Kayzer’in 1888 model virajında hız yaparsan işte böyle olur

Dünyanın en modern ve en hızlı trenleri düz güzergáhlarda gidip gelirlerken bizim ‘hızlandırılmış’ trenimizin güzergáhının inişli çıkışlı ve virajlı olmasının sebebini bilmem merak ettiniz mi?

Sebep, İstanbul-Ankara hattının 1893’te Alman Kayzer’i Wilhelm’in mühendisleri tarafından o günlerin saatte en fazla 40 kilometre hız yapabilen lokomotiflerine göre inşa edilmiş ve güzergáhın da yine bu lokomotiflere göre çizilmiş olması idi. ‘Hızlandırılmış tren’ macerasını 1888 model bir lokomotife göre inşa edilmiş olan bu hatta yaşamaya kalktık ve sonuç böyle oldu.

PAMUKOVA’daki tren faciası yüzünden milletçe bağrımız yandı. Şimdi bir yandan feláketin sorumlularını ararken ‘hızlı’ ve ‘hızlandırılmış’ tren kavramlarıyla beraber lokomotifin Mekece’deki virajlarda kaç kilometre yapması gerektiğini tartışıyoruz.

Ben, Japonya’daki hızlı trenleri görmedim ama Fransızlar’ın meşhur TGV’sine defalarca bindim ve Paris’ten Lyon’a yahut Marsilya’ya gittiğim sıralarda, uçak yerine TGV’leri tercih ettim. Saatte 285 kilometre hız yapan bu trenlerin beni en fazla şaşırtan tarafları, sür’atlerinin yanısıra güzergáhlarında varlığını hissettirecek derecede hemen hemen hiçbir aşırı virajın bulunmamasıydı. Çok sayıda tünelden yahut viyadükten geçiliyor ama yolda dikkat çekecek bir kıvrım bile hissedilmiyor ve tren dümdüz bir yolda havayı mermi gibi yarıyordu.

Dünyanın en modern ve en hızlı trenleri böylesine düz güzergáhlarda gidip gelirlerken bizim ‘hızlandırılmış’ trenimizin güzergáhının inişli çıkışlı ve virajlı olmasının sebebini bilmem merak ettiniz mi?

Sebep, İstanbul-Ankara hattının 1893’te Alman Kayzer’i Wilhelm’in mühendisleri tarafından o günlerin saatte en fazla 40 kilometre hız yapabilen lokomotiflerine göre inşa edilmiş ve güzergáhın da yine bu lokomotiflere göre çizilmiş olması idi...

İşte, Kayzer Wilhelm’in mühendislerinin eseri olan bu güzergáhın öyküsü:

Türkiye’de ilk demiryolu 1856’da, İzmir ile Aydın arasında İngilizler tarafından yapıldı ve bunu daha sonra hemen hepsi yabancı şirketlere verilen imtiyazlarla inşa edilen diğer hatlar takip etti.

Sadece bir istisna vardı: Devlet olarak kendi başımıza yaptığımız tek hat, Haydarpaşa’dan İzmit’e uzanan demiryoluydu ve keşif çalışmalarına 1870’te başladığımız hattın Tuzla’ya kadar olan kısmının inşasını 1872’de tamamladık. Bu demiryolu da daha sonra İngilizler’e devredildi.

Derken, askeri ve siyasi dengelerde büyük değişmeler başladı, dünya, liderliğini İngiltere ile Almanya’nın yaptığı iki bloğa ayrıldı, Almanya’nın başına sadece askeri güce inanan bir imparator, İkinci Wilhelm geçti ve Türkiye yavaş yavaş Almanya’ya doğru kaymaya başladı. Türkiye’de İkinci Abdülhamid’in iktidar yıllarında başlayan Alman nüfuzu Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam edecek ve bizim için hüsranla neticelenecekti.

Almanya ile yaşadığımız bu yakınlaşma yıllarında, Türkiye’de demiryolu inşasını ve bu hatların işletilmesini Alman şirketlerine, Alman işadamlarına devrettik. Kendi başımıza yaptığımız ama daha sonra İngilizler’e verdiğimiz İzmit’e uzanan demiryolunu da 1888’de Almanlar’a teslim ettik ve 99 yıllığına imtiyaz alan Alfred von Kaulla adındaki bir Alman siláh tüccarı, hattı Ankara’ya doğru uzatmaya başladı. 1890’da Adapazarı’na, ertesi sene Bilecik’e ve 1893 Ocak’ında da Ankara’ya ulaşıldı.

Anadolu’nun ortalarına kadar uzanan demiryolu artık Almanya’nın dikkatini daha çok çekecek, hattın askeri maksatlarla kullanılmasına ağırlık verilecek ve bu düşünce ‘Bağdat Demiryolu’ projesine öncülük edecekti.

Trenler o devirde saatte en fazla 40 kilometre ile gidebiliyorlardı ve Kayzer Wilhelm’in mühendisleri şimdilerin ‘hız’ kavramı sözkonusu olmadığı için tünel açmak yahut köprü yapmak gibisinden masraf yaratacak faaliyetlerden mümkün olabildiğince uzak kalmak zorundaydılar. İstanbul’dan Ankara’ya uzanan demiryolunun virajlarla, dönemeçlerle, inişlerle ve çıkışlarla dolu güzergáh takip etmesinin sebebi, bu idi.

Biz, ‘hızlandırılmış tren’ macerasını 1888 model ve azami hızı 40 kilometre olan lokomotiflere göre inşa edilmiş olan işte bu hatlarda yaşamaya kalktık ve sonuç böyle oldu.

Bunlar da bizim tren soyguncularımız

ÇOĞUMUZUN kovboy filmlerinden áşina olduğu tren soygunları, Eskişehir taraflarında 20. yüzyılın ilk on yılına kadar sıradan zabıta olaylarından sayılır, İstanbul’dan Ankara’ya giden trenler, Eskişehir’den sonra Amerika’nın Vahşi Batı’sında yaşananları aratmayacak şekilde, geceleri bir güzel soyulurdu.

Hattı işleten Alman şirketi, çareyi treni Eskişehir’de durdurmakta ve yola ertesi sabah devam ettirmekte bulmuştu. Makinistler Eskişehir’e güneş batmadan ulaşmak zorundaydılar. Parası olan yolcular Alman bir kadının işlettiği otele inerler, olmayanlar ise çok daha ucuz bir mekána, hamama gider ve sabahı hamamın külhanında geçirirlerdi.

1892 yılında ‘Servet-i Fünun’ dergisinde yayınlanmış olan bu fotoğrafta gördüğünüz zevat Vahşi Batı’nın bizdeki temsilcileri, bizim tren soyguncularımız...

Bazı şehzadelerin vatana kemikleri girebilmişti

OSMANLI
Hanedanı’nın New York’ta yaşayan reisi, yani Türkiye’de şu anda Osmanlı idaresi bulunsa ‘padişah’ ünvanıyla tahta oturacak olan Şehzade Osman Efendi, tam adıyla Ertuğrul Osman, 80 yıl aradan sonra yeniden Türk vatandaşı oldu. Gazetelerimiz ve TV’lerimiz günlerden buyana Osman Efendi ile ilgili haberler veriyorlar.

Ertuğrul Osman, Türkiye’nin gündemine yılbaşından hemen sonra New York’ta Başbakan Tayyip Erdoğan ile yaptığı sürpriz buluşmadan sonra girmişti.

Bir Osmanlı’nın Türk nüfus káğıdı ve Türk pasaportu alması şimdi bazılarımız için sıradan, olağan bir iş görülebilir. Ama, hanedanın erkek mensuplarına Türk vatandaşlığına geçme hakkının yeniden tanındığı 1974 öncesinde bazı şehzadeler memleket hasreti içerisinde kavrulurlardı ve son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu olan Şehzade Ömer Faruk Efendi de bunlardan biriydi.

1898’de İstanbul’da doğan Ömer Faruk Efendi son padişah Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan ile evlendi ve 1924 Mart’ında Osmanlı ailesinin bütün mensuplarıyla beraber o da sürgüne gönderildi. 1974’te çıkan kanundan istifadeye ömrü yetmedi ve hayata 1969’da, Kahire’de veda etti ve Türkiye’ye sonraki senelerde ancak kemikleri gelebildi.

İşte, Son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu ve Neslişah, Hanzade ve Necla Sultanlar’ın babası olan Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin sürgünde yaşadığı Mısır’dan İstanbul’daki bir dostuna 1954 ile 1969 yılları arasında gönderdiği ve şimdi bende bulunan yüzlerce mektubunda ‘vatan hasreti’ni káğıda döktüğü bazı cümleler...

‘...İçimden geldi, bu sene kavuşma senesi olacak diye! Sonra düşündüm, o kavuşma kim ile? Sevgili vatanım ile ve 15 senedir görmediğim çocuklar ile mi, yoksa toprak ile mi diye düşündüm! Bunda mütereddidim! Bakalım Allah hangisini verecek?

...Gelen gazetelerin içinden bir Türk bayrağı çıktı. Yazı masamın üstüne koydum ve pek memnun oldum. Direği rüzgárda devrildi, kurşun eriterek içine döktüm ve şimdi pek iyi oldu. O bayrağı gördüğüm zaman içim açılıyor. Ama kanun yapanlar bizleri kendilerinden saymadılar. Halbuki o bayrak benim kanım! Vücuttan çıkar mı?

...Ölecek olsam, cenazem ortada kalacak. ...Hoca Nasrettin’e sormuşlar, ‘Cenazenin önünde mi, arkasında mı yürümeli?’ deyince, ‘Tabuta girmeyin de ön veya arkanın ehemmiyeti yok’ demiş! Hayata bağlanabileceğim pek birşey kalmadı. Yalnız kendi toprağımı görmeden, sevdiğim birkaç kişiyi görmeden ölmek istemiyorum. O arzunun da olacağı yok. Hep boş ümitle o günü bekliyorum.

...Bir türlü sonu gelmeyen bu hasret ne zaman bitecek? Şimdiye kadar yaptığım teşebbüslerin hiçbiri bir netice temin etmedi. Hayatta sabır denilen şeyi bilmeyen bir mahlukum. Onun için olsa gerek ki, bütün hayatım yalnız beklemekle geçiyor. Hikmet-i Hüda! Beklemek bile, bir işkence halini alıyor. Hele son zamanda yediğim birbiri üzerine darbeler beni yere serecek bir hále getirdi.

...İnsan taştan, çelikten de olsa yine dayanmaz! Kaçıncı senedir bu tahammülümüz! Artık tahammül edebilme imkánı da kalmadığı gibi, işkencenin de bir derecesi var ve o derece geçince bir şey farketmiyor!

...Üzüntümün derecesini bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Bu hále düştükten sonra bir tek hál çaresi kalıyor! Canına yandığım bir tabancam yok ki, herşeyi iyi veya kötü halledebileyim!

...Hayatta kimi tuttum ve himaye ettim ise onun tarafından bıçaklandım. Karşı karşıya oturup konuşabilsek, ‘feláket denen şey bir adama bu kadar musallat olabilir mi?’ diye şaşar kalır idiniz. Feláket belásının nice şekillerini gördüm tanıdım. Bunun hakkında benim kadar ihtisası olan kimse, pek az olsa gerektir. İnşallah görüştüğümüzde fazlasıyla dinlersiniz ancak o gün gelecek mi? Her gün ümidim biraz daha kırılıyor.

...Bu hasta ve alil adamın bakıma ihtiyacı var ama müteaddid ricalarım ve istirhamlarım cevapsız ve neticesiz kaldı! Memlekete girebilme imkánı hasıl olabilse idi kızlarımdan birine iltica edip yaşamaya uğraşırdım. Halbuki, bu bir türlü olamıyor. Bizleri memleketten çıkaranlar vatandaşlık bile vermediler. İnsan emektar hizmetçisini ihtiyar oldu diye çıkarmadan evvel, nerede ve nasıl yaşayacak diye düşünür ve yaşamasını temin eder. Bunlar da káfi değilmiş gibi her Türk’ten daha Türk olan beni Türk vatandaşlığından çıkartmaları, haksızlıkların en büyüğü oldu. Fakat ben ne isem, o kaldım. Yani her Türk’ten daha fazla Türk!’
Yazarın Tüm Yazıları