Bizans’ın torunu değiliz ama 40. gün duasını bile Bizans’tan aldık

Jacques Chirac’ın ‘Biz de, Türkler de Bizans’ın çocuklarıyız’ demesi üzerine başlayan ve günlerden buyana devam eden Bizans tartışmasına ben de katılayım dedim.

Çekinmemize hiç gerek yok: Biz, Bizans’ın genetik bakımdan ‘çocuğu’ değiliz ama Osmanlılar vasıtasıyla hem siyasi alanda, hem de daha birçok sahada mirasçısıyız. Bizans, bizi saray teşkilátından ölünün kırkı duasına ve günlük hayattaki birçok alışkanlıklarımıza kadar etkiledi ve etkilemeye de devam ediyor. Ankara’da, Cumhuriyet’in ilánından neredeyse 50 sene sonra yaptığımız Kocatepe Camii’nin üzerindeki Bizans kubbesi ile hálá bütün haşmetiyle yaşattığımız Bizans entrikaları da işin cabası!

FRANSA Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın ‘Biz de, Türkler de Bizans’ın çocuklarıyız’ demesi üzerine, günlerden buyana bir Bizans tartışmasıdır gidiyor. Bir kesim ‘Chirac keramet buyurdu’ havasına girip ‘Biz zaten bin küsur seneden beri Avrupalıyız’ derken, bir diğer kesim de ‘Estağfirullah!’ çekip duruyor.

Bizans ile ilgili olarak, herşeyden önce, iki önemli konuyu hiç unutmamamız lázım: Birincisi, tarihte ‘Bizans’ adında bir devletin várolmadığını, ‘Bizans’ diye bahsedilen devletin asıl isminin ‘Doğu Roma İmparatorluğu’ olduğunu, Bizanslılar’ın kendilerini ‘Romalı’ diye adlandırdıklarını ve ‘Bizans’ sözünün ilk defa Alman tarihçiler tarafından 17. yüzyılda kullanıldığını... İkincisi ise, batı uygarlığının bir parçası zannettiğimiz Bizans’ın aslında hális muhlis bir doğu kimliği taşıdığını, yani Sasani, Emevi yahut Abbasi medeniyetleri gibi ‘doğuya’ ait bulunduğunu ve edebiyatından musikisine kadar herşeyinin doğulu olduğunu...

RUMELİ, ROMA’DIR

‘Doğu Roma’
nın, yani Bizans’ın kendisinden ‘Romalı’ diye bahseden halkının yaşadığı bugünün Anadolu’su o günlerde ‘Roma’ idi ve ‘Roma’ sözü şark dillerine ‘Rum’ diye geçmişti. O zamanın ‘Roma’sında yaşayan Müslümanlar’dan ise ‘Rumi’ diye bahsedilirdi ve Mevláná Celáleddin’in adının sonundaki ‘Rumi’ sözü de bu mánáya gelirdi. ‘Rumeli’, adı üstünde ‘Rum ülkesi’ demekti ve üstelik, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed’in ünvanlarından biri de ‘Sultan-ı Rum’ idi. Osmanlı Devleti imparatorluk kimliğini Fatih’in İstanbul’u almasından sonra kazanmış ve Prof. İlber Ortaylı’nın senelerdir söylediği gibi ‘İkinci Roma’ olan Bizans’ın yerini artık ‘Üçüncü Roma’, yani Osmanlı İmparatorluğu almıştı.

ÇEKİNMEYE GEREK YOK!

Boş yere inkár etmemize gerek yok: Bugün ‘Bizans’ dediğimiz Doğu Roma İmparatorluğu, geçmişin çok büyük bir medeniyetiydi. Biz, Bizans ile Osmanlı asırlarından çok önceleri, tááá Selçuklular zamanında yakından tanışıyorduk, devletler birbirleriyle sık sık savaşırlardı ama Ortodoks ve Müslüman halk, Anadolu’nun bazı yerlerinde içiçe yaşamaktaydı ve aralarında bir kültür alışverişi vardı.

Bu beraberlik, zamanla aile ilişkisi háline kadar gelmiş, Türk hükümdarlar siyasi sebeplerle de olsa Bizans’tan kız almakta mahzur görmemişlerdi. Meselá Orhan Gazi’nin ilk karısı Nilüfer Hatun, İnegöl Tekfuru’nun kızıydı ve asıl adı Holifira idi. İkinci karısı Asporça’nın Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos’un, diğer karısı Teodora’nın da Altıncı Yohannes Kantakuzenus’un kızı olduğu söylenirdi. Orhan Gazi ile Nilüfer Hatun’un oğulları ve her ikisi de ‘Rum ülkesi’ Rumeli’nin fátihi olan Birinci Murad ile kardeşi Süleyman Paşa, dolayısıyla Bizans İmparatoru’nun torunuydular ve aslında Bizanslı dedelerine karşı savaşıyorlardı.

Sözün kısası: Tartışmanın ters olan ve asıl üzerinde durulması gereken tarafı, Jacques Chirac’ın Avrupa’yı ‘Bizans çocuğu’ diye göstermesi... Chirac, Bizans’ın yıkılışının öncesindeki en büyük darbeyi 1204’te Katolik Avrupa’dan yediğini ve uğradığı yağmadan sonra belini bir daha doğrultamadığını unutmuş gibi.

ÇOCUK DEĞİL, MİRASÇI

Ama bizim için durum farklı... Mutlaka birşey demiş olmak için ‘Ben, soyu-sopu belli Bizans çocuğuyum’ gibisinden ucuz sloganlara hiç gerek yok; zira biz Bizans’ın genetik bakımdan ‘çocuğu’ değiliz ama hem siyasi alanda hem de daha birçok sahada mirasçısıyız. ‘Bizans ile ne alákamız var?’ demeden önce, İstanbul’daki bazı semtlerin Bizans’tan buyana kullanılan isimlerini hatırlayalım, meselá Florya, Samatya (Psamathia), Tarabya (Theraphia), Langa (Vlanga), Balat (Palatio), İstinye (Sosthenion), Kalamış (Kalamisia), Pendik (Pantikion), Üsküdar (Scutari) gibi adların asırlardan buyana neden hiç değişmediğini düşünelim, bu bile yeter!

Bizans’tan bize o meşhur entrikaları dışında daha nelerin miras kaldığını, aşağıdaki kutuda okuyabilirsiniz.

İşte, Bizans’tan bize kalan miras

BİZANS,
sistemini meydana getiren kurumlardan bazılarını bizzat yaratmış, bazılarını da kendisinden önce hüküm sürmüş olan Roma ve İran’daki Sasani İmparatorluğu’ndan almıştı. Bizans’tan bize miras kalan birçok ádet ve kurum arasında sadece Bizans’a ait olanların yanısıra, Roma’dan ve Sasaniler’den gelenleri de vardı.

Meselá çoğumuzun ‘tarihin ilk askeri müziği’ olduğunu zannettiği mehterin daha eski örneği, Roma’nın ‘lejyon bandosu’ idi ve bu bando asırlar boyunca várolmuştu. Sasaniler dönemi İran’ının ‘Vazarbad’ı Bizans’ta ‘Agoranomos’ olmuş, Selçuklular ile Osmanlılar’a ‘muhtesib’ diye geçmişti. Yine Sasaniler’in saray ahırları idarecisi ‘ahuramar dibher’ Bizans üzerinden bizde ‘emir-i ahur’, yani ‘mirahor’ haline gelmiş, ‘amarkár’ı da yine Bizans yoluyla ‘defterdar’ yapmıştık.

İşte, Bizans’tan miras olarak devraldığımız diğer bazı ádetler ve uygulamalar:

ÖLÜNÜN 40’I DUASI: Eski Türklerde ‘üçler’, ‘yediler’ ve ‘kırklar’ şeklinde kutsal sayılar vardır ancak bu sayılar genellikle mutluluk kavramlarıyla ilgilidir ve cenazenin yedinci, kırkıncı ve elli ikinci günleri yapılan okumalar bu eski inançlardan kalmadır. Sadece Türkler’e mahsus olan ve Araplar’da bulunmayan kırkıncı gün duası, Bizans’ın ‘thisera kontimeron minimosinon’u, ‘ilk sene-i devriye’ dediğimiz birinci yıl okuması ise yine Bizans’ın ‘etision minimosinon’udur. Anadolu’da ve Rumeli’de hüküm süren ve ölünün ruhu için dini bir şiirden ibaret bulunan mevlidin okunması da Selçuklular devrinden kalma bir kültür etkilenmesini andırır, zira Osmanlı sınırları dışındaki Müslüman toplumlarda ‘mevlid’ kavramı yoktur.

SARAY TEŞKİLÁTI: Osmanlı Devleti’nin İstanbul’un fethinden sonra imparatorluk kimliği almasıyla temelleri Fatih tarafından atılan saray protokolünün gerisinde, Bizans’ın karmaşık saray sisteminin etkisi vardır. Harem ve haremağası teşkilátının geçmişi de, bu çerçeve dahilinde Bizans’a, hattá Roma’ya kadar uzanır. Sistemdeki benzerliğin ince ayrıntıları, ortaya çıkmak için, saray konusunda rahmetli Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın araştırmalarının üzerinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen hálá yapılmamış olan yeni incelemeleri bekliyor.

PADİŞAH ÜNVANLARI: Osmanlı padişahlarının Fatih Sultan Mehmed’den itibaren kullanmaya başladıkları ‘Sultán-ı Rum’ ünvanı ‘Roma İmparatoru’ demektir ve ‘Roma’ sözüyle kastedilen devlet, Bizans’tır. Fermanlarda ve paralarda İstanbul’un cumhuriyete kadar ‘Konstantiniye’ şeklinde geçmesinin sebebi de, budur.

MİMARİ: Hiç inkár etmeyelim: İmparator Jüstinyen’in bundan 1500 yıl kadar önce inşa ettirdiği Ayasofya, özellikle de Ayasofya’nın kubbe stili, Anadolu’daki ve Rumeli’deki hemen bütün camilere modellik etmiştir. Hattá Ankara’da Cumhuriyet’in ilánından neredeyse 50 sene sonra yaptığımız Kocatepe Camii’ne bile!

‘EFENDİ’ VE ‘ALAY’ KELİMELERİ: Ordudaki ‘alay’ kavramının aslı, Bizans imparatorlarının muhafız birliği olan ‘allagiyon’; günümüz Türkçesi’nde sıkça kullanılan ‘efendi’ sözü de yine Bizans’taki hitap tarzlarından biridir. Buna karşılık Bizans’ın son dönemlerinde kurduğu ‘İanitzaroi’ isimli birlikler hem sistem, hem de isim olarak ilhamını bizim Yeniçeriler’den almıştır.

TEKKELER VE TÜRBELER: Özellikle İstanbul’da evliya türbesi olarak hálá ziyaret edilen bazı yerler, aslında Bizans zamanından kalmış mekánlardır. Meselá Dolmabahçe’deki Baba Sungur Tekkesi, Bizanslı bir kahramanın mezarının üzerine kurulmuştur ve türbeyi İstanbul’un Ortodoks halkı da ziyaret eder.

Ve, ufak bir hatırlatma: Chirac’ın ‘Bizans çocukları’ ibaresini kullanmasından sonra başlayan tartışmalar sırasında Türkoloji’nin kurucularından olan rahmetli Fuad Köprülü’nün çok önemli bir eseri, ‘Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri’ isimli kitabı seneler sonra yeniden gündeme geldi. Bazı yazarlar ‘Köprülü, Bizans’tan pek bir şey almadığımızı söyleyebilmek için meseleyi biraz abartmış’ gibisinden sözler ettiler.

Köprülü’nün iyice okunduğu takdirde abartmadığı, bambaşka birşey söylediği görülür. Rahmetli üstad, Osmanlılar’ın bazı Bizans kurumlarından etkilendiklerini ama bu etkilenmenin doğrudan değil dolaylı yoldan, meselá Emevi ve Abbasi devletleri kanalıyla yaşandığından bahsetmektedir.

Bir metin ile ilgili olarak ‘abartı’ gibisinden yakıştırmalara kalkışmadan önce, o metnin anlayarak okunması şarttır!
Yazarın Tüm Yazıları