20 Şubat 2005
Yargıtay Birinci Başkanvekili Osman Şirin’in modern hukuk sistemimizin kurucusu kabul edilen Mahmut Esat Bozkurt ile ilgili olarak ‘Bu ülkede bütün saygınlığıyla 79 yıl boyunca hükümranlığını sürdürdü. Şimdi yeni bir dönem, uygar dünyaya açılım adı altında başlıyor’ demesi üzerine bir Mahmut Esat Bozkurt tartışması başladı. Bu tartışmalarda Bozkurt hakkında sadece ‘hukuk sistemimizin kurucusu’ dendiğini ama dünya hukuk literatürüne geçmiş bir başarısından pek bahsedilmediğini görünce, sizlere unutulan bu hadiseyi hatırlatmak istedim: 1927’de Türkiye ile Fransa arasında büyük gerginlik yaratan, Lahey’deki Adalet Divanı’na götürülen ve o sırada henüz 35 yaşında olan Mahmut Esat’ın zaferiyle sonuçlanan
‘Bozkurt-Lotus’ davasını...
MODERN hukuk sistemimizin kurucusu kabul edilen Mahmut Esat Bozkurt’un adı, 70 küsur sene aradan sonra yeniden gündemde.
Tartışma, Yargıtay Birinci Başkanvekili Osman Şirin’in bir panelde ‘1926’da başlayan ve dönemine bir hukukçu olarak adını vermiş bulunan Mahmut Esat Bozkurt, bütün saygınlığıyla 79 yıl boyunca hükümranlığını sürdürdü bu ülkede. Şimdi yeni bir dönem, uygar dünyaya açılım adı altında başlıyor’ demesiyle başladı. İki haftadan buyana Çankaya’dan Barolar Birliği’ne, siyasi partilerden gazete sütunlarına kadar birçok yerde bir ‘Mahmut Esat Bozkurt’ tartışmasıdır gidiyor.
Mahmut Esat’ın kim olduğunu şimdi çoğumuz hatırlamayız ve ismine sadece adını taşıyan bazı caddelerle okullardan áşinayızdır. Son tartışmalar sırasında Bozkurt hakkında sadece ‘modern Türk hukukunun kurucusu’ dendiğini ama dünya hukuk literatürüne geçmiş bir başarısından pek bahsedilmediğini görünce, sizlere unutulan bu hadiseyi hatırlatmak istedim: 1927’de Türkiye ile Fransa arasında büyük gerginlik yaratan, Lahey’deki Adalet Divanı’nda götürülen ve Mahmut Esat’ın zaferiyle sonuçlanan ‘Bozkurt-Lotus’ davasını...
İşte, Türkiye’nin yanısıra dünya hukuk çevrelerinde de uzun yıllar konuşulan Bozkurt-Lotus davasının ayrıntıları:
SEKİZ DENİZCİ ÖLDÜ
1926’nın 2 Ağustos gecesi, Midilli Adası’nın on kilometre kadar kuzeyinde bir deniz kazası yaşandı: Lotus adındaki bir Fransız yolcu gemisi, kömür taşıyan Türk şilebi Bozkurt’a çarparak batırdı ve kazada sekiz Türk denizci can verdi.
Bozkurt’un sağ kalan mürettebatını denizden toplayan Lotus, ertesi gün İstanbul Limanı’na geldi ve polis kazayı soruşturmaya başladı. Lotus’un kaptanı Demons ile Bozkurt’un süvarisi Hasan Bey kazada can verenlerin aileleri tarafından yapılan şikáyet üzerine tutuklandılar ve haklarında İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Mahkeme kararını 13 Eylül’de verdi: Fransız kaptan Demons, 80 gün hapse mahkûm edilmişti.
Hadise, mahkeme devam ettiği sırada uluslararası bir mesele halini almıştı. Fransa, kapitülasyon döneminden kalma bir alışkanlıkla, Türkiye’nin bir Fransız kaptanı yargılayamayacağını ileri sürüp tutuklamayı ve mahkûmiyeti protesto etti. Taraflar, gerginliğin artması üzerine 12 Ekim günü davanın Lahey’deki Adalet Divanı’na götürülmesi konusunda anlaştılar. Davada Türkiye’yi, zamanın Adliye Vekili olan Mahmut Esat Bey temsil edecekti.
PAŞA EMİR VERDİ
Mahmut Esat Bozkurt, daha sonra yayınladığı hatıralarında Adalet Divanı’na gidilmesi kararının nasıl alındığını anlatırken, şunları yazıyordu:
‘Birgün, Atatürk beni nezdlerine çağırdılar. Meseleyi bir daha izah etmemi istediler. Anlattım ve sözlerimi şöyle tamamladım:
‘Paşam, Lahey Adalet Divanı’na gidelim. Kimin haklı olduğu orada meydana çıksın. Ben, hakkımızdan eminim. Müsaade ederseniz, davamızı ben müdafaa edeyim. Kaybedersem, memlekete bir daha dönmem; fakat kazanacağız. Hem, Adalet Divanı önüne gitmeden Fransızlar’ın dediğini yapacak olursak, Fransız devletinin tehditleri karşısında boyun eğmiş olacağız. Bu da, onlara diğer meselelerde aynı tehditleri öne sürmek cesaretini verecektir. Halbuki, Lahey Divanı’na gidersek davayı kaybetsek dahi şeref ve haysiyetimiz zedelenmez. zira milletlerarası bir mahkemenin hükmüne uymak şerefsizlik değil, bilákis büyük şereftir.’
Bu sözler üzerine Atatürk bana ‘Güle güle git. Kazanacaksın. Kazanmasan da memleket seni bağrına basacaktır’ dedi.’
LOZAN’IN ONAYI
Tarafların Divan’a başvurularını yapıp gerekli belgeleri vermelerinden sonra, ilk celse 1927’nin 2 Ağustos’unda yapıldı ve duruşmalar 7 Eylül’e kadar devam etti. Fransız temsilci Profesör Basdevant, Türkiye’nin bu konuda dava yetkisinin olmadığını iddia edip Kaptan Demons’a altı bin lira tazminat ödenmesini istiyor; Mahmut Esat Bey ise kazadan iki sene önce imzalanmış olan Lozan Antlaşması uyarınca Türkiye’nin dava yetkisi olduğunu söylüyor ve tazminat talebinin reddini talep ediyordu. Türkiye’nin Divan’a sunduğu bütün savunmaları, bizzat Mahmut Esat Bey kaleme almıştı.
Adalet Divanı’nın 1927’nin 7 Eylül sabahı açıkladığı karar, genç Cumhuriyet’in uluslararası arenada Lozan’dan sonraki ikinci hukuk zaferiydi: Kararda, Lotus gemisinin kaptanı Demons’u tutuklayarak mahkûm eden Türkiye’nin Lozan Antlaşması hükümlerine ve hükümranlık haklarına uygun hareket ettiği söyleniyor, Fransa’nın tazminat talebi reddediliyordu.
ADINA MARŞ BESTELENDİ
Bugün artık çoktan unuttuğumuz Bozkurt-Lotus davası, Türkiye’nin gündemini daha sonraki senelerde de işgal etti. Lahey’in kararı milli bir zafer, davayı kazanan Mahmut Esat Bey de kahraman olmuştu. Bazı şairler dava ile ilgili destanlar yazdılar ve zaferin şerefine bir de marş bestelendi. Dava ve Mahmut Esat Bey’in savunmaları, zamanla dünya hukuk literatürüne girecek ve benzer davalarda emsal teşkil edecekti.
İşte, önde gelen bir Yargıtay yetkilisinin ‘Uygar dünyaya açılım adı altında yeni bir dönemin başladığı’ müjdesini verirken ‘Bütün saygınlığıyla 79 yıl boyunca hükümranlığını sürdürdü bu ülkede’ dediği, yani hükümranlığının artık son bulması gerektiğini ima ettiği Mahmut Esat Bozkurt, böyle bir hukukçuydu.
Ve, konunun bir başka tarafını da gözden uzak tutmamamız gerekiyor: Mahmut Esat Bozkurt’un, ‘hükümranlığını’ tesis edip Lahey’de dünya hukuk literatürüne girdiği sırada, henüz 35 yaşında olduğunu!
‘Yürekler Acısı’ başlıklı son yazısını tamamladığı anda öldü
MAHMUT Esat Bey 1892’de, Kuşadası’nda doğdu. İttihad ve Terakki’nin önde gelen simalarından olan dayısı Ubeydullah Efendi’nin teşvikiyle 1912’de İsviçre’ye gitti, Fribourg Üniversite’nin Hukuk Fakültesi’nde kaydoldu ve mezuniyetinden sonra ‘Osmanlı Kapitülasyonları’ konusunda doktora yaptı.
Ege Bölgesi’nin Birinci Dünya Savaşı sonrasında Yunanlılar tarafından işgale uğraması üzerine Türkiye’ye dönen Mahmut Esat, Ege’de kurulan Kuvá-yı Milliye’nin öncülerinden oldu ve Kuşadası’ndaki Milli Müfreze’nin başına geçti. İlk Meclis’e İzmir Milletvekili olarak girdiğinde, henüz 28 yaşındaydı. 1922’de İktisat Vekili, yani Ekonomi Bakanı yapıldı. 1923 Şubat’ında İzmir’de toplanan ilk İktisat Kongresi onun bakanlığı sırasında yapıldı. 1924 Anayasası’nın hazırlayıcılarından ve Ankara Hukuk Fakültesi’nin kurucusu olan Mahmut Esat, o senenin Kasım’ında Adalet Bakanı yapıldı ve 1930’daki istifasına kadar bu görevde kaldı.
Türk Hukuk Devrimi’nin en önemli yeniliklerinin başında gelen Medeni Kanun ve Ceza Kanunu ile beraber daha birçok değişiklik, Mahmut Esat’ın Adalet Bakanı olduğu sırada uygulamaya kondu. Gerekçeleri, bizzat hazırlıyordu.
Mahmut Esat, 1926’da kabul edilen Medeni Kanun’un gerekçesinde ‘...Dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması, günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en ayırt edici özelliklerinden biridir. ...Din, ...vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. ...Yüzyılımızın devleti, dini dünyevi hayattan ayırmakla, ona sonsuz bir taht olan vicdanı tahsis etmiştir’ diyordu. Bu sözleri kanunda 1991’de değişiklik yapılması sırasında yeniden gündeme gelecek ve ‘dindar halkı rencide edebileceği’ gerekçesiyle yeni kanun metnine alınmayacaktı.
1930’da bakanlıktan istifa eden Mahmut Esat, milletvekilliğinin yanısıra üniversitelerde Türk İnkıláp Tarihi dersleri verdi, bu arada gazetelere yazılar yazdı ve çok sayıda yayın yaptı. Hayata 21 Aralık 1943’te İstanbul’da, Yeni Sabah Gazetesi’nin Cağaloğlu’ndaki binasında ‘Yürekler Acısı’ başlıklı son yazısını tamamlamasından hemen sonra veda etti ve Kuşadası’ndaki aile kabristanına defnedildi.
Mahmut Esat, asıl şöhretini Bozkurt-Lotus davasının 1926’da Lahey Adalet Divanı’nda görülmesi sırasında Türkiye adına yaptığı savunmayla ve davayı kazanması üzerine elde edecek, kendisine sonraki senelerde Atatürk tarafından ‘Bozkurt’ soyadı verilecekti.
Lahey’deki hukuk zaferini bu heykel temsil ediyordu
1927’nin Türkiye’sinin gündemini en fazla meşgul eden olay, Lahey’deki Adalet Divanı’nda görülen Bozkurt-Lotus Davası idi.
Davanın Adliye Vekili Mahmut Esat’ın zaferiyle neticelenmesi üzerine, Lahey’deki duruşmalara katılan Türk heyeti tarafından batan geminin adından hareketle tunçtan bir bozkurt heykeli yaptırıldı ve heykel Mustafa Kemal Paşa’ya hediye edildi. 29 santim yüksekliğinde olan heykelin kaidesinde eski harflerle ‘Bozkurt Davası Hatırası, Lahey, 7 Eylül 1927’ yazılıydı. 1960’ların sonuna kadar Anıtkabir’de sergilenen heykel, daha sonra Samsun’da açılan Gazi Müzesi’ne gönderildi, birkaç yıl burada teşhir edildi ve daha sonra ortadan kayboldu. 1998’de gazeteci Kemal Çapraz’ın müzenin deposunda tozlar arasında bulduğu heykel, şimdi aynı müzede yine Atatürk tarafından kullanılmış olan bozkurt şeklindeki bir zille beraber sergileniyor.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2005
Pentagon’un dünyanın dört bir tarafındaki 50 kadar gazeteciyi maaşa bağladığı ve bu gazeteciler arasında dört de Türk’ün bulunduğu iddiaları, bana Sultan Abdülhamid’in benzer uygulamalarını hatırlattı ve ‘Amerikalılar’ın bu konuda Abdülhamid’den öğrenmeleri gereken çok şeyler var’ diye düşündürdü. Abdülhamid, Avrupa gazetelerinde hem kendisi, hem de memleket için hoş yazılar çıkmasını sağlamak maksadıyla birçok gazeteciyi maaşa bağlamış ve sadece para vermekle kalmamış, İstanbul’daki yabancı muhabirlerin ev kiralarını bile ödemiş, para vermekten çekindiklerine ise kıymetli taşlarla süslü nişanlar yağdırmış, hatta gazetecilerin hanımlarına bile mücevherli madalyalar takmıştı.
PENTAGON’un dünyanın dört bir tarafındaki gazetecileri maaşa bağlayıp Amerika lehinde yazılar yazdırmasıyla ilgili söylentiler devam ederken, işe dört Türk gazetecinin de adı karıştı.
Ruşen Çakır’ın haberinde, isimleri geçen gazetecilerden bazılarının maaş değil, ‘yazılarına karşılık telif ücreti aldıkları’ yolundaki açıklamalarını okurken bu söylediklerinin doğru olmasını temenni ettim ve bir zamanlar bizim de Avrupa’nın önde gelen gazetecilerini maaşa bağlamış olduğumuzu hatırladım.
Bir devletin lehte yazı yazmaları karşılığında yerli ve yabancı yazarlara bazı ödemeler yapması, o kişileri davet edip pek de mütevazi sayılmayacak şekilde ağırlayarak hediyelere garketmesi ádeti, asırlar öncesinde de vardı. Prenslikler ve krallıklar devrinde hükümdar için medhiyeler düzen yazarlarla şairlere ödenen mebláğlar, basının bir güç háline gelmesiyle gazetecilere verilir oldu ama bir kural hiç değişmedi: Satın alınanlar hiçbir zaman birinci sınıf gazeteciler değil, önemsiz isimlerdi.
Yabancı basına bir zamanlar biz de dünya kadar para akıtmış ve bu işi İkinci Abdülhamid zamanında devlet politikası haline getirmiştik.
Abdülhamid’in iktidar senelerinde, Türkiye’de sekizi Türkçe olmak üzere çeşitli dillerde tam 40 adet gazete çıkıyordu ve toplam tiraj 40 bin civarındaydı. Gerçi içeride son derece şiddetli bir sansür hákimdi ama hem yerli, hem de yabancı gazetecilere kesenin ağzı hep açık tutulurdu. Abdülhamid kendisi hakkında ve memleket için hoş yazılar çıkmasını sağlamak maksadıyla çok sayıda Avrupalı gazeteciyi maaşa bağlamış, hatta İstanbul’daki yabancı muhabirlerin ev kiralarına kadar ödemiş, üstüne üstlük mücevherli nişanlar bile takmıştı.
Bugün, Osmanlı Arşivleri’nde Abdülhamid’in maaşa bağladığı gazetecilerle ilgili bir hayli belge bulunuyor. İşte, genç nesil tarihçiler arasında önemli bir yeri olan Prof. Dr. Vahdettin Engin’in ortaya çıkarttığı ödemeler listesinden birkaç örnek:
1 Eylül 1895’te, ‘Times’ gazetesinin İstanbul muhabiri Garachino’nun ev kirası olan 150 lirayı hükümetin ödemesi kararlaştırıldı. Ertesi sene, bir diğer İngiliz gazetecinin, Norman’ın her ay aldığı 50 lira ‘harçlığa’ 30 lira zam yapıldı. 1901’de, ‘Berlinguer Togobalt’ gazetesinin sahibine 2 bin kuruş aylık bağlandı ve saraydan maaş alan yabancı gazetecilerin sayısı, zamanla 60’a yükseldi.
Bu arada, Abdülhamid’in para dağıttığını haber alan bazı Avrupalı gazeteciler, Osmanlı elçiliklerini ‘Bize de maaş vermezseniz aleyhinizde yazarız’ diye tehdide başlayınca hemen tamamına ödeme yapıldı. Ancak, 1903 Şubat’ında Le Figaro gazetesinde aleyhinde çıkan son derece ağır bir yazıdan sonra maaşa bağladıklarının çoğunun Avrupa’nın ikinci, hatta üçüncü sınıf yazarları olduğunu geç de olsa farkeden Abdülhamid hükümeti uyardı ve ‘Önemsiz gazetelere para dağıtıyoruz, ödemeler bundan böyle itibarlı gazetelere yapılsın’ buyurdu. Hükümdarın talimatı üzerine, Osmanlı Bankası vasıtasıyla Paris’teki elçiliğimize ‘önemli gazetecilere dağıtılmak üzere’ 400 bin Frank gönderildi.
Devlet sadece yabancı basını değil, yerli gazetecileri de besliyordu ve Türkiye’de 1950’lerin sonuna kadar devam eden bu uygulamadan basın ve edebiyat tarihimizin önde gelen isimleri de istifade etmişlerdi. Yandaki kutuda, bu konuyla ilgili bazı belgeler yeralıyor. Geçmişteki meslek büyüklerimiz şimdi özel arşivimde bulunan ve bugünün Türkçesi’ne naklettiğim mektuplarında bakın neleri, nasıl istiyorlar...
Meslek büyüklerimizin para isteme metodları
EBUZZİYA TEVFİK (GAZETECİ VE YAYINCI)
Evi taşıdım, kuruşum kalmadı
TÜRK basınının öncülerinden olan, matbaasında yüzlerce kitap basan ve basın tarihimizin ‘ilk’leri arasında sayılan Ebuzziya Tevfik Bey, Abdülhamid’in aylığa bağladığı gazetecilerdendi. 1880 Nisan’ında iki aylığını birden almış ve makbuzunu saraya göndermişti:
‘Padişah hazretlerinin tahsisi ve ihsanı olan aylık 2 bin 800 kuruş tutarındaki áciz maaşımı, 1880 yılı Mart ve Nisan aylarına mahsuben Hazine’den aldığımı gösteren işbu senedimi takdim kılıyorum’
Tevfik Bey o günlerde evini taşımaktaydı. Aldığı para bu işe gidince saraydan tekrar para isteyecek ve maaşını nereye harcadığını da bir başka mektupla bildirip hükümdara teşekkür edecekti:
‘Velinimetim olan siz padişahımın emriyle bugün aldığım değersiz maaşımla ilgili senet, ayağınızın toprağına arzedilmiştir. Başınızı ağrıtan bu önemsiz çabam evimi taşımaktan kaynaklanan bir mali sıkıntıdan doğmuş ve ihtiyacım sáyenizde karşılanmıştır’
MEVLÁNZÁDE RIFAT (GAZETECİ VE BAŞYAZAR)
Para verin, hayálimi yıkmayın!
MEVLÁNZADE Rıfat, Kurtuluş Savaşı’nın en sert karşıtlarındandı. Zaferin kazanılmasından sonra İstanbul’dan Avrupa’ya geçti, sonra 150’likler listesine alındı ve sürgünde öldü. 1923’ün 9 Nisan günü, Köstence’den İstanbul’daki eski bir Maliye Nazırı’na gönderdiği mektupta parasızlıktan sözedip yardım istemekteydi:
‘Muhterem efendim hazretleri. Bu aralık mali sıkıntıdan fena halde ızdırab içerisindeyim. Buradan da hareket niyetindeyim. Yüksek insanlığınıza ve şahsiyetinize karşı olan samimi bağlılığım dolayısiyle yardımınızı rica ediyor ve hayal kırıklığına uğramayacağımı sanıyorum. En derin saygılarımın kabulünü rica ederim efendim hazretleri. Hotel Boulevard, Constanza, Roumanie. Her emrinize ámáde, Mevlánzade Rifat’
ABDÜLHAK HÁMİD (ŞAİR)
Senatörlük boş iş, para lázım
‘HER yer karanlık, pür nûr o mevki’ sözleriyle başlayan ünlü ‘Makber’i yazan, ‘Şair-i ázam’ yani ‘büyük şair’ diye tanınan ve elçiliklerde bulunan Abdülhak Hámid de, iki yakasını biraraya getiremeyenlerdendi. 1914’te senatör olmasına rağmen beş parasızdı ve 20 Mayıs günü, bir hükümet üyesine ‘Geçinemiyorum! Bana ya bir iş daha bulun veya borç para verin’ diye bir mektup yazmıştı:
‘...Siz, bu devleti ve milleti müthiş bir illetten kurtardınız. Tanıyan, tanımayan, büyük, küçük herkes başarılarınıza hayrandır. ...Bir sene işsiz kaldım, ...nihayet senatör yapıldım fakat aldığım aylıkla hem hayatımı devam ettirmemin, hem de borçlarımı ödememin mümkün olamayacağını görüyorum. Yani, borcumu verecek olsam karnımı doyuramayacağım, karnımı doyuracak olsam da borçlarımı ödeyemeyeceğim. Kısacası, berbad bir haldeyim. Dolayısıyla ya bir elçiliğe tayin edilmeyi yahut bir diğer göreve getirilmeyi veya mali kuruluşlardan birine tayinimi, bunlar da olmazsa aydan aya ödenmek üzere dört-beş yüz lira borç verilmesi yoluyla olsun imdadıma yetişmenizi istirham ediyorum. ...Yukarıda sıraladığım dört maddeden hangisi uygunsa bildirmenizi istirham ederim muhterem efendim hazretleri. Abdülhak Hamid’
Filiz Hanım’ın vedásı gibi bir emeklilik, herkese nasip olmaz
YENİ emeklilik yasası hafta içerisinde Türkiye’nin en seçkin müzecisine de uzandı ve Topkapı Sarayı’nın müdiresi Dr. Filiz Çağman, geçtiğimiz salı günü en verimli çağında iken mecburen emekli oldu.
Filiz Hanım, 41 sene önce genç bir sanat tarihçisi olarak girdiği sarayda uzun seneler hazineyle eşdeğer olan kütüphanenin başında bulunmuş ama memleketimizde her düzgün insanın uğraması olağan olan tertiplerle, iftiralarla ve hattá sürgünlerle karşılaşmış fakat her sıkıntıyı başını hiç eğmeden atlatmıştı. Meslek hayatını, Topkapı’nın müdiresi olarak kıdeminin zirvesinde noktaladı.
Saraydan uğurlanması da geçmişiyle münasip biçimde ve ‘Böyle veda herkese nasip olmaz!’ dedirtecek şekilde oldu. Filiz Hanım’ın dostları, onun adını taşıyan ve resmi organizasyonlarla boy ölçüşebilecek seviyede beş günlük bir sempozyum düzenlediler. Elyazmaları ve özellikle de minyatür konusunda dünyanın sayılı álimlerinden olan Filiz Hanım, dört bir kıt’adan gelen en seçkin sanat tarihi hocalarının bildirileriyle yolcu edildi. Ama, Filiz Hanım için tertip edilen veda yemeğinde, orada bulunması gereken bir kişi, Kültür Bakanlığı’nın edebiyat profesörü olan müsteşarı yoktu! Müsteşar Bey toplantıya katılmaya her nedense tenezzül etmemiş ve bir bakanlık mensubu vasıtasıyla ‘selámlarını’ göndermekle yetinmişti, o kadar!
Çok sevgili Filiz Çağman’a bundan sonraki hayatında mutluluklar diliyor ve bürokratik koşuşturmalar yüzünden bugüne kadar bir türlü tamamlayamadığı diğer eserlerini artık ardarda yayınlamasını temenni ediyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2005
‘Látife Hanım’ın evrakı’ tartışması nihayet sona erdi. Tartışmalar sırasında önceden kaleme alınmış olan birçok hatıranın tekrar gündeme getirilmesi üzerine, Paşa’nın eşini çok yakından tanımış olan bir kişinin, Ali Çavuş’un bu konuda yazdıklarının hatırlanmadığını farkettim ve sözkonusu hatıraların bir bölümünü nakledeyim dedim. İşte, Ali Çavuş’un Hürriyet’in Brüksel Temsilcisi olan torunu Zeynel Lüle’den aldığım hatıralarının Látife Hanım ile ilgili bazı bölümleri...
HAFTALARDAN buyana devam eden ‘Látife Hanım’ın evrakı açıklanmalı mı, açıklanmamalı mı?’ tartışması nihayet sona erdi. Várislerin, Türk Tarih Kurumu’na noter vasıtasıyla bir ihtarname göndererek evrakın açıklanmasını istemediklerini ve belgelerin kurumda yine aynı şekilde saklanmalarını arzu ettiklerini bildirmeleri üzerine, evrak konusu şimdilik kapandı.
Önce, Látife Hanım’ın evrakıyla ilgili olarak kendi kanaatimi söyleyeyim: Sebebini yazmayacağım ama ben, bu belgelerin ‘açıklanmamaları’, açıklanmaları halinde bile ciddi bir kontrolden geçirilmeleri taraftarıyım.
Gazetelerimizde günlerdir süregelen tartışmalar sırasında Látife Hanım hakkında kaleme alınmış olan birçok hatıranın tekrar gündeme getirilmesi üzerine, Paşa’nın eşini çok yakından tanımış olan bir kişinin, Ali Çavuş’un bu konuda yazdıklarının hatırlanmadığını farkettim ve sözkonusu hatıraların bir bölümünü nakledeyim dedim.
Atatürk’ün hayatında iki hanımın önemli yeri vardı: Üvey amcazádesi Fikriye ile eşi Látife Hanımlar... Mustafa Kemal Paşa’nın ‘emir çavuşu’ olan ve 1919 ile 1925 yılları arasında Paşa’nın her an yanında bulunan Ali Çavuş, tam adıyla Ali Metin, ‘Fikriyeci’ idi ve Látife Hanım’lı bir Çankaya’da kalmaya tahammül edemeyerek, 1925 ilkbaharında çok sevdiği Paşa’sından kendisini bir başka yere tayin etmesini istemişti.
Ali Çavuş, hatıralarının bir kısmını 1960’lı yıllarda bir risále halinde çıkardı, daha sonra Hürriyet’in şimdi Brüksel temsilcisi olan torunu olan Zeynel Lüle 2003 Mayıs’ında Hürriyet Tarih Dergisi’nde büyükbabası hakkında bir yayın yaptı. Ali Çavuş, her iki yayında da Paşa’nın Látife Hanım ile evliliği sırasında yaşananlar konusunda önemli bilgiler veriyor, özellikle de Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın, müstakbel geliniyle ilgili düşüncelerini naklediyordu.
Bu sayfada, Ali Çavuş’un 1960’lı yıllarda çıkan hatıralarından ve Zeynel Lüle’nin Hürriyet Tarih’te yayınladığı büyükbabasıyla ilgili araştırmasından yaptığım bir derleme yeralıyor. Metinde üslup birliği sağlamak maksadıyla, Ali Çavuş’un yazdıklarıyla ailesine anlattıklarının bazı kısımlarını bizzat onun ağzından nakletmeye çalıştım.
Ali Metin’in Çankaya hatıralarını okuduktan sonra, ‘Látife Hanım’ın evrakının yayınlanmaması gerekir’ diye düşünmemin sebebini anlayacağınıza eminim.
Bu hanım Mustafa’mı mesut edebilir mi, bilmiyorum!
‘...Paşa’nın emriyle, Zübeyde Hanım’ı hem havası iyi gelir, hem de Látife Hanım’ı görür diye İzmir’e götürdüm. Zübeyde Hanım dizlerinden rahatsızdı ve yürümekte zorlandığı için hasır bir koltukla taşınıyordu. İzmir halkı Zübeyde Hanım’ı çok iyi karşıladı ve çok yakınlık gösterdi fakat ziyaretçilerin çokluğu yüzünden yoruldu. Etrafı göremez haldeydi. Bu arada Látife Hanım’ın da gelenlerin hangisi olduğunu anlamamış ve yanına getirmemi istemişti.
Látife Hanım’ın Zübeyde Hanım’a su götürmesini temin ettim. Suyu içip gelin adayını yukarıdan aşağıya iyice süzdükten sonra teşekkür ederek bardağı geri verdi ve Látife Hanım dışarıya çıktı. Zübeyde Hanım bana döndü, ‘Ali, bu hanım Mustafa’mı mesut edebilir mi acaba?’ diye endişesini dile getirdi!
Zaten rahatsız olan Zübeyde Hanım, İzmir’de daha da rahatsızlandı. Durumu Ankara’ya bildirdim. Paşa doktor göndereceğini söyleyip benim Ankara’ya dönmemi emretti. Neden çağırıldığımı anlamıştım. Paşa, İzmir’e gelecekti ve her seyahatinin hazırlıklarını ben yapardım.
Ankara’ya gidceğimi Zübeyde Hanım’a söylediğim zaman önce razı olmadı. Hastalığı her saat artıyordu. Bana acil olarak, İzmir Valisi Kázım Bey ile müftüyü çağırmamı emretti ve vasiyette bulunacağını söyledi. Vali ile müftü geldiler. Zübeyde Hanım vasiyetini yaptı, sonra bir elmas yüzüğünü ayırarak ‘Bu da Mustafa’mın olsun’ dedi. Bu sözler üzerine başta ben olmak üzere hepimiz hıçkırıklarla ağladık.
Zübeyde Hanım, iki nüsha hazırlanan vasiyetnamesinin bir nüshasını çekmecesine kilitledikten sonra diğer nüshasını Paşa’ya vermem için bana teslim etti ve Látife Hanım’ın da verdiği bir mektubu alarak hemen Ankara’ya hareket ettim.
Paşa’yı Meclis’te çalışırken buldum. İlk sözü, ‘Annem nasıl?’ oldu. Gördüklerimi, işittiklerimi anlattım; Látife Hanım’ın mektubunu da verdim fakat Zübeyde Hanım’ın müstakbel gelini hakkındaki fikrini söylemeye çekindim’
‘Paşa’nın hanımı’ denince aklımıza Fikriye gelirdi
‘...Ankara İstasyonu’ndan Çankaya köşküne taşınmıştık. Çankaya günleri, bu talihsiz kadının en mesut zamanlarıydı. Gece gündüz çalışmak suretiyle köşkü imrenilecek bir hale getirmişti.
Taşınmamızdan altı ay sonra, Zübeyde Hanım da Çankaya’ya geldi. Fikriye Hanım, Zübeyde Hanım’a olağanüstü bir hürmet ve sevgi gösteriyordu. Paşa’nın cephede bulunduğu zamanlarda, üzüntülerine müşterek bir teselli bulmaya çalışıyorlardı. Büyük Taarruz sırasında cephede bulunduğumuz sırada, Çankaya’ya Paşa’nın esir düştüğüne dair haberler gelmiş ve her ikisi de günlerce ağlamışlar.
Paşa’nın Ankara’ya sağ salim dönmesinden sonra, Zübeyde Hanım ‘Mustafa’m evlen artık!’ diye devamlı ısrarlara başlamıştı ama nedense Fikriye Hanım’dan hiç bahsedilmez olmuştu.
Fikriye Hanım bütün bu olanları görüyor, göremediklerini de hissediyordu ve ne kadar belli etmemeye çalışsa da üzüntüsünün hergün biraz daha arttığını farkediyorduk. Köşkün üzerinde, Fikriye Hanım’ın saadetini gölgeleyecek kara bulutlar toplanmaya başlamıştı. Paşa’nın ona kayıtsız olduğunu zannetmiyorduk ama sonu gelmeyecek olan bu karşılıklı sevginin hüznü her iki tarafa da çökmüştü.
Paşa, Látife Hanım’ın İzmir’de gösterdiği yakın alákayı ve ikramı Zübeyde Hanım’a defalarca anlatmıştı. Zübeyde Hanım da, ‘Mustafa’m, o kızla evlen! Gözlerimi kapamadan mürüvvetini göreyim’ diye ısrar ediyordu.
Bir gün annesinin odasına giren Paşa kendisine kahve, Zübeyde Hanım’a da süt getirmemi emretti. Kahve ile sütü götürdüğüm sırada Zübeyde Hanım, Paşa’nın saçlarını okşuyor ve ve ‘Mustafa’m, sözümü tut artık ne olursun!’ diyordu. Paşa bana dönerek, ‘Ali sen ne dersin?’ diye sordu, ben ‘Paşam, bütün memleket bunu bekliyor’ deyince Zübeyde Hanım, ‘Bak, Ali bile ne söylüyor?’ dedi.
Evlenme bahsinin her açılışında, aklıma Fikriye Hanım’dan başkasını getiremiyordum. Zübeyde Hanım ile Fikriye Hanım’ın odaları yanyana idi. Arada bir kapı vardı ve Fikriye Hanım’ın içeride söylenenleri duymamasına imkán yoktu.
Paşa, o günkü konuşmadan sonra bana ‘Fikriye’ye git bak bakalım, ne yapıyor?’ deyince hemen yandaki odaya koştum. Karyolasının üzerine uzanmış, elindeki gazeteyi okumaya çalışıyordu. Hakkında verilecek kararı hissetmiş olduğu endişeli gözlerinden belliydi. Geri dönüp durumu Paşa’ya anlattığım zaman çok üzüldü.
Fikriye Hanım o günlerde bronşit olmuş ve biraz zayıflamıştı. Bunda, muhakkak ki hissettiklerinin de tesiri vardı. Doktorlar, kısa bir tedaviden sonra, hava değişimi için İsviçre’ye gitmesini tavsiye ettiler. Paşa derhal muvafakat etti ve hatırladığıma göre Mudanya’ya kadar bizzat götürdü.
Paşa, evlenmeye Fikriye Hanım’ın gidişinden sonra ve annesinin ısrarına dayanamayarak razı oldu. Köşkte böylece Fikriye Hanım’dan fotoğraf subayı Esat Bey’in çektiği resimlerden başka hiçbir şey kalmadı...’
Paşa, Látife Hanım’a ‘Fikriye’ diye seslenince kıyamet koptu
‘...Ankara’nın sakin bir günüydü, Fikriye Hanım köşke geldi. Paşa’yı ve Látife Hanım’ı misafirden haberdar ettim. Látife Hanım derhal ayağa kalkarak ‘Paşam, size bu kadar hizmeti olan hanımı bekletmeyelim’ dedi. Fikriye Hanım’ı o gece misafir ettiler fakat ertesi gün akşam üzeri Fikriye Hanım’da gitme hazırlığı görmeyen Látife Hanım, ‘Ali, bu hanım ne zaman gidecek?’ diye bağırarak söylendi.
Bana, Fikriye Hanım’ı İstanbul’a yerleşmesi konusunda ikna etmem talimatı verilmişti. Fikriye Hanım beni ağabeyi gibi seviyor fakat ısrarlarıma kulak asmıyor, buğulu gözlerle uzaklara bakıyor ve öylece kalıyordu. Son derece rahatsızdım; iki arada kalmıştım, ne Fikriye Hanım’ı üzmek, ne de verilen emrin dışına çıkmak istiyordum.
Fikriye Hanım gelişinin ikinci gecesi yine köşkte kalınca, Látife Hanım’ın neşesi büsbütün kaçtı. Misafirde üçüncü gece de gitme hazırlığı göremeyince beni salona çağırdı ve Fikriye Hanım’ın da duyabileceği bir sesle ‘Ali, bu hanım ne zaman gidecek?’ diye bağırarak salondan ayrıldı. Fakat yüksek sesle söylediklerini Fikriye Hanım gibi Paşa da duymuştu.
Paşa, yatma zamanı geldiği halde bir türlü yatmamış, bir başka odada geceyarısına kadar oturmuştu. Çok üzüldüğü belliydi. Ertesi gün erken saatlerde Fikriye Hanım’ı köşkten bir otele götürdüm.
Misafirin gitmesinden üç-dört gün sonraydı, Paşa ile Látife Hanım salonda otururlarken, onlara borulu gramofon çalıyordum. Vaktiyle cephede bulduğumuz köpek yavrulamıştı ve iki yavrusuyla beraber ortada oynuyordu. Paşa rakısını ağır ağır yudumladığı sırada köpeklerin sevimli şekilde oynaşmalarını görüp Látife Hanım’a dönerek, ‘Bak Fikriye, ne güzel oynuyorlar!’ deyiverince, Látife Hanım baygınlıklar geçirdi.
Paşa, çok üzülmüştü. Hadiseden iki gün sonra Látife Hanım’ın babası Muammer Bey’den, Ankara’ya geleceklerine dair bir telgraf aldık. Telgrafı Paşa’ya götürdüm. Bir müddet düşündükten sonra, ‘Látife onlara muhakkak tel çekmiş olmalı’ dedi. Nitekim daha sonra, Látife Hanım’ın baygınlık geçirdiği o günün ertesi günü kendi eliyle bir yazdığı telgrafı devriyelere vermek suretiyle Çankaya Postahanesi’ne gönderdiğini öğrendik...’
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2005
Kerkük konusunda Irak’taki bütün haklarımızdan feragat etmiş olduğumuz 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Anlaşması’nı imzalamamızın üzerinden geçen 79 senenin en sert çıkışını bu hafta yaptık ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Kürt grupları ‘Yanlış bir adım atmamaları’ için uyardı. Bu gelişme, Kerkük konusunda eskiye göre oldukça değişik bir politika izlemeye başladığımızı göstermekteydi. Zira, Ankara, Kerkük’teki önemli gelişmeleri daha önceleri ‘Irak’ın iç meselesi’ olarak yorumlamış, hatta Kerküklü Türkmenler’in tarih boyunca uğradıkları en büyük katliam olan 1959 Temmuz’undaki kanlı olaylardan sonra ‘Irak’a ayıp olacağı’ ve ‘halkın galeyana gelebileceği’ bahanesiyle Kerkük ile ilgili resim, film ve diğer belgelerin Türkiye’ye girmesini yasaklamıştı.
TÜRKİYE, Kerkük konusunda Irak’taki bütün haklarından feragat etmiş olduğu 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Anlaşması’nı imzalamasının üzerinden geçen 79 senenin en sert çıkışını, bu hafta yaptı.
Kerkük’teki yönetimin Kürt grupların eline geçmesinin Türkiye için bir güvenlik sorunu olacağını söyleyen Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, ‘Kerkük’ün özel statüsünün korunması Türkiye için hayati önemdedir’ dedi ve Kürt grupları ‘Yanlış bir adım atmamaları’ için uyardı. Orgeneral Başbuğ’un ardından Başbakan Tayyip Erdoğan da Kerkük’te olumsuzluklar yaşandığını söyleyip Irak Kürtleri’nin başlattığı ‘taşıma seçmen’ uygulamasını gündeme getirdi.
Bütün bu açıklamalar, Türkiye’nin Kerkük konusunda geçmişteki uygulamalarına göre oldukça değişik bir politika izlemeye başladığını göstermekteydi. Zira, Türkiye, Kerkük’teki önemli gelişmeleri daha önceleri ‘Irak’ın iç meselesi’ olarak yorumlamış; hatta Kerküklü Türkmenler’in tarih boyunca uğradıkları en büyük katliam olan 1959 Temmuz’undaki kanlı olaylardan sonra Ankara ‘halkın galeyana gelmesini önlemek’ bahanesiyle o tarihte Kerkük’te yaşananlarla ilgili resim, film ve diğer belgelerin Türkiye’ye girmesini yasaklamıştı.
1959’daki olaylar, aslında Kerkük Türkler’inin uğradıkları ne ilk, ne de son feláketti; zira Irak, krallık zamanından itibaren, Kerkük’te uzun vadeli bir ‘Araplaştırma’ politikası uygulamış ve bu politika Irak’ta Baas rejiminin işbaşına gelmesiyle daha da sertleşmişti. Türk bölgelerine Arap yerleşim merkezleri kurulmuş, Türkler’in gayrımenkul alım ve satımları kademeli şekilde yasaklanmış, Kerkük’e bağlı ilçeler başka viláyetlere bağlanarak şehrin yüzölçümü yarı yarıya düşürümüş, Türk nüfus kademeli bir göçe tabi tutulmuş ve bütün bu baskılar sırasında yeri geldiğinde siláhlı Kürt gruplardan da istifade edilmişti.
FELAKETLERLİSTESİ
Çevresinde 1 milyondan fazla Türk’ün yaşadığı Kerkük konusunda sesimizi uzun yıllardan sonra ilk defa böylesine yükselttiğimizi görünce, Kerküklü Türkmenler’in 1924’ten buyana uğradıkları feláketlerin bir listesini vereyim dedim. İşte, Kerkük’te o toprakların elimizden çıkışından sonra yaşanan büyük feláketlerden bazıları:
1924, LEVİ BASKINI: Irak o yıllarda İngiltere’nin himayesi altındaydı. İngiliz ordusunun emrinde bulunan ve ‘Levi’ denilen birliklere bağlı birkaç Asuri askerin 4 Mayıs 1924 günü Kerkük çarşısında alışveriş yaptıkları sırada çıkan bir tartışma kavgaya dönüştü. Olayı haber alan Asuri birlikleri kışlalarından ayrılarak Kerkük Kalesi’ne çıktılar ve şehre ateş açarak yüzden fazla Türk’ü öldürdüler. Asuri askerlerin katliamı devam ettirmelerine İngiliz birlikleri engel oldu.
1946, GÁVURBAĞI OLAYLARI: Petrol alanlarında çalışan bir grup Türk işçisi, 12 Temmuz 1946 sabahı çalışma şartlarında düzelme sağlayabilmek için Kerkük’ün Gávurbağı mahallesinde greve gitti. Grevcilerin üzerine asker sevkedildi, işbaşı yapmadıkları için yaylım ateşine tutuldular ve birçoğu canından oldu.
1959 KATLİAMI: Kerkük, tarihinin en büyük katliamını Irak’ta krallığın devrilerek yerine cumhuriyetin ilán edilmesinin birinci yıldönümü olan 1959’un 14 Temmuz’unda yaşadı. Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani sürgünden Irak’a döneli, henüz birkaç hafta olmuştu ve adamları Kerkük’teki bir Türk gazinosunu basıp bir Türk’ü öldürdüler. Durumun gerginleşmesi üzerine şehre zırhlı birlikler sevkedildi, sokağa çıkma yasağı ilán edildi ve Kerkük her taraftan kuşatıldı. Türkler’in evleri bir anda Barzani’nin peşmergeleriyle Komünist Partisi üyelerinin ve Irak askerlerinin saldırısına uğradı, şehirde tam bir katliam yaşandı, yüzlerce Türk katledildi, Türkler’e ait işyerleri yağmalandı ve bu terör tam üç gün boyunca devam etti. Irak’ın o dönemdeki lideri General Abdülkerim Kasım 28 Temmuz’da bir basın toplantısı yaptı ve sorumluların cezalandırılacağını söyledi. 260 kişi tutuklanıp mahkemeye çıkartıldı, bu kişilerin bir kısmı idama mahkûm oldu ama cezalar infaz edilmedi ve daha sonra serbest bırakıldılar. Kerkük’te yaşananların Türkiye’de galeyan yaratması üzerine Adnan Menderes Hükümeti hiç umulmadık bir iş yaptı ve 1959 Ekim’inde Kerkük olaylarıyla ilgili resim, film ve diğer belgelerin Türkiye’ye girmesini yasakladı.
1980 İDAMLARI: Kerkük’ün önde gelen Türk entellektüelleri, Saddam Hüseyin’in talimatıyla 1980’in 16 Ocak günü apar-topar yapılan gizli bir yargılamadan sona toplu halde idam edildiler. İdamlar, 1990’daki Körfez Savaşı’na kadar aralıklarla devam etti.
1991, TUZHURMATU SALDIRISI: Körfez Savaşı sona ermiş ve Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtler ayaklanmışlardı. Saddam Hüseyin’in bölgeye sevkettiği birlikler önce yollarının üzerinde bulunan Kerkük’ün Tuzhurmatu kasabasına girerek çok sayıda sivili kurşuna dizdiler ve yüzlerce senelik Türk eserleri yerle bir edildi. Kuzeye, Türk sınırına doğru göçe başlayan halkın üzerine ateş açıldı, Kerkük helikopterlerle tarandı ve hemen arkasından top ateşine tutuldu. Tuzhurmatu’daki katliamın daha korkuncu Kerkük ile Erbil arasında bulunan Altınköprü kasabasında yaşandı, her cins ve her yaştan yüzlerce Kerkük Türk’ü, isyan ettikleri gerekçesiyle kurşuna dizildi.
Arkeologlar haklı! Atlantis, Evliya Çelebi’ye göre de Kıbrıs açıklarındadır
KAYIP kıt’a Atlantis’in nerede olduğu konusu, işin birçok meraklısını asırlardan buyana meşgul etti. Kimisi kayıp kıt’anın Atlantik Okyanusu’nun dibinde bir yerlerde olduğunu söyledi, kimisi ‘Truva, Atlantis’tir’ dedi, kimisi de ‘Atlantis, Çin Denizi’nin dibindedir’ dedi.
Gazetelerde bundan bir müddet önce aynı konuda çıkan haberlerde, Amerikalı araştırmacı Robert Sarmast’ın Atlantis’e bu defa başka bir yer bulduğu ve kayıp kıt’anın Kıbrıs açıklarında olduğunu söylediği yazılıydı. Sarmast’a göre Akdeniz’in Kıbrıs ile Suriye arasındaki kısmının dibinde insan eseri yapılar vardı ve Atlantis, denizin dibinden Suriye’ye doğru 110 kilometre boyunca uzanmaktaydı.
Sarmas’ın iddialarını okuyunca bizim meşhur Evliya Çelebi’yi hatırladım, zira Çelebi’nin ‘Seyahatnáme’sinde de benzer ifadeler bulunuyordu. Seyahatnáme’nin o sayfasına düştüğün notta, Evliya’nın denizin dibinden giden yol konusunda söylediklerinin, Dr. Yücel Dağlı tarafından 1998 Kasım’ında yapılan ‘2. Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi’ne tebliğ olarak verildiği de yazılıydı.
NİL’E BÜYÜ YAPMIŞLAR
İşte, Evliya’nın günümüz Türkçesiyle ‘Kıbrıs’tan Suriye’ye dezin altından uzanan yol’ konusunda yazdıklarının bir kısmı:
‘...Tarihçilere göre, Hazret-i Muhammed’in doğumundan 882 sene önce ve Büyük İskender’in zamanında, Gazze yakınlarındaki Aşkalon’dan Kıbrıs’a uzanan bir yol varmış ve bütün tüccarlar Kıbrıs’a bu yoldan gidip gelirlermiş. Hatta, Mısır’ın eski hükümdarları, yaptırdıkları surların inşaatında kullanılması için bu yolda bulunan taşları develerle ve mandalarla Mısır’a taşıtmışlar. Derken, yine anlatılanlara göre, İskender zamanında yaşamış olan Hamalı bir Yahudi, Mısır’daki mübarek Nil Nehri’nin suyunu büyü yaparak Hama’ya getirmek istemiş ve Nil’den alıp bir şişenin içerisine koyduğu suyu yere vurunca su bir göl hálini almış ve Kıbrıs’tan uzanan yolun yarısı bu gölün altında kalmış. Daha sonra, İskender de Karadeniz ile Akdeniz’i birleştirmeye kalkınca Aşkalon şehrinin bir kısmı ile Kıbrıs’tan gelen yolun kalan diğer yarısını da su basmış. Kıbrıs’tan Suriye taraflarına giden denizciler, denizin dibinde bugün bile o zamanlardan kalma yolları görüp sığ bir yerde karaya oturmamak için rotalarını değiştirerek yol alırlar’
Evliya Çelebi’nin, Amerikalı araştırmacı Robert Sarmast’ın söyledikleriyle örtüşen cümleleri bunlardan ibaret. Atlantis meraklılarına duyurulur!
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2005
Miláttan Önce 4. yüzyılda yaşayan Yunanlı heykeltıraş Lisippos’un eseri olduklarına inanılan ve bugün Venedik’teki meşhur Aziz Marko Kilisesi’nde sergilenen bronzdan yapılmış dört adet at heykeli, bir zamanlar İstanbul’da durur, Bizans’ın şimdi Sultanahmed Meydanı olan Hipodrom’unu süslerdi. 1204’teki Haçlı istilásı sırasında yaşanan büyük yağmada götürülen birçok eser arasında, Fener Patriği Bortolomeos’un birkaç hafta
önce Vatikan’dan geri almayı başardığı kutsal emanetlerle beraber, bu heykeller de vardı. Makamının sahip olduğu ruhani gücün boyutlarını kilisesinden 800 sene önce yağmalanan kutsal emanetleri Vatikan’dan geri almayı başarmakla gösteren 270. Rum Patriği ‘fehhámetlu’ Bartolomeos Efendi’ye şimdi bir başka vazife düşüyor: Heykellerin geri gelmesine öncülük etmek... Haydi bakalım, devlet-Patrik elele, çalınan atlar geriye!..
FENER Rum Patriği Birinci Bartolomeos birkaç hafta önce Vatikan’a gitti, 1204’te İstanbul’u yağmalayan Haçlılar tarafından çalınıp asırlardan buyana Vatikan’da saklanan bazı ‘kutsal emanetleri’ Aziz Petrus Katedrali’nde yapılan dini törenle Papa İkinci John Paul’den teslim aldı ve asıl yerine, yani İstanbul’a getirdi.
Kutsal emanetler, ilk dönem Hristiyan azizlerinden olan Yuannis Hrisostomos ile Teolog Grigoryos’a ait kemikler idiler. Kemikler, Haçlılar’ın yağmasına kadar, yerinde şimdi Fatih Camii’nin bulunduğu Aziz Havariler Kilisesi’nde muhafaza edilmiş, yağmadan sonra önce Venedik’e, oradan da Vatikan’a götürülmüş, Vatikan’da birkaç yüzyıl boyunca değişik kiliselerde kalmış ve 17. yüzyılda Aziz Petrus Katedrali’nde nakledilmişlerdi.
Emanetleri İstanbul’da karşılayanlar arasında Patrikhane mensuplarının yanısıra Kültür Bakanlığı’nın ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin temsilcileri de vardı.
Bütün bu faaliyet, bana 1204’teki yağmada kemiklerle beraber götürülen ama İstanbul’a ait olan ve dolayısıyla burada bulunması gereken son derece önemli başka tarihi eserleri hatırlattı: ‘Quadriga atları’ denen ve şu anda Venedik’teki Aziz Marko Kilisesi’nde teşhir edilen binlerce senelik dört adet at heykelini.
DÖRT ATLI ARABA
Eski Roma’da dört atın çektiği arabalara ‘Quadriga’ denirdi ve dünya sanatının en güzel Quadriga atı örnekleri Bizans’ın, daha doğrusu Doğu Roma’nın başkenti İstanbul’un hipodromunda, yani bugünün Sultanahmed Meydanı’ndaydı. Miláttan Önce 4. yüzyılda yaşayan Yunanlı heykeltıraş Lisippos’un eseri olduklarına inanılan, bronzdan yapılmış olan ve her biri bir mermer sütun üzerinde yükselen dört at heykeli, meydanın güzelliğine güzellik katardı.
Heykeller, Dördüncü Haçlı Seferi’ne kadar, asırlarca Hipodrom’da kaldılar. Avrupa’dan kutsal topraklara, yani Filistin taraflarına gitme bahanesiyle kopan ama yollarda aç kalan Haçlı ordusu, o zamanın Konstantinopolis’ini 1204 Nisan’ında yağma etmekten çekinmedi. Ateşe verilmiş elyazması kitapların dumanları gökyüzünü sararken, kiliselerde altından yapılmış tek bir haç bile kalmamacasına, herşey talan edildi. Şehir yeni kurulan ‘Latin İmparatorluğu’nun başkenti oldu ve İstanbul’un üzerine çöken bu kábus tam 57 sene devam etti. Bizans İmparatoru Sekizinci Mihail Paleolog, şehri 1261’de geri aldığı zaman baştan aşağı yağmalanmış bir Konstantinopolis ile karşılaştı. Haçlılar varsa toparlayıp götürmüşlerdi. Hipodrom’daki heykeller, Hristiyan azizlerinin kemikleri ve Hazreti İsa’ya ait olduğuna inanılan ve bugün Torino’da olan kefen de gidenler arasındaydı.
Ama, Quadriga atlarının macerası bu yağma ile noktalanmadı; atlar için herşey daha yeni başlıyordu ve asırlar boyunca bir memleketten ötekine taşınıp duracaklardı.
Önce, Venedik’teki bir askeri deponun önüne yerleştirildiler; daha sonra Aziz Marko Kilisesi’nin girişinin üzerine kondular ve neredeyse altı asır boyunca burada kaldılar. Derken, 1797’de Venedik’i Avusturya’ya veren Napolyon Bonapart şehirden bir hatıra almak istedi ve atları seçti. Dördünü birden Paris’e götürdü, önce Tuilleries Sarayı’nın girişine koydurdu, sonra da inşa ettirdiği meşhur ‘Zafer Takı’nın üzerine çıkarttı.
AVRUPA’DA TUR ATTILAR
Atlar, Napolyon’dan sonra, 1815’te Venedik’e iade edildiler ve eski yerlerine, kilisenin üzerine yerleştirildiler. Aradan gene seneler geçti, Birinci Dünya Savaşı patladı ve güvenlik altında tutulmaları için Roma’ya taşındılar. Savaştan sonra geri gittilerse de kilisenin tepesindeki ikametleri gene kısa sürdü, İkinci Dünya Savaşı patladı, atlara bu defa Padua yolu göründü ve eski yerlerine, yani Aziz Marko Kilisesi’ne 1945’te dönebildiler.
İmparator Konstantin’in atları yerlerinde durmamaya, dolaşmaya alışmışlardı bir kere... 1990’da tekrar söküldüler ve bu defa kilisenin içine taşındılar. Gerekçe, hava kirliliği yüzünden artık çürümeye başlamış olmalarıydı. Sıkı bir bakımdan geçirilen Quadriga atları bugün Aziz Marko Kilisesi’ndeki salonlardan birinde teşhir ediliyorlar, aynı kilisenin tepesinde ise sahteleri duruyor.
İstanbul’dan kalkıp asırlardan buyana Avrupa’da tur atmakta olan Quadriga atlarının macerası, işte böyle...
PATRİK’İN RUHANİ GÜCÜ
Makamının sahip olduğu ruhani gücün ne boyutlarda olduğunu kilisesinden 800 sene önce yağmalanan kutsal emanetleri Vatikan’dan geri almayı başarmakla gösteren 270. Rum Patriği ‘fehhámetlu’ Bartolomeos Efendi’ye şimdi bir başka vazife düşüyor: Quadriga atlarının geri gelmesine öncülük etmek... İsmini ve unvanını İngilizce yazarken ‘Bartholomew, by the Mercy of God, Archbishop of Constantinople, New Rome and Ecumenical Patriarch...’ ifadesini kullanan Patrik Hazretleri bir yerde bu işe soyunmak zorundadır, zira Venedik’teki Quadriga atları, ‘Allah’ın inayetiyle’ patriği olduğu Yeni Roma’ya, yani İstanbul’a aittirler.
Haydi bakalım, devlet-Patrik elele, Konstantin’in atları geriye!...
Birisi doğru söylemiyor ama kim
BUNDAN bir buçuk ay önce, Fethullah Gülen’in imzasını taşıyan ‘Buhranlar Anaforunda İnsan’ isimli kitabın bir bölümünün İsmet Paşa’nın son başbakanı Şemsettin Günaltay’ın tááá 1915’te yayınladığı ‘Zulmetten Nura’ adlı eseriyle tıpatıp aynı olduğunu yazınca bazı çevrelerden bir hayli tepki almıştım. Derken, Gülen’in yayınevi ‘Fethullah Gülen, sözkonusu iktibasların başında ‘İfadenin Günaltaycası’ demiş ...fakat orijinal nüshadan temize çekme esnasında müstensih tarafından ‘İfadenin Günaltaycası’ kısmı hataen atlanmıştır’ demiş, yani kabahati üzerine almıştı.
İntihal konusu, Milliyet Gazetesi’nde günlerden buyana yayınlanan ‘Fethullah Gülen’le 11 Gün’ başlıklı röportajda da yer aldı. Gülen, röportajın önceki gün yayınlanan kısmında intihal meselesiyle ilgili soruya cevap verirken söze önce ‘mazmunların, mantukların ve mefhumların nesir olarak tecelli etmesi’, ‘şiirdeki tevárüd’, ‘nurlardaki mazmun ve disiplin’ yahut ‘zaruret mikdarı mahzurlu şeylerin mübah olması’ gibisinden bir kavramlar yığınıyla başlıyor ama birdenbire ‘Siz, farkında olmadan onlardaki mazmunu kendi üslubunuzla sunarsınız. ...Sözlerimize, satırlarımıza girmiş mantuklar, mefhumlar olabilir’ deyiveriyordu. Yani, ‘Kafası okuduklarıyla o kadar dolu bir hále gelmiş idi ki, başkalarına ait olan ifadeleri kullanmış olabilirdi’! Gülen, bu sözlerinden sonra yayınevinin açıklamasını da tekrarlıyordu.
Şimdi, sözkonusu intihalle ilgili olarak ortada birbirinin tamamen tersi olan iki açıklama bulunuyor: Açıklamalardan biri ‘Bu iş bizim hatamızdır’ deyip kabahati üstlenen yayınevine, diğeri ise hadisenin bizzat fáiline, yani ‘Farkında olmadan yapmış olabilirim’ diyen Fethullah Gülen’e ait. Dolayısıyla taraflardan biri açıkça doğru söylemiyor ama hangisi?
Ve bu arada, sözkonusu intihal meselesini yazmamın üzerinden haftalar geçmiş olmasına rağmen hakaret ve bazan da tehdit mailleri göndermekten hálá usanmayan málum zeváta küçük bir sualim olacak: Hani nerede sizin hoşgörünüz, diyaloğunuz, vesaireniz? İş zülf-i yáre dokununca bir köşeye mi kaldırıldılar?
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2005
Enver Paşa’yı bugüne kadar sadece asker olarak bildik ama onun ressamlığı hakkında hiçbir bilgimiz olmadı. Özellikle de portre konusunda çalışmış olan Enver Paşa gayet maceralı geçen hayatının son zamanlarında ressamlık yapmış, 1920 yılında Latvia’da esir olduğu günlerde aç kalmamak için karakalem portreler çizmişti. Bu sayfada, Paşa’nın Latvia’daki esareti sırasında yaptığı 60 kadar karakalem resimden oluşan ve önümüzdeki günlerde Portakal Sanat Galerisi’nde satışa sunulacak olan albümünden bazı örnekler sunuyorum.
BİZ, Enver Paşa’yı, hep asker olarak tanıdık.
Paşa, bizim gözümüzde Osmanlı İmparatorluğu’nu durup dururken Birinci Dünya Savaşı’na sokan kişiydi. Yenilgiden sonra Turan hayaliyle bir başka maceraya atılmış, Orta Asya’daki Rus hákimiyetine son verip bir Turan Devleti kurmak istemiş, bu uğurdaki mücadelesine devam ederken 4 Ağustos 1922 sabahı Ruslar’ın saldırısına uğramış ve Çegan Tepesi’nde ön safta çarpışırken Rus kurşunlarıyla can vermişti. Filmlere bile rahmet okutacak derecede maceralı geçen hayatını noktaladığında, henüz 41 yaşındaydı.
Bugün bu sayfada, bambaşka bir Enver Paşa görüyorsunuz. ‘Asker’ değil, ‘ressam’ Enver Paşa’yı... ‘Ressam Enver Paşa’nın, içerisinde 60 kadar karakalem çiziminin bulunduğu albümü, önümüzdeki günlerde Portakal Sanat ve Kültür Evi’nde, satışa konacak.
Albümün, ressamı kadar içerisindeki resimlerin öyküleri de son derece ilginç.
Almanya ile müttefik olarak girdiğimiz Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmemizden sonra, İttihad ve Terakki’nin önde gelenleri 1918’in 1 Kasım gecesi bir Alman denizaltısıyla Türkiye’den ayrılırlar. Gidenler arasında Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa da vardır.
Paşa, sürgün yıllarında mesaisini Orta Asya’yı Rus işgalinden kurtararak bir ‘Turan İmparatorluğu’ kurma hevesine sarfeder. Bu maksatla, 1920 ilkbaharında küçük bir uçakla ve sahte bir kimlikle Rusya’ya gitmeye çalışır ama uçağı Latvia’da düşüverir ve sahte kimlikli yolcu, Bolşevik Rus askerlerinin tutulduğu bir esir kampına kapatılır.
Kampın kontrolü oldukça gevşektir, hatta esirlerin şehre gidip gelmelerine bile izin verilmekte, memleketlerine dönmeleri zaten imkánsız olan esirler ise, kaçmayı akıllarına bile getirmemektedirler. Cebinde beş kuruşu olmayan Enver Paşa, kampta daha rahat yaşayabilmek için ressamlık yapmaya başlar. Parası olan esirlerin ve Latvialılar’ın portrelerini çizip satmaktadır.
Enver Paşa’nın esareti dört ay sürecek, bir yolunu bularak kamptan kaçarak yeniden Almanya’ya dönecek ve satamadığı resimlerini yanında götürecektir. Karakalem çizimlerini daha sonra bir albüme yapıştırıp ‘Cici’ diye hitap ettiği eşi Naciye Sultan’a hediye edecek ve albümün ilk sayfasına ‘10 Nisan 1920’den 6 Temmuz 1920 tarihine kadar Letland’da (Latvia’da) olan esaretim ve ba’dehu (sonra) Riga’dan Almanya’ya seyahatim esnasında yaptığım resimler olup sevgili Cici’me hatıra olarak takdim ettim. Berlin, 28 Temmuz 1920. Enver’in’ diye yazacaktır.
Bu sayfada, Enver Paşa’nın albümünde yeralan karakalem çizimlerinden birkaçını görüyorsunuz. Bir zamanlar tek kelimelik bir emriyle yüzbinlerce kişiyi ateş hattına göndermiş olan Enver Paşa’nın ressam olabileceği ve esaret günlerinde karnını doyurabilmek için portre ressamlığı yapacağı acaba hatırınıza gelir miydi?
Enver Paşa’nın oğlu, Sarıkamış şehidleri gibi donarak ölmemişti
BİZDE, tarihle biraz olsun alákası bulunan hemen herkes, Enver Paşa ve Sarıkamış bahisleri geçtiğinde, hep aynı hikáyeyi tekrarlarlar:
‘Paşa’nın oğlu Ali Enver, Avustralya’da yaşıyordu. Bir kış günü hanımıyla beraber tatile çıkmış, ıssız ve dağlık bir arazide otomobilleri bozulmuş, en yakın yerleşim yeri birkaçyüz kilometre ilerideymiş, yardım bulamadıkları için açlıktan ve soğuktan ölmüşler. Cesedleri günler sonra bulunduğunda, Ali Enver’in elinde yolunmuş otların olduğunu farketmişler. İşte, takdir-i iláhi! Allah, Sarıkamış’ta açlıktan ot yiyen ve donarak ölen 90 bin şehidin bedelini, Paşa’nın oğluna anı şekilde ödetti!’
Önce, Enver Paşa’nın oğlu Ali Enver’den kısaca bahsedeyim:
Enver Paşa, Sultan Abdülmecid’in torunlarından Naciye Sultan ile evliydi, ikisi kız biri erkek üç çocuğu olmuş ama 1921’de Almanya’da dünyaya gelen oğlu Ali’yi hiç görememiş, sadece doğduğunu öğrenebilmişti; zira o sırada Türkistan taraflarına gitmişti.
MECLİS’TEN ÖZEL İZİN
Paşa’nın oğlu ve kızları, annelerinin ‘sultan’ olmasından dolayı hanedan mensubuydular ve Osmanoğlu ailesinin bütün üyeleri gibi onlar da Türkiye’ye giremiyorlardı. TBMM, 1939’un 5 Temmuz’unda özel bir kanun çıkardı ve Enver Paşa’nın çocuklarına Türkiye’ye gelip Türk vatandaşı olabilme izni verdi. Çocuklar memlekete döndüler, kızlarından Mahpeyker doktor, Türkán kimya mühendisi; oğlu Ali de asker oldu.
Ali Enver, bir zamanların en meşhur gazetecilerinden Abidin Daver’in kızı Perizat Hanım ile evlendi, 1955’te bir kızları doğdu ve adını Arzu koydular. Çift 1964’te ayrıldı. Ordudan istifa edip özel sektörde çalışmaya başlayan Ali Enver, Türkiye’den ayrıldı, Avustralya’ya yerleşti ve hayatını burada İsviçreli bir hanımla birleştirdi. 1971 Aralık’ında Avustralya’da vefat ettiğinde 49 yaşındaydı.
Şimdi de Ali Enver’in vefatının gerçeğini anlatayım:
Mevsimler, kuzey ve güney yarımkürede birbirleriyle ters zamana tesadüf ederler. Kuzeyde, yani bizde kış şiddetiyle hüküm sürerken, Avustralya’da yazın en sıcak günleri yaşanır; orada kışın bastırdığı zamanlar ise, bizim sıcaktan kavrulduğumuz günlerdir.
TATİL KÖYÜNDE ÖLDÜ
Dolayısıyla, Ali Enver’in vefat ettiği Aralık ayı Avustralya’da yaz sıcağının ortasıdır ve otomobilinin karlarla kaplı bir yerde bozulması diye birşey sözkonusu olamaz. Kaldı ki, Ali Enver ve hanımı dağlara değil, nehir kenarındaki bir tatil köyüne gitmişlerdir. Bir sabah kıyıda yürüyüşe çıkarlar, Ali Enver akarsuyun içinden yürümek ister ama birkaç dakika sonra bir taşa takılıp düşer ve düşerken başını çarpar. Bulundukları tatil köyünün sakinleri yardımına koşarlar, kazazedeyi hastahaneye nakletmek için bir de helikopter gelir, Ali Enver hemen hastahaneye nakledilir ama maalesef kurtarılamaz.
Enver Paşa’nın ailesinden, özellikle de Ali Enver’in kızı Arzu Enver’den öğrendiğim şekliyle, vefat hadisesinin aslı budur.
Geçtiğimiz ay düzenlediği son derece başarılı ve faydalı etkinliklerle bugüne kadar böylesine geniş çapta bahsi hemen hiç edilmemiş olan Sarıkamış faciasını gündeme getiren aziz dostum Prof. Dr. Bingür Sönmez’in Hürriyet’te yayınlanan ‘Enver Paşa’nın oğlu da Sarıkamış’taki askerler gibi donarak ölmüştü’ şeklindeki demecini okuyunca, olayın doğrusunu yazayım dedim.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2005
Deniz Baykal’ın, parti içerisinde muhalefet bayrağını açan eski arkadaşlarını ihanetle suçlaması ve işi 1926 yılında İzmir’de Mustafa Kemal Paşa’ya karşı hazırlanan suikast girişimine kadar götürerek ‘Arkadaşları, Atatürk’e bile suikast düzenlemişlerdi’ diye konuşması, bana kütüphanemde senelerden beri titizlikle sakladığım bazı evrakı hatırlattı: İttihad ve Terakki Partisi’nin, hayatları
‘İzmir Suikasti’ hadisesinden sonra darağacında noktalanan iki önemli isminin, Maliye Nazırı Cavid Bey ile Dahiliye Nazırı İsmail Canbolat’ın birbirlerine Avrupa’da sürgünde yaşadıkları yıllarda gönderdikleri bir dosya dolusu yayınlanmamış mektuplarını... Mektupları günün birinde yayınladığım zaman, İttihad ve Terakki’nin genç Cumhuriyet’e bakışı daha bir açıklık kazanacak.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, durup dururken, İzmir’de 1926’da yaşanan tatsız bir olayı gündeme getirdi. Baykal, Ankara’da bazı kurultay delegeleriyle yaptığı toplantıda, muhalefet saflarına geçen arkadaşlarının kendisi ile fikir ayrılığına düşmelerini ‘ihanet’ diye niteleyip ‘Bunlar ihanet kotası’ dedi ve sözü tááá 1926 yılında İzmir’de Mustafa Kemal Paşa’ya karşı hazırlanan suikast girişimine kadar götürerek ‘Arkadaşları, Atatürk’e bile suikast düzenlemişlerdi’ diye konuştu.
Baykal’ın konuşması, bana kütüphanemde senelerden beri titizlikle sakladığım ama yayınlama fırsatını bir türlü bulamadığım bazı evrakı hatırlattı: İttihad ve Terakki Partisi’nin hayatları ‘İzmir Suikasti’ hadisesinden sonra darağacında noktalanan iki önemli isminin, Maliye Nazırı Cavid Bey ile Dahiliye Nazırı yani İçişleri Bakanı İsmail Canbolat’ın birbirlerine gönderdikleri ve Türkiye’de yeni kurulmuş olan cumhuriyetle ilgili düşüncelerinin yazılı olduğu bir klasör dolusu mektuplarını...
SAVAŞ SUÇLUSU OLDU
Cavid ve İsmail Canbolat Beyler, İttihad ve Terakki’nin önde gelen isimlerindendi ve 1920’lerin başında her ikisi de Avrupa’da sürgündeydi. Cavid Bey, Damad Ferid Paşa Hükümeti’nin İttihadçıları yargılamak için kurduğu hususi mahkemede gıyabında idama mahkûm olunca İsviçre’ye yerleşmiş; İsmail Canbolat Bey ise İngilizler tarafından ‘savaş suçlusu’ olarak tutuklanıp Malta’ya gönderilmiş, burada iki sene esarette kaldıktan sonra serbest bırakılmış ve İtalya’ya yerleşmişti. Bir devrin bu iki güçlü adamına ait olan mektuplar, işte bu Avrupa sürgününde yazılmışlardı.
Ben, Cavid Bey ile İsmail Canbolat Beyler’in yazışmalarını Fransa’da yaşayan bir dostumdan, geçmişin meşhur paşalarından birinin torunundan aldım. İsmail Canbolat kendisinde bulunan bazı belgeleri ve yazdığı mektupların kopyalarını Türkiye’ye dönmeden önce Avrupa’daki bir dostuna emanet etmiş ve evrak 70 küsur sene boyunca orada saklanmıştı. Evrakı daha sonra, İsmail Canbolat Bey’in dostu olan eski zaman paşasının çocukları bana hediye ettiler.
İstiklál Mahkemesi’ndeki yargılanmaları sırasında her ikisinin de darağacına yollanmasını isteyen savcı Necib Ali Bey suikastin Avrupa’da planlandığını söyleyip durmuştu ama mektuplarda suikasti çağrıştıran bir ifade bile yoktu. Cavid Bey, Türkiye’nin yeni rejiminden gerçi biraz hafif bir üslupla ve biraz da şaşkınlıkla bahsediyordu ama bırakın suikasti, darbeyi bile hatırlatacak bir cümle kullanmamıştı fakat tarihin garip cilvesini gösteren bazı satırları vardı.
TARİHİN CİLVESİ
Meselá, Cavid Bey, o sırada Roma’da bulunan İsmail Canbolat Bey’e Güney Fransa’nın Manton kasabasından gönderdiği bir mektupta, Türkiye’de tarihe ‘gazeteciler davası’ diye geçen bir hadiseden, bazı gazetecilerin ‘Divan-ı Harb-i Örfi’de, yani ‘Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanmalarından bahsederken ‘Bu mahkeme başka bir mahkeme. Akıl erdirmek kabil değil’ diyordu. Sözünü ettiği mahkemenin ‘İstiklál Mahkemesi’ olduğunu, Türkiye’deki yeni yönetimin eski rejimle burada hesaplaşacağını ve aynı mahkemenin çok değil, sadece üç sene sonra hem kendisinin, hem de arkadaşı İsmail Canbolat Bey’in canını alacağını nereden bilecekti ki?
İsmail Canbolat Bey darağacına 1926’nın 13 Temmuz’unda İzmir’de, Maliye Nazırı Cavid Bey de aynı senenin 26 Ağustos’unda, Ankara’da çıktılar. Onlardan geriye kalan mektupları birgün yayınladığım zaman, İttihad ve Terakki’nin genç Cumhuriyet’e bakışı daha bir açıklık kazanacak.
Cavid Bey’in savunması hitabet şáheseriydi
İSTİKLAL Mahkemesi’nde idamı istenen Cavid Bey’in, mahkemenin 25 Ağustos 1926 günü yapılan son oturumundaki savunması, sonraları bir ‘hitabet şaheseri’ olarak nitelendi. Cavid Bey savunmasında hakkındaki suçlamaları reddediyor ve ‘Hiçbir şeyden haberim yok’ diyordu.
İşte, bu ünlü savunmadan bazı cümleler:
‘Muhterem hákimler, ...ağır bir cürümle suçlanmış olarak, altmış üç gündür adaletinizin emriyle mevkuf (tutuklu) bulunmaktayım.
...Hiçbir zevke tutkun değilim. En sıradan zamanlarda bile hayatımın düzeni herkesin málumudur. Böyle şeyler benim hayatımda hiçbir zaman yer almamıştır.
...Bir partinin başına musallat olan haşarat, yaptıklarının sorumluluğunu hem partilerine, hem de millete çektirir.
...Hayatta káğıt değil, milyonlarca altın ile oynayan benim gibi bir adamın, bugün dikili bir taşı yoktur. ...Şimdi karar sizin ve yüksek heyetinizindir. Vereceğiniz karar, mesut zamanlarınızda bir soru işareti şeklinde vicdanınızı rahatsız etmesin. Sözlerime inanmış iseniz, pekálá. İnanmamış iseniz ne yapayım, mukadderat!’
Cavid Bey’i yargılayan İstiklál Mahkemesi, sábık Maliye Nazırı’nın söylediklerine inanmayacak ve Cavid Bey’in hayatı, ertesi gün darağacında niháyete erecekti.
Siláhlı baskını anlatan telgraf ancak böyle yazılır
Cağaloğlu yokuşunda 1913’ün 23 Ocak’ında yaşanan hadise, tarihlere ‘Babıáli baskını’ diye geçti.
Beyaz ata binmiş genç bir subay, sonraları ‘Enver Paşa’ diye bilinecek olan Enver Bey 200 kişiyle beraber o zamanın başbakanlık binası, bugünün İstanbul Valiliği’ni bastı. Enver Bey, 84 yaşındaki Sadrazam Kámil Paşa’nın odasına dalıp Paşa’ya siláh tehdidiyle hükümetin istifasını yazdırdı ve İttihad ve Terakki’ye iktidarın yolları bu baskın sayesinde açıldı. Sadrazamlığa, Kámil Paşa’nın yerine Mahmud Şevket Paşa getirildi.
Yeni hükümette yer alacak kişilerden biri, sonraların meşhur Maliye Nazırı Cavid Bey, o sırada Viyana’daydı. İttihadçılardan Arif Naşir Bey, Fransız imlásıyla yazılmış bir telgrafla Cavid Bey’i İstanbul’a davet etti.
Orijinali şimdi bende bulunan telgrafın metni gayet kısaydı ve sadece yedi kelimeden ibaretti: ‘Kámil düştü. Mahmud Şevket Sadrazam. Serian (çabuk) geliniz’.
İktidarın bir baskınla elde edilmiş olduğunu bundan daha açık şekilde gösterecek bir diğer ifade tarzı herhalde yoktur!
Genç yaşta çabuk yükselip yaşlanmadan öldüler
Cavid Bey
SELANİK’te, 1875’te doğdu. Mülkiye’yi bitirdikten sonra bankacılık ve iktisat hocalığı yaparken, İttihad ve Terakki’nin ilk üyelerinden oldu. 1908 Meşrutiyet’inde milletvekili seçildi, İttihatçı hükümetlerde uzun yıllar Maliye Nazırlığı’nda bulundu. Partinin önde gelen birkaç yöneticisinden biriydi ve Avrupa’da, ‘Türkiye’de hesaptan ve kitaptan anlayan tek kişi’ diye tanınıyordu. Damat Ferid Paşa tarafından gıyabında idama mahkûm edildi. Avrupa’ya gitti, sonra yeniden İstanbul’a döndü, ‘Düyun-ı Umumiye’de, yani ‘Genel Borçlar İdaresi’nde çalıştı. Mustafa Kemal Paşa’ya karşı hazırlanan suikast girişiminde yeraldığı iddiasıyla tutuklandı ve 1926’nın 26 Ağustos’unda Ankara’da idam edildi. Geride bıraktığı küçük oğlu Şiar’ı en yakın dostu Hüseyin Cahit Yalçın yetiştirdi.
İsmail Canbolat
İSTANBUL’da, 1880’de doğdu, 19 yaşında Harbokulu’ndan mezun oldu. İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki ilk kurucularındandı. Bir ara Harbokulu’nda tarih öğretmenliği yaptı, 1909’da Büyükada kaymakamlığına getirildi, 1912’de İzmir’den milletvekili seçildi. Milli Emniyet ve Emniyet Umum Müdürlükleri’ne tayin edildi. İstanbul’un vali vekili ve belediye başkanı oldu, Stockholm’e büyükelçi olarak gönderildi ve iki ay İçiçleri Bakanlığı koltuğunda oturdu. 1919 Mayıs’ında İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü, 1921’de serbest bırakıldı, bir süre Avrupa’da yaşadı, daha sonra Türkiye’ye dönerek 1923 Ağustos’unda toplanan İkinci Meclis’e İstanbul Milletvekili olarak girdi. 1926’da İzmir suikastinin hazırlıklarına katıldığı gerekçesiyle tutuklandı, idama mahkûm oldu ve 13 Temmuz gecesi İzmir’de asılarak idam edildi.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2005
Bayramınız kutlu olsun! Her Kurban Bayramı’nda olduğu gibi bu bayramda da yine bir kurban derisi tartışması yaşayacağız. Biz, bu deri işinin ortaya son zamanlarda çıkmış olduğunu zannederiz ama işin aslı hiç de öyle değildir. Türkiye son 150 seneden buyana hemen her Kurban Bayramı’nda kurban derisi mücadelesine sahne olmuş, devlet halktan ilk defa 1876 yılında resmen deri talep etmiş, savaş yıllarında
kurbanın sadece derisini değil, askere ve göçmenlere dağıtmak maksadıyla etini de istemiş, daha sonra ‘Derilerinizi demiryollarına bağışlayın’ kampanyasına girişmiş ama bağış konusunda devlet adamları arasında büyük tartışmalar yaşanmıştı. İşte, ‘Devletin kurban derilerine müdahalesi eskiden yoktu, yeni çıktı’ diyenler için son 150 yıldan buyana yaşadığımız kurban derisi tartışmasının kısa öyküsü...
BAYRAMINIZ kutlu olsun! Türkiye bugün bir yandan kurbanını kesecek, bir yandan da resmi ve özel kuruluşlar arasında senelerden buyana devam eden kurban derilerini elde etme yarışına sahne olacak.
Deri yarışı, kurban kesiminin bugün öğleden sonra tamamlanmasıyla daha da bir hızlanacak. Sokak aralarında dolaşmaya başlayacak olan hoparlörlü kamyonetler ‘Muhterem Müslümanlar, kurban derilerinizi filánca hayır işiyle meşgul olan feşmekán vakfa veriniz’ gibisinden anonslar yapacaklar ve bu deri mücadelesi daha birkaç gün sürecek.
Biz, senelerden beri devam eden ve eski parayla trilyonluk, yeni parayla da milyonluk bir rant olan kurban derilerinden hisse kapma yarışının ortaya son zamanlarda çıkmış olduğunu zannederiz ama işin aslı hiç de öyle değildir. Türkiye son 150 seneden buyana idrak ettiği hemen her Kurban Bayramı’nda bir kurban derisi mücadelesine sahne olmuş, devlet işe mutlaka müdahale etmiş ama zamanla devlet büyükleri arasında da farklı görüşler çıkınca kurbanını kesen halk, deri konusunda iki arada bir derede kalmıştır.
ÖNCÜLÜK, BAYBURT’TA
İşte, kurban derileriyle ilgili olarak eski gazetelere yansıyan ve Osmanlı Arşivleri’nde bulunan belgelerin ışığında bu deri kapma yarışının kısa öyküsü:
Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman teb’ası, 1850’lere gelinceye kadar kestiği kurbanın derisini canının istediği gibi kullanır, deriyi isterse cami yahut mescid gibi yerlere bağışlar, isterse tabaklatıp kendi evine serer, isterse de götürüp bağlı olduğu şeyhefendiye takdim ederdi.
İlk kıpırdanmalar, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başladı. İmparatorlukta sanayi devriminin de etkisiyle küçük deri atelyelerinin yerini büyükçe tabakhaneler almaya başlamış ve deri piyasasının ne derece büyük olduğunu yeni yeni farkeden devlet, derilerin kendisine bağlı kuruluşlara verilmesi için kolları sıvamıştı. Ama devletin yanısıra hayır vakıfları da boş durmamış ve derileri devletten önce toplamaya başlamışlardı.
Devlet ve özel vakıflar, deri toplama yarışını 1850 sonrasında sessiz bir şekilde sürdürdüler. Halkın kurban derilerini bir devlet kuruluşuna toplu olarak vermesinin ilk örneği, 1873 Mart’ına tesadüf eden Kurban Bayramı’nda, Erzurum’da yaşandı. O dönemde Erzurum’a bağlı olan Bayburt’un halkı, kestikleri kurbanların derisini Erzurum’daki kimsesiz çocuklar okuluna hediye ettiler.
GAZETECİ ALİ EFENDİ
Bayburtlular’ın bağışı İstanbul basınında da yeraldı ve yazarlar benzer bağışların imparatorluğun başkentinde de yapılması yolunda yazılar kaleme almaya başladılar. O günlerin önde gelen gazetecilerinden olan ve yayınladığı ‘Basiret’ Gazetesi’nin adından hareketle ‘Basiretçi’ diye tanınan Ali Efendi, Bayburt halkını tebrik ettikten sonra ‘Bu mekteplerin Müslüman yetimler için yapılmış olduğunu şimdiye kadar yüz kere söyledik ama mektepler için gerekli tahsisatı bir türlü bulamadık. Buralarda elli-altmış çocuk var fakat para yok! Ayıp ve günah değil midir? Dünyanın üstü olduğu gibi altının da varolduğuna ve Allah’ın bunun hesabını bizden soracağına gelin bir kerre düşünün’ diyor ve benzer bağışların İstanbul’daki Darüşşafaka’ya da yapılmasını istiyordu.
Hükümet, kurban derileriyle ilgili ilk resmi açıklamayı Ali Efendi’nin bu yazısından üç sene sonra, 1876 yılının Kurban Bayramı’nın arifesinde yayınladı, derilerin ‘hayır işlerinde kullanılmak üzere, devlete verilmesini’ istedi ve derileri toplama işiyle Hidáyet Paşa’yı görevlendirdi. Ali Efendi, hükümeti bu teşebbüsünden dolayı gazetesinde tebrik edecek ve ‘Çok doğru iş yapıyorlar. Deriler tabakhanelere devlet tarafından gönderilmedikleri takdirde bir işe yaramazlar’ diye yazacaktı.
İŞ ASKERE DÜŞÜYOR
1877 yılının Kurban Bayramı, tarihlere ‘93 Harbi’ diye geçen ve Türk tarihinin en büyük askeri yenilgilerinden biri olan Osmanlı-Rus Savaşı’nın hemen sonrasına rastlamıştı. İstanbul ve çevresi savaş yüzünden topraklarını terkedip gelen göçmenlerle doluydu ve devletin paraya ihtiyacı vardı. Devlet, o senenin Kurban Bayramı’nda kurbanların sadece derilerinin değil, etlerinin de bağışlanmasını istedi ve bağışların göçmenlerle askerlere dağıtılacağını duyurdu. Ali Efendi bu konuda kaleme aldığı makalesinde girişimin gayet akıllı ama uygulanması zor bir teşebbüs olduğunu yazarak ‘Kurban kesen bazı kişilerin derileri saklama ihtimalleri vardır ve iş Genelkurmay’a düşmektedir. Genelkurmayımız imam efendilerle beraber mahalle bekçilerini de görevlendirip tahkikat yaptıracak olursa, asker için daha fazla kavurma elde edilir’ diyecekti.
HÜKÜMETTE TARTIŞMA
İşte, kurban derileriyle askerle yahut savunmayla ilgili bir başka kuruluş arasındaki bağlantının temelleri, hükümetin 1877’de yaptığı bu ilánla atıldı. Hükümet daha sonraki senelerde derilerin ya askeriyeye, yahut inşaatı yeni başlamış olan Hicaz Demiryolu’na bağışlanmasını isteyecek ama 1908’de zamanın şeyhülislámı işe müdahale ederek ‘Deriler demiryoluna değil, medreselerdeki fakir öğrencilere yardım maksadıyla bize verilsin’ deyince iş Bakanlar Kurulu’nda görüşülecek ve şeyhülislámı karşısına almak istemeyen hükümet ‘Bizim tercihimiz derilerin demiryolu inşaatı için verilmesidir ama canı isteyen istediği yere bağışlayabilir’ gibisinden bir karar verecekti.
‘Devletin kurban derilerine müdahalesi eskiden yoktu, yeni çıktı’ diye düşünenler için, 1908’deki bir hükümet toplantısında alınan kurban derileriyle ilgili belgeyi ve belgenin günümüz Türkçesi’ne çevirisini yanda yayınlıyorum. Merak edenler için belgenin Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bulunduğu yeri de söyleyeyim: Karar 122-123 numaralı Meclis-i Vükelá mazbatalarının 73. sayfasında yazılı ve arşivde kurban derileriyle ilgili daha birçok bakanlar kurulu toplantısının zaptı var.
Mutlu ve huzurlu bayramlar... İsmi bilinmeyen eski bir şairin ifadesiyle ‘Rûzun hemişe ıyd ola, ıydin said ola’; yani ‘Her gününüz bayram olsun ve bayramınız da kutlu olsun’.
Şeyhülislám ‘Ben de deri isterim’ deyince hükümet şaşırdı
İŞTE, kurban derileriyle ilgili olarak Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde 122-123 numaralı Meclis-i Vükelá mazbatalarının 73. sayfasında kayıtlı bulunan bakanlar kurulu kararında bugünün Türkçesiyle kıcasa yazılı olanlar:
‘KONUNUN ÖZETİ:
Şeyhülislám’dan gelen bir yazıda Hicaz demiryolu harcamalarında kullanılmak üzere toplanan kurban derilerinin bundan böyle medrese öğrencilerine verilmesi istenmektedir. Konuyla ilgili olarak Demiryolu Komisyonu’yla Maliye Bakanı’ndan görüş istenmiş ve yazışmalar birleştirilmiştir.
KARAR:
Maliye Bakanlığı’nın yazısında kurban derilerinin her sene Hicaz demiryolu inşaatı masrafları için toplandığı ve konuda Padişah hazretlerinin de bazı emirlerinin bulunduğu bildirilmektedir. Ancak derilerin bir başka yere bağışlanmaması konusunda bir karar yoktur. Arzu eden kurban sahipleri, kurban derilerini demiryolu inşaatında kullanılmaları için İstanbul’da belediyeye ve taşralarda da yerel yönetimlere bağaşlayabilecek ve yine arzu ettikleri takdirde öğrencilerle fakirlere verebileceklerdir. Bu konuda yanlış uygulamalara ve şikáyetlere meydan bırakılmaması için ayrıca derhal duyurular yapılacak, Maliye Bakanlığı ile Hicaz Demiryolu İdaresi de konudan haberdar edilecektir’
Recep Baba da gitti, TRT’nin gözü aydın!
DOSTLARININ ‘Recep Baba’ dedikleri Recep Birgit, son yarım asrın en önemli Türk Müziği icracılarındandı. Davudi ama gayet renkli sesiyle ve tertemiz bir tavırda okumuş, özellikle 60’lı ve 70’li senelerde geniş bir hayran kitlesi toplanmış, müziğinin seviyesini hep korumuş ve ilerlemiş yaşında bile sesini ve hevesini hiç kaybetmemişti. Recep Birgit, benim için ‘alaturkanın Georges Brassens’i’ idi.
Yarım asırdan fazla hizmet verdiği TRT, Recep Baba’nın kadrini ve kıymetini o kadar iyi bildi ki... TRT’nin, bundan üç ay kadar önce tasarruf bahanesiyle kapıdışarı ettiği en önemli sözleşmeli sanatçılar arasında Recep Birgit de vardı. Zira, TRT müziği kalitesizleştirmenin bayrağını artık kimselere bırakmıyordu, ‘Alaturka’ yarışmalarıyla etrafa trilyonlar dağıtmakla meşguldü ve Recep Birgit gibi üstadlara ihtiyaç duymaması da normaldi!
Recep Birgit’i iki gün önce ebediyete uğurladık ama giden sadece Recep Baba değildi; onunla beraber ciddi müziğin son temellerinden biri de dönülmez yolculuğa çıkmıştı. Sesi bir yana, artık eşi-benzeri kalmamış olan bir üslup ve efendilik de onunla beraber gitti. İşin bence en hüzünlü tarafı, basınımızın son devrin bu çok önemli sanatkárı hakkında bir-iki tek sütunluk cümle dışında hiçbir haber vermemesi bir yana, TRT’nin cenazenin kaldırıldığı camiye bir kameraman göndermek zarafetini bile göstermemiş olmasıydı!
Camiden önce İstanbul Radyosu’na getirilen cenazesi için yapılan veda törenine tenezzülen katılan bazı TRT yöneticilerinin, meselá radyolara gönderilen ‘Akitli sanatçıları artık çalıştırmayın’ talimatının altında imzası bulunan müsiki üstadı Süleyman Erguner’in, kapının önüne koymakta hiç tereddüt etmediği Recep Baba’nın tabutu önünde ne hissettiğini doğrusu çok merak ediyorum!
Yazının Devamını Oku