İşte, Sultan Vahideddin’in kendi kaleminden savunması
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Ben, bir gazetecinin köşesinde kendi kitabının reklamını yapmasını hiçbir zaman etik bir davranış olarak kabul etmedim ama sözünü edeceğim eser artık piyasada hiçbir şekilde bulunmadığı için, bahsinde bir mahzur görmüyorum:
Sultan Vahideddin’i konu alan ve onun özel evrakına dayanılarak yazılmış olan tek belgesel kitap, bendenize ait bulunan ve şimdi ‘nádir kitap’ sayılan ‘Şahbaba’dır. Vahideddin’in sürgünde yaşadığı İtalya’nın Sanremo kasabasında 1925 yılında kaleme aldığı ve gündemimizi işgal eden
‘hain miydi, değil miydi?’ tartışmalarına cevap teşkil eden hatıralarının bazı bölümlerini Şahbaba’dan burada günümüz Türkçesi’ne aktarırken, konunun bir başka boyutuna da temas etmeden geçemeyeceğim: ‘Şahbaba’nın bir nüshasını o zaman Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’e de göndermiş ve Demirel’den ‘Bu değerli kitabınızdan dolayı sizi tebrik ederim’ meálinde bir teşekkür mektubu almıştım. Ama ben, Şahbaba kitabımda Vahideddin’in ‘hain olmadığını’ söylüyordum!
BÜLENT Ecevit’in başlattığı ve günlerdir devam eden ‘Vahideddin hain miydi, değil miydi?’ tartışmasına Sultan Vahideddin bu hafta bu sayfada bizzat katılıyor ve hakkındaki suçlamalara kendisi cevap veriyor.
Önce, açıkça ifade edeyim: Sultan Vahideddin’in okuyacağınız sözleri, kendimden intihaldir!
Benim söylemem belki biraz tuhaf kaçacak ama, Sultan Vahideddin hakkında şimdiye kadar yazılmış olan ve padişahın özel evrakına dayanan tek belgesel kitap, bendenize ait olan ve bundan yıllarca önce yayınladığım ‘Şahbaba’dır.
TEK KİTAP BUDUR
Kitabın temelini, hükümdarın ailesinin 70 küsur yıl boyunca itinayla muhafaza ettikten sonra yayınlamam için verdikleri Vahideddin’e ait hatıralar, mektuplar ve belgeler, yani birinci elden kaynaklar oluşturuyordu.
‘Şahbaba’ dışında kalan Vahideddin ile ilgili diğer bütün kitaplar ise -Damad Ferid Paşa’nın yaveri Tarık Mümtaz Göztepe’nin yazdıkları hariç olmak üzere- ya hayal mahsulüydüler, yahut ikinci derece kaynaklardan derlenmişlerdi.
Ben, bir gazetecinin köşesinde kendi kitabının reklamını yapmasını hiçbir zaman etik bir davranış olarak kabul etmedim. Ama bu sayfada bugüne kadar sözünü hiç etmediğim eserim artık piyasada hiçbir şekilde bulunmadığı için, bahsinde bir mahzur görmüyorum.
Padişaha ait belgelerin şimdi nerede diye senelerden beri soranlara da, kısaca cevap vereyim: Şahbaba’nın yayınlanmasından sonra her belgenin birkaç kopyasını çıkarttım ve bütün evrakı, padişahın kanuni várislerinin de istekleri doğrultusunda, mühürlü bir torba içerisinde ve ‘50 sene boyunca açılmaması’ şartıyla, resmi bir kuruluşa verdim.
Şimdi, Vahideddin hakkındaki tek belgesel çalışmayı yapmış kişi olarak, onunla ilgili kanaatimi açıkça söyleyeyim: Herşeyin bittiği bir anda tahta çıkmış ve iktidarı Bebek ile Aksaray arasında kalan birkaç semte sıkışmış çaresiz bir padişahtır. Hain değildir, hattá ben memleketini sevdiğinden şüphe bile etmem. Ama, birşeyler yapmaya çalışırken büyük hataları da olmuştur fakat bu hataların ihanet çizgisine getirilmemesi lázımdır. Nutuk’ta geçen Vahideddin ile ilgili ifadelerin ise o günlerin şartları ve yeni kurulmuş olan bir devletin meşruiyet çabası dahilinde yorumlanması gerekir.
‘İhanet’ ifadesi devlet adamları için kullanılabilir fakat hükümdarlara böyle bir yafta yapıştırılamaz; zira hükümdarlar, hükmettikleri toprağın çocuğu iseler, başlarında bulundukları devletin kendilerine Allah’ın bir lutfu, bir ináyeti olduğuna inanır ve devleti hususi mülkleri olarak görürler. Dolayısıyla, bir hükümdarın devletine, yani kendi mülküne ihaneti, aklı başında bir aile reisinin durup dururken evini yakması yahut esnaftan birinin, meselá bir bakkalın hiçbir sebep yokken dükkánını ateşe vermesi gibidir ve mantık dışıdır.
DEMİREL’İN MEKTUBU
Bu sayfada Sultan Vahideddin’in sürgünde bulunduğu İtalya’nın Sanremo kasabasında 1925 yılında kaleme aldığı ve bugünkü tartışmalara cevap teşkil eden hatıralarının bazı bölümlerini günümüz Türkçesi’ne naklederek veriyorum. Ama, konunun yazıp yazmama hususunda günlerden beri düşündüğüm ve çok kısa bahsetmeye karar verdiğim bir başka boyutu daha var:
‘Şahbaba’nın bir nüshasını o zaman Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’e de göndermiş ve Demirel’den ‘Bu değerli kitabınızdan dolayı sizi tebrik ederim’ meálinde bir teşekkür mektubu almıştım.
İşin ilginç tarafı ise şuydu: Ben, Şahbaba’da Vahideddin’in ‘hain olmadığını’ söylüyordum!
Paratoner görevi yaptım, musibetleri üzerime çektim
MEMLEKETE PARATONER OLDUM: ‘Karşınızda köklerinden koparılmış, bir girdapla sahile fırlatılıp atılmış bir kazazede var. Ben bu kargaşa içerisinde önümde daha ne kadar yol kaldığından habersizim ve bu işin neticesini de sadece Allah biliyor. ...Ne yapabiliriz ki? Kader, bu konuda düşündüğümden farklı bir yol çizdi.
Ben, dindar bir insanım. ...Vazifemi çok karmaşık bir dönemde, bir insanın yapabileceği en iyi biçimde tamamladığıma bütün yüreğimle ve kat’iyetle inanıyorum.
İnsanın zaafları da söz konusu... ‘Beşer şaşar’ ifadesinin doğru olduğunu çok iyi biliyorum ama, aşılması zaten imkánsız olan savaş zamanının engellerini ve daha sonra mütareke ile ortaya çıkan güçlükleri yenemediysem de, memleketimin iyiliği için yapmam gereken herşeyi yaptığımı iddia ediyorum.
Mütareke yıllarında ortaya çıkan bütün fácialara ve olaylara karşı gerçi kalkan olamadım ama paratoner vazifesi gördüm ve öyle zannediyorum ki, bütün musibetleri de üzerime çektim. Kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım. Ama gelin görün ki, bugün yaşayan kurban benim; daha doğrusu fedakárlığın kurbanı!’
KAÇMADIM, HİCRET ETTİM: ‘Her tarafı istilá eden inkılap ve ihtiras içerisinde bunaldım. Bana teklif edilen şekildeki hiláfete ne karşı koyma, ne de başeğme imkánı görmeyerek kamuoyunda sükûn ve durumda açıklık belirinceye kadar tehlikeli bölgeden geçici olarak ayrılmaya karar verdim. Gitmekle, vekili olduğum şánı yüce peygamberin yaptığını yaptım, kaçmadım, hicret ettim.’
İHANET ETMEDİM: ‘Talih ve kader bizi vatanımızdan ayırdı ve nihayet gurbetlere attı. Allah’ın takdiri ve kısmetimiz böyleymiş. ...Gerçi málum sebepler yüzünden dinime, vatanıma ve milletime arzu ettiğim kadar hizmete vakit ve imkán bulamadım ise de, asla ihanet etmedim. Şimdi burada zelil ve sefil bir halde kalmaktansa, Anadolu’da at sırtında olmalıydık. Ecdádımın sarıkları, aynı zamanda kefenleriydi. ...Anadolu’ya gidip ordunun başına geçmem konusunu dünürüm Sadrazam Tevfik Paşa’ya açtığım zaman, büyük bir muhalefete uğradım. ‘Böyle bir avantüre giremezsiniz. Biz, Mustafa Kemal Paşa ile haberleştik. Zaferden sonra, size bağlılığını bildirecek. Onun istemediği, sadece Damad Ferid Paşa’dır. Galip gelirse zafer sizin, Allah göstermesin yenilirse de bu yenilgi onun hesabına olacaktır. Vaktiyle Enver ve Talát yenilmişlerdi ve onların hatalarını düzeltmek için galip devletlerle şimdi siz mücadele içerisindesiniz. Anadolu’ya gidip mağlup olursanız vaziyeti kim kurtarır?’ deyip Anadolu’ya gitmeme máni oldu.’
ÜÇ BÜYÜK HATA YAPTIM: ‘Ben de insanım, hata etmediğim iddiasında bulunamam ve başlıca üç hatamı itiraf ederim: Birincisi, rahmetli biraderim Sultan Reşad’dan sonra saltanat makamını kabul etmem. İkincisi, mütareke hükümetlerine, başta Ferid Paşa olmak üzere Tevfik, İzzet, Ali Rıza ve Salih Paşalar gibi milletin ve devletin kalbur üstü isimlerine talihimi bağlayarak aldanmam. Üçüncüsü; devleti kuran ve halis muhlis Türk olan Osmanoğulları’nın memleketten sürgün edilip Hiláfetin ortadan kaldırılacağına asla inanmak istememem. ...Böyle bir tecrübeden sonra insanın vicdanının nasıl temizlendiğini, inancının ve tevekkülünün yeniden nasıl doğduğunu bilemezsiniz.’
PAŞA’YI BEN GÖNDERDİM: ‘Bugün içinde bulunduğum ve hak etmediğim düşmanlıktan rahatlık ve mutluluk duyuyorum. ...Bu, bana huzur da getiriyor. Eğer yaşarsam ve mücadeleden muzaffer çıkarsam, ‘bir kötülüğe batıp çıkmıştım’ diye teselli bulacağım. Düşmanlığa karşı mücadelenin yoğun, acı verici ama dayanılmaz olmadığına inandığım için kendimi feda ederek çok sevdiğim memleketimi kurtarmış olmaktan mutluluk duyacağım.
Memleket sevgim bana, İstanbul düşman süngüleri altındayken Mustafa Kemal Paşa’yı Yunanlıların üzerine göndermek gibi ağır bir kararı aldırarak iláhi bir mutluluğun da zevkini tattırdı.’
SEVR’İ İMZALAMAYACAKTIM: ‘O Sevr Andlaşması ki, elime ilk aldığımda keskin bir acı ve korkulu bir ürperti hissettim. ...Sevr bana göre ne bir andlaşmaydı ne de bir pakttı; kötülüğün baştan aşağı ta kendisiydi.
Bana gelince; mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalıştım. Saltanat Şûrası’nı da zaten her türlü mes’uliyeti üzerime alarak galipleri ve zaferlerinden sonra Türkiye’ye karşı aşırı düşmanca bir tavır içine giren bu memleketlerin kamuoyunu biraz sakinleştirmek için teşkil etmiştim. Gelişmeleri bu şekilde beklerken biraz zaman kazanmaya çalıştım, zira olayların gidişatını normale sadece zaman çevirebilirdi.
...Eğer işler kötü gider ve bu oyalamakta muvaffak olamazsam, andlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmeye kararlıydım.’
HAZİNEYİ ALMADIM: ‘İstanbul’u terkederken Osmanoğulları’na ait bulunan ve benim için çok büyük kıymet taşıyan eşyaları yanıma almayı düşünmedim. Bu sebeple, yabancı bir memlekette şimdi beş parasız, yüzüstü ve ızdırap içinde kaldık.’