Van’ın Gevaş ilçesine, varlığı senelerden beri tartışılan Van Gölü Canavarı’nın heykeli dikildi. Heykelin fotoğraflarını görünce, bundan birkaç yıl önce yaptığımız canavar tartışmalarını ve gözardı ettiğimiz eski ve önemli bir kaydı hatırladım: Evliya Çelebi’nin Van Gölü canavarı hakkında yazdıklarını...
Canavardan Evliya Çelebi de sözediyor ve ‘Ejderin bir de babası vardı ve Hazreti Ali, bunu kılıcı Zülfikar ile öldürmüştü. Şimdiki canavarın sesini ben de duydum ama kendisini görmek kısmet olmadı’ diyordu.
VAN Gölü’nde yaşadığı söylenen ama várolup olmadığı senelerden beri tartışılan hayali canavarın, en sonunda heykeli dikildi. Hürriyet’te bundan iki gün önce çıkan habere göre, canavarı gördüklerini söyleyen Van’ın Gevaş ilçesinin Belediye Başkanı Nazmi Sezer ile bazı vatandaşlar, yaratığın neye benzediğini resim öğretmeni Murat Allahverdi’ye anlatmışlar, Allahverdi yaptığı çizimi bir hafta içerisinde dört metrelik bir heykele dönüştürmüş ve böylelikle hem canavar ölümsüzleşmiş, hem de ilçe bir sembole kavuşmuş olmuş.
Türkiye’nin gündemi bundan birkaç sene önce Van Gölü’nde yaşadığı iddia edilen bir canavar tartışmasına kilitlenmişti. Ünal Kozak adında bir asistanın canavarın görüntüsünü videoya kaydettiğini söylemesi üzerine bölgede küçük çapta da olsa bir turist akını yaşanmış, gölü araştıran bilim adamları, Van Gölü’nde canavar değil, sadece deprem yaratabilecek fayların bulunduğunu açıklayınca turist gelmez olmuştu.
SESİ BİLE KORKUTTU
Ama, bütün bu tartışmalar sırasında canavarla ilgili çok eski bir kayıt hep gözardı edilmişti: 17. yüzyılın büyük gezgini Evliya Çelebi’nin Van Gölü canavarı hakkında yazdıkları...
Evliya Çelebi meşhur ‘Seyahatnáme’sinin dördüncü cildinde canavardan bahsediyor, hakkındaki efsaneleri anlatıyor sonra ‘Kendisini bir türlü göremedim ama sesini duydum ve çok korktum’ diyordu.
Gevaş Belediye Başkanı Nazmi Sezer’in göl kıyısına canavarın heykelini diktirmesi, bana Evliya’da geçen canavar bahislerini hatırlattı ve Seyahatnáme’de yazılı olanları sizlere de nakledeyim dedim. Aşağıdaki kutularda hem Evliya’nın canavarla ilgili olarak yazdıklarının bir bölümünün günümüz Türkçe’sine uyarlanmış hali, hem de İskoçya’daki Ness Gölü’nde yaşadığı iddia edilen benzer bir canavarın öyküsü yeralıyor.
TURİZM İÇİN İYİDİR
Ben, mevcud olsun veya olmasınlar, bu canavar söylentilerinin her zaman gündemde kalmasından yanayım. Zira efsaneler yahut hayali senaryolar insanlarda bir merak uyandırıyor ve bu merak sayesinde kimselerin adım atmadığı bölgelerle mekánlar Ness Gölü hadisesinde olduğu gibi, bir anda turizm merkezi haline geliyor.
Nazmi Sezer’in diktirdiği canavar heykelinden ve söylentilerden düzgün bir şekilde istifade ettiğimiz takdirde, Ness’i dünyaya açan turizm kampanyalarının bir benzerinin Van’da da hayata geçirilmemesi için hiçbir engel bulunmuyor. Mekán ve konu aynı; gereken şey, sadece, işin düzgün bir şekilde plánlanıp yürütülmesinden ibaret.
Olmayan canavardan turizm gölü yarattılar
VAN Gölü’ndeki canavar söylentilerinin bir benzeri, 15 seneden buyana İskoçya’daki Ness Gölü’nde yaşanıyor ve İskoçyalılar bu canavar pazarlamasından iyi para kazanıyorlar.
1990’lı yıllarda Ness Gölü’nde ‘Plesiosor’ adı verilen ve dinozorlar çağında yaşayan bir su sürüngeninin várolduğu iddia edildi ve gölün etrafındaki çamur birikintilerinin altında kalan tabakalarda bulunan bazı fosiller sayesinde de bölge bir anda büyük bir turizm merkezi haline geldi. Canavara ait olduğu söylenen bazı fotoğrafların yayınlanması üzerine Ness’e olan merak daha da büyüdü.
Canavar turizmi giderek artarken İngiliz yayın kuruluşu BBC, gölde uydu destekli büyük bir arama başlattı. Birkaç yıl devam eden araştırmaların sonunda Ness Gölü’nde iddia edildiği gibi bir canlının yaşamadığı ve canavara ait olduğu söylenen fotoğrafların da düzmece olduğu ortaya çıktı ama turist sayısı azalacağı yerde, aksine daha da arttı. Turizmcilerle psikologlar, ‘İnsanların görmeyi arzu ettikleri hayalleri aramalarına engel olmamak gerekir’ diyorlar.
GÖLDEKİ EJDER EVLİYA ÇELEBİ’Yİ KAÇIRMIŞTI
‘...PEYGAMBERİN Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra Erzurum’da bir ejder çıkmış ama Abdurrahman Gazi Hazretleri tarafından canavarın taş kesilmesi sağlanmıştı.
Ejderin, Süphan Dağı’nda bir eşi vardı ve yalnız kalan bu ejder Azerbaycan ile Diyarbakır taraflarını haráp etti. Van halkı, Hazret-i Peygamber’in huzuruna çıkıp yardım istediler. Peygamber ‘Yá Ali, yetiş ve bu yılanı kılıcın Zülfikar ile kahreyle’ buyurdu.
Hazreti Ali bu emir üzerine atı Düldül’e binip Süphan Dağı’na çıktığı zaman, ejderhanın Van Gölü’nden su içtiğini gördü. Nára atarak ejderin üzerine saldırdı ve hayli cenk ettikten sonra canavarı öldürüp leşini göle düşürmeye muvaffak oldu. Sonra, ejderin yuvası olan mağaraya gitti ve yavrusunu gördü. Mağaranın önünde hemen iki rekát namaz kıldı ve giriş o anda bir kaya ile örüldü. Gölün sahilinde kendi kendine örülen bu duvara, o zamandan beri ‘Ali Kayası’ adı verilir.
Leşin göle düşmesinden asırlar sonra, Selçuklu hükümdarı Kılıç Arslan, 1130 senesinde Van Kalesi’ni inşa ettirirken canavarın kemiklerini çıkarttırdı ve iskeletini kulelerin arasına koydurttu. Artık denizden yahut karadan gelen bütün yolcular bu kemikleri görebiliyordu. Timur, 1402 tarihinde kaleyi muhasara etti ama ele geçiremedi. Memleketine eli boş dönmek istemeyince ejderhanın kemiklerini yanına aldı, develere yükleyip götürdü.
Van’a gittiğimizde, bizi ejderin mağarada mahpus olan yavrusunun bulunduğu kayaların yakınına kadar götürdüler. Bir saat kadar bekledik ama içeriden bir ses gelmedi. Derken, bizimle beraber olan dostlarımızdan biri, elindeki mızrağı kayadaki oyuklardan birine soktu. İçeriden gelen ses, hepimizi korkuttu. Kayaların gerisinden bulutu andıran siyah ve kokulu bir duman yükseldi. Canavarın yavrusunun kaçtığını anladık, biz de kaçmaya başladık fakat canavarın vücudunu göremedik. Ama, Van’da, ejderin kuyruğunun kayaların çatladığı yerden dışarıya 50-60 arşın kadar çıktığını söyleyip yemin eden birçok kişiye rastladım...’ (Evliya Çelebi Seyahatnámesi, cild: 4)
ZAPTİYE
Sanatçıları kovdukları yetmedi, bir de sansürcülüğe soyundular
‘ALATURKA’ adıyla tam alaturka bir şarkı yarışması açıp iki trilyondan fazla para harcayan TRT, geçtiğimiz günlerde bugüne kadar istisna akdiyle çalıştırdığı ne kadar sanatçı varsa, hepsine kapıyı gösterdi.
Müzik Dairesi Başkanı Süleyman Erguner’in imzasıyla radyolara gönderilen yazıda, sanatçılara 4 Ekim’den itibaren program yaptırılmaması talimatı verildi. İşlerine son verilenler arasında Recep Birgit, Fahrettin Çimenli, Ayla Büyükataman ve Feridun Darbaz gibi ciddi ve önemli müzisyenlerin yanısıra senelerce ‘Siz şimdilik şu üç kuruş paraya çalışın, zamanı gelince kadroya alırız’ denilen çok sayıda genç de vardı.
Ama konunun ilginç tarafı, yazıda bu işin ‘tasarruf sağlayacağı ve özellikle programların müzikalitesi açısından faydası olacağı’ gerekçesiyle yapıldığının söylenmesiydi ve bu, müzisyenlere hakaret demekti.
Böyle bir ifade Türkçe ceháletinin eseri değilse, altında imzası bulunan záta sormak gerekir: Kapıdışarı edilen kişiler işi beceremiyorlarsa onlarla seneler boyu neden çalıştınız? Ama sözkonusu cümleleri zeváhiri kurtarma maksadıyla söylüyorsanız, sanatçılara hakaret etme hakkını kimden aldınız? 53 seneden beri akitli olarak çalışan Recep Baba’nın mı müzikalitesi yok, yoksa Ayla Hanım’ın mı? Kimin?
TRT’nin Müzik Dairesi bu kadarla da kalmadı ve sansürcülük hayallerine kapıldı. Üstelik sansürü kurum dahilinde değil, Türkiye çapında yapma hayaline!
Yine aynı zátın imzasıyla radyolara gönderilen bir başka yazıda, ‘TRT personelinin izin alarak kurum dışına yapacakları işlerin master kayıtlarının bundan böyle Müzik Dairesi Başkanlığı’na gönderilmesi ve onay verilmesi halinde yayınlanabilecekleri’ söyleniyordu. Üstelik yalnızca müzik kayıtları değil, görüntü malzemeleri, yani CD’nin kapağı ve broşürü de isteniyordu ve bu, ‘Bundan böyle özel şirketlerin çıkartacağı CD’leri de denetleyeceğim ve müziğinizin kaliteli olup olmadığına da sadece ben karar vereceğim’ demekten başka birşey değildi!
Talimatın altında imzası bulunanlara kısaca hatırlatayım: TRT personelinin kurum dışında iş yapması yasak ise yaptırmazsınız, olur biter. Ama böyle bir yasağı otorite gösterisi haline getirip ‘Müzik adına herşey benden sorulur ve onayım gerekir’ demek, sadece ve sadece suçtur, o kadar.
Bundan birkaç ay öncesine kadar aynı derdlerden muzdarip dostlarımızın koltuğa geçer geçmez alikıran başkesen rolüne soyunmaları biraz ayıp kaçıyor!
Şimdi, unutulmaması gereken iki önemli husus var. Birincisi, vergilerimizle ayakta duran TRT’nin sansür değil, bir yayın kuruluşu olduğu; diğeri de siyasi tarihin yanısıra musiki tarihinin de kurtarıcılık hayaline kapılan kişilerin etrafa verdikleri zararlarla dolu bulunduğu!