Böyle anaların ayaklarının altında cennet falan yoktur
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Ben, ‘Anneler Günü’ kavramına oldum olası karşıyımdır. Bugünün, işi tüketimi teşvik uğruna ‘Anneni seviyorsan bugün hediye alırsın ama almazsan sevmiyorsun demektir’ çizgisine getiren son derece yoğun bir propagandanın zafer günü olduğuna inanırım ve annesi olmayanların bugün neler hissedeceklerinin hiç düşünülmemesine hayret ederim.
Bu yüzden, satışların ‘anne’ kavramı vasıtasıyla patlama yaptığı bugün sizlere ‘başka türlü’ annelerden, Peygamber’in ‘Cennet anaların ayakları altındadır’ sözüne uymayan ve tarihe hırsları uğruna evládının gözünü oymakla ve canını almakla geçmiş bazı annelerden bahsetmek istedim.
BUGÜN, Anneler Günü... Başka bir ifadeyle, işi insanları tüketime teşvik uğruna ‘Anneni seviyorsan bugün hediye alırsın ama almazsan sevmiyorsun demektir’ çizgisine getiren son derece yoğun bir propagandanın zafer günü...
Gene de, bütün annelere kutlu olsun!
Bugün gazetelerden TV’lere, sokak afişlerinden vitrinlere kadar hemen her yerde ‘canım annem, güzel annem’ edebiyatıyla karşılaşacağız. Anne yokluğunun ıstırabını çekenlerin neler hissedeceğini hiç düşünmeyeceğiz, günlerden beri devam eden ve artık tam bir beyin yıkama faaliyeti háline gelen ‘Git, annene hediye al’ kampanyasının annesine sevgisinden başka verebilecek tek bir şeyi olmayanları ne hále getirdiği de hatırımıza bile gelmeyecek.
Perakende satışların ‘anne’ kavramı vasıtasıyla zirveye ulaştığı bugün, sizlere ‘başka türlü’ annelerden, Peygamber’in ‘Cennet anaların ayakları altındadır’ sözüne uymayan, ayakları cennetin yeşilliklerine değil, cehennemin kızgın taşlarına temas eden validelerden bahsetmek istedim.
İşte, tarihte hırsları uğruna evládının gözünü oymakla ve canını almakla yer edinmiş annelerden birkaçının kısa öyküsü...
ÇİN İMPARATORİÇESİ WU ÇAO
Çin Sarayı’na 638’de cariye olarak alındığında henüz 13 yaşındaydı. Aklında sadece iktidarı ele geçirmek vardı ve maksadına ulaşabilmek için her adımını gayet dikkatli ama kanlı bir şekilde attı.
Bir müddet sonra, İmparator Gao Dzung’dan bir kızı oldu. Çocuğunun babasının resmi karısı, yani Çin İmparatoriçesi bir gün bebekle başbaşa kaldı. Wu Çao, imparatoriçe odadan çıkar çıkmaz çocuğunu kendi elleriyle boğdu ve cesedi imparatorun bulmasını sağladı, derken kendisini yerden yere vurarak ‘Yavrumu senin karın öldürdü’ dedi ve imparatoru karısından soğuttu.
Sonraki aşama, imparatoriçenin ortadan kaldırılmasıydı. Wu Çao, sahte bir büyü senaryosu hazırladı, imparatoru karısının büyücü olduğuna ve herkesi öldürerek tahtı ele geçireceğine inandırıp kadıncağızı elleriyle ayaklarını kestirerek idam ettirdi ve 655’te imparatoriçe oldu.
Wu Çao’nun karşısında artık hiçbir güç duramıyordu. Kocasına yaklaşmaya çalışan her kadını yokederken, kendi kızkardeşini de imparatorun yatağına girmeye çalıştığı iddiasıyla öldürtmekten çekinmedi. İmparatorun seneler boyu devam edecek bir hastalığa yakalanması üzerine idareyi tamamen eline aldı. Oğullarından birini veliahd yaptı ama günün birinde kızıp sürgüne gönderdi, bir diğer oğlunu tahta çıkardı fakat kısa bir müddet sonra onu da zindana attırdı ve tek başına hüküm sürmeye başladı. İktidarını kan üzerine kurmuş olmasına rağmen iyi bir idareciydi ve Çin’in bugüne kadar devam eden birliğini o sağlamıştı.
Ama, seneler geçtikçe imparatoriçeye bir haller geldi ve Wu Çao delikanlılara merak saldı. Bir gecede birkaç gençle beraber olması, üstüne üstlük devlet işlerini de ciddiye almamaya başlaması üzerine generaller 80’ine gelmiş olan Wu Çao’yu 705 yılının 20 Şubat’ında bir saray darbesiyle tahttan indirip sadece dokuz ay yaşayabileceği bir manastıra kapattılar.
BİZANS İMPARATORİÇESİ İRENE
Yunanistan taraflarından İstanbul’a gelen asil ama fakir bir ailenin kızı olan İrene 752’de doğdu. Annesiyle babasını küçük yaşta kaybetti, aşırı güzelliği sayesinde saraya alındı, Bizans İmparatoru Dördüncü Leo ile evlendi, veliahd Konstantin’i dünyaya getirdi ama beş sene sonra dul kaldı ve Bizans’ı oğlu Konstantin’in náibi olarak senelerce tek başına idare etti.
Konstantin’in büyüyüp imparatorluğa hákim olmaya kalkışması, iktidar ve güç áşığı İrene’nin aklını başından aldı, o sırada 27 yaşında olan oğlunu gözlerine mil çektirerek kör ettirdi. Konstantin birkaç hafta sonra ölecek ve iktidara artık tek başına hákim olan İrene, Bizans tarihinin ilk ve tek ‘kadın imparatoru’ unvanını alacaktı.
Ama, imparatorlukta yaşanan ekonomik sıkıntılar İrene’nin de sonunu getirdi. 802 yılında tahttan indirilip önce Büyükada’ya, oradan da Limni’ye sürgüne yollanacak; Maliye Bakanı Nikeforus imparator ilán edilecek, devrik imparatoriçe ise bir sene sonra ölüp gidecekti.
İrene, iktidar yıllarında Bizans’ın en önemli meselesi olan ve tarihlere ‘ikona kırıcılık’ diye geçen dini tartışmada önemli bir rol oynayıp ‘ikona’ların yani din büyüklerinin resimlerinin yapılmasını yasaklayan eski kararları kaldırmış ve bu yüzden ölümünden sonra Ortodoks Kilisesi tarafından oğluna yaptıkları unutularak ‘azize’ ilán edilmişti. Bugün İstanbul’un en gözde kültür mekánlarından olan Aya İrini Kilisesi, adını evlád katili olan bu Bizans imparatoriçesinden alıyor.
MAHPEYKER KÖSEM SULTAN
Söylendiğine göre, bir Rum papazının kızıydı. 12 yaşında Osmanlı sarayına satılmış, 13’ünde zamanın hükümdarı Birinci Ahmed’in yatağını paylaşmış, 27’sinde de dul kalıp saraydan ayrılmak zorunda kalmıştı ve iktidarın tadı damağındaydı. İki oğluyla torunu daha sonra peşpeşe tahta çıkınca iktidarın yolu önünde yeniden açılıverdi.
Oğlu Murad 1623’te daha 11.5 yaşında hükümdar olduğunda Kösem saltanat naibiydi. Devlet demek o demekti ve genç padişah başka annelerden olan kardeşlerini öldürttüğü zaman ağzını bile açmadı, hattá gayet memnun oldu. Murad arkasında kanlı bir iz bırakıp 28’ine daha yeni bastığı günlerde hayattan göçüp gidince taht kardeşi İbrahim’e geçti ama devlet gene Kösem’in elindeydi. İbrahim birkaç sene sonra ‘Yüce hünkárdelirdi’ denerek tahttan indirildi, yerine yedi yaşındaki oğlu, yani Kösem’in torunu Dördüncü Mehmed çıktı ve Kösem gene iktidarda kaldı. Ama sábık padişahın hayatta olması hem çocuk hükümdar, hem de Kösem için her an bir tehlikenin várolması demekti ve Kösem, tehlikeyi bertaraf etmek için, Topkapı Sarayı’nın küçücük bir odasına kapatılmış olan oğlu İbrahim’i bir güzel öldürtüverdi!
Unvanı artık ‘Büyük Valide’ olan Kösem, oğlunu gözünü kırpmadan ortadan kaldırmış ama kendisi için daha tehlikeli olan bir başka saraylıyı hiç de önemsememişti: Torununun annesini, yani gelini olan Hatice Tarhan Sultan’ı... Gelinle kaynana iktidar için birbirlerine girdiler; asker Kösem’in, halk Tarhan Sultan’ın arkasındaydı ve gelin, 1651’in 2 Eylül gecesi adamlarını gizlice Kösem’in dairesine soktu... Yetmişine merdiven dayamış ‘Büyük Valide’nin önce gırtlağını sıktılar ama canını bir türlü alamayınca odunla kafasını kırdılar, sonra da ‘Ne olur, ne olmaz, işi garantiye alalım’ deyip ibrişim bir perde ipiyle boğdular...
Devlet, Mahpeyker Kösem Sultan’dan geriye kalan herşeye elkoyup ‘valide-i muazzama’ya dillere destan bir cenaze merasimi de yaptı ama olup bitenlerin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra öğrenilenler herkesi şaşırttı: Oğlunu gözünü kırpmadan öldürten ve torununu da yoketmek üzereyken ortadan kaldırılan Kösem Sultan meğerse büyük bir hayırseverdi, fakirlere analık ediyordu ve öldürüldüğü gün sadece İstanbul’da 25 bin kişi aç kalmıştı!
Yıllardır topladığım görüntüleri en nihayet belgesel yapıyorum
BEN, TV’lere iş yapmaktan bugüne kadar hep uzak durdum, zira bir saatlik ciddi bir televizyon belgeseli, en az altı aylık bir çalışma gerektirirdi. Bir yapımın ömrünün sadece seyredildiği zaman kadar olduğuna inanırdım ve geçici bir işe vakit harcamaktansa, o müddeti kalıcı bir esere, meselá kitap yazmaya ayırmanın daha mantıklı olacağını düşünürdüm ve hálá da öyle düşünüyorum.
Nuri Çolakoğlu, beni bundan birkaç sene önce sadece tek bir konuda TV belgeseli yapma hususunda ikna etti: ‘Son Osmanlılar’ın, yani 1924’te sürgüne gönderilen Osmanoğlu ailesinin sürgün hayatlarından kesitleri birkaç bölümlük bir belgesel yapmam konusunda... Osmanoğlu ailesi ile ilgili olarak elimde fotoğraftan filme, belgeden hátırata kadar bir hayli doküman vardı. Bunlar, ailenin sürgünü yaşayan ve hálen hayatta bulunan mensuplarıyla yapılacak çekimlerin arasına yerleştirilebilirdi.
EKRANLARDA İLK KEZ
Çekimlere başladık ve Osmanoğlu ailesinin 80 seneden beri gazetecilerden uzak duran önde gelen mensupları, sağolsunlar, ricamı kırmayarak hayatlarında ilk defa kamera karşısına geçtiler ve yönetmenliğini tecrübeli televizyoncu İlkgün Serdar’ın yaptığı belgeselin çekimlerini tamamladık. ‘Son Osmanlılar’, montajın yapılmasından sonra, çok yakında grubumuza ait bir TV kanalında dört bölüm halinde yayınlanacak.
TRT’NİN AYIBI
Bu arada, TRT’nin de aynı konuda hazırlıklara başladığını haber aldım. Ama devlet televizyonumuz, başkalarının eserinin ve emeğinin üzerine atlamak şeklindeki eski ádetimize uymuş ve bundan senelerce önce çıkan, günümüzde bu konuda hálá tek kaynak olan ama kitapçılarda artık bulunmayan ‘Son Osmanlılar’ isimli eserimin bazı bölümlerini, özellikle de arka kapak metnini, çekmeye karar verdiği programı tanıtım maksadıyla hazırladığı İngilizce belgelere aktarıvermişti. Benim ‘Son Osmanlılar’, TRT mensubu Kerime Şenyücel isimli kişinin ‘hazırlayacağını’ söylediği ve bugüne kadar aldığı ‘ödülleri’ de listelemeyi unutmadığı broşürde ‘The Last Ottomans’ olmuştu!
Şimdi TRT nezdinde başlattığım hukuki girişim devam ederken, bir yandan da programı yayına hazırlıyoruz. Bir imparatorluğun çöküşü sonrasında şahısların yanısıra toplumun da yaşadığı üzüntülerle, heyecanlarla ve ümidlerle dolu olan ve işin siyasi boyutuna hiç temas etmeyen ‘Son Osmanlılar’ın, hafızalarınızda silinmeyecek bazı izler bırakacağına eminim.