1908’deki kimlik tartışmasında da bütün bu işlerin cılkını çıkartmıştık

Hangi konuda olursa olsun ifrata yahut tefride kaçmadan, yani aşırılığa gitmeden edemeyiz.

AB tartışmaları sırasında da bunun aynını yaptık; işin sosyal, kültürel yahut ekonomik boyutlarını tartışacağımız yerde kalkıp ‘üst kimlik’, ‘anadil’ yahut ‘Sevr’ meselelerine daldık, insan hakları kavramını azınlık hakları sınırlarına indirdik ve askerden ‘üniter devlet yapımızı tartışmaya açmayı tasvip edemeyiz’ açıklaması geldi. Biz, benzer tartışmalara bundan 96 yıl önce İkinci Meşrutiyet’in ilánından hemen sonra girmiş, ifrata vardırdığımız ve işleri çığrından çıkartan bu özgürlük hevesi ‘Sıktınız artık’ diyen İttihad ve Terakki’nin sopasıyla noktalanmış, uzun yıllar yine demir bir yumrukla idare edilmiş ama bütün bunlar olup biterken uğramadığımız feláket kalmamıştı.

AVRUPALI olma hayalleri içerisinde AB işini son haftalarda giderek başka alanlara kaydırdığımızın, bilmem farkında mısınız?

Asırlardan buyana hiç değişmeyen bir ádetimiz vardır: Hangi konuda olursa olsun ifrata yahut tefride kaçmadan, yani aşırılığa gitmeden edemeyiz.

AB işinde de aynını yaptık; işin sosyal, kültürel yahut ekonomik boyutlarını tartışacağımız yerde kalkıp ‘üst kimlik’, ‘anadil’ yahut ‘Sevr’ meselelerine daldık, insan hakları kavramını azınlık hakları sınırlarına indirdik. İçerisinde ‘Türkiyelilik’ ve ‘Sevr’ sözlerinin sıkça geçtiği raporlar canlı yayınlarda yırtılıp atılırken, her zaman olduğu gibi yukarılardan bir yerlerden uyarıyı andıran bir ses gelince ortalık biraz durulur gibi oldu. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, AB Komisyonu’nun ilerleme raporundaki azınlıklarla ilgili ifadeler konusunda ordunun düşüncesini açıkladı ve ‘Türkiye’nin üniter devlet yapısını tartışmaya açmak, TSK tarafından tasvip edilemez’ dedi. Orgeneral Başbuğ bunları söylerken sadece AB raporuna değil, bizdeki bazı çevrelerde son zamanlarda moda olan ‘alt kimlik’ yahut ‘üst kimlik’ gibisinden tartışmalara da cevap vermiş oluyordu.

Biz, benzer tartışmaları bundan 96 yıl önce de yapmış ama yapmakla kalmayıp uygulamaya da kalkışınca başımıza olmadık işler açmıştık. Önce birliğimizden olmuş, parçalanıp toprak üstüne toprak kaybetmiş, tarihimizde örneğine rastlanmamış bir sefaletle tanışmış, derken ifrata vardırdığımız bu özgürlük hevesi sopayla noktalanmış, arkasından uzun yıllar demir yumrukla idare edilmiş ama yumruk tepemizden kalkınca herşey daha da fena olmuştu.

1908’de ilán edilen İkinci Meşrutiyet’ten sonra yaşadıklarımızdan ve hemen arkasından gelen İttihad ve Terakki diktasından bahsediyorum.

ÖZGÜRLÜK, ANARŞİ OLDU

Meşrutiyet’in ilánınını çoğumuz bir özgürlük hareketi ve ‘33 sene boyunca devam eden Abdülhamid istibdadından kurtuluş’ olduğunu zannederiz. Ama işin aslı hiç de öyle değildir, Abdülhamid’in baskıya dayalı idaresi gerçi nihayete ermiş ve memlekete ilk zamanlarda bir hürriyet havası hákim olmuştur ama bu hava daha sonraları anarşiye dönmüş ve anarşinin neticesinde ardarda feláketler yaşanınca da düzensizlik sopayla halledilmiştir.

İşte, 1908’de bu aşırı özgürlük havasını teneffüs etmemizden 1918’e kadar yaşadıklarımızın kısa öyküsü:

İkinci Abdülhamid, içeriden ve dışarıdan gelen baskılar neticesinde, 1908’in 24 Temmuz’unda, 1878’de kapatmış olduğu Meclis’in yeniden açılmasına karar verdi ve bu karar tarihlerimize ‘İkinci Meşrutiyet’ yahut ‘Hürriyet’in ilánı’ olarak geçti. Siyasi sürgünler affedildi, söz söyleme hürriyetinin üzerindeki yasaklar ve sansür kalktı, dernek ve parti kurma serbest hále geldi, Selánik’te faaliyet gösteren ve hükümdara o zamana kadar en büyük muhalefeti yapmış olan İttihad ve Terakki de merkezini İstanbul’a nakletti.

Türkiye, hürriyetin ilánından Meclis’in yeniden açıldığı 17 Aralık’a kadar geçen beş ay içerisinde o güne kadar görmediği bir serbestlik havasına girdi. Hemen her gün yeni birkaç gazete yahut dergi çıkıyor, alışılmadık sayıda kitap yayınlanıyor, parti üstüne parti kuruluyor, her köşede ayrı bir fikir kulübü doğuyordu.

BİRLİK PARÇALANDI

Meşrutiyet ile beraber Meclis’te ve Osmanlı topraklarında ‘ittihád-ı anásır’ yani ‘unsurlar birliği’ kuralına uyulması ve ‘Osmanlılık’ şemsiyesi altında toplanılması temel politika olarak kabul edilmişti. Ama bu düşüncenin hayalden ibaret olduğu kısa zamanda anlaşıldı. 1908’in 17 Aralık’ında açılan Meclis’teki milletvekillerinin 142’si Türk, buna karşılık 60’ı Arap, 23’ü Rum, 25’i Arnavut, 12’si Ermeni, üçü Sırp, dördü Bulgar, beşi Yahudi ve biri de Ulah idi. Türk milletvekilleri azınlıklardan sadece dokuz kişi fazlaydı ve bu durum daha sonraları ayrılık faaliyetlerine yolaçacaktı.

Hürriyet’in ilánıyla sınırsız bir fikir hürriyetinin geldiği zannedilince gazeteler hiçbir kurala uymadan istediklerini yazdılar, politikacılar akıllarına geleni söylediler, işin içine dini ve milli duygular da karışınca ‘ittihád-ı anásır’ kuralı bir tarafa bırakıldı, ‘Osmanlı üst kimliği’ unutuldu ve azınlıklara tanınan haklar bağımsızlık hayáline dönüştü. Meclis’teki bir Rum milletvekili ‘Osmanlı Bankası ne kadar Osmanlı ise, ben de o kadar Osmanlıyım’ diyebiliyor, Türk olmayan ama ‘Osmanlı’ olan milletvekilleri kendi milliyetçiliklerine soyunuyor, siyasi partiler de bu arada birbirlerini yemeye çalışıyordu.

İstanbul’da böylesine bir kargaşa hüküm sürerken sınırlarımızda değişiklikler başladı, yani ardarda toprak kaybettik. Avusturya, 1908’in 5 Ekim’inde Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini açıkladı; aynı gün o zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir prenslik olan Bulgaristan bağımsızlığını duyurdu ve krallık oldu, muhtar bir yönetime sahip bulunan Girit de hemen ertesi gün Yunanistan’a katıldığını ilán etti.

Derken, 1909’un 13 Nisan’ında tarihlerimize ‘31 Mart Olayı’ diye geçen meşhur ayaklanma yaşandı, İstanbul tam bir anarşi yaşadı, Selánik’ten gelen Hareket Ordusu birkaç gün sonra İstanbul’a girdi, sıkıyönetim ilán edildi, Abdülhamid tahtından indirilip Selánik’e sürgüne yollandı ve tahta Sultan Reşad geçti.

31 Mart olayından sonra ortalık daha da karıştı, ordu siyasetin tamamen içine girdi ve hemen herşey ‘özgürlük’ kavramının ardında yapılır oldu. Bazı gazeteciler faili meçhul cinayetlere kurban giderken, İtalya 1911’de Libya’yı işgal etti ve 1912 Ekim’inde Balkan Harbi patladı. Tarihimizin en büyük mağlubiyetlerinden birini yaşadık ve Edirne dahil bütün Rumeli’yi kaybettik.

Bütün bunlara rağmen, herkes aklına geleni söylemeye hálá devam ediyordu. İttihadçılar 23 Ocak 1913’te Babıáli’yi basıp iktidarı güç kullanarak ele geçirdiler ama ‘özgürlük’ adı altında yaşanan kaos birkaç ay daha devam etti.

SOPAYI ELE ALDILAR

Herşey, 1913’ün 11 Haziran’ında bir anda değişti. Sadrazam Mahmud Şevket Paşa, Divanyolu’nda uğradığı suikastte hayatını kaybetti ve yerine Said Halim Paşa getirildi. Bu, İttihad ve Terakki’nin tek başına işbaşına gelmesi demekti.

Balkan Savaşı’nda Bulgarlar’a terkedilen Edirne, İttihadçılar’ın iktidarının ilk günlerinde kurtarıldı ve bu başarıdan güç alan parti, memlekette beş sene boyunca yaşanan özgürlüklere bir anda son verdi. ‘Hürriyet’, ‘eşitlik’ ve ‘adalet’ kavramları rafa kalktı, iktidara muhalefet eden kim varsa sürgüne gönderildi, bazı yazarlar gemilere doldurulup Karadeniz sahillerine yollandılar ve bu arada ortalığı karıştırmasından endişe duyulan bazı sert muhalifler de faili meçhul cinayetlere kurban gittiler.

Türkiye, artık Abdülhamid döneminden de sert şekilde idare edilen bir yasaklar ülkesi olmuştu. Bütün bunların hemen arkasından durup dururken Birinci Dünya Savaşı’na girdik. Sonrası ise, hepimizin málumu...

Bugün girdiğimiz ‘üst kimlik’, ‘Türkiyelilik’ yahut ‘azınlık hakları’ gibisinden tartışmalar, bana 1908 ile 1918 arasındaki bu yaşadıklarımızı özgürlükler konusunda ifrat ile tefrit arasında gidip gelmemizin bize nelere málolduğunu hatırlattı ve sizlere de hatırlatayım dedim.

O günlerde çıkan muzır kitapları bugün yayınlasak başımız derde girer

İKİNCİ
Meşrutiyet sonrasında yaşadığımız sınırsız özgürlük havası, bir başka alanı daha etkisi altına aldı: Müstehcen kitap yayıncılığını...

Türkiye, Meşrutiyet’in 1908’deki ilánından İttihad ve Terakki’nin sopayı eline almasına kadar geçen beş yıl içerisinde tarihinde görmediği derecede muzır yayınla tanıştı. ‘Artık hürriyet var, kimseler karışamaz’ düşüncesiyle akla gelen her türlü kitap, kalitesine bakılmaksızın basıldı ve serbestçe dağıtıldı.

‘Abdurrahman Efendi Gebe’, ‘Adem-i İktidarı (iktidarsızlığı) Omletle Tedavi’, ‘Baştan Çıkan Halime’, ‘Harem Ağası’nın Muaşşakası’, ‘Aşk-ı Marazi’ (Hasta Aşk) ‘Zifaf Hatırası’, gibi isimler taşıyan bu yayınların kaliteleri, adlarından zaten belli idi. Meraklı ellerde bugün de hálá dolaşan iki kitabın, ‘Kaymak Tabağı’nın ve ‘Bir Zanbağın Hikáyesi’nin ilk baskıları bile o dönemde yapılmıştı. Muzır kitap furyasında resimli dergilerin yayınlanması da unutulmamış ve ‘Nisvan-ı Zarife’, yani ‘Güzel Kadınlar’ adını taşıyan albüm Türk müstehcen dergiciliğinin öncüsü olmuştu.

Ama, işin bir başka tarafı var: 1908 Meşrutiyeti’nden sonra yayın özgürlüğünün de cılkı çıkmıştı ama Türkiye böylesine serbest yayın ortamını bir daha hiçbir zaman yaşamadı. O dönemde yayınlanmış olan bu kitapları bugün yayınlamaya kalksak, başımız büyük derde girer!
Yazarın Tüm Yazıları