Biz, bir zamanlar bu bayramlaşma işini ziyadesiyle abartıp hediye yarışında da ipin ucunu kaçırdığımız için sadece şahsi bütçelerimizi değil, maliyeyi de perişan etmiştik ve zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid, 1845 Eylül’üne rastlayan Ramazan Bayramı’nda devlet erkánının birbirine bayram ziyareti yapmasını ve hediye götürmelerini yasaklamıştı.
RAMAZAN Bayramı hepimize kutlu ve hayırlı olsun! Bugün bayramın gerekleri yerine getirilecek, büyükler ziyaret edilecek, küçüklerden ziyaret beklenecek, dargınlar barışacak, vesaire, vesaire... TV’ler bu arada devlet büyüklerinin bayramlaşmalarını ve her sene olduğu gibi birbirlerine çikolata ikram edip klişe sözler etmelerini gösterecek ve bayram mesajlarını yayınlayacaklar.
| 16. Yüzyıl İstanbul'unda bayram şenliği |
|
|
Devlet seviyesinde şimdi rutin bir hál alan karşılıklı bayram kutlamaları, bizde bir zamanlar imparatorluğun otorite, güç ve hákimiyet gösterisi yapmasına yarardı. Kutlamalar ve merasimler ne kadar tantanalı olursa, devletin de o derece güçlü görüleceğine inanılır ve herşeyin daha şaşaalı gözükmesi merakı yüzünden ipin ucu kaçırılır ama bu aşırılık bütçeleri perişan eder, birçok kişiyi borç-harç içine sokar, hattá devletin bütçesini bile sarsar fakat
‘Dosta-düşmana gücümüzü ve büyüklüğümüzü gösterdik’ diye övünürdük. İşte bu yüzden,
Sultan Abdülmecid’in 1845 Ramazan’ında yayınladığı bir nizamnáme ile bürokratların evlere bayram tebrikine gitmeleri yasaklanmıştı.
PROTOKOLLÜ HAYAT
Hemen her davranışın sıkı protokol kurallarına bağlı olduğu Osmanlı zamanında devletin bayram kutlamaları da son derece ayrıntılı bir çerçevede olurdu. Saraydaki bayramlaşmaların ve tebriklerin ne şekilde yapılacağı, kimin nerede ve ne zaman duracağı, neredeyse saniyesi saniyesine belliydi. Saraydaki bayramlaşmanın tamamlanmasından sonra bu defa yüksek bürokratlar arasında bir tebrik koşuşturmasıdır başlar, üst düzeydeki bürokratlar yine belli bir protokol çerçevesinde birbirlerinin konaklarına gidip gelirler, memurlar ámirlerini ziyaret için yollara düşerler, bu ziyaretler bayram boyunca devam eder ve mali feláket de işte bu ziyaretler sırasında yaşanırdı.
Bayram demek mali yıkım demekti, zira işin bir de hediye faslı vardı ve bir bürokratın protokoldeki yeri ne kadar önde ise, dağıtması gereken hediye miktarı da o kadar çok ve masraflı olurdu. Üstelik bu iş iki taraflıydı, hediye sadece tebrike gelenlere verilmez, gidilenlere de götürülürdü ve yapılan masraf, hemen herkesin belini bükerdi.
PAŞA, MAHVOLDU
Meselá, o zamanın názır paşalarından, yani bakanlarından birini düşünelim... Paşa, bayramın ilk gününün sabahı saraya, oradan da sadrazamın konağına gitmek zorundaydı ve sadrazama şánına láyık bir bayramlık takdim etmesi şarttı. Üstelik sadece sadrazama değil, gittiği konağın kapıcısından uşağına kadar neredeyse bütün hizmetkárlarına bahşiş dağıtmalı, üstelik aynı işi kendi konağında da yapmalıydı. Bu iş için fazla bir çaba göstermesine de gerek yoktu, zira sabah uyanıp da odasından dışarıya çıktığı anda káhyasından arabacısına, seyisinden aşçısına kadar maiyetinde olan kim varsa hepsini konağın büyük salonunda ellerini kavuşturmuş, hediyelerini bekler halde bulurdu.
Tanzimat sonrasında başlayan batılılaşma modası ve lüks merakı yüzünden, hediye işinin de cılkı çıktı. O zamana kadar sembolik kimlik taşıyan bayram hediyeleri artık pahalı mallar hálini almıştı ve bu iş sadece bürokratların değil, sarayın bile belini büküyordu. Zamanla padişahın kadınlarıyla çocukları da hediye meselesini abartınca, Maliye faturaları ödeyemez hale geldi ve işe bizzat padişahın elkoyması gerekti.
İşte bu yüzden, zamanın hükümdarı
Sultan Abdülmecid, 1845 Eylül’üne rastlayan o senenin ramazanında bir nizamnáme yayınladı ve devlet memurlarının bayramlaşmak için ámirlerinin evlerine gitmelerini yasak etti. Nizamnámede,
‘Saraydaki ve resmi dairelerdeki bayramlaşmalar káfidir. Devlet memurları bundan böyle tebrik için evlere gitmeyecek ve hediye de göndermeyeceklerdir’ deniyordu.
KAYIK VE AT SIKINTISI
Devletin resmi tarihçisi
Lütfi Efendi o günlerdeki bayram tebriklerini anlatırken
‘Bir küçük memur bile, dolaşacağı kapılar için defter tutmaya mecburdu. Vapur ve tramvay gibi kolaylıklar olmadığı için, beygir ve kayık ücretinden başka gidilen konaklarda kapıcılara ve hademelere varıncaya kadar bin kuruşa yakın para harcanması gerekirdi’ diye yazacaktı.
Bir an için aynı ádetin bugün de devam ettiğini varsayalım... Bu sabah sokaklarda bagajları cep telefonlarıyla, dizüstü bilgisayarlarla yahut pahalı kalemlerle dolu kaç makam arabası görürdük, kimbilir...
Osmanlı resmi belgelerinin şifrelerini bu kitapla çözdü
OSMANLI resmi belgelerinde yeralan ve asırlardan buyana anlaşılamamış olan şifreler, yeni neslin önde gelen tarihçilerinden biri tarafından çözülüp kitap haline getirildi. Son dönemin en çalışkan tarihçilerinden olan
Prof. Dr. Ali Akyıldız, yeni yayınladığı
‘Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme’ isimli eserinde belgelerin üzerindeki şifrelerin ve sembollerin ne anlama geldiğini açıklıyor, bu arada Osmanlı tarihinin en önemli belgelerinden olan ve
İkinci Mahmud döneminde hazırlanan
‘Sened-i İttifak’ın tam metnini de ilk defa neşrediyor.
Prof. Dr. Ali Akyıldız, daha önceleri yayınladığı
‘Refia Sultan’, ‘Osmanlı Merkez Bürokrasisinde Reform’, ‘Káğıt Para’ ve
‘Tahvil ve Hisse Senetleri’ gibi eserleriyle dikkat çekmiş ve özellikle iktisat tarihi alanındaki araştırmalarıyla bu konuda daha sonra çalışacak olanlara kaynaklık edebilecek bilgiler vermişti.
Akyıldız, bu son eserinin
‘Padişah İradelerinin Üzerinde Bulunan Bazı Rumuzlar ve Diplomatik Hususiyetleri’ başlıklı bölümünde, eski belgelerdeki sembolleri ve şifreleri açıklıyor.
Daireler arasındaki karışıklığı önlemek için eski bürokratların hazırladıkları ve sadece kendilerinin anlayabildikleri şifreler zamanla muamma halini almış ve tarihçileri seneler boyu uğraştırmıştı.
Prof. Akyıldız’ın şifrelerin çözümüyle ilgili açıklamaları, bundan böyle bürokrasi tarihi üzerinde çalışanlara büyük kolaylıklar getirecek.
Birçok tarihçinin maalesef bir
‘háb-ı náz’a yani
‘náz uykusuna’ yatmış oldukları günümüzde
Prof. Dr. Ali Akyıldız gibi genç araştırmacıların varolması ve ardarda eser vermeleri, Türkiye’de tarih ilminin geleceği konusunda karamsarlığa düşmüş olanlara rahatlatıcı bir ışık oluyor.
Hükümdar, şifreli yazı icad etmişti
TİMUR’un beşinci göbekten torunu olan
Zahiruddin Muhammed Bábür, Hindistan’daki Hind-Türk İmparatorluğu’nun kurucusuydu. 1483’le 1530 yılları arasında yaşadı ve tarihlere ‘
Bábür Şah’ olarak geçti.
Maceralarla dolu bir ömür geçiren
Bábür hem kuvvetli bir yazar, hem de iyi bir şairdi ve
‘Bábürnáme’ adını verdiği hatıraları dünyanın sayılı otobiyografilerindendi. Bir
‘Aruz Risalesi’ kaleme alarak edebiyat nazariyatçısı olmuş, hatta
‘Mübeyyen’ ve
‘Risále-i Válidiye Tercümesi’ isimli dini kitaplar da yazmıştı.
Bábür, bütün bunların yanısıra bir de
‘hat’, yani yazı icat etti. Önce harflerin şekillerini yaratıp bir alfabe oluşturdu ve oğullarıyla bazı devlet büyüklerine gönderdiği mektuplarını bu yazıyla kaleme aldı. Derken, aynı şekilde bir de Kur’an yazdırdı.
Bábür’ün kaleminden çıkan mektupların birçoğu zamanla kayboldu ama icad ettiği yazının varlığı hep bilindi. Zaten hatıralarında da kendi buluşu olan yazıdan uzun uzun bahsediyor, bu yazıyla gönderdiği mektuplarını anlatıyor ve
‘Hatt-ı Bábüri’ denilen yazının alfabesini dağıtığı kişilerin isimlerini veriyordu.
Hükümdarın icad ettiği yazı hakkında Türkiye’de yapılan tek araştırma, günümüzün en seçkin hattatı olan
Prof. Dr. Ali Alparslan’a ait. Yazının alfabesini ve bu yazıyla kaleme alınmış olan Kur’an’ı tanıtan
Prof. Dr. Alparslan, ‘Hatt-ı Bábüri’ konusunda 1976 ve 1980 yıllarında yayınladığı iki makalede bu şifreli yazı ile ilgili olarak bakın ne yazıyor:
‘Bábür, Türk Kültürü’nün Hindistan’daki temsilcisiydi. Onunla hemen hemen çağdaş olan Kanuni, Şah İsmail ve Şeybani Han devlet adamı ve muktedir birer hükümdar olmaktan başka şair ve güzel sanatların koruyucusuydular. Bábür Şah da, onlarda mevcud olan hususiyetlere ve meziyetlere sahipti. ...Hükümdarın bu yazıyı ne sebeple icad ettiği meçhulümüzdür ama Asya’da dolaştığı yerlerdeki yazının tedkiki ile bu yazının kaynağı daha iyi anlaşılacaktır. Fakat bu yazı, genel görünüşüyle İslám ve Uygur alfabelerinin etkisi altındadır.’