Maarif Nazırı Emrullah Efendi de hep uyurdu ama çok büyük álimdi

Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un hangi toplantıda olursa olsun hemen uykuya dalması ve nádiren uyanık bulunduğu anlarda ‘Ruslar yeni zengin gibiler’ yahut ‘vergisini veren vatandaş yolunmuş tavuğa benzer’ gibi sözler etmesi, bana 20. asrın ilk yıllarının meşhur Maarif Nazırı Emrullah Efendi’yi hatırlattı.

Emrullah Efendi de hemen her toplantıda uyur, uyumadığı zamanlarda da hálá hatırlanan şakalar yapardı. Meselá, şimdilerde ciddi anlamda söylendiğini zannettiğimiz ‘Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim’ esprisi, ona ait idi. Ama, Emrullah Efendi’nin Atilla Bey’den küçük bir farkı vardı: Zamanının en büyük álimlerindendi. İşte, iktidar koltuğuna 90 küsur sene arayla oturan siyasilerin yaptıkları esprilerdeki mizah çizgisinin nasıl seyrettiğinin küçük bir örneği...

KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Atilla Koç hangi toplantıda olursa olsun hemen tatlı bir uykuya dalıyor, uyanık bulunduğu anlarda söyledikleriyle haber oluyor ve sözleri günler boyu tartışılıyor.

İşe Rus turistlerin ‘sonradan görme’ olduklarını anlatmakla başlayan bakan, önceki gün de ‘vergisini veren vatandaşların yolunmuş tavuğa benzedikleri’ beyanında bulundu, derken konuyu sık sık yaptığı şekerlemelere getirdi ve ‘Bundan böyle gözlerimi dinlendirirken güneş gözlüğü takacağım, dolayısıyla gazeteciler fotoğraflarımı çekemeyecekler’ dedi.

Atilla Koç’un bu uyku düşkünlüğü, bana 20. asrın ilk yıllarının meşhur Maarif Nazırı, yani Milli Eğitim Bakanı Emrullah Efendi’yi hatırlattı.

YOLU BİLE ŞAŞIRIRDI

Emrullah Efendi
de hemen her yerde uyuyup gitmesiyle tanınırdı ama günümüzün politikacılarından bir farkı vardı: O devrin önde gelen álimlerinden ve yenilikçilerinden biri sayılmış, eğitimde modernleşmenin öncüsü olmuştu. Türkiye’de eğitimin o zamanın ölçülerine göre çağdaş bir seviyeye çıkması için elinden geleni yapmıştı ve bütün bu faaliyetinin yanısıra dalgınlığıyla ve uykuculuğuyla da meşhurdu.

Konuşmaya başladığı anda zamanı ve mekánı unutup gider, kürsüde günün en mühim meselesi hakkında konuşacak olsa konu şiire yahut eski hikáyelere kadar uzanır; yolda rastladığı bir dostuyla sohbete girse, geldiği yolun tersine dönüp yürümeye başlar, katıldığı toplantının uzaması halinde de horul horul uykuya dalardı.

Emrullah Efendi’nin dalgınlığı ve uykuculuğu, zamanının karikatürcüleriyle hiciv şairlerine ilham vermiş, hakkında bol bol yazılıp çizilmişti. Ama günün birinde söylediği bir söz yüzünden ilmi de, dalgınlığı da, uyku merakı da geri plana düşmüş ve adı, günümüze kadar bu sözü sayesinde devam edegelmişti: ‘Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim’ sözü sayesinde...

Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin bir dost meclisinde şaka maksadıyla söylediği bu söz zamanla ‘cehalet eseri’ diye yorumlanır, eğitimde bir problem yaşandığında mutlaka hatırlanır ve alay maksadıyla teláffuz edilir oldu. Dolayısıyla, sözün sahibinin nasıl bir yenilikçi olduğu, Türk eğitim sistemine ne kadar önemli hizmetlerde bulunduğu unutuldu, gitti. Ona göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda ilköğretimin yaygınlaşması için en az üç neslin geçmesi gerekiyordu ama yüksek öğrenimin bekleyecek hali kalmamıştı ve 1912’nin 8 Nisanı’nda yayınladığı bir nizamname ile İstanbul Üniversitesi’nde köklü bir değişiklik yaptı. Üniversite’deki fakülte sayısını üçten beşe çıkardı ve ders programlarını yeniden düzenledi. Sonra, liselerde felsefe ile ekonomiyi mecburi ders haline getirdi, bu arada ilkokulların programına da tarih, coğrafya, fen bilgisi, köy ekonomisi ve köy sağlığı derslerini koydurdu.

MİZAH EĞRİSİ İNİYOR

Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un uykuculuğu bana hem Maarif Nazırı Emrullah Efendi’yi hatırlattı, hem de iktidar koltuğuna 90 küsur sene arayla oturan siyasilerin yaptıkları esprilerdeki mizah çizgisinin seyrini göstermek istedim. Meselá ‘Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim’ gibisinden asırlar boyu unutulmayacak olan şakaların yerini ‘Güneş gözlüğü takarım, uyurken resmimi çekemezsiniz’ ifadesinin almış olmasını...

Üniversiteyi adam etmesi için sürgünden çağırılmıştı

LÜLEBURGAZ’
da 1858’de doğan Emrullah Efendi, Mülkiye’yi bitirdikten sonra imparatorluğun çeşitli viláyetlerinde maarif müdürlüklerinde bulundu. Bir ara siyasi faaliyetleri yüzünde İsviçre’ye sürgüne gitmek zorunda kaldı ama zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid tarafından affedildi ve Maarif Meclisi üyesi yapıldı.

1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilánından sonra Kırklareli Milletvekili olan Emrullah Efendi, 1910’da Maarif Nazırlığı’na yani Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildi. Bir yıl sonra istifa etti ama 1912’de yeniden aynı makama tayin edildi. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra üniversitede ders vermeye başladı ve 1914’te Yeşilköy’deki evinde öldü.

Emrullah Efendi, bakanlığı sırasında birçok tartışmanın kahramanı olmuştu. Meselá Galatasaray Lisesi’nin müdürü olan şair Tevfik Fikret’i derslere kasten gelmeyen öğretmenlerin aylıklarından kesinti yapmadığı için görevden almış, yerine matematik bilgini Salih Zeki Bey’i getirmiş ve tayin yazısında kullandığı ‘şairin yerine álimi getirdim’ ifadesi, o günlerde çok gürültü koparmıştı.

Osmanlı birliğinin geleneklere bağlı kalınarak batılılaşmakla ve bunun yolunun da dinamik eğitimden geçtiğine inanan Emrullah Efendi, ‘Medeniyetçiler’ grubunun önde gelen mensuplarındandı. ‘İlköğretim Kanunu’nu çıkarmış, o zamanki adı ‘Dárülfünun’ olan üniversitede önemli reformlar yapmış, ‘Muhitü’l-Maarif’ adıyla bir ansiklopedi yayınına başlamış ve başta Ziya Gökalp olmak üzere çok sayıda düşünürü büyük ölçüde etkilemişti.

Uğur keşki alaturka değil klasik müzik yapsaydı!

TÜRK Müziği’nde çello’ yani ‘viyolonsel’ dendiğinde akla tek bir isim gelir:Mesud Cemil...

Alaturkacıların hiddetleneceklerinden eminim ama açık söyleyeceğim: Türkçesi’ne, müzisyenliğine ve bilhassa tanburuna tutku derecesinde hayran olduğum Mesud Bey’in çellosu bana biraz yavan gelir, birkaç çello plağı doldurmuş olan babası Tanburi Cemil Bey’i de bu işte hayli amatör bulurum ve alaturka camianın en başarılı viyolonselcisi, benim için Şerif Muhiddin Targan’dır.

Ama, son 20 yılda yıldızı gittikçe parlayan bir başka çellocu, Uğur Işık, bana göre şimdi bütün bu isimleri geride bıraktı. Fakat seneler önce, daha işin başındayken önemli bir hata etti, sahip olduğu yeteneğiyle ve parlak musiki zevkiyle klasik müzik yapması, yani Batı Müziği çalması gerektiği halde, sanatını çok sevdiği alaturka ile sınırladı.

Uğur’un geçen haftalarda çıkarttığı ‘Cello Unveils Anatolian Spirit’ yani ‘Viyolonsel, Anadolu Ruhunun Örtüsünü Kaldırıyor’ isimli CD’sini dinleyince, klasik çalmış olsaydı nasıl dünya çapında bir isim olacağını hayál ettim. Uğur Işık, CD’sinde son derece temiz ve müzikal bir icranın yanısıra, eski eserlerde várolan ve bugün birçok müzisyen için artık maalesef sır haline gelmiş bulunan melodik ve ritmik incelikleri de aksettiriyor, günümüzde basmakalıp çalınan eserlerin yüzlerindeki örtüyü kaldırıyordu.

Bu CD’yi dinlediğiniz, meselá Eyyubi Mehmed Çelebi’nin ‘Arazbar Peşrevi’ne, Ermeni bestekár Parseğ Ganaçyan’ın ‘Ninni’sine, Kırım Prensi Çoban Giray’ın ‘Rast-ı Sagir Peşrevi’ne kulak verdiğiniz takdirde, Türkiye’de giderek pespayeleşen müzik ortamında birilerinin hálá ciddi ve çok güzel müzik yapmaya inatla devam etmekte olduğunu farkederek şaşıracaksınız.
Yazarın Tüm Yazıları