleyecekleri klişe sözleri seyredeceğiz. Biz, bir zamanlar bu bayramlaşma işini ziyadesiyle abartıp hediye yarışında da ipin ucunu kaçırdığımız için sadece şahsi bütçelerimizi değil, maliyeyi de perişan etmiştik ve zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid, 1845 Eylül’üne rastlayan Ramazan Bayramı’nda devlet erkánının birbirine bayram ziyareti yapmasını ve hediye götürmelerini yasaklamıştı.
RAMAZAN Bayramı hepimize kutlu ve hayırlı olsun! Bugün bayramın gerekleri yerine getirilecek, büyükler ziyaret edilecek, küçüklerden ziyaret beklenecek, dargınlar barışacak, vesaire, vesaire... TV’ler bu arada devlet büyüklerinin bayramlaşmalarını ve her sene olduğu gibi birbirlerine çikolata ikram edip klişe sözler etmelerini gösterecek ve bayram mesajlarını yayınlayacaklar.
| 16. Yüzyıl İstanbul'unda bayram şenliği |
|
|
Devlet seviyesinde şimdi rutin bir hál alan karşılıklı bayram kutlamaları, bizde bir zamanlar imparatorluğun otorite, güç ve hákimiyet gösterisi yapmasına yarardı. Kutlamalar ve merasimler ne kadar tantanalı olursa, devletin de o derece güçlü görüleceğine inanılır ve herşeyin daha şaşaalı gözükmesi merakı yüzünden ipin ucu kaçırılır ama bu aşırılık bütçeleri perişan eder, birçok kişiyi borç-harç içine sokar, hattá devletin bütçesini bile sarsar fakat
‘Dosta-düşmana gücümüzü ve büyüklüğümüzü gösterdik’ diye övünürdük. İşte bu yüzden,
Sultan Abdülmecid’in 1845 Ramazan’ında yayınladığı bir nizamnáme ile bürokratların evlere bayram tebrikine gitmeleri yasaklanmıştı.
PROTOKOLLÜ HAYAT
Hemen her davranışın sıkı protokol kurallarına bağlı olduğu Osmanlı zamanında devletin bayram kutlamaları da son derece ayrıntılı bir çerçevede olurdu. Saraydaki bayramlaşmaların ve tebriklerin ne şekilde yapılacağı, kimin nerede ve ne zaman duracağı, neredeyse saniyesi saniyesine belliydi. Saraydaki bayramlaşmanın tamamlanmasından sonra bu defa yüksek bürokratlar arasında bir tebrik koşuşturmasıdır başlar, üst düzeydeki bürokratlar yine belli bir protokol çerçevesinde birbirlerinin konaklarına gidip gelirler, memurlar ámirlerini ziyaret için yollara düşerler, bu ziyaretler bayram boyunca devam eder ve mali feláket de işte bu ziyaretler sırasında yaşanırdı.
Bayram demek mali yıkım demekti, zira işin bir de hediye faslı vardı ve bir bürokratın protokoldeki yeri ne kadar önde ise, dağıtması gereken hediye miktarı da o kadar çok ve masraflı olurdu. Üstelik bu iş iki taraflıydı, hediye sadece tebrike gelenlere verilmez, gidilenlere de götürülürdü ve yapılan masraf, hemen herkesin belini bükerdi.
PAŞA, MAHVOLDU
Meselá, o zamanın názır paşalarından, yani bakanlarından birini düşünelim... Paşa, bayramın ilk gününün sabahı saraya, oradan da sadrazamın konağına gitmek zorundaydı ve sadrazama şánına láyık bir bayramlık takdim etmesi şarttı. Üstelik sadece sadrazama değil, gittiği konağın kapıcısından uşağına kadar neredeyse bütün hizmetkárlarına bahşiş dağıtmalı, üstelik aynı işi kendi konağında da yapmalıydı. Bu iş için fazla bir çaba göstermesine de gerek yoktu, zira sabah uyanıp da odasından dışarıya çıktığı anda káhyasından arabacısına, seyisinden aşçısına kadar maiyetinde olan kim varsa hepsini konağın büyük salonunda ellerini kavuşturmuş, hediyelerini bekler halde bulurdu.
Tanzimat sonrasında başlayan batılılaşma modası ve lüks merakı yüzünden, hediye işinin de cılkı çıktı. O zamana kadar sembolik kimlik taşıyan bayram hediyeleri artık pahalı mallar hálini almıştı ve bu iş sadece bürokratların değil, sarayın bile belini büküyordu. Zamanla padişahın kadınlarıyla çocukları da hediye meselesini abartınca, Maliye faturaları ödeyemez hale geldi ve işe bizzat padişahın elkoyması gerekti.
İşte bu yüzden, zamanın hükümdarı
Sultan Abdülmecid, 1845 Eylül’üne rastlayan o senenin ramazanında bir nizamnáme yayınladı ve devlet memurlarının bayramlaşmak için ámirlerinin evlerine gitmelerini yasak etti. Nizamnámede,
‘Saraydaki ve resmi dairelerdeki bayramlaşmalar káfidir. Devlet memurları bundan böyle tebrik için evlere gitmeyecek ve hediye de göndermeyeceklerdir’ deniyordu.
KAYIK VE AT SIKINTISI
Devletin resmi tarihçisi
Lütfi Efendi o günlerdeki bayram tebriklerini anlatırken
‘Bir küçük memur bile, dolaşacağı kapılar için defter tutmaya mecburdu. Vapur ve tramvay gibi kolaylıklar olmadığı için, beygir ve kayık ücretinden başka gidilen konaklarda kapıcılara ve hademelere varıncaya kadar bin kuruşa yakın para harcanması gerekirdi’ diye yazacaktı.
Bir an için aynı ádetin bugün de devam ettiğini varsayalım... Bu sabah sokaklarda bagajları cep telefonlarıyla, dizüstü bilgisayarlarla yahut pahalı kalemlerle dolu kaç makam arabası görürdük, kimbilir...
Osmanlı resmi belgelerinin şifrelerini bu kitapla çözdü
OSMANLI resmi belgelerinde yeralan ve asırlardan buyana anlaşılamamış olan şifreler, yeni neslin önde gelen tarihçilerinden biri tarafından çözülüp kitap haline getirildi. Son dönemin en çalışkan tarihçilerinden olan
Prof. Dr. Ali Akyıldız, yeni yayınladığı
‘Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme’ isimli eserinde belgelerin üzerindeki şifrelerin ve sembollerin ne anlama geldiğini açıklıyor, bu arada Osmanlı tarihinin en önemli belgelerinden olan ve
İkinci Mahmud döneminde hazırlanan
‘Sened-i İttifak’ın tam metnini de ilk defa neşrediyor.
Prof. Dr. Ali Akyıldız, daha önceleri yayınladığı
‘Refia Sultan’, ‘Osmanlı Merkez Bürokrasisinde Reform’, ‘Káğıt Para’ ve
‘Tahvil ve Hisse Senetleri’ gibi eserleriyle dikkat çekmiş ve özellikle iktisat tarihi alanındaki araştırmalarıyla bu konuda daha sonra çalışacak olanlara kaynaklık edebilecek bilgiler vermişti.
Akyıldız, bu son eserinin
‘Padişah İradelerinin Üzerinde Bulunan Bazı Rumuzlar ve Diplomatik Hususiyetleri’ başlıklı bölümünde, eski belgelerdeki sembolleri ve şifreleri açıklıyor.
Daireler arasındaki karışıklığı önlemek için eski bürokratların hazırladıkları ve sadece kendilerinin anlayabildikleri şifreler zamanla muamma halini almış ve tarihçileri seneler boyu uğraştırmıştı.
Prof. Akyıldız’ın şifrelerin çözümüyle ilgili açıklamaları, bundan böyle bürokrasi tarihi üzerinde çalışanlara büyük kolaylıklar getirecek.
Birçok tarihçinin maalesef bir
‘háb-ı náz’a yani
‘náz uykusuna’ yatmış oldukları günümüzde
Prof. Dr. Ali Akyıldız gibi genç araştırmacıların varolması ve ardarda eser vermeleri, Türkiye’de tarih ilminin geleceği konusunda karamsarlığa düşmüş olanlara rahatlatıcı bir ışık oluyor.
Hükümdar, şifreli yazı icad etmişti
TİMUR’un beşinci göbekten torunu olan
Zahiruddin Muhammed Bábür, Hindistan’daki Hind-Türk İmparatorluğu’nun kurucusuydu. 1483’le 1530 yılları arasında yaşadı ve tarihlere ‘
Bábür Şah’ olarak geçti.
Maceralarla dolu bir ömür geçiren
Bábür hem kuvvetli bir yazar, hem de iyi bir şairdi ve
‘Bábürnáme’ adını verdiği hatıraları dünyanın sayılı otobiyografilerindendi. Bir
‘Aruz Risalesi’ kaleme alarak edebiyat nazariyatçısı olmuş, hatta
‘Mübeyyen’ ve
‘Risále-i Válidiye Tercümesi’ isimli dini kitaplar da yazmıştı.
Bábür, bütün bunların yanısıra bir de
‘hat’, yani yazı icat etti. Önce harflerin şekillerini yaratıp bir alfabe oluşturdu ve oğullarıyla bazı devlet büyüklerine gönderdiği mektuplarını bu yazıyla kaleme aldı. Derken, aynı şekilde bir de Kur’an yazdırdı.
Bábür’ün kaleminden çıkan mektupların birçoğu zamanla kayboldu ama icad ettiği yazının varlığı hep bilindi. Zaten hatıralarında da kendi buluşu olan yazıdan uzun uzun bahsediyor, bu yazıyla gönderdiği mektuplarını anlatıyor ve
‘Hatt-ı Bábüri’ denilen yazının alfabesini dağıtığı kişilerin isimlerini veriyordu.
Hükümdarın icad ettiği yazı hakkında Türkiye’de yapılan tek araştırma, günümüzün en seçkin hattatı olan
Prof. Dr. Ali Alparslan’a ait. Yazının alfabesini ve bu yazıyla kaleme alınmış olan Kur’an’ı tanıtan
Prof. Dr. Alparslan, ‘Hatt-ı Bábüri’ konusunda 1976 ve 1980 yıllarında yayınladığı iki makalede bu şifreli yazı ile ilgili olarak bakın ne yazıyor:
‘Bábür, Türk Kültürü’nün Hindistan’daki temsilcisiydi. Onunla hemen hemen çağdaş olan Kanuni, Şah İsmail ve Şeybani Han devlet adamı ve muktedir birer hükümdar olmaktan başka şair ve güzel sanatların koruyucusuydular. Bábür Şah da, onlarda mevcud olan hususiyetlere ve meziyetlere sahipti. ...Hükümdarın bu yazıyı ne sebeple icad ettiği meçhulümüzdür ama Asya’da dolaştığı yerlerdeki yazının tedkiki ile bu yazının kaynağı daha iyi anlaşılacaktır. Fakat bu yazı, genel görünüşüyle İslám ve Uygur alfabelerinin etkisi altındadır.’Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2004
Hangi konuda olursa olsun ifrata yahut tefride kaçmadan, yani aşırılığa gitmeden edemeyiz. AB tartışmaları sırasında da bunun aynını yaptık; işin sosyal, kültürel yahut ekonomik boyutlarını tartışacağımız yerde kalkıp ‘üst kimlik’, ‘anadil’ yahut ‘Sevr’ meselelerine daldık, insan hakları kavramını azınlık hakları sınırlarına indirdik ve askerden ‘üniter devlet yapımızı tartışmaya açmayı tasvip edemeyiz’ açıklaması geldi. Biz, benzer tartışmalara bundan 96 yıl önce İkinci Meşrutiyet’in ilánından hemen sonra girmiş, ifrata vardırdığımız ve işleri çığrından çıkartan bu özgürlük hevesi ‘Sıktınız artık’ diyen İttihad ve Terakki’nin sopasıyla noktalanmış, uzun yıllar yine demir bir yumrukla idare edilmiş ama bütün bunlar olup biterken uğramadığımız feláket kalmamıştı.
AVRUPALI olma hayalleri içerisinde AB işini son haftalarda giderek başka alanlara kaydırdığımızın, bilmem farkında mısınız?
Asırlardan buyana hiç değişmeyen bir ádetimiz vardır: Hangi konuda olursa olsun ifrata yahut tefride kaçmadan, yani aşırılığa gitmeden edemeyiz.
AB işinde de aynını yaptık; işin sosyal, kültürel yahut ekonomik boyutlarını tartışacağımız yerde kalkıp ‘üst kimlik’, ‘anadil’ yahut ‘Sevr’ meselelerine daldık, insan hakları kavramını azınlık hakları sınırlarına indirdik. İçerisinde ‘Türkiyelilik’ ve ‘Sevr’ sözlerinin sıkça geçtiği raporlar canlı yayınlarda yırtılıp atılırken, her zaman olduğu gibi yukarılardan bir yerlerden uyarıyı andıran bir ses gelince ortalık biraz durulur gibi oldu. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, AB Komisyonu’nun ilerleme raporundaki azınlıklarla ilgili ifadeler konusunda ordunun düşüncesini açıkladı ve ‘Türkiye’nin üniter devlet yapısını tartışmaya açmak, TSK tarafından tasvip edilemez’ dedi. Orgeneral Başbuğ bunları söylerken sadece AB raporuna değil, bizdeki bazı çevrelerde son zamanlarda moda olan ‘alt kimlik’ yahut ‘üst kimlik’ gibisinden tartışmalara da cevap vermiş oluyordu.
Biz, benzer tartışmaları bundan 96 yıl önce de yapmış ama yapmakla kalmayıp uygulamaya da kalkışınca başımıza olmadık işler açmıştık. Önce birliğimizden olmuş, parçalanıp toprak üstüne toprak kaybetmiş, tarihimizde örneğine rastlanmamış bir sefaletle tanışmış, derken ifrata vardırdığımız bu özgürlük hevesi sopayla noktalanmış, arkasından uzun yıllar demir yumrukla idare edilmiş ama yumruk tepemizden kalkınca herşey daha da fena olmuştu.
1908’de ilán edilen İkinci Meşrutiyet’ten sonra yaşadıklarımızdan ve hemen arkasından gelen İttihad ve Terakki diktasından bahsediyorum.
ÖZGÜRLÜK, ANARŞİ OLDU
Meşrutiyet’in ilánınını çoğumuz bir özgürlük hareketi ve ‘33 sene boyunca devam eden Abdülhamid istibdadından kurtuluş’ olduğunu zannederiz. Ama işin aslı hiç de öyle değildir, Abdülhamid’in baskıya dayalı idaresi gerçi nihayete ermiş ve memlekete ilk zamanlarda bir hürriyet havası hákim olmuştur ama bu hava daha sonraları anarşiye dönmüş ve anarşinin neticesinde ardarda feláketler yaşanınca da düzensizlik sopayla halledilmiştir.
İşte, 1908’de bu aşırı özgürlük havasını teneffüs etmemizden 1918’e kadar yaşadıklarımızın kısa öyküsü:
İkinci Abdülhamid, içeriden ve dışarıdan gelen baskılar neticesinde, 1908’in 24 Temmuz’unda, 1878’de kapatmış olduğu Meclis’in yeniden açılmasına karar verdi ve bu karar tarihlerimize ‘İkinci Meşrutiyet’ yahut ‘Hürriyet’in ilánı’ olarak geçti. Siyasi sürgünler affedildi, söz söyleme hürriyetinin üzerindeki yasaklar ve sansür kalktı, dernek ve parti kurma serbest hále geldi, Selánik’te faaliyet gösteren ve hükümdara o zamana kadar en büyük muhalefeti yapmış olan İttihad ve Terakki de merkezini İstanbul’a nakletti.
Türkiye, hürriyetin ilánından Meclis’in yeniden açıldığı 17 Aralık’a kadar geçen beş ay içerisinde o güne kadar görmediği bir serbestlik havasına girdi. Hemen her gün yeni birkaç gazete yahut dergi çıkıyor, alışılmadık sayıda kitap yayınlanıyor, parti üstüne parti kuruluyor, her köşede ayrı bir fikir kulübü doğuyordu.
BİRLİK PARÇALANDI
Meşrutiyet ile beraber Meclis’te ve Osmanlı topraklarında ‘ittihád-ı anásır’ yani ‘unsurlar birliği’ kuralına uyulması ve ‘Osmanlılık’ şemsiyesi altında toplanılması temel politika olarak kabul edilmişti. Ama bu düşüncenin hayalden ibaret olduğu kısa zamanda anlaşıldı. 1908’in 17 Aralık’ında açılan Meclis’teki milletvekillerinin 142’si Türk, buna karşılık 60’ı Arap, 23’ü Rum, 25’i Arnavut, 12’si Ermeni, üçü Sırp, dördü Bulgar, beşi Yahudi ve biri de Ulah idi. Türk milletvekilleri azınlıklardan sadece dokuz kişi fazlaydı ve bu durum daha sonraları ayrılık faaliyetlerine yolaçacaktı.
Hürriyet’in ilánıyla sınırsız bir fikir hürriyetinin geldiği zannedilince gazeteler hiçbir kurala uymadan istediklerini yazdılar, politikacılar akıllarına geleni söylediler, işin içine dini ve milli duygular da karışınca ‘ittihád-ı anásır’ kuralı bir tarafa bırakıldı, ‘Osmanlı üst kimliği’ unutuldu ve azınlıklara tanınan haklar bağımsızlık hayáline dönüştü. Meclis’teki bir Rum milletvekili ‘Osmanlı Bankası ne kadar Osmanlı ise, ben de o kadar Osmanlıyım’ diyebiliyor, Türk olmayan ama ‘Osmanlı’ olan milletvekilleri kendi milliyetçiliklerine soyunuyor, siyasi partiler de bu arada birbirlerini yemeye çalışıyordu.
İstanbul’da böylesine bir kargaşa hüküm sürerken sınırlarımızda değişiklikler başladı, yani ardarda toprak kaybettik. Avusturya, 1908’in 5 Ekim’inde Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini açıkladı; aynı gün o zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir prenslik olan Bulgaristan bağımsızlığını duyurdu ve krallık oldu, muhtar bir yönetime sahip bulunan Girit de hemen ertesi gün Yunanistan’a katıldığını ilán etti.
Derken, 1909’un 13 Nisan’ında tarihlerimize ‘31 Mart Olayı’ diye geçen meşhur ayaklanma yaşandı, İstanbul tam bir anarşi yaşadı, Selánik’ten gelen Hareket Ordusu birkaç gün sonra İstanbul’a girdi, sıkıyönetim ilán edildi, Abdülhamid tahtından indirilip Selánik’e sürgüne yollandı ve tahta Sultan Reşad geçti.
31 Mart olayından sonra ortalık daha da karıştı, ordu siyasetin tamamen içine girdi ve hemen herşey ‘özgürlük’ kavramının ardında yapılır oldu. Bazı gazeteciler faili meçhul cinayetlere kurban giderken, İtalya 1911’de Libya’yı işgal etti ve 1912 Ekim’inde Balkan Harbi patladı. Tarihimizin en büyük mağlubiyetlerinden birini yaşadık ve Edirne dahil bütün Rumeli’yi kaybettik.
Bütün bunlara rağmen, herkes aklına geleni söylemeye hálá devam ediyordu. İttihadçılar 23 Ocak 1913’te Babıáli’yi basıp iktidarı güç kullanarak ele geçirdiler ama ‘özgürlük’ adı altında yaşanan kaos birkaç ay daha devam etti.
SOPAYI ELE ALDILAR
Herşey, 1913’ün 11 Haziran’ında bir anda değişti. Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, Divanyolu’nda uğradığı suikastte hayatını kaybetti ve yerine Said Halim Paşa getirildi. Bu, İttihad ve Terakki’nin tek başına işbaşına gelmesi demekti.
Balkan Savaşı’nda Bulgarlar’a terkedilen Edirne, İttihadçılar’ın iktidarının ilk günlerinde kurtarıldı ve bu başarıdan güç alan parti, memlekette beş sene boyunca yaşanan özgürlüklere bir anda son verdi. ‘Hürriyet’, ‘eşitlik’ ve ‘adalet’ kavramları rafa kalktı, iktidara muhalefet eden kim varsa sürgüne gönderildi, bazı yazarlar gemilere doldurulup Karadeniz sahillerine yollandılar ve bu arada ortalığı karıştırmasından endişe duyulan bazı sert muhalifler de faili meçhul cinayetlere kurban gittiler.
Türkiye, artık Abdülhamid döneminden de sert şekilde idare edilen bir yasaklar ülkesi olmuştu. Bütün bunların hemen arkasından durup dururken Birinci Dünya Savaşı’na girdik. Sonrası ise, hepimizin málumu...
Bugün girdiğimiz ‘üst kimlik’, ‘Türkiyelilik’ yahut ‘azınlık hakları’ gibisinden tartışmalar, bana 1908 ile 1918 arasındaki bu yaşadıklarımızı özgürlükler konusunda ifrat ile tefrit arasında gidip gelmemizin bize nelere málolduğunu hatırlattı ve sizlere de hatırlatayım dedim.
O günlerde çıkan muzır kitapları bugün yayınlasak başımız derde girer
İKİNCİ Meşrutiyet sonrasında yaşadığımız sınırsız özgürlük havası, bir başka alanı daha etkisi altına aldı: Müstehcen kitap yayıncılığını...
Türkiye, Meşrutiyet’in 1908’deki ilánından İttihad ve Terakki’nin sopayı eline almasına kadar geçen beş yıl içerisinde tarihinde görmediği derecede muzır yayınla tanıştı. ‘Artık hürriyet var, kimseler karışamaz’ düşüncesiyle akla gelen her türlü kitap, kalitesine bakılmaksızın basıldı ve serbestçe dağıtıldı.
‘Abdurrahman Efendi Gebe’, ‘Adem-i İktidarı (iktidarsızlığı) Omletle Tedavi’, ‘Baştan Çıkan Halime’, ‘Harem Ağası’nın Muaşşakası’, ‘Aşk-ı Marazi’ (Hasta Aşk) ‘Zifaf Hatırası’, gibi isimler taşıyan bu yayınların kaliteleri, adlarından zaten belli idi. Meraklı ellerde bugün de hálá dolaşan iki kitabın, ‘Kaymak Tabağı’nın ve ‘Bir Zanbağın Hikáyesi’nin ilk baskıları bile o dönemde yapılmıştı. Muzır kitap furyasında resimli dergilerin yayınlanması da unutulmamış ve ‘Nisvan-ı Zarife’, yani ‘Güzel Kadınlar’ adını taşıyan albüm Türk müstehcen dergiciliğinin öncüsü olmuştu.
Ama, işin bir başka tarafı var: 1908 Meşrutiyeti’nden sonra yayın özgürlüğünün de cılkı çıkmıştı ama Türkiye böylesine serbest yayın ortamını bir daha hiçbir zaman yaşamadı. O dönemde yayınlanmış olan bu kitapları bugün yayınlamaya kalksak, başımız büyük derde girer!
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2004
Başbakan Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Roma’daki Conservatori Sarayı’nda Papa Onuncu Innocent’in heykelinin önünde Avrupa Anayasası’nın nihai senedini imzalamaları bana artık unuttuğumuz bir başka Avrupa maceramızı, 1856’nın 30 Mart’ındaki Paris Anlaşması’nı hatırlattı. Biz, bu anlaşma ile káğıt üzerinde de kalsa resmen ‘Avrupalı’ olmuş, ‘büyük devlet’ kabul edilmiş, o zamanın AB’si sayılan ‘Avrupa Devletleri Konseyi’ne girmiştik ama işler başka türlü neticelenmişti: Paris Anlaşması ile toprak bütünlüğümüzü garanti altına alan Avrupa’nın baskısıyla, anlaşmanın üzerinden geçen 50 sene boyunca her vesileyle toprak kaybetmiştik.
HAZIRLANMASI için neredeyse elli seneden beri çaba gösterilen Avrupa Anayasası, iki gün önce Roma’daki Conservatori Sarayı’nda ve Papa Onuncu Innocent’in heykelinin önünde imzalandı. Anayasaya birliğe üye 25 ülkenin lideri imza koyarken, Başbakan Tayyip Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de diğer iki aday ülke ile beraber anayasayı değil, nihai senedi imzaladılar.
İmza merasiminin AB üyeliğimiz kesinleşmiş gibi gösterilmesi, bana bundan tam 148 sene önce, 1856’nın 30 Mart’ında imzaladığımız bir başka metni hatırlattı: Paris Anlaşması’nı... Biz, bu anlaşma ile káğıt üzerinde de kalsa resmen ‘Avrupalı’ olmuş ve o zamanın AB’si sayılan ‘Avrupa Devletleri Konseyi’ne girmiştik.
Tahtta Sultan Abdülmecid vardı ve Türkiye o günlerde de aynen şimdiki gibi Avrupalı olabilmek için yoğun şekilde çalışmaktaydı. 1839’da bu maksatla Tanzimat Fermanı ilán edilmiş, ‘gávura gávur denmeyeceği’ ve memlekette herşeyin artık çok başka olacağı söylenmişti.
Tanzimat memlekette birçok şeyi, özellikle düşünce yapısını ve günlük yaşayışı etkilemişti. Entarinin yahut kaftanın yerini ceketle pantolon alıyor, şehirliler yemeklerini artık masada yemeye başlıyor, hatta çatal-bıçak bile kullanıyorlar ama Türkiye’yi uzun zamandan beri ‘hasta adam’ olarak gören Avrupa ‘Bu kadar yetmez, daha fazla reform lázım’ diyordu.
Bütün bunların arasında 1854’e gelindi ve Kırım Savaşı patladı. Türkiye’nin zayıf bir ánını yaşadığını farkeden Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ortodoks nüfusu himayesine almak istedi, İstanbul reddedince de Eflák ile Boğdan’ı işgal etti. Boğazlar’ın Rus tehdidi altına girdiğini gören İngiltere ile Fransa, Türkiye’nin tarafını tuttular; Rusya’ya harp ilán edildi ve Tuna boylarından Kars’a kadar uzanan sahada iki yıl boyunca devam edecek bir savaş başladı. Daha sonra Avusturya ve İtalya’daki küçük Piemonte hükümeti de Osmanlılar’ın yanında savaşa katıldı, Kırım’ın neredeyse tamamı savaş meydanına döndü, 1855 Eylül’ünde Sivastopol müttefiklerin eline geçti ve hayli zorda kalan Rusya ateşkes istedi.
Barış konferansı 1856 Şubat’ında Paris’te toplanacaktı, Türkiye, Avrupa’nın kendisini artık kabul edeceğinden emindi ama konferans öncesinde müttefiklerden beklenmedik talepler gelmeye başladı: Londra ve Paris ‘Barıştan sonra yepyeni bir Avrupa kuracağız. Siz de bu düzende yer almak istiyorsanız reformlara başlayın; meselá işkenceyi yasaklayın, azınlıklara bütün haklarını verin, tam bir din hürriyeti sağlayın, ekonominizi düzeltin ve bunları yaptıktan sonra gelin, konuşalım’ diyordu.
UCUUCUNACEVAPVERDİK
Avrupa’nın taleplerine aynen bugünkü gibi ucu ucuna cevap verebildik. Sultan Abdülmecid, Paris Konferansı’nın başlamasından bir hafta önce, 1856’nın 18 Şubat’ında tarihlere ‘Islahat Hatt-ı Humayunu’ diye geçen meşhur fermanını yayınlayıp devlete daha çağdaş bir hava verdi. Zamanın sadrazamı Áli Paşa ‘Avrupalı olmamızın şartlarını bize resmen yazdırmalarını beklemeyelim. Böyle bir muamele devlet için utanılacak bir vaziyet yaratır. Dolayısıyla işi konferanstan önce kendimiz halledelim’ demiş ve Islahat Fermanı’nı konferansın toplanmasından bir hafta önce yayınlatıp Avrupa’yı gelişmelerden haberdar etmişti. Fermanın maddelerini İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçilerinin yazdırdıkları söyleniyordu ama herşeyi kendimiz yapmış gibi görünüp zeváhiri kurtarmıştık.
Ferman işe yaradı ve 25 Şubat’ta başlayıp 30 Mart’taki imza merasimiyle sona eren Paris Konferansı’nda batı dünyası Türkiye’nin ‘Avrupalı’ olduğunu ilán etti. O devrin AB’si sayılan ‘Avrupa Devletleri Konseyi’ne de alındık ve resmen ‘Avrupalı’ olduk ve toprak bütünlüğümüz garanti edildi. Anlaşmayı Türkiye adına Sadrazam Áli Paşa ile Paris elçimiz Mehmed Cemil Bey imzaladılar.
Ama Avrupalı olmamız pek bir işimize yaramadı. İtalyan ve Alman prenslikleri devlet haline gelince Avrupa’da dengeler değişti, Fransa ile Avusturya eski gücünü kaybetti. Değişikliklerden Rusya istifade etti ve Paris Anlaşması’nın bazı maddelerini tek taraflı olarak iptal ettiğini duyurdu. Bizi kendilerinden kabul etmiş olan Avrupa ise her işimize karıştı ve Avrupa’nın her müdahalesinde daha da küçüldük.
İşte, toprak bütünlüğümüzün garanti altına alındığı Paris Anlaşması’nın imzalanmasının üzerinden geçen 50 sene boyunca Avrupa’nın sayesinde kaybettiklerimizden sadece birkaçı:
MAYIS 1860: İngilizler Lübnan’daki Dürziler’i, Fransızlar da Maruniler’i kışkırttı; başımıza uzun seneler devam edecek olan bir ‘Lübnan meselesi’ çıktı.
HAZİRAN 1861: İngiltere, Fransa, Prusya, Rusya ve Avusturya, Lübnan’a donanma göndermeye karar verince Lübnan’da müstakil bir yönetim kurulmasını kabul ettik.
NİSAN 1867: Fransa’nın baskısıyla, Belgrad’ı Sırbistan’a terkettik.
HAZİRAN 1864: Avrupa’nın isteğine uyduk ve Eflak ile Boğdan’da seçimle işbaşına gelecek meclisler kurulmasına izin verdik.
EYLÜL 1866: Girit’te isyan çıktı, senelerce devam etti ve isyan Avrupa’ya ‘Türkler Hristiyanları kesiyorlar’ diye yansıdı. 1897’de Yunanistan’a savaş açtık, Atina’ya girmemize ramak kalmışken Avrupa işe karıştı ve savaşta kazandığımız herşey barış görüşmelerinde elimizden çıktı. İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya, Girit’e özerklik verilmesini sağladılar, Girit Meclisi 6 Kasım 1908’de ‘Yunanistan’a ilhak’ kararı aldı ve ada Yunan toprağı oldu.
MART 1870: Rusya’nın baskısıyla Bulgar Kilisesi’nin bağımsızlığını tanıdık.
MAYIS 1876: Hersek’te devam eden isyan, Avrupa’nın verdiği muhtıra ile bölgenin elimizden çıkmasıyla neticelendi.
MAYIS 1876: Selánik’te olaylar çıktı ve yine Avrupa’nın baskısıyla altı Müslüman’ı idam etmek zorunda kaldık. Aynı sene Rusya ile girdiğimiz ve tarihlere ‘93 Harbi’ diye geçen savaşta yenildik, Ruslar Yeşilköy’e kadar geldiler ve çok büyük toprak kaybettik.
HAZİRAN 1878: İngiltere, Rus tehdidi karşısında vereceği desteğin bedeli olarak bizden Kıbrıs’ı istedi. Adayı, İngiltere’ye vermeye mecbur kaldı.
NİSAN 1881: Türkiye’nin toprak bütünlüğünü garanti eden ülkelerden biri olan Fransa, Türk toprağı sayılan Tunus’u işgal etti.
TEMMUZ 1882: İngiltere, alacaklarını tahsil edebilmek için Mısır’a donanma gönderdi ve İskenderiye’yi bombalattı. Karaya çıkan birlikler Kahire’ye girdiler ve Mısır’da seneler boyu sürecek olan İngiliz işgali başladı.
EYLÜL 1895: İstanbul’un Kadırga semtinde reform bahanesiyle ayaklanan ve Avrupa’dan destek alan Ermeniler ile askerler arasında çatışma çıktı ve bu olay Ermeni sorununun başlangıcı oldu.
KASIM 1901: Fransa, alacağını tahsil etmek bahanesiyle Midilli’ye donanma gönderdi ve adadaki gümrük binasını işgal ederek adanın bütün gelirlere elkoydu.
KASIM 1906: Türkiye’nin borçlarını ödemediği gerekçesiyle, Avrupa devletleri Midilli ve Limni adalarındaki posta ve gümrük dairelerini işgal ettiler. İşgale sadece Almanya katılmadı.
Erdoğan’ın arkasında heykeli duran Papa, bize KARŞI savaş açtırmıştı
BASINIMIZ dün bir yanlış yaptı ve Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül’ün Avrupa Anayasası’nı imzaladıkları masanın arkasında yükselen devásá heykelin Papa Beşinci Sixtus’a ait olduğunu söyledi.
Ama heykel Papa Sixtus’a değil, Onuncu Innocentus’a aitti, 17. yüzyılın önemli heykeltıraşlarından Alessandro Algardi’nin eseriydi ve Innocentus’un tarihimizde önemli bir yeri vardı, zira onun teşvikiyle açılan bir savaş, bizi çok uğraştırmıştı.
Asıl adı Giambattista Pamphili olan Innocentus 1574’te Roma’da doğdu, 70 yaşında papa oldu ve 1655’teki ölümüne kadar 11 sene boyunca, bu makamda kaldı.
Innocentus, papalığı döneminde iki konuya ağırlık verdi: Yolsuzluklarla mücadeleye ve Avrupa’daki Türk varlığını ortadan kaldırmaya... Papalık tahtına oturmasından bir sene sonra Türkiye’nin Girit’i fetih planlarını öğrenince adayı elinde bulunduran Venedik’i Türkiye’ye karşı savaşa teşvik etti ve her türlü mali desteği sağladı.
Osmanlı donanmasının 1645 ilkbaharında başlattığı Girit seferi, Papa Innocent’in bu desteği yüzünden tahminlerden çok daha fazla sürecek ve ada 24 sene devam eden savaşlardan sonra alınabilecekti.
Türkiye’nin Avrupa Anayasası’nın nihai senedini kendisine karşı bundan asırlarca önce başlatılan büyük bir savaşı finanse etmiş olan Papa Innocent’in heykelinin önünde imzalamasındaki tarihi cilvenin bize mi, yoksa Papa’ya mı yapıldığına artık siz karar verin.
İşte, bizi 1856’da Avrupalı yapan maddeler
PARİS’te 1856’nın 30 Mart’ında imzalanan anlaşmanın yedinci maddesi bizi ‘Avrupalı’ yapıyor, bir sonraki madde ise Türkiye’yi uluslararası anlaşmazlıklarını hakeme götürmeye mecbur ediyordu.
İşte, bizi 148 sene önce Avrupalı yapan Paris Anlaşması’nın bu maddeleri:
MADDE 7: Avusturya İmparatoru, Fransız İmparatoru, Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Kraliçesi, Prusya Kralı, Sardunya Kralı ve Rusya İmparatoru, Osmanlı Hükümeti’nin Avrupa Devleti sayılmasını, Avrupa devletlerinin bütün haklarından ve Avrupa Devletleri Konseyi’nden faydalanmasını kabul ettiklerini duyururlar. Bu hükümdarlardan her biri, Osmanlı Devleti’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi kabul ederlerken bu saygının devamı konusunda birbirlerine kefil olurlar. Bu kurala aykırı olan her hareket, kendileri tarafından genel çıkarlarla ilgili bir mesele şeklinde görülecektir.
MADDE 8: Osmanlı Devleti ile bu anlaşmayı imzalayan devletlerden biri veya birkaçı arasında bir anlaşmazlık çıktığı takdirde, Osmanlı tarafı ve Osmanlı ile ihtiláflı olan taraf kuvvete başvurmadan önce bu anlaşmayı imzalamış olan diğer devletlerin aracılığına başvuracaklardır.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2004
Geçen hafta Bursa’daki Yeşil Cami’nin mihrabında altı asırdan buyana duran, şimdilerde pek bir moda olan ‘Da Vinci Şifresi’ isimli kitapta anlatılanları hatırlatan ve vaktiyle yapılmış büyük bir zulümden sözeden şifreye benzer bir şiirden bahsetmiştim. Yazdıklarımın gerek akademik, gerekse popüler çevrelerde ilgiyle karşılandığını görünce aynı camide bulunan şifreye benzer iki şiiri daha daha yazayım dedim. İlk örnekte devlet düşmanlarına belá okunuyor, diğerinde ise Hazreti Muhammed’in hadisi bir satır ilávesi ile şiir haline getiriliyor. Çözebilenler, çözsün!
GEÇEN hafta batı dünyasının gizli sembolleriyle ‘Da Vinci Şifresi’ isimli kitap sayesinde tanıştığımızı ama tarihimizin ve eski eserlerimizin böyle çok sayıda şifreyle dolu olduğunu yazmış ve Çelebi Mehmed tarafından yaptırılıp inşaatı 1419’da tamamlanan Bursa’daki Yeşil Cami’nin mihrabında altı asırdan buyana duran ufak bir çini panonun üzerindeki iki satırlık şiiri örnek göstermiştim.
12. asırda yaşamış olan İranlı şair Sadi’nin ‘Gülistan’ isimli eserinden alınmış ve İslam dünyasında az kullanılan ‘noktasız girift’ yazı ile yazılmış olan Farsça beyitte ‘Zulmeden kişi bu zulmü bana yaptığını sandı; bana yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’ deniyordu. Mihrabın öbür tarafında bu sözlerin yeraldığı çini panonun hizasındaki bir başka panoda da, mihrabın ‘Tebrizli üstádların eseri’ olduğu yazılıydı.
Mihraptaki yazı, 1400’lü yılların ilk çeyreğinde Bursa’nın unutulmayacak bir zulme şahit olduğunu göstermekteydi ama bu zulmün kim tarafından, kime karşı ve nasıl olduğu hususunda bugün hiçbirşey bilmiyorduk.
FARSÇA BİLEN, ANLAR
Hafta içerisinde, Fars Edebiyatı’na áşina olan okuyucularımdan çok sayıda e-mail aldım. Mihraptaki yazının sembol yahut şifre olmadığını ve ‘zálim’ sözüyle 1402’deki Ankara Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni büyük bir hezimete uğratan Timur’un kastedildiğini söylüyorlardı.
Hayır! Mihrapta altı asırdan beri duran lánet, Timur’u değil, bir başkasını hedef almaktadır. Bu konuyu yandaki kutuda anlatıyorum ve burada aynı camide yine asırlardan beri varolan, şifreyi andıran ve kime hitaben yazıldıkları konusunda bugüne kadar ciddi bir araştırma yapılmayan iki şiiri daha gözler önüne sermek istiyorum:
İşte, ilk şiir:
Yeşil Cami’de, zulümden bahseden beyitlerin yazılı olduğu mihrabın sağ ve sol tarafında bulunan oda şeklindeki bölümlerde hem kapıların, hem de pencerelerin üzerindeki nefis çinilerde Farsça bir dörtlük yazılıdır: ‘İn imáret tá ebed ma’mur bád / Sáhibeş ber düşmanán mansur bád / Her ki in dovlet neháhed páy-dár / Dáimá ender-cihán makhur bád’. Türkçesiyle ‘Bu imáret sonsuza kadar mámur vaziyette kalsın, sahibi düşmanlarına karşı muzaffer olsun ve bu devletin ayakta kalmasını istemeyen her kim varsa dünyada kahırlara uğrasın’
Camiler o devirde sadece ibadet değil, aynı zamanda önemli devlet işlerinin görüşüldüğü mekánlardı ve toplantı maksadıyla da kullanılırlardı. Zamanın hükümdarının vezirleriyle camide biraraya geldiği olur, camiler sosyal bir merkez kabul edilir ve buluşma, toplanma yeri olma vazifesi görürlerdi. Şiirde camiden ibadetháne değil ‘imáret’ şeklinde bahsedilmesinin sebebi de binanın bu özelliği idi.
Dolayısıyla kapılarla pencerelerin üzerine yazılmış olan ve hem hükümdarın hem de camiye giren hemen herkesin gözünün önünde duran koskoca harflerle vaktiyle devletin aleyhinde yapılan bir faaliyet hatırlatılıyor, üstelik aynı işi yapmaya kalkışacak olanlar için ‘Allah belánızı versin!’ diye beddualarda bulunuluyordu.
O devirde dünyanın en güzel çinilerine nakşolunacak derecede hemen herşeyi etkilemiş olan devlet aleyhindeki bu faaliyet acaba ne idi ve böyle bir işe kim kalkışmıştı? Bunları bugün maalesef bilemiyoruz.
Ve, Bursa’daki Yeşil Cami’de bulunan ve yine rahmetli Abdülbaki Hoca’dan (Gölpınarlı) öğrendiğim son bir şifre daha:
HADİSTİ, ŞİİROLDU
Camiiin bir yerinde, Hazreti Muhammed’in bir hadisinin sonuna bir mısra iláve edilmiş, yani hadis, şiir haline getirilmiştir.
‘Cennet, cömerdlerin yurdudur’ anlamına gelen ‘El cennetu dáru’l-ezkiyai’ şeklindeki hadis, aruzun ‘Mef’ulü mefáilün failün’ vezniyledir, mısra olarak alınmış, hemen arkasına aynı vezinle ve o devrin Türkçe’si ile bir başka mısra getirilmiştir: ‘Oda yakısarlar eşkiyayı’; yani ‘Kötülük edenleri, áhırette ateşe atarlar’.
Ama bu yazının camiin neresinde olduğunu söylemeyeyim, merak edenler arayıp bulsunlar!
Peygamberin sözünü şiir haline getirmek gibisinden pek alışılmadık bir işin sebebinin ne olduğu ve ‘eşkiya’ sözüyle kimin kastedildiği de yine bugünün bilinmezleri arasında ve bütün bunlar, Yeşil Cami’deki esrarın sadece birkaçı...
‘Da Vinci Şifresi isimli kitapta yazılı olanlar da ne ki? Tarihimiz o kitaptakilere rahmet okutacak derecede karmaşık şifrelerle doludur’ demekte haksız mıyım?
Şifreleri Timur’a maletmeyin, çözmeye çalışın
YEŞİL Cami’nin mihrabında bulunan ve şifreyi andıran şiiri geçen hafta yayınlamamdan sonra bu şiir hakkında çeşitli yorumlar yapıldı ve ‘zalim’ sözüyle Timur’un kastedildiği ileri sürüldü.
Bu yorumu yapanlardan biri, Uludağ Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mefail Hızlı idi. Hızlı, Anadolu Ajansı’na bir demeç verdi ve Yeşil Cami’nin mihrabındaki beyitlerde geçen ‘zalim’ sözüyle, Yıldırım Bayezid’i Ankara Savaşı’nda yenmiş ve Osmanlı birliğini yıkmış olan Timur’a hitaben ‘Senin zulmün işte geldi geçti biz camimizi yaptık’ diye seslenildiğini söyledi (Hızlı’nın açıklamasındaki bozuk Türkçe bana değil, haberin dilini düzeltmemiş olan AA’nın redaktörlerine aittir).
O dönemde yazılmış olan Osmanlı tarihlerini dikkatli bir şekilde okuyanlar böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, yani mihraptaki yazıyla Timur’un kastedilmeyeceğini gayet iyi bilirler.
Yıldırım Bayezid fetihler yapmış çok büyük bir askerdir ama bir o kadar da sevilmeyen bir devlet adamıdır. Sevilmemesinin en büyük sebebi, kendini beğenmişliği ve etrafındakilerin söylediklerine önem vermemesidir, üstelik çok içmektedir.
YILDIRIM SEVİLMEZDİ
Hükümdarın bir başka tasarrufu yüzünden devrinin devlet bürokrasisi, özellikle de derin devleti, Yıldırım’dan artık nefret eder hale gelmiştir; zira Yıldırım Osmanlı Devleti’nin ilk merkez hazinesini kurmuş ve bütün gelir kaynaklarını yeni hazineye aktarmıştır. Bu, akınlarda ve savaşlarda elde edilen ganimetin artık askerler tarafından paylaşılamayacağı, doğrudan doğruya devlete gideceği ve askerlerle akıncıların ganimetlerden sadece hisse alabilecekleri anlamına gelir.
Timur da zalimdir, sevilmemektedir, özellikle Osmanlılar’a Ankara Savaşı ile indirdiği darbe yüzünden bizde büyük nefrete uğramıştır ama çok önemli bir başka özelliği vardır, Sünni bir hükümdardır. Aynı dinden ve mezhepten olan bir hükümdarı kötülemek, geleneğimizde yoktur.
Unutmayalım! Uğradığımız büyük yenilgilerden pek bahsetmemek, bu yenilgilerin üzerlerini örterek unutulmaya terketmek bizde çok eski bir ádettir ve Ankara Savaşı’ndan sonra Osmanlı tarihçileri de bu ádete uymuşlardır. O dönemde kaleme alınmış tarihlerde, Ankara Savaşı çok kısa şekilde yeralmış ve sadece Timur’u değil, Yıldırım Bayezid’i de suçlayan ifadeler kullanılmıştır.
MENDERES VALSİ
Biraz teknik olacak ama aslı 12. asırda yaşamış olan İranlı şair Sadi’nin ‘Gülistan’ isimli eserinde bulunan mısralarla Yeşil Cami’nin mihrabında yazılı olan şekil arasındaki bir farkı da hatırlatmam gerekiyor.
Her iki şiirde, şahıslar farklıdır. Mihrapta yazılı olan ‘Zulmeden kişi bu zulmü bana yaptığını sandı; bana yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’ sözü, Sadi’nin Gülistan’ında ‘Zulmeden kişi bize zulmettiğini sandı; bize yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’ şeklindedir. Yani, Sadi’de bir kişi değil, bir grup konuşmakta ve belli bir zulümden değil, yapılmış olan genel bir fenalıktan sözedilmektedir.
Eskiden yazılmış şiirleri yahut şarkıları zamanın şartlarına göre başka şekillerde okumak da eski ádetimizdir ve Muhlis Sabahaddin Bey’in 1920’lerde bestelediği ‘Hatırla ey peri o mes’ud geceyi’ diye başlayan meşhur valsinin 27 Mayıs darbesinden sonra ‘Hatırla Menderes o meş’um geceyi’ diye okunması da bunun örneklerindendir.
Dolayısıyla, Yeşil Cami’deki şifreyi andıran yazılarda Timur’un kastedildiği gibi kolaylıklara kaçmayı bir tarafa bırakın ve işin derinindeki başka mánáları araştırın! Mihrabın, Timur’un ülkesinden gelen Tebrizliler’in eseri olduğunu da unutmayın...
DÜZELTME:
Geçen hafta, Yeşil Cami fotoğraflarında arşivden kaynaklanan bir hata oldu, birinci sayfada Bursa’daki Yeşil Cami’nin fotoğrafı ama bu sayfada İznik’teki Yeşil Cami’nin resmi kullanıldı. Arşivin ‘dijitalleşmesi’ yüzünden düştüğümüz bu hatayı lütfen mazur görün.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2004
Batı dünyasının gizli sembolleriyle ‘Da Vinci Şifresi’ isimli kitap sayesinde tanıştık. Halbuki tarihimiz, bu sırlara rahmet okutabilecek şifrelerle doludur. İşte, bunlardan biri, Bursa’daki Yeşil Cami’nin mihrabında altı asırdan buyana duran ve kimselerin farketmediği bir şifre: Mihrabın üst tarafındaki ufak bir çini panonun üzerinde son derece güç olan ve İslam dünyasında çok az kullanılan ‘noktasız girift’ yazı ile Farsça bir beyit yazılı. Beyitte ‘Zulmeden kişi bu zulmü bana yaptığını sandı; bana yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’ deniyor. Láneti andıran bu ifadenin dünyanın en kıymetli çinileriyle kaplı bir mihraba neden nakşedildiğini ve işin gerisinde nelerin yattığını buyrun, çözebilirseniz siz çözün!
‘DA Vinci Şifresi’ isimli kitap, aylardan buyana Türkiye’de listebaşı. Kitapta bahsi geçen konular üzerinde bilgi yahut merak sahibi olanlar, şimdi asırlar öncesinden bugünlere uzanan bilinmezlerle dolu bir olaylar zincirinin üzerindeki esrar perdesi hakkında kafa yoruyorlar, hatta bazıları yeni teoriler bile ortaya atıyor.
Bizde entelektüellik şimdi artık yabancı kültüre áşina olmak ve yabancı memleketlerde çıkan yeni filmleri, yeni müzik albümlerini ve yeni yayınları takip etmek mánásına gelir oldu. Dolayısıyla ‘Da Vinci Şifresi’ni okumamak şimdi ayıp, hakkında fikir yürütmemek de eksiklik sayılıyor! Bundan on küsur sene önce ‘Gülün Adı’ fırtınasında yaşadığımız gibi...
Tarihimiz, edebiyatımız ve kültürümüz böylesine esrarlı hadiselerle, bilinmezlerle ve çözülmeyi bekleyen sıra sıra şifrelerle doludur. Artık unutmaya başladığımız o kültürdeki bazı sırlar ‘Da Vinci Şifresi’ni aratmayacak derecededir; ürkütücü kitábeleri sembollerle dolu şiirler takip eder, asırlar boyunca várolmuş gizli örgütlerin içinden çıkılması imkánsız gibi olan şifreli yazışmaları ve garip inanç silsileleri ardardadır.
İşte bu sırlardan biri, Türk çiniciliğinin ve zevkinin zirvelerinden olan altı asırlık bir binada, Bursa’daki Yeşil Cami’de taşa nakşedilmiş halde duruyor. Üstelik binanın gözlerden uzak bir yerinde değil, önünde her gün yüzlerce kişinin namaz kılarken hayranlıkla seyrettiği bir mekánda, mihrabın tam üzerinde!
Mihrabın esrarını yazmadan önce, caminin mimarı Hacı İvaz Paşa’yı tanımamız lázım:
HEM ASKER HEM MİMAR
1300’lü yılların ikinci yarısında Tokat’ta doğan ve meslek olarak hem askerliği hem mimarlığı seçen Hacı İvaz Paşa, Yıldırım Bayezid’in iktidar yıllarında farkedildi, yavaş yavaş yükseldi ve 1402’deki Ankara Savaşı’ndan sonra yaşanan Fetret Devri sırasındaki taht mücadelelerinde de tesirli oldu. Çelebi Mehmed’in tahta çıkabilmesi için en fazla çalışanlardan biriydi ve 1414’te Bursa’yı işgalden kurtarması üzerine önce vali, sonra da vezir yapıldı.
Hacı İvaz Paşa, tarihe devlet adamlığından ziyade mimarlığıyla, inşa ettiği yahut ettirdiği ve her biri bugün Türk mimarisinin en önemli eserlerinden sayılan camiden kervansaraya kadar binalar ile geçti. Çelebi Mehmed’in emriyle yapılan Bursa’daki Yeşil Cami de Paşa’nın eserlerindendi ve inşaat 1419’da tamamlandı.
Derken devir değişti, Çelebi Mehmed hayata veda etti, tahta oğlu İkinci Murad çıktı. Hacı İvaz Paşa yeni hükümdarın iktidarının ilk aylarında eski gücünü muhafaza etti ama veziriazam Çandarlı İbrahim Paşa ile durup dururken bir güç kavgasına tutuştu. İktidar mücadelesi İkinci Murad’ı evhama sevketti, babasının sadık Paşa’sından kendisine bir fenalık geleceğine inanmaya başladı ve evhamı korku halini alınca 1424’te Hacı İvaz Paşa’yı azletti, gözlerine mil çektirip Bursa’ya sürgüne gönderdi.
Paşa, Bursa’da ámá bir vaziyette dört sene yaşadı ve ölümü vebadan oldu. 1428 Ağustos’unda çıkan veba salgınında iki kardeşiyle beraber can verdi ve cenazesi Bursa’nın Pınarbaşı Kabristanı’na defnedildi.
Hacı İvaz Paşa, Yeşil Cami’nin herşeyiyle zarif olabilmesi için Türk ustalarla beraber yabancı sanatkárlar da kullanmış, İran’dan o devrin en önemli çinicilerini getirtmiş, caminin asırlardır hayranlıkla seyredilen çinileri İranlı, özellikle de Tebrizli ustaların elinden çıkmıştı.
Yeşil Cami’deki esrar, işte Hacı İvaz Paşa ile İranlı bu çini ustaları arasında düğümleniyor:
Caminin 10 metrelik nefis mihrabının sağ üst tarafındaki rengárenk çiniler arasına gizlenmiş olan ufak, mavi bir çinide normal yazı ile mihrabın Tebrizliler’in elinden çıktığını gösteren Farsça bir ibáre var: ‘Amel-i üstádán-ı Tebriz’, yani ‘Bu, Tebrizli ustaların eseridir’.
OKUNMASI ÇOK ZOR
Aynı mihrabın sol tarafında ve aynı hizada yeralan bir başka ufak çinide ise noktasız ve okunması son derece güç ‘girift’, yani karışık bir yazıyla yine Farsça ama bu defa gayet tehlikeli bir beyit yazılı: ‘Pendáşt sitemger in sitem bá men kerd / Der gerden-i o bemand u ber men begozeşt’. Türkçesiyle ‘Sitem eden, zulmeden kişi bu zulmü bana yaptığını sandı; bana yapılan zulüm geçip gitti ama vebáli onun boynunda kaldı’...
Zulümden bahseden bu ifadelerin padişah tarafından inşa ettirilmiş bir caminin mihrabında ne aradığını bugüne kadar kimseler farkedemedi!
Şimdi, öncelikle bir ihtimal üzerinde duralım ve zulüm sözüyle Hacı İvaz Paşa’nın gözlerin kör edilmesinin kastedildiğini ve ustaların Paşa’ya bağlılıklarından dolayı bu işi yaptıklarını düşünelim... Ama tarihler tutmuyor, zira Yeşil Cami 1419’da tamamlandığı sırada tahtta Çelebi Mehmed bulunuyor, Hacı İvaz Paşa, gücünün zirvesinde ve Paşa felákete uğradığı sırada caminin ibadete açılmasının üzerinden seneler geçmiş...
Dolayısıyla ortada bir başka mesele var ve işte, asırlardan buyana çözülmemiş olan bu meseleyle ilgili birkaç soru:
ÇÖZEBİLEN ÇÖZSÜN
Bursa’da 1400’lü yılların ilk çeyreğinde nasıl bir zulüm yaşanmıştı? Mısralarda bahsi geçen kötülüğü kim, kime karşı etmişti? Bu nasıl büyük bir zulümdü ki, bahsi dünyanın en güzel mihraplarından birinin çinileri arasına gizlenmiş ve bu sır asırlardan beri orada kalabilmişti? Mısraların çiniye İslam dünyasında çok nadir olarak kullanılan ‘girift’ yazı ile işlenmesinin sebebi neydi? Mihraba zamanın hükümdarının gazabına uğrama endişesini taşımadan böyle bir ifadeyi nakşedebilen Tebrizli ustalar bu cesareti nereden almışlardı?
Bu sorular uzar, gider...
Ben, Yeşil Cami’nin mihrabının üzerindeki yazının mevcudiyetini rahmetli Abdülbaki Hoca’dan (Gölpınarlı) dinlemiştim ve yakından görüp fotoğraflarını çekebilmem, işitmemden ancak çeyrek asır sonra, geçen hafta Bursa’ya gidişimde nasib oldu.
Artık yayınlaması benden, yorumlaması ise mihrap hakkında bugüne kadar sayfalar dolusu makaleler yazmalarına rağmen çinilerin üzerindeki beyti bir türlü farkedememiş olan sanat tarihi hocalarından!
Alaturka uğruna bakanı da Meclis’i de yanıltıyorlar
TRT’nin açtığı ‘Alaturka’ isimli arabesk şarkı yarışması ve yüzlerce sanatçının kapıdışarı edilmesi konularında haftalardan buyana yazdıklarımın TBMM’ye yansıdığından ve Ankara Milletvekili Yakup Kepenek ile Antalya Milletvekili Feridun Baloğlu’nun Devlet Bakanı Beşir Atalay’a soru önergeleri verdiklerinden daha önce sözetmiştim.
Kepenek’in önergesi önceki gün Devlet Bakanı Beşir Atalay tarafından cevaplandırıldı, daha doğrusu TRT Genel Müdürü Şenol Demiröz’ün yaptığı yazılı açıklama cevap olarak gönderildi.
İşin ilginç tarafı, sekiz sorudan oluşan önergeye verilen cevapların sadece ikisinin doğru olması, altı cevabın ise gerçeği aksettirmemesiydi. Dolayısıyla, Ankara Milletvekili Yakup Kepenek’in sorularının bazılarının doğru cevaplarını ben vereyim dedim.
Alaturka beste yarışmasında ipler TRT Genel Müdürü’nün sözünü ettiği reklam planlama ve dağıtım kuruluşunda değil, Özhan Eren ile Mürşide Seher Eren’e ait olan ve İstanbul Ticaret Odası’na kayıtlı bulunan ‘Posta Tanıtım Hizmetleri Limited Şirketi’ndedir. Önümüzdeki ayın maaşlarını ödemekte zorlanacağını söyleyen TRT Genel Müdürü, 1 milyon 355 bin dolarlık alaturka projesinin sahibi olan bu şirketin varlığını her nedense Meclis’e bile açıklamaktan çekinmiştir.
Genel Müdür’ün ‘Jüride daha önce kurumdan çıkartılmış olan hiç kimseye görev verilmemiştir’ şeklindeki cevabı da gerçek dışıdır. TRT, jüride bulunan hanım okuyuculardan genç olanın işine geçen yıl izinsiz CD çıkarttığı gerekçesiyle son vermiştir, bu hanımın kuruma karşı açtığı dava hálen devam etmektedir, isminden istifade için jüriye alınmıştır ve dolayısıyla TRT Genel Müdürü, gerçeği denetim mekanizması olan TBMM’den ve ilgili bakandan bile gizlemektedir!
Alaturka yarışması konusu, sanatçıların kapıdışarı edilmeleri ve Müzik Dairesi Başkanı Süleyman Erguner’in sansür talimatnamesi Meclis’te önümüzdeki günlerde toplanacak olan Bütçe ve Plan Komisyonu’nda ele alınacak ve olup bitenleri aktarmaya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2004
Beşiktaşlılar, İstanbul’un en önemli evliyalarından olan Şeyh Yahya Efendi’nin tekkesinde takım halinde el açıp dua etmelerine rağmen, Trabzon’dan geçen hafta 1-0 mağlup ayrıldılar. Şimdi, yenilginin sebebini tartışan kulüp yöneticilerine, bu sebebi açık şekilde söyleyeyim: Maçı, size Beşiktaşlı olduğunu zannederek türbesinde dualar ettiğiniz Yahya Efendi kaybettirdi beyler! Kaybettirdi, zira ‘Bize Trabzonspor’u yere sermeyi, stada gömmeyi ve iyi bir puan alarak dönmeyi nasib eyle yááá Şeyh!’ diye niyazlarda bulunduğunuz Yahya Efendi, halis muhlis Trabzonlu idi ve memleketinin takımının yenilmesini istemenize çok kızdı! Dolayısıyla bundan böyle bir evliyadan medet ummadan önce, o evliyanın nereli olduğunu iyice incelemeniz gerekiyor.
FENERBAHÇE ve Galatasaray’dan sonra, galibiyeti büyüde yahut başka güçlerde arayan takımların arasına Beşiktaş da katıldı. Üstelik Beşiktaşlılar sadece büyü tartışmalarına konu olmakla kalmadılar, türbe ziyareti yapıp bir evliyanın ruhundan medet umdular.
Yöneticiler, söylenenlere bakılırsa, Norveç’in Bodo Glimt takımı ile geçen hafta oynanan maç öncesinde Kurtuluşlu Hatice adındaki falcı kadına İnönü Stadı’nın heryerini aratmışlar, soyunma odasında düğümlü ceviz taneleri ile muskalar çıkmış ve Hatice’nin karşı büyüsü sayesinde Bodo Glimt sahadan 1-0 mağlup ayrılmıştı.
Siyah beyazlı yöneticiler büyü iddiasını yalanladılar ama Glimt maçından iki gün sonra karşılaşacakları Trabzonspor’u yenebilmek için Beşiktaş semtinin en saygın evliyalarından olan Yahya Efendi’nin türbesine takım halinde gidip dualar ettiler. Hatta, türbe ziyaretine Beşiktaş’ın başka dinden olan oyuncusu Norveçli John Carew ile İspanyol hoca Vicente Del Bosque bile katıldı. Ama, edilen dualar bir netice vermedi ve Beşiktaş, Trabzon’dan 1-0 mağlup ayrıldı.
Şimdi, bütün bu dualardan sonra büyük ümidlerle gidilen Trabzon’dan mağlup şekilde dönülmesinin hüznünü yaşayan Beşiktaşlı yöneticilere, yenilginin sebebini açık şekilde söyleyeyim:
Maçı, size Beşiktaşlı olduğunu zannederek türbesinde dualar ettiğiniz Yahya Efendi Hazretleri kaybettirdi beyler! Kaybettirdi, zira ‘Bize Trabzonspor’u yere sermeyi, stada gömmeyi ve iyi bir puan alarak dönmeyi nasib eyle yááá Şeyh!’ diye niyazlarda bulunduğunuz Yahya Efendi, halis muhlis Trabzonlu idi ve memleketinin takımının yenilmesini istemenize çok kızdı! Galibiyeti size vermesi mümkün olamayacağı için hemşehrilerinin takımında oynayan Gökdeniz’in golü vasıtasıyla sizleri sahadan mağlup olarak çıkarttı!
Şimdi, Beşiktaşlılar’ın ziyaretinden sonra gazetelerde adından sıkça bahsedilen Şeyh Yahya Efendi’nin kim olduğunu kısaca yazayım:
Trabzon Kadısı Ömer Efendi’nin oğlu idi ve 1495’te Trabzon’da doğdu. Annesi Afife Hatun, Kanuni Sultan Süleyman’ın sütannesi, Yahya Efendi de dolayısıyla hükümdarın sütkardeşiydi. Üveysi tarikatine mensuptu, Trabzon’da müderrislik yani medrese hocalığı yaptı, daha sonra İstanbul’a gelip satın aldığı arazide kendi tekkesini kurdu ve sütkardeşi olan zamanın hükümdarı Kanuni Süleyman’dan büyük saygı gördü. Kanuni’den dört sene sonra, 1570’te vefat eden Yahya Efendi’nin cenaze namazını zamanın meşhur şeyhülislámı Ebussud Efendi, Süleymaniye Camii’nde kıldırdı ve Şeyh, Beşiktaş’taki tekkesine defnedildi. Tekke, Şeyh’ten sonra vakıflarla zenginleşti, İstanbul’un en önemli dergáhlarından biri haline geldi ve başta hanedan mensupları olmak üzere memleketin çok sayıda ileri geleni tekkenin bahçesine defnedildi.
Adı Beşiktaşlılar’ın Trabzon maçı öncesinde yaptıkları ziyaretle gündeme gelen ama kimi gazetelerin 17. yüzyılın meşhur şeyhülislámlarından Yahya Efendi ile karıştırdığı, kiminin de dört asır ileriye getirerek Beşiktaş Kulübü’nün kurucularından yaptığı Şeyh Yahya Efendi’nin hayat hikáyesi, kısaca işte böyle.
Bütün bunları, Beşiktaş yöneticilerinin bundan böyle destek isteyecekleri evliyanın seçiminde hata yapmamaları için yazıyorum. Yahya Efendi önemli bir isimdir, gidip tabii ki dua edebilir, hatta galibiyet isteyebilirsiniz ama işin içine Şeyh’in vatanı olan Trabzon’u karıştırmadan...
Beşiktaş yöneticilerinin öncelikle yapmaları gereken iş, bir evliyadan medet ummadan önce, o evliyanın nereli olduğunu iyice incelemektir.
Eskiden mezarlık olan İnönü Stadı’nı her maç öncesi tütsülemek gerekir
SEZON başında yaptığı transferlere rağmen şampiyonluk bir yana, şimdi küme düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Beşiktaş kulübünün yöneticilerine naçizane bazı tavsiyelerim var:
Beşiktaş’ta yatan evliyaların hiçbiri Beşiktaşlı değildir, başka yerlerden gelmişlerdir. Meselá Baba Sungur Tekkesi, Bizans’tan kalmadır. Üzerinde şimdi Çırağan Oteli’nin bulunduğu Mevlevihane, Gelibolu Şeyhi Mehmed Hakiki Dede tarafından kurulmuştur. Ebulhüda ve Ertuğrul Tekkeleri’nin kurucuları Arap, Neccarzade’nin ilk sahipleri ise Bursalıdır. Beşiktaş’ta Beşiktaş doğumlu Müslüman evliya yoktur ama Müslümanların da ziyaret ederek mum diktikleri Rum ve Ermeni evliyaların birçoğu doğma büyüme Beşiktaşlıdır. Bu hususu unutmamak gerekir.
Bir diğer konu: Size ait olan İnönü Stadyumu, eski Ayaspaşa Mezarlığı’nın alt parseline inşa edilmiştir. Bir zamanlar Müslümanlar ve Hristiyanlar tarafından ortaklaşa kullanılan mezarlık, geçmişte Türk basınının öncülerinden olan Şinasi’den Osmanlı tarihçisi Siláhdar Fındıklılı Mehmed Ağa’ya kadar birçok önemli kişiye ebedi istirahatgáh olmuş, daha sonra mezarlar kaldırılmış, arazi iskána açılmış ve Beşiktaş’ın hissesine şimdi stadyumun bulunduğu yer düşmüştür.
Beşiktaş’ın yöneticilerine, mezarlık olan yerlerde yapılan inşaatın pek hayır getirmeyeceği yolundaki eski bir inancı hatırlatıyorum! Bence, her maç öncesinde stadın değişik yerlerinde tütsüler yakmanız, dualar etmeniz ve arazinin asıl sahiplerini, yani eskiden orada yatanların ruhlarını üzerlerinde iki saat boyunca koşuşarak rahatsız edeceğiniz için helállik istemeniz gerekir.
ZAPTİYE
TRT’nin müziğe sansür hevesi Meclis’e takıldı
TRT Müzik Dairesi Başkanı Süleyman Erguner’in imzasıyla kurumun müzik birimlerine gönderilen sansür kararından geçen hafta bahsetmiştim. Erguner, TRT personelinin izin alarak kurum dışına yapacakları işlerin master kayıtlarıyla görüntü malzemelerinin, yani CD’nin kapağıyla broşürünün bile yayından önce Müzik Dairesi Başkanlığı’na gönderilmesini istiyor ve yayının ancak verilecek onaydan sonra mümkün olabileceğini söylüyordu.
Sansür demek olan ve sadece ilgili kanunlara değil, anayasaya bile aykırı bulunan bu ceberruti karar, hafta içerisinde TBMM’nin gündemine geldi. CHP Grup Yönetim Kurulu ve Meclis Adalet Komisyonu üyesi olan Antalya Milletvekili Feridun Baloğlu, TRRT’den sorumlu Devlet Bakanı Beşir Atalay tarafından cevaplanması talebiyle bir soru önergesi vererek ‘Bu düzenlemeden bakanlığınız ve TRT Genel Müdürü haberdar mıdır?’ diye sordu.
Baloğlu daha sonra, düzenlemenin özel kuruluşların çıkartacağı CD’lerin denetlenmesi sonucunu verip vermeyeceği konusunu da gündeme getirerek Devlet Bakanı Atalay’ın ‘Görev aşımı niteliğindeki bu uygulamayı durduracak mısınız?’ sorusuna cevap vermesini istedi. Antalya Milletvekili Feridun Baloğlu, verdiği bir başka soru önergesi ile de TRT’nin aralarında Recep Birgit, Ayla Büyükataman, Feridun Darbaz ve Fahrettin Çimenli gibi önemli sanatçıların ve hocaların bulunduğu çok sayıda kişinin işlerine son vermesi konusunun bakan tarafından açıklanmasını talep etti.
ÜSTADLARKAPIDIŞARI
İki küsur trilyonluk alaturka beste yarışması düzenlemesiyle, Türk Müziği’nin şu anda hayatta bulunan en önemli hocalarını kapıdışarı etmesiyle ve üstüne üstlük sansüre heveslenmesiyle yayıncılık tarihinde yepyeni bir dönem başlatan TRT’nin bu uygulamaları, Meclis’te önümüzdeki haftalarda çalışmaya başlayacak olan Bütçe Komisyonu’nun da gündemine girecek gibi...
Şimdi, bütün bunlardan sonra kadiiiim dostum Süleyman Erguner’e sormak istiyorum:
Müzik Dairesi Başkanlığı’na tayininden kısa bir müddet önce biraraya geldiğimizde ‘Bana destek verirsen çok iyi işler yaparım’ diyen sen, ‘İyi işler yaptığında elimden gelen desteği veririm ama başka türlü hareket edersen benden destek bekleme’ cevabını veren de ben değil mi idim? Dolayısıyla şimdi eski arkadaşlarımızı muhbirlikle suçlayıp etrafta ‘Bu ispiyoncuyu mutlaka bulacağım!’ diye dolaşmak sana yakışıyor mu? Hele, Müzik Dairesi’nin önceki yönetimlerinin baskılarından seneler boyu yakındıktan sonra o koltuğa oturur oturmaz sanatçıları kapıdışarı etmek bir yana, üstelik sansürcülüğe soyunmak?
Ve, küçük bir dedikodu: Piyasaya önümüzdeki günlerde çıkacak olan yeni bir ürünün, TRT’nin açtığı iki küsur trilyon maliyetli ‘Alaturka’ isimli alaturka beste yarışmasının adını taşıyacağını ve yarışmada görevli bazı meşhur sanatçıların ürünün tanıtımında rol alacaklarını işittim. Söylenenler doğru çıkarsa, Türkiye, devlet TV’si destekli bir pazarlama furyasına ilk defa şahit olacak demektir!
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2004
Van’ın Gevaş ilçesine, varlığı senelerden beri tartışılan Van Gölü Canavarı’nın heykeli dikildi. Heykelin fotoğraflarını görünce, bundan birkaç yıl önce yaptığımız canavar tartışmalarını ve gözardı ettiğimiz eski ve önemli bir kaydı hatırladım: Evliya Çelebi’nin Van Gölü canavarı hakkında yazdıklarını... Canavardan Evliya Çelebi de sözediyor ve ‘Ejderin bir de babası vardı ve Hazreti Ali, bunu kılıcı Zülfikar ile öldürmüştü. Şimdiki canavarın sesini ben de duydum ama kendisini görmek kısmet olmadı’ diyordu.
VAN Gölü’nde yaşadığı söylenen ama várolup olmadığı senelerden beri tartışılan hayali canavarın, en sonunda heykeli dikildi. Hürriyet’te bundan iki gün önce çıkan habere göre, canavarı gördüklerini söyleyen Van’ın Gevaş ilçesinin Belediye Başkanı Nazmi Sezer ile bazı vatandaşlar, yaratığın neye benzediğini resim öğretmeni Murat Allahverdi’ye anlatmışlar, Allahverdi yaptığı çizimi bir hafta içerisinde dört metrelik bir heykele dönüştürmüş ve böylelikle hem canavar ölümsüzleşmiş, hem de ilçe bir sembole kavuşmuş olmuş.
Türkiye’nin gündemi bundan birkaç sene önce Van Gölü’nde yaşadığı iddia edilen bir canavar tartışmasına kilitlenmişti. Ünal Kozak adında bir asistanın canavarın görüntüsünü videoya kaydettiğini söylemesi üzerine bölgede küçük çapta da olsa bir turist akını yaşanmış, gölü araştıran bilim adamları, Van Gölü’nde canavar değil, sadece deprem yaratabilecek fayların bulunduğunu açıklayınca turist gelmez olmuştu.
SESİ BİLE KORKUTTU
Ama, bütün bu tartışmalar sırasında canavarla ilgili çok eski bir kayıt hep gözardı edilmişti: 17. yüzyılın büyük gezgini Evliya Çelebi’nin Van Gölü canavarı hakkında yazdıkları...
Evliya Çelebi meşhur ‘Seyahatnáme’sinin dördüncü cildinde canavardan bahsediyor, hakkındaki efsaneleri anlatıyor sonra ‘Kendisini bir türlü göremedim ama sesini duydum ve çok korktum’ diyordu.
Gevaş Belediye Başkanı Nazmi Sezer’in göl kıyısına canavarın heykelini diktirmesi, bana Evliya’da geçen canavar bahislerini hatırlattı ve Seyahatnáme’de yazılı olanları sizlere de nakledeyim dedim. Aşağıdaki kutularda hem Evliya’nın canavarla ilgili olarak yazdıklarının bir bölümünün günümüz Türkçe’sine uyarlanmış hali, hem de İskoçya’daki Ness Gölü’nde yaşadığı iddia edilen benzer bir canavarın öyküsü yeralıyor.
TURİZM İÇİN İYİDİR
Ben, mevcud olsun veya olmasınlar, bu canavar söylentilerinin her zaman gündemde kalmasından yanayım. Zira efsaneler yahut hayali senaryolar insanlarda bir merak uyandırıyor ve bu merak sayesinde kimselerin adım atmadığı bölgelerle mekánlar Ness Gölü hadisesinde olduğu gibi, bir anda turizm merkezi haline geliyor.
Nazmi Sezer’in diktirdiği canavar heykelinden ve söylentilerden düzgün bir şekilde istifade ettiğimiz takdirde, Ness’i dünyaya açan turizm kampanyalarının bir benzerinin Van’da da hayata geçirilmemesi için hiçbir engel bulunmuyor. Mekán ve konu aynı; gereken şey, sadece, işin düzgün bir şekilde plánlanıp yürütülmesinden ibaret.
Olmayan canavardan turizm gölü yarattılar
VAN Gölü’ndeki canavar söylentilerinin bir benzeri, 15 seneden buyana İskoçya’daki Ness Gölü’nde yaşanıyor ve İskoçyalılar bu canavar pazarlamasından iyi para kazanıyorlar.
1990’lı yıllarda Ness Gölü’nde ‘Plesiosor’ adı verilen ve dinozorlar çağında yaşayan bir su sürüngeninin várolduğu iddia edildi ve gölün etrafındaki çamur birikintilerinin altında kalan tabakalarda bulunan bazı fosiller sayesinde de bölge bir anda büyük bir turizm merkezi haline geldi. Canavara ait olduğu söylenen bazı fotoğrafların yayınlanması üzerine Ness’e olan merak daha da büyüdü.
Canavar turizmi giderek artarken İngiliz yayın kuruluşu BBC, gölde uydu destekli büyük bir arama başlattı. Birkaç yıl devam eden araştırmaların sonunda Ness Gölü’nde iddia edildiği gibi bir canlının yaşamadığı ve canavara ait olduğu söylenen fotoğrafların da düzmece olduğu ortaya çıktı ama turist sayısı azalacağı yerde, aksine daha da arttı. Turizmcilerle psikologlar, ‘İnsanların görmeyi arzu ettikleri hayalleri aramalarına engel olmamak gerekir’ diyorlar.
GÖLDEKİ EJDER EVLİYA ÇELEBİ’Yİ KAÇIRMIŞTI
‘...PEYGAMBERİN Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra Erzurum’da bir ejder çıkmış ama Abdurrahman Gazi Hazretleri tarafından canavarın taş kesilmesi sağlanmıştı.
Ejderin, Süphan Dağı’nda bir eşi vardı ve yalnız kalan bu ejder Azerbaycan ile Diyarbakır taraflarını haráp etti. Van halkı, Hazret-i Peygamber’in huzuruna çıkıp yardım istediler. Peygamber ‘Yá Ali, yetiş ve bu yılanı kılıcın Zülfikar ile kahreyle’ buyurdu.
Hazreti Ali bu emir üzerine atı Düldül’e binip Süphan Dağı’na çıktığı zaman, ejderhanın Van Gölü’nden su içtiğini gördü. Nára atarak ejderin üzerine saldırdı ve hayli cenk ettikten sonra canavarı öldürüp leşini göle düşürmeye muvaffak oldu. Sonra, ejderin yuvası olan mağaraya gitti ve yavrusunu gördü. Mağaranın önünde hemen iki rekát namaz kıldı ve giriş o anda bir kaya ile örüldü. Gölün sahilinde kendi kendine örülen bu duvara, o zamandan beri ‘Ali Kayası’ adı verilir.
Leşin göle düşmesinden asırlar sonra, Selçuklu hükümdarı Kılıç Arslan, 1130 senesinde Van Kalesi’ni inşa ettirirken canavarın kemiklerini çıkarttırdı ve iskeletini kulelerin arasına koydurttu. Artık denizden yahut karadan gelen bütün yolcular bu kemikleri görebiliyordu. Timur, 1402 tarihinde kaleyi muhasara etti ama ele geçiremedi. Memleketine eli boş dönmek istemeyince ejderhanın kemiklerini yanına aldı, develere yükleyip götürdü.
Van’a gittiğimizde, bizi ejderin mağarada mahpus olan yavrusunun bulunduğu kayaların yakınına kadar götürdüler. Bir saat kadar bekledik ama içeriden bir ses gelmedi. Derken, bizimle beraber olan dostlarımızdan biri, elindeki mızrağı kayadaki oyuklardan birine soktu. İçeriden gelen ses, hepimizi korkuttu. Kayaların gerisinden bulutu andıran siyah ve kokulu bir duman yükseldi. Canavarın yavrusunun kaçtığını anladık, biz de kaçmaya başladık fakat canavarın vücudunu göremedik. Ama, Van’da, ejderin kuyruğunun kayaların çatladığı yerden dışarıya 50-60 arşın kadar çıktığını söyleyip yemin eden birçok kişiye rastladım...’ (Evliya Çelebi Seyahatnámesi, cild: 4)
ZAPTİYE
Sanatçıları kovdukları yetmedi, bir de sansürcülüğe soyundular
‘ALATURKA’ adıyla tam alaturka bir şarkı yarışması açıp iki trilyondan fazla para harcayan TRT, geçtiğimiz günlerde bugüne kadar istisna akdiyle çalıştırdığı ne kadar sanatçı varsa, hepsine kapıyı gösterdi.
Müzik Dairesi Başkanı Süleyman Erguner’in imzasıyla radyolara gönderilen yazıda, sanatçılara 4 Ekim’den itibaren program yaptırılmaması talimatı verildi. İşlerine son verilenler arasında Recep Birgit, Fahrettin Çimenli, Ayla Büyükataman ve Feridun Darbaz gibi ciddi ve önemli müzisyenlerin yanısıra senelerce ‘Siz şimdilik şu üç kuruş paraya çalışın, zamanı gelince kadroya alırız’ denilen çok sayıda genç de vardı.
Ama konunun ilginç tarafı, yazıda bu işin ‘tasarruf sağlayacağı ve özellikle programların müzikalitesi açısından faydası olacağı’ gerekçesiyle yapıldığının söylenmesiydi ve bu, müzisyenlere hakaret demekti.
Böyle bir ifade Türkçe ceháletinin eseri değilse, altında imzası bulunan záta sormak gerekir: Kapıdışarı edilen kişiler işi beceremiyorlarsa onlarla seneler boyu neden çalıştınız? Ama sözkonusu cümleleri zeváhiri kurtarma maksadıyla söylüyorsanız, sanatçılara hakaret etme hakkını kimden aldınız? 53 seneden beri akitli olarak çalışan Recep Baba’nın mı müzikalitesi yok, yoksa Ayla Hanım’ın mı? Kimin?
TRT’nin Müzik Dairesi bu kadarla da kalmadı ve sansürcülük hayallerine kapıldı. Üstelik sansürü kurum dahilinde değil, Türkiye çapında yapma hayaline!
Yine aynı zátın imzasıyla radyolara gönderilen bir başka yazıda, ‘TRT personelinin izin alarak kurum dışına yapacakları işlerin master kayıtlarının bundan böyle Müzik Dairesi Başkanlığı’na gönderilmesi ve onay verilmesi halinde yayınlanabilecekleri’ söyleniyordu. Üstelik yalnızca müzik kayıtları değil, görüntü malzemeleri, yani CD’nin kapağı ve broşürü de isteniyordu ve bu, ‘Bundan böyle özel şirketlerin çıkartacağı CD’leri de denetleyeceğim ve müziğinizin kaliteli olup olmadığına da sadece ben karar vereceğim’ demekten başka birşey değildi!
Talimatın altında imzası bulunanlara kısaca hatırlatayım: TRT personelinin kurum dışında iş yapması yasak ise yaptırmazsınız, olur biter. Ama böyle bir yasağı otorite gösterisi haline getirip ‘Müzik adına herşey benden sorulur ve onayım gerekir’ demek, sadece ve sadece suçtur, o kadar.
Bundan birkaç ay öncesine kadar aynı derdlerden muzdarip dostlarımızın koltuğa geçer geçmez alikıran başkesen rolüne soyunmaları biraz ayıp kaçıyor!
Şimdi, unutulmaması gereken iki önemli husus var. Birincisi, vergilerimizle ayakta duran TRT’nin sansür değil, bir yayın kuruluşu olduğu; diğeri de siyasi tarihin yanısıra musiki tarihinin de kurtarıcılık hayaline kapılan kişilerin etrafa verdikleri zararlarla dolu bulunduğu!
Yazının Devamını Oku