Ecevit: Osmanlı laiklikliğe yakındı sarayda çok laik bir düzen vardı

Bülent Ecevit ile geçen hafta Ankara’da yaptığım tarih sohbetinin bir bölümünü dün yayınlamıştım, bugün de Ecevit ile Osmanlı’da şeriatın varolup olmadığı konusunda yaptığımız sohbeti naklediyorum.

Osmanlı Devleti Ecevit’e göre şeriatla değil, laisizme yakın bir sistemle yönetiliyordu; Abdülhamid dönemi bile bu çizgideydi ve sarayın içinde çok laik bir düzen vardı.

Bülent Ecevit ile hafta içerisinde Ankara’da yaptığım tarih sohbetinin bir bölümünü dün yayınlamıştım. Ecevit, Sadrazam Midhat Paşa’ya verdiği önemi anlatmış, Atatürk ile Midhat Paşa’nın ‘birbirlerini tamamlayan bir süreç’ olduğunu, hattá köykentlerin ilhamını da Midhat Paşa’dan aldığını söylemişti.

Bugün, Ecevit ile Osmanlı’da şeriatın varolup olmadığı konusunda yaptığımız sohbeti naklediyorum. Osmanlı İmparatorluğu, Bülent Ecevit’e göre şeriat devleti değildi, laisizme yakındı, Sultan Abdülhamid bile bu çizgideydi ve sarayda çok laik bir düzen vardı.

İşte, Bülent Ecevit’in ‘Osmanlı ve laiklik’ konusunda söyledikleri:

Efendim, Osmanlı Devleti sizce bir şeriat devleti miydi?

- Laisizme yakındı hiç kuşkusuz. Neredeyse, Abdülhamid bile öyleydi. (Bazen din üzerine yoğunlaşması) şundan olmuş olabilir: Nasıl şu son bir-iki yıl içinde Türk halkı batıdan usanıp ‘Bizi mahvediyorlar’ demeye geldiyse, Abdülhamid de muhtemelen o nedenle biraz sağa-sola, Japonya’ya, Çin’e açılmıştır. Meselá benim baba tarafından bir dedem ulemadan önemli bir kişi, onu bir heyetle Çin’e gönderiyor, dedem dostluk ilişkileri için orada Müslümanlarla buluşuyor.

Peki, devlet neden şeriat yerine laisizme yakın bir yol izlemedi?

- Osmanlı’da İslam unsuru çok önemli. Fakat aşırı ihtiraslarla falan o da dejenere edilmiş ama bu da psikolojik bir olgu bence. Din değiştirenlerin daha daha tutucu olması (devşirmeleri kasteiyor). Hareket noktası ise, İslam. Fakat o İslam, Orta Asya kökenli bir İslam. Türkiye’ye Alevilikle, Bektaşilikle gelmiş; hattá Osmanlı Türkiyesi’nden önce Türkmenler getirmişler. Fakat bunlar arasında çok büyük bir fırsat kaçırıldı. Nedeni de, Yavuz Selim ile Şah İsmail’in kavgası. Bunların ikisi de Türk, üstelik Şah İsmail daha da Türk. Yunus Emre düzeyinde Türkçesi ve şiiri var. Öbürü de çok yetenekli fakat İslam’dan güç alma ihtiyacını duyuyor ve ikisi siyasi maksatla birbiriyle kavga ediyor. Yoksa sarayın kendi içinde bile çok laik bir düzen var. Bunu içimize sindirmemiz lázım.

Bir Osmanlı Tarihi yazmaya niçin karar verdiniz?

- 1985’te artık tamamen itilmiş durumdaydım. Hamburg Üniversitesi’nden bir çağrı geldi. İki sömestr Atatürk konulu ders vermem için. Oraya da bir hayli malzemeyle gittim. Hiç akademik hayatım yoktu ama orada ilk defa çok zevk aldım ve epey bir malzeme biraraya getirdim. Tabii, sonra daha fazla şeyler ekledim. Kitapta hangi padişah ne yapmıştı, onlara girmiyorum.

Kendi anılarınızı da yazacak mısınız?

- Vakit bulabileceğimi sanmıyorum. Sol harekete, sosyal demokrat konumdaki somut adımları ben kendi bakanlığım sırasında (1961’deki Çalışma Bakanlığı sırasında) başlattım ama beni onlar solcu saymazlar. ...Çok daha iyi incelenmesi gereken şeyler var. ...Kısacası kendime ayıracak vaktim yok. Bütün bunların içinde kendimi anlatmak içimden hiç gelmiyor da, yapmış olabildiklerimden yararlanarak bir şeyler sunabilir miyim diye düşünüyorum. Yoksa benim Vahdettin ile ne alákam var? Eniştemle teyzem dolayısıyla.

-SON-

İlkokuldayken istihbarat yapmış

Bülent Ecevit’in eniştesi ve Sultan Vahideddin’in eski damadı olan İsmail Hakkı Okday, cumhuriyetin ilánından sonra hariciyeye geçmiş ve konsolosluk yapmıştı ama asıl görevi, istihbaratçılıktı ve o zamanın istihbarat teşkilátının önde gelen isimlerinden biriydi. Ecevit, İsmail Hakkı Bey’den bahsederken ‘Çok iyi, çok önemli bir istihbaratçıydı’ dedi ve henüz ilkokul öğrencisiyken eniştesine bir ara istihbarat bilgileri toplama konusunda yardım ettiğini anlattı: ‘Eniştem, bir ara İtalya’ya, Bari’ye başkonsolos gitti. Ben daha ilkokul çocuğuydum, beni de götürdü. İtalyanlar’ın ne yapmak istediklerini, Türkiye’ye karşı ne şekilde çalışmalar içerisinde bulunduklarını öğrenmek istiyordu. Beni ‘Oralara bir bak bakalım; ne var, ne yok’ deyip limana gönderirdi. Tabii, şey olarak (ajan olarak) değil ama o yaşta bir çocuktan aldığı gözlemlerden bile epey teknik bilgiler çıkartırdı’

Samsun tartışmasına belgeli bir katkı

Bülent Ecevit’in başlattığı Sultan Vahideddin tartışması sırasında, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a padişahın talimatıyla mı yoksa kendi kararıyla mı gittiği konusu da gündeme geldi.

Burada konunun ayrıntılarına girmeden, Samsun yolculuğu konusunda pek bilinmeyen bir belgeyi, Mustafa Kemal Paşa’nın elyazısıyla olan bir mektubu yayınlıyorum. Paşa bu mektubu, sonraki senelerde Türkiye’nin en tanınmış zeytinyağı fabrikatörlerinden biri olacak olan dostu Sezai Bey’e yani Sezai Ömer Madra’ya göndermiş. Üzerindeki ‘17 Mayıs’ tarihinden ve zarftan, mektubun Bandırma Vapuru’nda yazıldığı ve Sezai Bey’e daha sonraki günlerde Samsun’dan elden gönderildiği anlaşılıyor. Belgeyi, Sezai Ömer Bey’in ilkokul arkadaşlarım olan torunları Salih ve Sezai Madra kardeşlerden temin ettim, kendilerine teşekkür ediyorum.

Mektubun Vahideddin tartışmalarını ilgilendiren tarafı, hemen ilk cümlesi: Mustafa Kemal Paşa ‘Azizim Sezai Bey’ hitabından sonra ‘Memuren - yani, görevli olarak- Anadolu’ya hareket ediyorum’ diyor ve annesi Zübeyde Hanım’a bıraktığı bir senetten ve senetle ilgili olarak yapılacak işlerden bahsediyor. Paşa, mektubu ‘Dokuzuncu Ordu Kıtaatı (kıt’aları) Müfettişi Mirliva (tuğgeneral) Mustafa Kemal’ diye imzalamış.
Yazarın Tüm Yazıları