16 Ocak 2005
Yönetici sınıfımız pahalı hediyelerle 16. asırda, Şemsi Ahmed Paşa sayesinde tanıştı. Osmanlılar’ın ortadan kaldırdığı İsfendiyaroğulları Devleti’nin hükümdar ailesinden gelen Şemsi Ahmed Paşa, zamanın hükümdarı Üçüncü Murad’ı hediyeye ve rüşvete alıştırdıktan sonra ‘Osmanlı artık ifláh olmaz. Cedlerimin intikamını aldım’ demiş, dediği doğru çıkmış ve Paşa’nın başlattığı ádet, asırlar boyunca devam etmişti. 19. yüzyılın paşaları ise saraya ve saray kadınlarına gönderilecek hediyeleri bizzat götürmeye üşenir olmuşlar, keseler dolusu altını kiraladıkları at arabalarına yükleyerek saraya arabacılarla göndermeye başlamışlardı. İşte, o dönemin büyük tarihçisi Ahmed Cevdet Paşa’nın bu ‘arabalı rüşvet’ konusunda yazdıkları...
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’a Moskova’da hediye edilen kolye ve ipek halı, büyük mesele oldu. Türkiye, Emine Hanım’ın hediyeleri bir yere bağışlayıp bağışlamayacağını tartışırken, ben, bundan bir buçuk asır önce yaşamış diğer first leydilerimizin aldıkları hediyeleri hatırladım.
Biz, devletin üst düzeyindekilere devamlı olarak hediye takdim edilmesi alışkanlığını, 16. asır idarecilerinden Şemsi Ahmed Paşa sayesinde kazandık. Osmanlılar’ın ortadan kaldırdığı İsfendiyaroğulları Devleti’nin hükümdar ailesinden gelen Şemsi Ahmed Paşa, zamanın hükümdarı Üçüncü Murad’ı hediyeye ve rüşvete alıştırmış, daha sonra ‘Osmanlı artık ifláh olmaz. Cedlerimin intikamını aldım’ demiş, dediği doğru çıkmış ve Paşa’nın başlattığı ádet, asırlar boyunca devam etmişti.
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, paşalar saraya ve saray kadınlarına gönderilecek hediyeleri bizzat götürmeye üşenir olmuşlar, keseler dolusu altını kiraladıkları at arabalarına yükleyerek saraya arabacılarla göndermeye başlamışlardı.
İşte, bu ‘arabalı rüşvet’ işinin ayrıntıları:
Türkiye, 19 yüzyılda Avrupa devletleriyle mali konularda sık sık anlaşmalar imzalar olmuş ve bu anlaşmalar zamanın devlet adamları için gelir kapısı haline gelmişti. Yabancı bir bankadan yahut bir devletten borç almamız halinde bile, sözleşmeye imza koyan devlet adamlarımız anlaşmanın hükümlerinin borcu veren taraf lehine düzenlenmesine göz yummaları karşılığında adına o zamanlarda da ‘komisyon’ denilen paralar almaya başlamışlardı.
Dedikoduları önlemenin yolu, alınan komisyonlardan saraya yani padişaha ve padişahın en yakınlarına hisse vermekti. Komisyoncu paşalar, hükümdarları ve ailelerini ‘Devlet işlerinde para alınması sıradan bir hadisedir ve bu paralar hükümdarlar için bir haktır’ diyerek ikna ettiler ve böylelikle işin içine saray da dahil edildi.
HALI DEDİĞİN YÜN OLUR
Saraya hediye ve komisyon verilmesi zamanla o kadar rutin hale geldi ki, bazı paşalar paraları saraya bizzat götürmeye bile üşenir oldular ve keseleri sokaktan çevirdikleri at arabalarına yükleyip ‘Bunları saraya götürüp padişahımız efendimiz hazretlerinin dairesine bırak’ demeye başladılar.
Aşağıdaki kutuda, 19. asır Osmanlı tarihçiliğinin büyük ismi Ahmed Cevdet Paşa’nın ‘Ma’ruzát’ isimli eserinde geçen ve saraya ödenen komisyonların at arabasıyla gönderilişinin anlatıldığı bazı bölümler yeralıyor. Paşa, devletin üst düzeyine verilecek olan hediyelerin öyle çarşıda yahut pazarda dağıtılmadığını ama yeri geldiğinde bir at arabasıyla bile yollanabildiğini anlatıyor.
Bu arada bir halı meraklısı sıfatıyla, Emine Hanım’a hediye edilen ipek halı konusunda da naçizane bir kanaatimi söyleyeyim: Halının iyisi ve işe yarayanı, yünden dokunmuş olanıdır; ipek halı pek öyle matah birşey değildir, estetik açıdan yahut sanat bakımından da değeri yoktur ve turistik bir metádır. Dolayısıyla, başbakanın hanımına Uşak ve Milás taraflarında dokunmuş bol düğümlü yün bir halı yerine genellikle Amerikalı turistlere hitap eden ipek bir bezin takdimindeki hikmeti de anlayamamış vaziyetteyim. Bu işin şöyle güzel bir Buhara yahut Kafkas halısının rahatlıkla temin edilebileceği Moskova’da yapılmış olması, hayretimi daha da arttırıyor.
Hükümdarın en sadık kulu, en fazla rüşvet verendir!
‘...Mahmud Nedim Paşa sadrazam olduktan sonra, yabancılarla sözleşme imzalanması sırasında bir hayli para alır ve bu paranın bir kısmını da padişaha takdim ederdi.
Paşa’nın, paraları padişaha verirken ‘Efendim, eskiden beri bu gibi sözleşmelerden para alınır ve bu iş, ádet háline gelmiştir. Paraları alanlar genellikle bunları kendilerine saklarlar ama paralar aslında size aittir’ dediğini bazı kaynaklardan işitmiştik.
Mahmud Nedim Paşa, yine yabancılarla imzalanan bir anlaşmadan yüklü bir komisyon almış ve komisyonun 100 bin altını padişah için ayırıp Maliye Názırı Yusuf Paşa’ya paraları saraya göndermesini emretmişti. Emri alan Yusuf Paşa saraya bizzat gitmek yerine Beyoğlu’ndan bir araba kiralamayı tercih etti, paraları bu arabaya yükledi ve keseleri saraya arabacı ile yolladı.
Yusuf Paşa’nın bu şekilde hareket etmesinin bir sebebi vardı, zira Paşa’nın askerlerle arası oldukça iyi idi ve böylelikle Sadrazam Mahmud Paşa’nın rüşvet işlerine álet olmadığını göstermeye çalışıyordu.
...Daha sonra sadrazam olan Hüseyin Avni Paşa, Mahmud Nedim Paşa’ya rüşvet konusunda da üstün olma hevesindeydi ve bu maksatla Avrupa ülkeleriyle yapılan siláh alımı anlaşmalarından büyük paralar kazandı.
Fakat, gücünü koruyabilmek maksadıyla paraların bir kısmını fedá etti ve hem sarayı, hem de padişahın annesi olan Pertevniyál Valide Sultan ile padişahın babası Sultan Mahmud’un gözdelerinden olan Tiryal Hanım’a yüksek mebláğda paralar vermeye başladı.
Zavallı valide sultan, devlet adamlarının Sultan Abdüláziz’e bağlılıklarını kendisine gelen parayla ölçer ve kim daha fazla para verirse, o kişinin hükümdara o kadar çok bağlı olduğuna inanırdı. Hüseyin Avni Paşa’dan önceleri nefret etmesine rağmen, para aldıkça ‘Avni Paşa, arslan oğluma sádıktır’ demeye başladı ve hiç kimseyi Paşa’nın aleyhinde konuşturmaz oldu’ (Ahmed Cevdet Paşa’nın Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu tarafından yayınlanan ‘Ma’ruzát’ından).
Nazi’nin daniskası Prens Harry’nin büyük amcasıydı
İNGİLTERE veliahdı Prens Charles’ın oğlu Prens Harry’nin bir kıyafet balosuna Nazi üniforması ile katılması, İngiltere’yi karıştırdı. Genç prens, düşüncesizliğinin cezası olarak Naziler’in İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yahudiler’i topluca katlettikleri bir kampı ziyaret edecek.
Londra’da 1936’da daha geniş boyutlu bir başka ‘Nazi’ tartışması yaşanmış ama tartışma o günlerde çok dar bir çevrede sınırlı kalmış ve sıradan İngilizler hadisenin ayrıntılarını ancak seneler sonra öğrenebilmişlerdi.
Tartışmanın başlangıçta herkes tarafından bilinmemesinin sebebi vardı, zira hadise bizzat zamanın kralıyla yani tarihlere ‘aşkını tahtına tercih eden romantik kral’ diye geçen Yedinci Edward ile ilgiliydi ve kral hem Nazi sempatizanıydı, hem de özel hayatında biraz ‘değişik’ şekilde yaşamaktaydı.
HİTLER’İZİYARETETTİ
İşte, İngiliz sarayını 1936’da allak bullak eden ve ayrıntıları bundan birkaç sene önce ortaya çıkan hadisenin içyüzü:
Babası Beşinci George’un ölümü üzerine 1936’nın 24 Ocak’ında tahta çıkan Edward’ın iki kocadan boşanmış olan Wallis Simpson adında Amerikalı bir kadına áşık olduğu ve Simpson ile evlenmeyi kafasına koyduğu işitildi.
Parlamento ile hükümet ise, iki koca eskitmiş bir kadının İngiltere’nin müstakbel kraliçesi olmasına karşıydı. İngiliz gizli servisi, Bayan Simpson’u takip altına aldı ve Amerikalı hanımın kralın yanısıra Guy Marcus Trundle adında bir otomobil satıcısıyla da beraber olduğunu farketti.
Takipler daha da yoğunlaştı ve Bayan Simpson’un çok tehlikeli bir diğer ilişkisinin daha bulunduğu anlaşıldı: Kralın sevgilisi, Hitler’in o tarihlerde Londra Büyükelçisi olan ve daha sonra Nazi Almanyası’nın Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Joachim von Ribbentrop ile de beraberdi. Tam bir Nazi sempatizanı olan Bayan Simpson, sarayda konuşulanları günü gününe Alman büyükelçisine naklediyor, sadece nakletmekle de kalmıyor, üstelik elçiyle yatağa bile giriyordu ama kralın hiçbirşeyden haberi yoktu.
Başbakan Stanley Baldwin ile ülkenin güçlü adamı Winston Churchill, áşık kralı sert şekilde uyardılar ve çare kralın tahtı bırakmasında bulundu. İçerisinde ‘Sevdiğim kadının yardımı ve desteği olmadan krallık görevlerimi yerine getiremem’ şeklinde romantik ifadelerin yeraldığı bir bildiri yayınlayan Yedinci Edward, 10 Aralık 1936’da sadece 325 gün oturduğu tahtından feragat etti. Yerini kardeşi George aldı, Edward memleketinden ayrılıp hayatı boyunca devam edecek olan bir sürgüne gitti ve Bayan Simpson ile sürgünde evlendi. Artık ‘Windsor Dükü ve Düşesi’ ünvanını taşıyan Edward ve Wallis çifti bir ara Almanya’ya giderek hayranı oldukları Adolf Hitler’i ziyaret edeceklerdi.
ÜÇLÜ İLİŞKİ DEDİKODUSU
Edward ile Wallis, daha sonra da skandallarla dolu bir hayat geçirdiler. Fransa’da yaşadıkları senelerde aralarına zengin bir Amerikalı girdi ve jet sosyete senelerce bu ‘üçlü ilişki’ dedikodusuyla çalkalanıp durdu.
Yedinci Edward ile Prens Harry’nin arasındaki münaseb eti merak edenler için söyleyeyim: Edward’ın yerine geçen Kral Altıncı George, Harry’nin babaannesi Kraliçe Elizabeth’in babasıdır ve dolayısıyla Edward, Harry’nin babaanne tarafından büyük amcası olmaktadır.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2005
Politikayı bıraktıktan sonra yeniden edebiyata dönen Bülent Ecevit, Osmanlı tarihinin en netameli konularından biri, Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’yı idam ettirmesi hadisesi hakkında bir şiir yazdı ve şiirini gazetecilere okudu. Aynı konuyu Türk Edebiyatı’nda daha önce sadece tek bir kişi, 16. yüzyılın büyük şairi Taşlıcalı Yahya Bey işlemiş ama yazdığı şiir yüzünden başına gelmeyen kalmamış ve sürgünlerde can vermişti. Ben, Ecevit’in Şehzade Mustafa hakkındaki şiirini okuyunca, ‘Ecevit bundan beş asır önce yaşayıp da bu mısraları o zaman kaleme almış olsaydı, ákıbeti Yahya Bey’den beter olurdu’ diye düşündüm.
SİYASETİ bıraktıktan sonra evine kapanıp yeniden edebiyatla uğraşmaya başlayan Bülent Ecevit, yazdığı son şiirlerinden birini gazetecilere okudu. Şiir, Kanuni Sultan Süleyman’ın 1553’te boğdurttuğu büyük oğlu Şehzade Mustafa ile şehzadenin üzüntüden ölen kardeşi Cihangir’i konu alıyor ve Mustafa, Ecevit’in mısralarında Cihangir’e ‘İki büyük suçumuz var / Seninle benim Cihangir / Biri sevmek biri sevilmek / Bunca büyük suçlarla padişah olunmaz’ diyordu.
Gazetelerde yayınlanan bu şiiri okuyunca ‘Ecevit beş asır önce yaşamış ve bu şiiri o zaman yazmış olsaydı, başına mutlaka bir iş gelirdi; kellesini kaybetmese bile hayatının geri kalan kısmını sürgünlerde geçirirdi’ diye düşündüm. Zira 16. yüzyıl Türkiyesi’ni en fazla meşgul eden ve o zamanın en netameli konusu olan bu idam hakkında şiir yazmaya cesaret eden bir şair, Taşlıcalı Yahya Bey, ölümden son anda kurtulmuş ama hayatının geri kalan kısmını sürgünlerde sürüm sürüm sürünerek geçirmek zorunda kalmıştı.
Önce kısaca, Şehzade Mustafa’nın idamı hadisesinin ayrıntılarını anlatayım:
ASKERDEN DESTEK ALMIŞTI
Kanuni’nin beş oğlunun en büyüğü olan Mustafa, 1515’te doğmuştu. Annesi Gülbahar Hatun idi, çocukluğu babaannesi Hafsa Sultan’ın himayesinde geçmiş, daha sonra Manisa’ya o zamanın şehzadeleri için bir çeşit staj sayılan ‘sancakbeyliğine’ gönderilmiş ve kendisini zamanla herkese sevdirmişti. Akıllıydı, devlet idaresinden gayet iyi anlıyordu, asker tarafından destekleniyor ve tahtın Kanuni’den sonraki várisi kabul ediliyordu.
Mustafa’nın başını, işte böylesine sevilmesi ve Kanuni’nin büyük aşkı olan Hürrem Sültan’ın hırsı yedi. Padişahın Hürrem’den Mehmed, Bayezid, Selim ve Cihangir adlarında dört oğlu daha vardı ama bu dört şehzadenin hiçbiri geleceğin hükümdarı olarak görülmüyordu.
Kanuni’den sonra tahta kendi çocuklarından birinin geçmesini isteyen Hürrem Sultan, işe kızı Mihrimah’ı zamanın önde gelen devlet adamlarından Rüstem Paşa ile evlendirmekle ve Paşa’yı sadrazam yaptırmakla başladı. Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa ikilisi, Şehzade Mustafa’yı karalamak için yoğun bir kampanyaya giriştiler. Bu maksatla kazıtılan sahte mühürlerle şehzadenin ağzından İran Şahı Tahmasb’a mektuplar gönderildi ve Şah’ın cevaplarının Kanuni’nin eline geçmesi bile sağlandı. Etrafa yine Mustafa’nın ağzından ‘Babam artık yaşlıdır, tahttan çekilip İstanbul dışındaki saraylardan birine kapanmalıdır’ gibisinden dedikodular yayılınca, söylenenlere o zamana kadar itibar etmeyen Kanuni Süleyman işin ciddi olduğuna inandı ve kendisine rakip gördüğü oğlunu ortadan kaldırmanın yollarını aramaya başladı.
Hükümdar, aradığı fırsatı 1553’ün 6 Ekim’inde buldu. Ordusuyla beraber Nahcıvan üzerine sefere çıkan Kanuni, Konya Ereğlisi’nde konaklamış ve oğlu Mustafa da askerleriyle beraber babasının ordusuna katılmak üzere Konya’ya gelmişti.
Şehzade Mustafa, elini öpmek üzere Kanuni’nin bulunduğu çadıra girdi, o sırada bir yayı germekte olan babasını görünce hürmetle selámladı ama hükümdardan ‘Ah köpek! Sende beni selámlayacak cesaret hálá var mı?’ sözlerini işitti ve Kanuni çadırı terkedip gitti. Tam bu sırada içeriye giren yedi cellád, şehzadenin üzerine atladılar. Mustafa celládların birkaçını yere serdi ama Zal Mahmud Ağa’nın taktığı bir çelmeyle yere yuvarlanınca celládlar üzerine üşüştüler ve şehzadeyi kemendle boğdular.
Sevdiği kadının, yani Hürrem Sultan’ın ihtirası uğruna evlád katili olan Kanuni Süleyman, askerin tepkisinden çekindiği için damadı Rüstem Paşa’yı hemen o gün azletti. Ama hükümdarın bahtsızlığı bu kadarla kalmayacak, en sevdiği oğlu olan Cihangir, ağabeyi Mustafa’nın idamı üzerine ruhi bunalıma girerek bir buçuk ay kadar sonra aniden ölüverecek, Kanuni daha sonra İran’a iltica eden diğer oğlu Şehzade Bayezid’i de idam ettirmek zorunda kalacaktı.
Şehzade Mustafa’nın boğdurulması, o dönem Türkiyesi’nde herkese büyük bir şaşkınlık yaşattı. Kanuni’nin korkusundan hiç kimse söz edemez haldeydi ama suskunluğu sadece bir kişi, zamanın en büyük şairlerinden olan Taşlıcalı Yahya Bey bozdu, Mustafa hakkında bir mersiye kaleme aldı ama bu şiiri yüzünden de başına gelmeyen kalmadı.
SÜRGÜNDE BEŞ PARASIZ ÖLDÜ
Sarayda önce şairin idamı tartışıldı fakat elini daha fazla kana bulamak istemeyen Kanuni, Yahya Bey’e dokunmadı ama iki sene sonra yeniden sadrazam olan Rüstem Paşa, şaire etmediğini bırakmadı. Onunla ilgili herşeyi didik didik ettirdikten sonra Yahya Bey’i Balkanlar’da küçük bir kasaba olan İzvornik’e sürdü. Bir zamanlar sarayda hemen herkesten saygı gören Yahya Bey’i artık ölümüne kadar devam edecek olan bir sefalet bekliyordu.
İşte, Bülent Ecevit’in Osmanlı tarihinin en netameli meselelerinden biri kabul edilen Şehzade Mustafa’nın idamını konu alan şiiri, bana Taşlıcalı Yahya’nın bu acı ákıbetini hatırlattı. Ecevit acaba o günlerde yaşamış ve bu şiiri o sırada yazmış olsaydı acaba nereye sürgün edilirdi dersiniz? Musul yahut Felluce taraflarına mı, yoksa manastırlarıyla meşhur Aynaroz’a mı?
Ecevit’in netameli şiiri
İki büyük suçumuz var
Seninle benim Cihangir
Biri sevmek biri sevilmek
Bunca büyük suçlarla
padişah olunmaz
Biz insanız Cihangir
Bizden tahtlara han olmaz
Sıcağına bak yüreğimizin
Aktıkça gözlerden gözlere
Nasıl eritir birbirini
Tahtların karlı doruğunda
Yahya Bey bu şiir yüzünden sürüm sürüm sürünmüştü
‘MEDED meded bu cihánın yıkıldı bir yánı / Ecel celálileri aldı Mustafa Hán’ı / Dolundu mihr-i cemáli bozuldu erkánı / Vebále koydular ál ile Ál-i Osman’ı / ...Yalancının o kuru bühtánı, buğz-ı pinhánı / Akıtdı yaşımızı yakdı nár-ı hicránı / ...N’olaydı görmeye idi bu maceráyı / Yazıklar áne ki revá gördü bu re’yi gözüm / Nesim-i subh gibi yerde koyma áhımızı / Hakaret eylediler nesl-i pádişahimizi / Bunun gibi işi kim gördü kim işitti aceb / Ki oğluna kıya bir server-i Ömer-meşreb / ... İláhi cennet-i firdevs ána durağ olsun / Nizám-ı álem olan pádişah sağ olsun’
(Ecel haydutları Mustafa Hán’ı aldılar ve bu cihánın bir yanı yıkıldı, medet medet! Yüzünün güzelliğinin güneşi battı, herşeyi dağıldı, Osmanlı hile ile vebal altında kaldı. Yalancının o kuru iftirası ve gizli nefreti yüzünden gözlerimizden yaşlar aktı, içimizde ayrılık ateşi yandı. Bu olup bitenleri görmesek ne kadar iyi olurdu ama maalesef bütün fenalıkları görmek zorunda bırakıldık. Áhımız sabah rüzgárı gibi yerlerde kalmasın, zira padişahımızın soyu hakarete uğradı! Hazreti Ömer’i andıran bir hükümdarın oğluna kıydığını bugüne kadar kim gördü, kim işitti acaba? Cennet bahçeleri Şehzade Mustafa’nın durağı, álemin düzeni olan padişahımız da sağ olsun)
Yeniçerilikten divan şiirinin zirvesine tırmanmıştı
TÜRK Klasik Edebiyatı’nın en seçkin şairlerinden olan Yahya Bey, Arnavut devşirmesiydi. 1400’lü yılların sonuna doğru doğdu, İstanbul’a getirildi, yeniçeri yapıldı ve hayatı bir cepheden ötekine koşmakla geçti.
Katıldığı savaşlar sırasında devrin hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman için yazdığı övgü dolu şiirlerle zamanın en meşhur şairlerinden sayıldı ve saray çevresinde de kabul gördü. Ancak, Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa’nın idamı üzerine meşhur mersiyesini yazmasından sonra büyük sıkıntılara uğradı, önceden tahsis edilmiş olan gelirleri elinden alındı ve Balkanlar’daki İzvornik sancağına sürgün edildi. Daha sonra Kanuni’ye ve İkinci Selim’e bazı şiirler sundu ise de ikbal kapıları Yahya Bey’e artık kapanmıştı. Son yıllarında tasavvufla uğraştı ve hayata 1582’de İzvornik’te veda etti.
Şiirlerinde günlük hayatın unsurlarına geniş şekilde yer veren ve Türkçe’yi aruz vezni ile mükemmel şekilde kullanan Yahya Bey, Divan Edebiyatı’nın kurucularından ve en önemli şairlerindendi.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2005
Güney Asya’da yaşanan deprem ve tsunami feláketi, şimdi ‘Muhtemel bir Marmara depremi tsunami yaratır mı?’ sorusunu gündeme getirdi. Depremlerle asırlar boyunca beşik gibi sallanan İstanbul, önceki yüzyıllarda tsunamiyi de defalarca yaşamıştı ama şehri harap eden dev dalgaların boyu, Güney Asya’daki kadar büyük olmamıştı. İşte, geçmişteki Marmara ve İstanbul depremlerinden tsunami feláketine de yolaçanlardan bazıları...
GÜNEY Asya’da yaşanan deprem ve hemen arkasından bastıran tsunami, muhtemel bir Marmara depreminden sonra bizde de benzer bir tsunaminin olup olmayacağı sorusunu gündeme getirince, Jeofizik Mühendisleri Odası bir açıklama yaptı. Açıklamada ‘Tarihsel kaynaklara göre Marmara ve Akdeniz’de tsunamiye rastlanmıştır. ...Oluşacak tsunaminin Sumatra’da ve Endonezya’da meydana gelen boyutta olmayacağı, konunun uzmanları tarafından ifade edilmektedir’ deniyordu.
Jeologların açıklamasını okuyunca, Marmara’da bir zamanlar yaşanan bu tsunamilerin kısa bir listesini vereyim dedim.
Marmara bölgesi yazılı tarihten önceki zamanlarda da sallanmıştı ama tarihçilerin kaydedip hakkında detaylı bilgi verdikleri ilk deprem bundan tam 1976 yıl önce, Miláttan Sonra 29’da oldu ve sarsıntının merkezi Gemlik Körfezi idi. İstanbul’un kayda geçen ilk depremi ise tam 1642 yıl önce, 1 Şubat 363’te yaşandı.
Şehir, aradan geçen asırlar boyunca hiç durmadan sallandı. Sarsıntıların bazısı hissedilmeyecek derecede küçüktü ama bazıları büyük oldu ve gerek Bizans, gerekse de Osmanlı zamanında hemen bütün depremler kaydedildi.
İşte, bu depremlerden tsunami feláketine de yolaçanlardan bazıları:
15 Ağustos 553: İstanbul 40 gün boyunca sallandı ve 554 yılının Temmuz ve Ağustos’unda da bir deprem fırtınası esti, Yedikule’nin etrafındaki surlar yıkıldı, daha sonra kiliselerle surların geri kalan kısmı yerle bir oldu ve Marmara’da patlayan dev dalgalar şehrin iç kısımlarına kadar ilerledi. Aynı günlerde İzmit de sarsıldı ve baştan başa yıkıldı.
Ağustos 1265: Gece başlayan sarsıntının merkezi, Marmara Adası’nın çevresiydi. Adadaki dağlardan biri yarıldı, kırılan parça denize düştü, büyük dalgalar meydana geldi ve Marmara’nın sahilleri sular altında kaldı.
17 Temmuz 1296: Sarsıntılar, Mayıs’ın üçüncü haftasında meydana gelen Ay tutulmasından sonra başladı, iki ay boyunca devam etti ve en büyük sarsıntı 17 Temmuz akşamı yaşandı. Surlar yıkıldı, birçok ev ve kilise yerle bir oldu ve şehrin bazı semtleri dev dalgaların altında kaldı.
17 Ocak 1332: Geceyarısından sonra başlayan sarsıntı evlerin yanısıra şehrin birçok büyük binasını da yerle bir etti ve bir ay kadar sürdü. 12 Şubat akşamı Marmara’da patlayan şiddetli bir fırtınanın ardından deniz kabardı ve surları yıkarak karanın iç kısımlarına doğru ilerledi.
18 Ekim 1343: Şehir, sabahın erken saatlerinde merkezi Marmara Denizi olan bir depremle sallandı ve güneşin batmasından hemen sonra ikinci büyük sarsıntı geldi. Denizin yükselmesiyle beraber ortaya çıkan dev dalgalar Boğaz’ın iç kısımlarına kadar ilerledi ve o zamanki adı Stauros olan bugünün Beylerbeyi sular altında kaldı. Karadan içeriye iki kilometre kadar uzanan dalgalar limanlardaki tekneleri de iç kısımlara sürükledi. Suların çekilmesinden sonra her yerin çamur tabakasıyla ve ölü balıklarla kaplandığı görüldü.
14 Eylül 1509: Artık Osmanlı’ya başkentlik etmekte olan şehir, bu defa 18 gün devam eden bir áfet yaşadı. Şehrin alçakta kalan mahallelerinde çok büyük hasarlar oldu, 109 cami ile 1070 ev yıkıldı. Kara ve deniz surlarıyla Topkapı Sarayı’nı çeviren duvarlar kısmen çöktü. Galata ile Eminönü taraflarında yer yarıldı, yarıklardan kum fışkırdı ve denizin taşması üzerine Haliç’in her iki yakası da sular altında kaldı. Bu sırada gelen dev dalgalar deniz surlarının büyük kısmını yerle bir etti. İstanbul’un tarihindeki en büyük depremlerden olan bu sarsıntılar sırasında en az 13 bin kişi can verdi ve sayısı bilinmeyen çok sayıda İstanbullu da açılan yarıklara düşüp kayboldu. Topkapı Sarayı’nın birçok kısmı harap olduğu için, devrin Hükümdarı İkinci Bayezid bile, aylarca sarayın bahçesinde kurulan bir çadırda yaşayacaktı.
22 Mayıs 1766: İstanbul o gün, tarihinin en büyük deprem serilerinden birini daha yaşadı. Nisan ayında başlayan ve Mayıs’a kadar devam eden sarsıntıların en kuvvetlisi 22 Mayıs günü meydana geldi ve merkezi Marmara Denizi olan deprem, İzmit’ten Tekirdağ’a kadar uzanan bölgeyi yerle bir etti. İstanbul’da ve Boğaz’da dev dalgalar oluştu, Galata ile Eminönü tarafları sular altında kaldı, rıhtımlar koparak denize sürüklendi, deniz Boğaziçi’nin birçok semtinde karanın iç taraflarına doğru ilerledi, Marmara’daki bazı ıssız adalar yarılarına kadar batarak küçüldüler ve bu sırada Mudanya Körfezi’nde de dev dalgalar görüldü. Şehirde evler yerle bir oldu ve birçok caminin kubbesi yıkıldı. O yılın sonbaharı hiç bitmeyen sarsıntılarla geçti. 5 Eylül’de İzmir harab oldu ve áfet 1767 Kasım’ında tekrar İstanbul’a döndü, bu defa Vezirhanı ile Bayezid ve Fatih camiilerinin kubbeleri çöktü. 1766 depremi, tarihlere İstanbul’un 1509’dan sonra yaşadığı en büyük feláket olarak geçecekti.
Yeni yılın ikinci gününün sabahı böylesine tatsız bir konuyu gündeme getirmeyi istemezdim fakat tsunami konusunda artık her kafadan bir ses çıkmaya başlayınca, İstanbul’da yaşanan tsunamilerin kısa bir geçmişini vermeden edemedim. Bu feláketlerin ayrıntılarını merak edenler Esin Ozansoy’un, N.N.Ambraseys ile C.F.Finkel’in ve Nuriye Pınar’ın çalışmalarına müracaat edebilirler.
Devrik padişah, hapiste 28 sene boyunca beste yapmıştı
HÜKÜMDARLARIN ve hanedan mensuplarının güzel sanatlarla, özellikle de musiki ile uğraşmaları ve bu işi profesyonel seviyede yapmaları, eski devirlerde bir gelenekti. İngiltere’den Çin’e, Hawaii’den Hindistan’a kadar birçok ülkenin hükümdarı musikiye merak salmış ve besteleri asırlar boyunca icra edilmişti.
Aynı gelenek Türk devletlerinde de mevcuttu ve Timuri Devleti’nde 1470 ile 1506 yılları arasında hüküm süren Hüseyin Baykara, musiki tarihinde önemli bir yer edinmişti. Ádet daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda da devam etti ve padişahların yanısıra şehzadelerle sultanlar arasından profesyonel müzisyenler yetişti. Üçüncü Selim’in, İkinci Mahmud’un ve Sultan Abdüláziz’in besteleri, bugün klasik repertuvarımızın en seçkin eserleri arasında yeralıyor.
Türkiye’de 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde giderek artan batılılaşma merakı, sarayın musiki zevkini de değiştirecek ve Osmanoğulları’ndan bazıları artık Batı Müziği ile ilgilenmeye başlayacaklardı. Alaturkanın yanısıra alafranga eserler de veren Sultan Abdüláziz’den itibaren Beşinci Murad’ın ve Halife Abdülmecid Efendi’nin yanısıra çok sayıda hanedan mensubu Batı formlarında besteler yaptılar.
1876’da padişah olan Beşinci Murad iktidarda sadece 93 gün kalabilmiş, o yılın 31 Ağustos’unda tahtından indirilmiş, yerini İkinci Abdülhamid almış, Çırağan ve Feriye Sarayları’nda ölümüne kadar 28 yıl boyunca hapis yaşayan sabık hükümdar, günlerini piyano çalmakla ve eserler bestelemekle geçirmişti.
Beşinci Murad’ın, mahpusluk günlerinde bestelediği bu eserlerden bazıları, önümüzdeki salı akşamı Cemal Reşid Rey Konser Salonu’nda ilk defa seslendirilecek ve Dr. Emre Aracı’nın idaresindeki İstanbul Oda Orkestrası, hükümdarın ‘Bahtiyar bir günün polkası’, ‘Şáyán Kadınefendi’ye’ ‘Grand Galop’ ve ‘Vals’ gibi eserlerini icra edecek.
Devrik hükümdarın mahpusluk nağmelerini çok merak ediyorum.
Bizim kuruşumuz, Arapça’nın ‘karş’ıdır
GENÇ nesil, dünden itibaren ‘kuruş’ kavramı ile tanıştı. Kuruşlu günlerin yeniden başlaması bana 10 kuruşa simit, 40 kuruşa ‘1001 Roman’, 60 kuruşa ‘Tom Mix’ aldığımız, üçü beş kuruşa satılan mantarları sokaklarda patlattığımız 1960’ların gamsız günlerini hatırlattı ve yeni neslin bilmediği ‘kuruş’ kavramının nereden geldiğini yazmak istedim.
Kelimenin hangi dilden olduğu tartışmalıdır, Almanca ‘groşen’den yahut İtalyanca ‘grossi’den veya Arapça’nın ‘karaşa’ kökünden geldiği söylenir. ‘Karaşa’, klasik Arapça’nın en büyük sözlüklerinden olan ‘Kamus-ı Okyanus’ta ‘Şuradan buradan nesne biriktirip biribirine zam ve ilhak eylemek (birleştirmek) mánásınadır’ diye geçer. Kelimenin Arapça’daki teláffuz biçimi olan ‘karş’ bizde zamanla ‘kuruş’ haline gelmiştir ama kalın ‘k’ demek olan ‘kaf’ harfi kelimenin başında olduğu zaman günlük Arapça’da okunmadığı için, Araplar kuruşa ‘erş’ derler.
‘Kuruş’ sadece bizde yahut Araplar’da değil birçok batı dilinde de vardır ve Macarca’da ‘garaçe’, İtalyanca’da ‘grosso’, Slav dillerinde ‘groş’, Almanca’da da ‘groşen’ diye geçer.
‘Kuruş’, doğu ve batı dünyasında işte böyle geniş bir şekilde yeralıyor ama kelimenin kökü bana kalırsa Arapça ‘karaşa’ yahut ‘karş’ sözünden geliyor ve Arapça’daki ‘Haşhaşi’nin Batı’da ‘Assasin’, ‘el-cebir’in ‘algebra’, ‘Alah’ın da ‘Ole’, olması gibi ‘karaşa’ da ‘groşen’ hálini almış gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2004
Kütüphanemde, senelerden beri itina ile sakladığım bir günlük vardır: 1914’teki Sarıkamış faciası sırasında Allahuekber Dağları’nda eriyip giden 3. Ordu’nun kumandanı Hafız Hakkı Paşa’nın günlüğü... Bugüne kadar bırakın kitap haline getirmeyi, bir yazıda bahsetme fırsatını bile bir türlü bulamadığım bu günlüğün bazı bölümlerini, öncülüğünü seneler boyu binlerce kişiye
hayat veren Sarıkamış doğumlu kalp cerrahı Prof. Dr. Bingür Sönmez’in yaptığı ‘90. yılda 90.000 şehit anılıyor’ sloganıyla başlayan Sarıkamış programı sayesinde yayınlayabiliyorum. İşte, Sarıkamış faciasının sorumlularından olan Hafız Hakkı Paşa’nın kaleminden Birinci Dünya Savaşı’na girişimizin ve Allahuekber Dağları’nda yaşanan büyük hüznün öyküsü...
SARIKAMIŞ’taki şehitlikte bugün büyük bir heyecan rüzgárı esmekte... Karlarla kaplı Allahuekber Dağları’nda 1914 Aralık’ının son günlerinde yaşanan, tarihlerimize ‘Sarıkamış faciası’ diye geçen ve onbinlerce Mehmetçik’in canına málolan büyük bozgunun 90. yıldönümü münasebetiyle düzenlenen anma törenine katılan binlerce kişi, şu anda şarkılarla, marşlarla ve dualarla şehitlerimizi yádediyorlar.
Öncülüğünü bugüne kadar binlerce kişiye hayat veren Sarıkamış doğumlu kalp cerrahı Bingür Hoca’nın yani Prof. Dr. Bingür Sönmez’in yaptığı ‘90. yılda 90.000 şehit anılıyor’ sloganıyla başlayan böylesine geniş çaplı Sarıkamış programı, bana kütüphanemde senelerden beri itina ile sakladığım bir günlükten sözetme fırsatını verdi: Sarıkamış bozgununun önde gelen isimlerinden olan Hafız Hakkı Paşa’nın günlüğünden...
‘Sarıkamış bozgunu’nun ayrıntılarını bilmeyebilirsiniz, zira bahsi pek geçmeyen bir faciadır, bu yüzden kısaca anlatayım:
Kars ve Ardahan, ‘93 Harbi’ diye bilinen 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Ruslar’ın eline geçmiş ve Sarıkamış kasabasına kuvvetli bir Rus garnizonu yerleştirilmişti.
SARAYIN DAMATLARI
Birinci Dünya Savaşı’na girmemizden hemen sonra, o günlerde devletin en güçlü adamı olan ve ‘Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili’ ünvanını taşıyan Enver Paşa, Anadolu’nun doğusunu Rus işgalinden kurtarıp Kafkaslar’a uzanabilmek için Sarıkamış’ı hedef alan bir harekát hazırlığına girişti. Paşa’yı bu harekáta yönlendirenlerin başında, onun gibi ‘sarayın damadı’ olan bir başka asker, Albay Hafız Hakkı Bey vardı.
Ve, çoğumuzun hálá bilmediği bir husus: Türkiye’nin o günlerdeki genelkurmay başkanı Türk değil, bir Alman generaliydi: General Bronsart von Schellendorf!
Enver Paşa, diğer kumandanların ‘ordu hazırlıksız, üstelik kış bastırmak üzere’ yolundaki uyarılarına dinlemedi, Erzurum’a gitti, komutayı üstlendi, 10. Kolordu’nun başına Albay Hafız Hakkı Bey’i getirdi ve harekát 22 Aralık 1914’te başladı. İşin sonunun kötü olacağını kestiren bazı komutanlar, o günlerde ardarda istifa etmişlerdi.
DAĞLARA TIRMANDILAR
Paşa’nın savaş plánına göre, üç kolordudan meydana gelen 3. Ordu’nun bir bölümü Allahuekber Dağları’nı yürüyerek aşacak ve Sarıkamış kuşatılacaktı. Ama bazı komutanların ‘Sarıkamış’a ilk giren olma’ hayaliyle kendi başlarına harekete kalkışmaları, Hafız Hakkı Bey’in kaçan Rus birliklerini takip ederek kuşatma hattını lüzumsuz yere genişletmesi ve onbinlerce askeri kışlık elbiseleri olmadan karlarla kaplı Allahuekber Dağları’na tırmandırması büyük feláketi getirdi.
Birliklerimizden bazıları Sarıkamış’a girmeyi başarmalarına rağmen Ruslar tarafından yokedildiler ama asıl facia dağlarda yaşandı: Ruslar’a karşı henüz tek bir kurşun bile atmamış olan onbinlerce askerimiz soğuktan donarak sonsuz bir uykuya daldı, binlercesi de tifüsten kırıldı. 25 ve 26 Aralık günlerinde vaziyetimiz çok daha kötüleşti ve 3 Ocak’ta artık herşeyin bittiğini anlayan Enver Paşa, Albay Hafız Hakkı Bey’i ‘Paşa’ yaparak 3. Ordu’nun başına geçirdikten sonra Erzurum’a döndü. Daha birkaç gün önce onbinlerce askeri Allahuekber Dağları’na süren Hakkı Paşa 4 Ocak’ta geri çekilme emri verecek ve Sarıkamış harekátı böylesine büyük bir hüzünle noktalanacaktı.
GÖRÜLMEMİŞ SANSÜR
Enver Paşa, Erzurum’dan İstanbul’a dönüşünde Türkiye’de örneğine bugüne kadar bile rastlanmamış olan bir sansür uyguladı ve basında Sarıkamış harekátı ile ilgili olarak tek bir satır haber yahut resim çıkmadı. Sansür öylesine yoğundu ki, halk, Sarıkamış’ta nelerin yaşandığını seneler sonra öğrenebilecekti.
Ders kitaplarında bile sadece birkaç satırla geçiştirilen ama bizler için aslında Çanakkale Savaşı kadar önemli olan Sarıkamış faciası, Prof. Dr. Bingür Sönmez’in senelerdir devam eden çabaları sayesinde gündeme bu sene böyle yoğun bir şekilde geldi ve çoğumuz belki farketmedik ama, bu hatırlayış Türkiye’de bir ilke de öncülük etti: Şimdiye kadar sadece zaferlerini ve mutlu günlerini hatırlayan Türkiye, geçmişindeki bir bozgun feláketini de ilk defa Bingür Hoca’nın sayesinde anıyor!
Prof. Bingür Sönmez neşteriyle bugüne kadar binlerce kişiye hayat vermişti, öncülük ettiği Sarıkamış organizasyonuyla da şimdi onbinlerce şehidin ruhunu şádetti.
Hakkı Paşa cephede öldü karısı sürgünde can verdi
HAFIZ Hakkı Paşa, sorumlularından olduğu Sarıkamış faciasını 16. asırda düşmanlarına esir düşen Fransa Kralı Birinci Fransuva’nın ‘Şereften başka herşey mahvoldu’ cümlesiyle özetlemişti.
1879’da Manastır’da doğan Hafız Hakkı Paşa, 23 yaşında kurmay yüzbaşı oldu, Balkanlar’daki çetelerle uğraştı, bir ara Viyana’ya askeri ataşe olarak yollandı ve 1914’te henüz yarbay iken Genelkurmay İkinci Başkanlığı’na getirildi.
7 Aralık 1914’te Kafkas Cephesi’ndeki 10. Kolordu’nun kumandanı oldu ve Sarıkamış bozgunundan sonra ‘Paşa’ yapılarak 3. Ordu’nun kumandanlığına tayin edildi. Ancak paşalığı 1,5 ay kadar sürecek, akıbeti Alahuekber Dağları’nda can veren askerlerin akıbetiyle aynı olacak ve tifüse yakalanan Hafız Hakkı Paşa hayata 1915’in 15 Şubat’ında, Erzurum’da veda edecekti.
‘Vicdani’ takma adıyla gazetelere çok sayıda makale yazan, ‘Şanlı Asker’ ve ‘Bozgun’ adında iki de kitabı olan Hafız Hakkı Paşa, Sultan Beşinci Murad’ın torunlarından Behiye Sultan ile evlenmiş ve ‘Dámád-ı Şehriyári’, yani hükümdar damadı olmuştu. Kocasının hatırasına hayatının sonuna kadar sıkı sıkıya bağlı kalan Behiye Sultan, 1924’te Osmanlı Hanedanı’nın bütün mensuplarıyla beraber Türkiye’den sürgüne gönderilecek ve hayata 1940’lı senelerde Kahire’de büyük bir yokluk içerisinde veda edecekti.
Hafız Hakkı Paşa’nın Osmanoğlu ailesi vasıtasıyla bana intikal eden günlükleri, 1915’in 12 Ocak günü yazılan satırlarla nihayete eriyor, zira Paşa, o tarihten itibaren kendisini ölüme götürecek olan hastalığın pençesine düşmüş bulunuyor.
Aşağıda, Hafız Hakkı Paşa’nın günlüklerinden Birinci Dünya Savaşı’na girişimizin ve Sarıkamış Harekátı’nın öncesi ile sonrasının anlatıldığı bazı bölümleri, diline ve üslubuna dokunmadan naklediyorum:
KASIM 1914: Mateessüf, sabah, donanmamızın düşman donanmasıyla harbe tutuştuğu haberi geldi ve hemen Alman erkán-ı harbiyyesi (genelkurmayı) ile temas edildi. Mezkur erkán-ı harbiyyenin bizden şunları istediğini anladık:
- Hemen, Karadeniz’de hareket.
- Mısır istikametinde mümkün mertebe çabuk ilerlemek.
- Cihad-ı mukaddes (kutsal savaş) ilán etmek.
Ben, bunların üçünü de saçma addediyorum fakat ne yapayım? Madem ki müttefik? Dik Alman kafasına láf anlatmak da kabil değil. Bir kerre de harp başlamış! Artık olacak!
Harp nasıl başladı: Donanma kumandanına şöyle bir emir hazırlanmış idi: ‘Rus donanmasını mahvederek Karadeniz’de hákimiyet kazanınız’. Bu emir, benim kasamda duruyordu. Ancak icabında ve zamanında verilecekti. Bizim hareketimizden evvel, Nazır (Harbiye Nazırı Enver Paşa) emri istedi. ‘Şuson’a (Alman amirali) vereceğim. Kapalı bir zarf içinde. Lázım olduğu zaman emri aç! diyeceğim’ dedi. Ben şüphelendim, rica ettim, dinlemedi.
Halbuki, iş büsbütün başka türlü imiş ve Şuson kendisi Alman kafasıyla yapmış, etmiş, bizi vakitsiz bir harbe sürüklemiş. Bundan sonra artık vaziyeti selámete çıkarmak için canla-başla çalışmak lázım.
ARALIK 1914: Hastaların yemekleri ve háli bir türlü düzelemiyor. Bugün yine birçok adam dövdüm ve derken yine bir feláket karşısında bulundum:
Hastahane yanında bir hasta nefer, titrek ayaklarıyla matarasını doldurmaya gidiyor! Sordum:
- Niçin gidiyorsun?
- Ne yapayım efendim, para ile su satıyorlar. Benim param yok!
- Kim satıyor?
- .....
- ..... kim?
- Hademe.
- Haydi göster.
Yürüdük. Zavallı, canlı cenaze gibi. Hastahaneden ahıra girdik. Yine iki ölü vardı.
İçeride bir teláş. Su değil, ekmek satılıyordu. İri yarı bir çavuş. 60 para, beş kuruşa ekmek satıyordu. Öldüresiye vurdum. Taşla kafasını ezdim. Firara koyuldu (kaçmaya çalıştı). Yanımdaki mülázım (teğmen) Küçük Münir yetişti, herifi altına aldı. Bir kasatura buldum, kafasını gözünü parçaladım.
10 OCAK 1915: Hava güzel, ben hastayım. Derece-i hararetim (ateşim) 37,5. Her tarafım ağrıyor. Vaziyet yine sakin. ...Yaralılara maaşlarına mahsuben 10 kuruş verdirdim. ... yaralı çavuşların Erzurum’a sevkini emrettim.
Ve, Bingür Hoca’ya küçük bir not: Paşa’nın günlüğünü o kadar istemenize rağmen 25 Aralık’a yetiştiremedim ama merak etmeyin, yakında yayınlayacağım...
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2004
Geçtiğimiz perşembe gecesi Brüksel’e odaklanan Türkiye’nin cuma gecesi Semra Hanım’a kilitlenmesi, bana Türk Edebiyatı’nın konusunu kaynanalardan alan en meşhur eserini, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1927’de yayınladığı ve içerisinde Türk Edebiyatı’nın en güzel kaynana tiplemesinin bulunduğu ‘Kaynanam Nasıl Kudurdu?’ isimli romanını hatırlattı. Kitabı seneler sonra o gece yeniden okudum ve romanın kahramanı Kuduruk Makbule’nin, Semra Hanım’ın eline su bile dökemeyeceğini farkettim. Semra Hanım’ın, haftalardan buyana yaptıklarıyla eserinde dört dörtlük şirret bir kaynana portresi çizen koskoca Hüseyin Rahmi’nin hayallerini bile geride bıraktığını görünce, mukayese yapabilmeniz için Kuduruk Makbule’nin macerasını anlatayım dedim.
GEÇTİĞİMİZ perşembe gecesi Brüksel’e odaklanan Türkiye, cuma gecesini de yine ekran başında ama bu defa Semra Hanım’a kilitlenerek geçirdi.
Haftalardan buyana neredeyse AB konusundan daha fazla tartışılır hale gelen Semra Hanım önceki gece yarışmanın birincisi olan müstakbel gelini Sinem tarafından bir güzel elendi ama etrafına çektirdikleriyle daha bir müddet gündemden inmeyecek gibi.
Semra Hanım’ın birdenbire Türkiye’nin neredeyse en meşhur siması haline gelivermesi, bana Türk Edebiyatı’nın konusunu kaynanalardan alan en meşhur eserini hatırlattı: Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1927’de yayınladığı ve içerisinde Türk Edebiyatı’nın en güzel kaynana tiplemesinin bulunduğu ‘Kaynanam Nasıl Kudurdu?’ isimli romanını...
TV’deki yarışmaya gözüm önceki gece son defa takıldığında ‘Kaynanam Nasıl Kudurdu?’yu kütüphanemden çıkartıp yeniden okudum ve romanın kahramanı Kuduruk Makbule’nin, Semra Hanım’ın eline su bile dökemeyeceğini farkettim. Semra Hanım, haftalardan buyana yaptıklarıyla, eserinde dört dörtlük şirret bir kaynana portresi çizen koskoca Hüseyin Rahmi’nin hayallerini bile geride bırakmıştı.
İşte, Türk Edebiyatı’nın efsane kaynanası Kuduruk Makbule’nin kısa öyküsü:
Makbule Hanım, çocuk yaştayken babasından da yaşlı bir adama verilmiş ve genç yaşında dul kalmıştır. Beşiktaş’taki konağında kızı Vehibe, oğlu Ali Harun, damadı Osman Zihni ve torunlarıyla beraber yaşamakta; konağın izbe köşelerine çıkınlar içerisinde altın saklamaktadır.
Seneler öncesinden tozutmuş olan Makbule Hanım, erkeğe ve paraya düşkündür. Oğlu yaşındaki gençlere göz süzüp gerdan kırmakta ama parasından çocuklarına zırnık koklatmamakta, servetini çıkınlar ve keseler içerisinde konağın kendisine ait kısmında tutmaktadır.
Günün birinde Vassaf Bey isminde genç bir avukatla tanışır ve sırılsıklam áşık olur. Konağa gündüz erken saatte gelen avukatı geceleri odasında alıkoymakta, işe içki álemleriyle başlayıp arkasını getirmekte ve neticede ailesi mahalleye rezil olmaktadır. İşin garip tarafı, genç avukat da annesi yaşındaki kadına gönül vermiş gibidir ve Hüseyin Rahmi’nin ifadesiyle ‘Ah hayatım, ruhum! Bana varmazsan genç yaşımda canıma kıydırırsın. Vallahi sensiz gözüme dünyalar zindan olur. Makbule’ciğim, sensiz yaşayamam’ diye çırpınmaktadır.
Makbule Hanım’ın kızı Vehibe ile oğlu Ali Harun, İstanbul’da nefesi kuvvetli diye bilinen ne kadar hoca, cinci ve büyücü varsa dolaşırlar ama kaynana bir türlü yola gelmez. Makbule Hanım’ın esrar ve morfin cinsinden bütün uyuşturuculara müptelá olan oğlu Ali Harun ise, günün birinde bir işe kalkışır: Annesini öldürmek ister ama damadın mani olmasıyla bir başka yol arar ve gider; önce annesini, sonra da annesinin sevgilisi Vassaf’ı boyunlarından ısırır, soranlara ‘Beni sokakta geçen gün köpek ısırmıştı. Meğer kuduzmuş, ben de gidip annemı ısırdım, hep beraber öleceğiz ve bu rezalet son bulacak’ der.
Aile konaktan alınıp hastahaneye kapatılır, Makbule Hanım’da kudurma alámetleri başladığı sırada meselenin aslı tesadüfen ortaya çıkar: Ali Harun kuduz değildir. Kuduz taklidi yaparken annesini korkudan öldürmeye ve parasının üstüne oturmaya çalışmaktadır. İşe damat Osman Zihni el koyar, kurduğu tezgáhla kaynanası Makbule Hanım’ı ve genç avukat Vassaf’ı bir güzel kavga ettirir ve Vassaf çekip gider. Hastahaneden taburcu edilen Makbule Hanım’a elli yaşlarında bir koca bulunur ve kızıyla damadı da konakta buldukları çıkınlar içindeki paraların sahibi olurlar.
1920’lerin unutulmaz kaynanasının yaratıcısı olan Hüseyin Rahmi, şimdiki TV cinnetimizi görmüş olsaydı ‘Kaynanam Nasıl Kudurdu?’yu bugünlere kimbilir nasıl uyarlardı, merak ediyorum.
Kaynana sözlüğü
ESKİ sözlüklerde ‘kayın’ sözünün Türkçe’nin eski devirlerinden kalma bir kelime olduğu söylenir ve karşılığı ‘evlilik yoluyla aileye giren kişi’ diye yazılır.
‘Kayın’ ve ‘ana’ sözlerinden meydana gelen ‘kaynana’ ise bileşik bir isimdir ve Türkçe’de ‘kayın’ kelimesine diğer sözlerin ilávesiyle yapılan daha başka birçok kavramlar vardır.
İşte, bu kavramların küçük bir sözlüğü:
‘Kaynanaçiçeği’: Sahlep.
‘Kaynanadili’: Kaktüs ve bir tür iğne oyası.
‘Kaynanayumruğu’: Sebze gibi yenen kırmızı bir ot.
‘Kayınikeç’: Büyük baldız.
‘Kayınsinil’: Küçük baldız.
‘Kayınaga’: Büyük kayınbirader.
‘Kayınini’: Küçük kayınbirader.
‘Kaynanazırıltısı’: Çevirdikçe ses çıkartan bir tür oyuncak.
Ve, Türkçe’de kaynanayla gelin arasındaki málum münasebetleri anlatan birkaç deyim:
‘Kaynana pamuk yumağı olup raftan düşse, gelinin başını yarar’, ‘Kaynana böcü, oğlun cici’, ‘Kaynana gelinin altın duvağı’, ‘Gelin çiçek, her dediği gerçek; kaynana yılan, her dediği yalan’...
ZAPTİYE
Bütün intihalciler aynı savunmayı yaparlar!
SENELERDEN buyana çok sayıda intihal hadisesini belgeleriyle ispat ederek yazdım ve her defasında oldukça ses getirdim. İntihalciler arasında gayet meşhur yazarlar, anlı-şanlı üniversite hocaları, hatta rektörler bile vardı.
İntihalleri gündeme getirmemden sonra aldığım açıklamaların neredeyse tamamı, tıpatıp aynıydı: İntihalci, yaptığı alıntının kaynağını göstermiş ama kaynağın yazılı olduğu satırın yayınlanması, yayınevinin dikkatsizliği yüzünden unutulmuştu! Dolayısıyla intihal değil, sadece bir teknik hata sözkonusuydu!
Geçen hafta Fethullah Gülen’in imzasını taşıyan ‘Buhranlar Anaforunda İslam’ adlı kitabın bir bölümünün İsmet Paşa’nın son başbakanı Şemsettin Günaltay’ın ‘Zulmetten Nura’ isimli eseriyle tıpatıp aynı olmasına dikkat çekmem üzerine bol bol tepki ve birkaç da tehdit aldım; derken Gülen’in yayınevi de alışılmış açıklamayı yaptı.
Tepkiler, çeşit çeşitti. ‘Fethullah Gülen’in bir kitabı sadece tek bir defa okuması yeter, zira o kitapta yazılı olan herşeyi ezberine alır. Dolayısıyla intihal yapmamış, engin hafızasında kalanları nakletmiştir’ diyenleri mi istersiniz; ‘Gülen’in kitabı akademik bir yayın değildir, dolayısıyla kaynak göstermesi şart değildir’ diye müdafaaya çalışanları mı... Bu savunmalara bakılırsa, okuduğu herşeyi kelimesi kelimesine hatırlayan ‘engin hafıza’ya, iş kaynak göstermeye gelince her nedense bir unutkanlık árız olmuştu! İşin daha da garip tarafı, intihalin bir bilimadamı tarafından yapılmasının ‘suç’, akademik ünvanı bulunmayan zevátın bu işe kalkışmasının ise o çevrede ‘mübah’ sayılmasıydı. Üstelik, bu iddiayı ortaya atan kesimin yayın organlarında ‘Akademi’ adını kullanan bir grup ve bir de köşe vardı!
‘Buhranlar Anaforunda İslam’ın yayıncısı Nil Yayınevi’nin açıklaması da, senelerden beri okuya okuya ezberlediğim formattaydı. Açıklamada ‘Fethullah Güven, sözkonusu iktibasların başında ‘İfadenin Günaltaycası’ demiş ...fakat orijinal nüshadan temize çekme esnasında müstensih tarafından ‘İfadenin Günaltaycası’ kısmı hataen atlanmıştır’ deniyor ve Gülen ile kamuoyundan özür dileniyordu.
Benim bu konudaki tek muhatabımın hadisenin bizzat ‘faili’ olmasına, hariçten söylenen sözlere cevap vermeme gerek bulunmamasına ve herşeyin ortada apaçık görünmesine rağmen, çok eski bir fıkrayı hatırlatmadan edemiyorum:
Şeyhülislám azledilip taşraya sürgüne yollanmış. Günlerden bir gün yolu o taraflara düşen bir saray görevlisi, sabık şeyhülislamı ziyaret edip gönlünü almak istemiş, gitmiş ve söz arasında ‘Efendi hazretleri’ demiş. ‘Geçenlerde sarayda, vazifenize iade edilmeniz meselesi konuşuluyordu’
Sabık şeyhülislám acı acı gülümsemiş: ‘İnanmasına inanmıyorum ama, sen söylemeye devam et evládım’ demiş. ‘Hem kulağa hoş geliyor, hem eğlendiriyor!’
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2004
Hafta içerisinde, Fethullah Gülen’in bundan dört ay önce yayınlanmış olan ‘Buhranlar Anaforunda İnsan’ isimli kitabını okuduğum sırada ‘Ben burada yazılı olanları biryerlerden hatırlıyorum’ diye düşündüm ve buldum: Fethullah Gülen’in makalelerden oluşan kitabının ilk kısmı, İsmet Paşa’nın ve tek partili dönemin son başbakanı olan ve tarih, iláhiyat ve ahlák konularında çok sayıda eser veren Şemsettin Günaltay’ın 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Türk toplumunun düşünce yapısını derinden etkileyen ‘Zulmetten Nura’ isimli son derece meşhur kitabı ile neredeyse kelime kelime aynıydı ama Günaltay’ın adı, Gülen’in kitabında bir defa olsun geçmiyordu. Şimdi hiçbir yoruma girmiyor ve Başbakan Şemsettin Günaltay’ın ilk baskısı 1915’te yapılmış olan eserinin 1925’teki üçüncü baskısıyla, Fethullah Gülen’in kitabından birbirinin neredeyse aynı olan bazı cümleleri aynen naklediyorum...
SÖZÜ hiç uzatmadan, kısaca ve apaçık söyleyeyim:
Hafta içerisinde Fethullah Gülen’in son kitaplarından birini, ‘Buhranlar Anaforunda İnsan’ı okumaya başladım ama daha ilk sahifeden itibaren ‘Ben bu cümleleri bir yerden hatırlıyorum’ dedim, düşündüm ve buldum: Fethullah Gülen’in makalelerden oluşan kitabının ilk kısmı, 1949’un 15 Ocak’ı ile 1950’nin 22 Mayıs’ı arasında başbakanlık yapan, İsmet Paşa’nın ve tek partili dönemin son başbakanı olan ve tarih, iláhiyat ve ahlák konularında çok sayıda eser veren bir zamanların çok önemli bir bilimadamının, Şemsettin Günaltay’ın 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Türk toplumunun düşünce yapısını derinden etkileyen ‘Zulmetten Nura’ isimli gayet meşhur kitabı ile neredeyse kelime kelime aynıydı.
Fethullah Gülen, Şemsettin Günaltay’ın ilk baskısı 1915’te yapılan ve hálá da sık sık basılan kitabının ‘Tanzimatçılık Devri ve Netáyici (sonuçları)’ başlıklı bölümünü günümüzün Türkçesi’ne uyarlamış, makalenin adını değiştirerek ‘Aydınlık Kapıya Doğru’ yapmış ve eseri bizzat yazmış gibi, kendi ismiyle yayınlamıştı. Ama yayın sırasında başka bazı değişiklikler de olmuş, meselá Günaltay’ın makalesinde geçen ‘Türk’ sözü, Gülen’de her nedense ‘mü’min’ halini alıvermişti.
Şemsettin Günaltay’ın bundan 89, Fethullah Gülen’in de sadece dört ay önce yayınlanan kitaplarından birbirleriyle neredeyse aynı olan bazı cümleler, yandaki sütunda yanyana yeralıyor. Günaltay’dan aynen yapılan aktarmalar sadece bunlardan ibaret değil, daha pek çok ve işin daha da garip tarafı, bütün bunlar olup biterken, Şemsettin Günaltay’ın adının Gülen’in kitabında bir defa olsun geçmemesi.
Daha hemen giriş yazısı bir başkasına ait olan ‘Buhranlar Anaforunda İnsan’ isimli kitaptaki diğer makalelerin menşei konusunda doğan şüpheleri gidermek de, artık işin meraklılarına düşüyor.
Avrupa’da fizik okudu, tarih profesörü ve başbakan oldu
TEK parti iktidarının son başbakanı olan Şemsettin Günaltay, 1883 yılında Erzincan’ın Kemaliye İlçesi’nde doğdu. Yüksek Muallim Mektebi’nin fen şubesini bitirdi, bu arada Arapça ve Farsça ile dini ilimleri öğrendi ve İsviçre’ye giderek Lozan Üniversitesi’nde fizik okudu.
Türkiye’ye dönüşünde çeşitli okullarda öğretmenlik ve müdürlük yaparken felsefe ve sosyal konularda makaleler yayınladı, tarihçiliğe ağırlık verdi ve 1914’te İstanbul Üniversitesi’nin tarih profesörlüğüne tayin edildi. 1915’te İttihad ve Terakki Partisi’nden Bilecik milletvekili oldu, bu arada hem edebiyat, hem de iláhiyat fakültelerinde dersler verdi. Milli Mücadele’nin başlamasıyla Anadolu’ya geçip Ankara Meclisi’ne katıldı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin İstanbul şubesinde çalıştı, Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşunda yeraldı, kurumun 20 yıl süreyle başkanlığını yaptı ve bu arada Atatürk’ün talimatıyla CHP’nin İstanbul örgütünü oluşturdu.
15 Ocak 1949’da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından başbakanlığa getirilen Şemsettin Günaltay, tek parti döneminin son başbakanı oldu ve görevini 1950’nin 22 Mayıs günü Adnan Menderes’e devretti. 27 Mayıs ihtilálinden sonra Temsilciler Meclisi üyeliğine atandı ve 1961’de İstanbul’dan senatör seçildi. Günaltay, 19 Ekim 1961 günü İstanbul’da prostat kanserinden vefat etti.
Fiziğin yanısıra tarih, ahlák ve din konularında çok sayıda yayın yapan Şemsettin Günaltay, döneminin etkili yazarlarındandı. En önemli eserleri kabul edilen ‘Zulmetten Nura’, ‘Huráfattan Hakikate’, ‘Maziden Átiye’ isimli kitaplarında Türkiye’nin o günlerde içerisinde bulunduğu sıkıntıların çaresinin milliyetçiliğin güçlenmesinden geçtiğini söylüyor, İslamiyet’in ilk dönemlerindeki saf haline dönülmesini istiyor, milli ve çağdaş ilimlerle güçlendirilmiş bir eğitimi savunuyordu.
İŞTE, Başbakan
Günaltay’ın Gülen’i ‘etkileyen’ cümleleri!
... Münevver züppeler, şimdiye kadar İstanbul sultanlarının sağmalı olan Anadolu’ya gidip gezmeyi hiç düşünmemiş; köylülerle, Anadolu ibişleriyle konuşmayı, onların ruhunu anlamayı hatırlarına bile getirmemişlerdir. Konaktaki Aşçı Mehmed, Ayvaz Hasan, İspir Ali ile konuşanlar varsa, o da sırf diliyle alay, saflığıyla istihza etmek içindir. Beyefendinin Frenk ruhunu tedkikten, Paris’in ezvák-ı durá-durunu (uzakta kalan zevklerini) özlemekten, Fransız Edebiyatı’nın ince noktalarını araştırmaktan kendi vatanını düşünmeye, Anadolu’sunu gezmeye, Anadolu’nun hastalıklarını, marazlarını deşmeye vakti yok ki! Hem bu kaba Türklerle uğraşılır mıymış?.. Şimdiye kadar aldığı terbiye, sevimli ve şık madmazellerin, muhterem ‘saint’lerin, insaniyetperver misyonerlerin öğrettiği prensipler, onda öyle bir zihniyet hásıl etmiştir ki, kendisine hitaben ‘Türk’ diyecek olursanız, bunu en büyük hakaretlerden addeder ve pür-feveran ateş kesilir (Günaltay, sah: 157).
... Bir kesim, kendisinin sağmal’ı saydığı Anadolu’yu hep horlamış; bir kerre olsun gidip orada dolaşmayı, kendi insanı ile görüşüp konuşmayı hiç mi hiç düşünmemiş; onların dünyalarına yükselip onlarla hemhál olmayı, ruhlarını keşfedip anlamayı asla hatırına getirmemiştir. Ara sıra bir kahveci Ali, aşçı Hasan, berber Süleyman’la görüşenler olmuş ise de bu onların diliyle alay, safvetleriyle istihza ve anlayışlarıyla eğlenmek için olmuştur. Bu kesimin insanı, frenk ruhunu tedkikten, batı yakası zevkleriyle sermest olmakdan, Fransız ve İngiliz edebiyatının inceliklerini araştırmakdan, kendi dünyasını düşünmeye, onun insanıyla içli-dışlı olmaya ve onun dertlerini dinlemeye kat’iyyen vakit bulamamıştır! Onun şimdiye kadar ruhuna içirilen terbiye anlayışı; sevimli ve şık matmazellerin, muhterem saintlerin, insanlık hayranı misyonerlerin! Onun demine-damarına işlercesine ruhuna aşıladıkları prensipler, onda öyle bir düşünce yapısı meydana getirmiştir ki, bugün kalkıp kendisine ‘mü’min!’ diye sesleniverseniz, bunu yüzüne savrulmuş en büyük hakaret sayacak ve sizi huzurundan kovacaktır (Gülen, sah: 1).
... Panaromanın diğer tabakasına geçiniz! Orada büsbütün başka bir manzara! Her nevi teceddüde muárız, terakkiye doğru atılacak her hatveyi tevkife sái öteki yádigárlar! Milliyetlerinden ne kadar uzaklaşmışlarsa berikiler de máziye gömülmeye o derece meftun. Evvelki, Frenk olmadığı için Türk’ü ne kadar hakir görüyorsa, beriki de ábá-i vácidádından görmediği için çatalla yemek yemeyi o kadar günah (!) addediyor (Günaltay, sah: 158).
Şemsettin Günaltay’ın eserinin ‘semere’ bahsi.
... Madalyonun diğer yüzündeki manzara da bundan farklı değildir. ...her nev’i yeniliğe muarız, terakki ve tekámül istikametinde atılan her adıma muhalif, sinesi öbür álemin heyecanlarından mahrum, düşünceleri hakikatsız ve her türlü ilmi araştırmayı günah sayan sığ bir güruh almıştır. Öncekiler, milletlerinden, milli ruhdan uzaklaşmayı yenilik ve inkılap saymakla; sonrakiler de şekli bir maziye ve onun kuru ve ruhsuz yanlarına saplanıp kalmakla milletlerine ihanet etmişlerdir. Birinciler, frenkleşmediği için kendi milletlerini dahi hor görecek kadar yabancılaşmış; berikiler ise sırf eski devirlerde bulunmadığı için bir kısım teknik gelişmeleri, yeni icad ve keşifleri, devriyle hesaplaşabilecek güçte fikir akımlarını bid’at saymış, lánetlemişlerdir (Gülen, sah: 2).
... Her millet kendi ruh ve kabiliyetiyle mütenasip teşkilát ister. Milletlerin teşkilát-ı idariyye ve ictimáiyyeleri asrî ihtiyaçlarının, ruhi temayüllerinin mevlûdu değil midir? Ve öyle olmak icap etmez mi? (Günaltay, sah: 158).
... Oysa ki, her millet, kendi ruh ve kabiliyetine uygun, kendi düşünce ve inancı çizgisinde müessese ve teşkilát ister. Rica ederim; milletlerin idari ve içtimai teşkilátları, maarif ve düşünce akımları, asrın ihtiyaçlarının ve milletin ruhî temayüllerinin neticesi değil midir? (Gülen, sah: 2).
... Muhtelif milletlerin tarz-ı ıslahat ve tanzimatlarını teşrih eden saháif-i tarih tedkik edilirse görülür ki bir milletin hayat-ı ictimái ve siyasiyesini tanzim, terbiyesini tekeffül, rehberliğini deruhte etmiş olanlar, kavánin-i tabiiyyeye tevfik-i hareket hususuna ne kadar gayret göstermiş, milletlerinin ruhuna, asrî ihtiyaçlarına ne kadar derinden nüfuz etmişlerse mesáilerinden o derece feyyáz semereler istihsal etmişlerdir (Günaltay, sah: 159).
...Dünden bugüne, muhtelif milletlerin ıslahat tarzları ve inkılábları araştırıldığında görülür ki; bir milletin ictimái ve siyasi durumunu tanzim, terbiye ve yükselmesini deruhte ve rehberliğini yüklenenler; hareketlerini fıtrat kanunlarına uydurma hususunda ne kadar titizlik göstermiş; milletlerin ruhuna ne kadar vákıf olabilmiş ve çağın getirdiği ihtiyaçlara ne kadar nüfuz edebilmişlerse, çalışmalarında o derece semereli olmuş ve milletlerine de o nisbette ölümsüzlük váadedebilmişlerdir (Gülen, sah: 3).
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2004
GATA’nın eski komutanı Prof. Tümgeneral Ömer Şarlak’ın, kokmaması için Turgut Özal’ın naaşını mumyaladıklarını açıklaması, bana iktidar mücadelesi yüzünden Türk tarihinin en önemli hükümdarlarından birinin cenazesini bir köşede unutup kokmaya terketmemizi hatırlattı. Hayata 1481’in 3 Mayıs’ında Maltepe taraflarında veda eden Fatih Sultan Mehmed’in naaşı Topkapı Sarayı’na getirilip bir odaya konmuş ama paşalarla vezirler iktidar kavgasına tutuşunca cenazenin mumyalanması unutulmuş ve sarayı dayanılmaz bir koku sarınca ‘Hay Allah, hünkárı tahnit ettirmek hatırımıza gelmedi’ denip kokmuş cesed alelácele mumyalatılmıştı.
GATA’nın eski komutanı Prof. Tümgeneral Ömer Şarlak, vefatından beş gün sonra defnedilen Turgut Özal’ın naaşını, kokmaması için daha önceden mumyaladıklarını söyledi. Şarlak Paşa’nın anlattığına göre, 17 Nisan 1993’te vefat eden Özal’ın vücut boşluklarına hemen o akşam formol enjekte edilmiş, derisine formalin sürülmüş ve cenaze beş gün sonraki defne kadar bu işlem sayesinde kokmadan ve bozulmadan kalmıştı!
Paşa’nın söyledikleri beni hiç şaşırtmadı, zira devlet adamlarını mumyalamak bizde Şamanizm zamanından kalma bir gelenekti ama Türk usulü mumyalama eski Mısır’daki gibi cesedin içini boşaltarak ve sarıp sarmalayarak değil ‘kurutarak’ yapılmakta, cenaze birtakım kimyasal işlemlerden geçirildikten sonra ‘pastırma’ halini almakta ve zaman geçtikçe sertleşmekteydi.
Gerçi rahmetli Özal’ın naaşına yapılan operasyon mumyalamadan ziyade kısa süreli bir tahnit ameliyesi idi ama bana eskiden várolan hükümdarlarımızı mumyalama geleneğimizi hatırlattı ve mumyalama konusunda asırlar önce yaşadığımız bir ayıbımızı, Fatih Sultan Mehmed’in naaşını nasıl kokuttuğumuzu anlatayım dedim.
İKİ AYRI LÁHİT VAR
Eski Türklerde devlet büyüklerinin mezarları genellikle ‘zir-i zemin’ şeklinde yapılırdı. ‘Zir-i zemin’, ‘zeminin altı’ demekti ve cenaze yer seviyesinin aşağısında bulunan bir odaya defnedilir; cesed mumyalanır ve mumya bu odadaki bir láhdin içine konurdu. Merdivenin alttaki ilk basamağından yukarıya duvar örülür, son basamağın üzerine bir kapak konur, odanın yukarıyla alákası kesilir, üst tarafta mezarın bulunduğu yere isabet eden noktaya bir başka láhid yapılır ve türbe niyetine bu láhid ziyaret edilirdi.
Uzaklardaki savaşlarda can veren hükümdarın cenazesinin başkente getirilmesi bazan haftalar süreceği için mumyalanması zaten şarttı. Naaşın iç organları çıkartılıp hükümdarın şehid olduğu yere gömülür ve cenaze tahnidden sonra başkente doğru yola çıkarılırdı. Murad-ı Hüdavendigár’a yani Birinci Murad’a ve Kanuni Süleyman’a da böyle yapılmıştı ve Sultan Murad’ın Bosna’daki, Kanuni’nin de Macaristan’daki ikinci mezarlarında, iç organları gömülüydü.
FATİH, ODADA KALDI
Fatih Sultan Mehmed de başkentinden uzakta vefat eden hükümdarlarımızdandı. Ama padişahın ölümünden sonra devletin üst kademesi tahta kimin geçeceğinin kavgasına tutuşunca cenazenin tahnidini unutmuş ve koskoca Fatih’in naaşını kokutmuşlardı.
Yeni bir sefere çıkmak için 1481’in 27 Nisan’ında 300 bin kişilik ordusuyla İstanbul’dan ayrılan Fatih, 3 Mayıs günü Maltepe civarındaki Hünkár Çayırı’nda hayata veda etti. Vezirleri, hükümdarın Anadolu’da valilik yapan iki oğluna, Şehzade Bayezid ile Cem’e babalarının vefatını haber verdiler ve hemen İstanbul’a gelmelerini istediler. Cenaze, bu arada gizlice Topkapı Sarayı’na nakledildi.
Ama, hükümdarın vefatının duyulması bütün çabalara rağmen önlenemedi ve İstanbul’da tam bir anarşi yaşandı. Askerler şehri yağma ediyor, sevmedikleri devlet adamlarını sokak ortasında parçalıyor, devletin büyükleri ise tahta kimin geçeceği konusunda birbirleriyle mücadele ediyorlardı.
Şehirde bütün bunlar olup biterken ve paşalar iktidar için birbirlerinin gözünü oyarlarken Fatih’in cenazesinin tahnid edilmesi unutuldu, hatta naaşın başında mum yakılması ádeti bile kimsenin hatırına gelmedi ve cesed koktu. Devletin büyükleri, cesedle alákadar olunması gerektiğini saray görevlilerinin etrafı saran ağır kokuya dayanamaz hále gelip şikáyete başlamaları üzerine hatırlayabildiler. Tahnid işi bir uzman ve hükümdarın baltacılarının kethüdası, yani o zamanın bir çeşit saray muhafızı olan Kasım adındaki bir zat tarafından yapıldı.
Kargaşa, Fatih’in Amasya’da valilik eden büyük oğlu Bayezid’in 21 Mayıs günü İstanbul’a gelip vaziyete hakim olmasına kadar devam etti. Bayezid, babasının cenazesini hemen ertesi günü, çok büyük bir merasimle Fatih’teki camiye defnedecekti.
KOKUDAN KAÇTILAR
Fatih’in naaşıyla yakından alákadar olan ve dayanılmaz kokuya rağmen tahnidi yapan Baltacılar Kethüdası Kasım ise, terfi ettirilerek ‘kapıcı’ kadrosuna alındı. Kasım, sarayda bir köşede unutulan cenazenin kokması hadisesini daha sonraları İkinci Bayezid’e raporu andıran bir yazıyla duyuracak ve ‘Devletlu sultanım, babanın ruhu için bu yazdıklarımı sonuna kadar oku. Bu fakir kul, devletlu hünkárın (Fatih’in) baltacılarının kethüdası idim. Hünkárın vefatından sonra, üzerinde üç gün üç gece mum yanmadı. Vardım, Kapıcılar Kethüdası’na söyledim, o da İshak Paşa’ya söyledi, paşa emredince mum yaktım. Ama koku yüzünden cenazenin yanına kimseler yaklaşamadı. Ben, usta ile gidip cenazenin içini boşalttım. Bu anlattıklarımı kethüdamız da bilir’ diyecekti.
Şarlak Paşa’nın Özal’ın naaşının vefat ettiği günün akşamı tahnid edildiğini açıklaması, bana işte bu hadiseyi hatırlattı. Yani, Fatih Sultan Mehmed gibi tarihimizin en büyük hükümdarlarından birinin cenazesini bile iktidar kavgası yüzünden çürütüp kokutmamızı...
Fatih Sultan Mehmed’in Fatih’teki türbesi boştur!
KONU padişah mumyalarından ve Fatih’in naaşından açılmışken, Fatih ile ilgili olan ve çok az kişi tarafından bilinen bir söylentiyi yazmadan edemedim: Fatih Sultan Mehmed’in kendi inşa ettirdiği camiin hemen yanıbaşındaki türbede değil, başka bir yerde defnedilmiş olduğu söylentisini...
1800’lerin sonu, İkinci Abdülhamid’in iktidar yıllarıdır. İstanbul’da Nisan yağmurları her zamankinden fazla yağmış, şehri seller götürmüş, Fatih ve Karagümrük tarafları göle dönmüştür.
Büyük selin hemen ertesi günü, semt sakinleri arasında bir dedikodu çıkar: Fatih Sultan Mehmed gece rüyalarına girmiş, ‘Boğuluyorum, beni kurtarın’ demiş ve Abdülhamid, söylentilerden ánında haberdar olmuştur.
Padişah, itfaiye kumandanı Mehmed Paşa ile amcası Sultan Abdüláziz’in damadı Şerif Paşa’yı hemen türbeye gönderir. Mezarı açıp cenazeyi kontrol edecek, rüyanın doğru olup olmadığını araştırıp rapor vereceklerdir. Ama göndermeden önce her ikisine de türbede göreceklerini hiçbir yerde söylemeyeceklerine dair sıkı sıkı yemin ettirir.
Paşalar, türbeye gider ve sandukayı kaldırıp mezarı kazdırırlar. Bir hayli derine inmişlerdir ama ortada Fatih’in cesedinden eser yoktur. Derken, önlerine demir bir kapak çıkar, açarlar ve taş bir merdiven görürler. Ellerine birer lamba alıp merdivenden iner, bu defa daha derinlere uzanan bir dehlizle karşılaşırlar. Metrelerce yürür ve ufak bir salonu andıran bir başka mekána gelirler.
Ortada musalla taşını andıran bir mermer, mermerin üzerinde de bir tabut durmaktadır. Bir hayli zorlanarak tabutu açar ve içinde bozulmamış bir mumya bulurlar: Fatih’in mumyasını. Hükümdarın yüzü, hálá zamanında çizilmiş resimlerdeki gibidir.
Paşalar mumyanın başında dua eder, sonra tabutun kapağını kapayıp hayatta bulunan bir hükümdarın huzurundan ayrılma protokolüne riayet ederler; sırtlarını mumyaya dönmeden, adımlarını geriye doğru atarak uzaklaşırlar. Yukarıya çıkar, kapağı kapatır, sandukayı da yerleştirir ve gördüklerini Sultan Abdülhamid’e anlatırlar. Padişah, Fatih’in mezarını su basmamış olmasından dolayı gayet memnun olur ve Paşalar’a ettikleri yemini hatırlatıp ‘Yemininize sadık kalınız, gördüklerinizi unutunuz!’ diye ihtar eder.
Ama aradan çok seneler geçince, Damad Şerif Paşa yeminini bir tarafa koyup hadiseyi yakınlarına anlatır.
Damad Şerif Paşa, yahut Cumhuriyet dönemindeki adıyla Şerif Çavdaroğlu, hadiseyi 1940’lı senelerde o zamanın en meşhur kalem erbábından olan İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Mercan’daki konağında yapılan musikili bir sohbet meclisinde de söyler ve anlattıkları o günlerde çıkan bir tarih dergisinde sansürlü bir biçimde yayınlanır. Şerif Paşa’nın bu mumya macerasını, İbnülemin’in konağına devam eden ve Paşa’nın söylediklerine bizzat şahit olan birkaç kişiden, bundan senelerce önce ben de dinlemiştim.
Fatih Sultan Mehmed’in mumyalanmış cesedinin kendi adıyla anılan camiin hemen yanıbaşındaki türbesinde mi, yoksa bir başka mekánda mı olduğu muammasının çözümü, bugün aslında son derece kolay bir iş. Arkeologların ve hazine avcılarının kullandıkları yerin altını gösteren dedektörler vasıtasıyla birkaç saatte halledilebilecek bir mesele!
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2004
Oliver Stone’un Büyük İskender’i biseksüel olarak gösterdiği son filmi, Yunanistan’ı ayağa kaldırdı ve bundan birkaç ay önce Bergama Kralı Attalos’un Antalya’ya heykelinin dikilmesi sırasında yaşadığımız eşcinsellik tartışmalarının bir benzerine sebep oldu. Ben, İskender filmini vizyona girdiği ilk günün gecesi gördüm ama yönetmenin bazı konuları, meselá İskender ile Hefastion Amintoros adındaki arkadaşı arasındaki ilişkiyi Yunanlılar’ı fazla kızdırmamak endişesiyle bilinenlerden daha hafif şekilde geçiştirdiğini farkedince tarihlere ‘iki erkeğin aşkı’ diye yazılan bu münasebetin detaylarını anlatayım dedim. Ama, filmle ilgili olarak merak ettiğim bir husus daha var: Yunanlılar’ın kendileri ile alákası bulunmayan, Yunan değil Makedon olan ve Makedonca konuşan İskender’e neden böylesine sahip çıktıkları...
OLIVER Stone’un önceki gün Türkiye’de de vizyona giren son filmi ‘İskender’, Yunanistan’ı hop oturtup hop kaldırmaya devam ediyor. Yunanlılar’ın kızmalarının sebebi, málum: İskender’in filmde hem kadınlarla hem de erkeklerle ilişki kuran bir kişi, yani biseksüel olarak gösterilmesi.
Stone’un filmini vizyona girdiği ilk günün gecesinde gördüm ve yönetmenin Yunanlılar’ı daha fazla sinirlendirmemek endişesinden olacak, bazı konuları asırlardan buyana bilinenlerden daha hafif şekilde geçiştirdiğini farkettim. Stone, İskender ile en yakın dostu Hefastion arasındaki duygusal yakınlığı pek detaya girmeden veriyor ve yorumu izleyiciye bırakıyordu.
Filmi seyretti iseniz, Jared Leto’nun canlandırdığı ‘Hefastion’ rolündeki delikanlının İskender ile olan yakınlığı mutlaka sizin de dikkatinizi çekmiştir, hatta garibinize bile gitmiştir, ama şaşırmamanız gerekirdi. Tam adı Hefastion Amintoros olan bu genç, İskender’in tek aşkıydı ve filmin Yunanlılar’ı kızdıran tarafı da burasıydı: İskender ile Hefastion’un dostluktan da öte, izleyiciye aralarında sanki daha başka bir ilişki varmış hissini uyandıran beraberlikleri! Yunanlılar’a sorarsanız, İskender gibi büyük adamlar böyle ilişkiler içerisinde olamazlardı ve Stone’un iddiası, Yunan tarihine hakaretti.
KADIN, DOĞURMAYA YARAR!
İşte, İskender ile Hefastion arasında asırlardan buyana bilinen yakınlığın filmde üstü kapalı şekilde ifadeye çalışıldığını görünce, bu ilişkinin detaylarını anlatayım dedim.
Bundan birkaç ay önce Antalya’da yaşanan ‘Attalos’ tartışmasını bilmem hatırlar mısınız?
Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Bekir Kumbul, ‘Antalya’nın kurucusu’ diye bilinen Bergama Kralı Attalos’un heykelini şehre dikmek istemiş ve kıyamet kopmuştu. Bir kesim, Attalos’un bizimle bir alákasının bulunmadığını, üstelik kralın eşcinsel olduğunu iddia etmiş, böyle bir kişinin Antalya’yı temsil edemeyeceğini ileri sürmüş; diğer taraf ise ‘Attalos eşcinsel değildi’ deyip heykelin Antalya’ya yakışacağını savunmuştu.
Ama, bundan iki bin sene önce yaşamış olan Attalos’un eşcinsel olup olmadığı konusunda elimizdeki kaynaklarda hiçbir kayıt bulunmuyordu ve olmasına da zaten imkán yoktu. Zira o devirlerde ‘eşcinsellik’ diye bir kavram mevcut değildi ve erkeğin erkekle, kadının da kadınla ilişkisi olağan bir davranış kabul edilirdi.
Bu hayat tarzı, o devrin entellektüel çevrelerde hákim olan ‘Epiküryen’ düşünce sisteminin parçasıydı. Sistemi, İsa’dan önce 341 senesinde Samos Adası’nda doğan ve 270’te Atina’da ölen Epikür isimli filozof kurmuştu. Epikür, ‘Hayatın maksadı, zevki aramaktır. Acı ve üzüntü, bu dünyada düşünülebilecek en son şeydir. Entellektüel davranışların ve dostlukların temeli, işte bu zevk hissidir’ diyor; ‘Ye, iç ve mutlu ol, çünkü yarın ölebilirsin’ diye tavsiyelerde bulunuyordu. Onun yolundan giden erkekler, kadınları sadece çocuk yapma vasıtası olarak görürler, ‘her erkek diğerinin hem kocası, hem de karısıdır’ mantığıyla cinselliği kendi aralarında yaşarlar ve kadına ancak canları çocuk yapmak istediğinde yaklaşırlardı.
İskender filminin vizyona girmesinden sonra Yunanlılar’ı ayağa kaldıran tartışma da bizim Attalos tartışmamızın benzeri, yani İskender’in cinsel tercihi meselesiydi.
ÇOCUKKEN ÁŞIK OLDU
Makedonyalı genç imparator, Stone’un filmine göre bir biseksüel; Yunanlılar’a sorarsanız sadece kadınlarla beraber olan ‘normal’ bir erkekti. Ama İskender hakkında bin küsur seneden buyana yazılıp söylenenlere bakılırsa, tartışmada haklı olan taraf Oliver Stone idi, zira İskender o zamanın hayat tarzı doğrultusunda her iki cinsle de ilişkide bulunmuştu, áşıkları arasında çoğunlukta olan taraf kendi cinsi, yani erkeklerdi ve listenin en başında da Hefastion vardı.
Makedonya’nın başkenti Pella’da doğan Hefastion, asil bir aileye mensuptu. Çocukluk yılları Kral Filip’in sarayında geçti ve veliahd prens İskender’in en yakın arkadaşı oldu. Beraber büyüdüler, o devrin meşhur filozofu Aristo’dan beraberce ders aldılar, yakınlıkları gün geçtikçe daha da arttı İskender’in tahta geçmesinden sonra da hep birarada oldular.
Ama bu asil ve kibar Makedon genci, İskender’e bu derece yakınlığı yüzünden bir kıskançlık çenberinin ortasında kalmış haldeydi, Pella Sarayı’ndaki hemen herkes, başta İskender’in annesi Kraliçe Olimpias olmak üzere delikanlıya düşman kesilmişti fakat kraldan gördüğü himaye ve yakınlık bütün tehlikeleri bertaraf edecek güçteydi. İskender, günün birinde Hefastion ile olan yakınlığının ne dereceye kadar uzandığını soran annesi Olimpias’a ‘Hefastion, İskenderdir’ diyecek ve arkadaşına daha sonra ‘Philalexandros’ yani ‘İskender’in arkadaşı’ unvanını verecekti.
İskender’in zamanından daha önce yaşanmış olan böyle ilişkilerin en meşhuru, Truva Savaşı’nın önde gelen kahramanlarından Aşil ile Patroklos arasında varolduğu söylenen aşktı ve bu ilişki İskender ile Hefastion’u da derinden etkilemişti. Eski Yunan tarihçileri, ordusuyla Truva yakınlarına gelen İskender’in Aşil’in mezarına çiçek koyduğu sırada Hefastion’un da Patroklos’un kabrinin başında ağladığını yazdılar.
NEREDEN YUNANLI OLUYOR?
Hefastion’un beklenmedik ölümü İskender’i perişan edecek ve dünyanın altını üstüne getirmiş olan Makedonyalı kral da Hefastion’un kendisini bırakıp gitmesinden sekiz ay sonra, henüz 33 yaşındayken hayattan ayrılacak ama ardında çözülemeyen bir muamma kalacaktı:
İskender ile Hefastion arasında böyle bir ilişkinin várolması o zamanın tarihçilerini oldukça şaşırtmıştı, zira böyle bir aşk o devirde aralarında büyük yaş farkı olan erkekler arasında yaşanabilirdi ve áşıklardan birinin gayet genç olması lázımdı. Meselá 30-35 yaşlarındaki bir erkek ancak 15-16 yaşındaki bir çocukla ilişki kurabilirdi ve dolayısıyla her ikisi de aynı yaşta olan İskender ile Hefastion’un beraberlikleri, aralarında yaş farkı bulunmamasından dolayı pek normal olmayan, tuhaf bir münasebetti, hattá sapıkça idi!
Yunanlılar edebildikleri kadar inkár etsinler ama boşuna, zira İskender ile büyük aşkı Hefastion’un münasebetiyle ilgili olarak iki bin küsur seneden buyana yazılıp çizilen çok şey var ama bunları buraya aktarmama hem yasalar, hem de edep engel oluyor. Çağdaş ressamlardan Roy Tamer’in bu sayfada yeralan fakat sadece bir kısmını yayınlayabildiğim tablosu da hálá devam eden bu söylentilerin bazı kişilere nasıl bir ilham verdiğini de gösterir mahiyette. Ama İskender konusunun bir başka tarafı daha var: İskender, málumunuz, Yunanistan’ın değil Makedonya’nın kralıydı, o devirde konuşulan Yunanca’yı bilirdi ama anadili Makedonca idi, sarayında ve askerlerinin arasında bu dili konuşurdu ve sözün kısası Yunanlı değil, Makedon idi.
Ben, filmle ilgili tartışmaları takip ederken, aslında işin bu tarafını, yani Yunanlılar’ın İskender’e neden böylesine sahip çıktıklarını merak ediyorum.
Bu genç tarihçiyi takdir etmek ama biraz da estetik öğretmek lázım!
HÜRRİYET Tarih Dergisi’nin akademik danışmanı Dr. Erhan Afyoncu, Ulubatlı Hasan adında bir yeniçerinin várolmadığı ve Baltacı Mehmed Paşa ile Rus Çariçesi Katerina arasında asırlardan buyana zannettiğimiz şekilde bir ilişkinin bulunmadığı konularında yaptığı yayınlarla Türkiye’nin gündeminde son iki yılda birkaç defa önemli tartışmalar yaratmış genç tarihçilerimizdendir.
İlk üç cildi geçen yıllarda çıkan ‘Sorularla Osmanlı İmparatorluğu’ isimli kitabının dördüncü cildini bu hafta yayınlayan Dr. Afyoncu, bu ciltte de bizlere yine birçok yeni bilgiyi ulaştırıyor. Kitabı okuduğunuzda birçok yeni bilgiler edinecek, bu arada derin hayretlere düşeceksiniz. Meslekdaşları arasında genç yaşında seçkin bir yer elde eden Dr. Erhan Afyoncu’ya takdirlerimi ve daha başka eserler vermesi temennilerimi iletirken, kendisine kitaplarının kapakları konusunda artık biraz estetiğe önem vermesi gerektiğini hatırlatmadan edemiyorum. Zira, ilkokul üçüncü sınıf öğrencisinin resim ödevini yahut 1920’lerden kalma bir sokak kartpostalını çağrıştıran boynu bükük ve cilveli bir ata binmiş acemi bir Fatih çizimi, böyle bir eserin bilimsel kalitesine hiç mi hiç yakışmıyor!
Yazının Devamını Oku