Murat Bardakçı

Aşk derdinden savaş kazanmaya ve şifaya kadar her türlü çare burada

14 Kasım 2005
Bugün ‘astroloji’ adı verilen, gök cisimlerinin hareketinden geleceği öğrenme merakına İslam dünyasında ‘ilm-i nücum’ yani ‘yıldızlar ilmi’ denirdi ve ilm-i nücum, astrolojinin temeli ama çok daha kapsamlı háli idi. İlm-i nücumun üstadlarına ‘müneccim’, müneccimler tarafından kaleme alınımış eserlere de ‘yıldızname’ adı verilirdi ve yıldıznámelerde gök cisimleri vasıtasıyla akla gelebilecek hemen her sorunun cevabını bulmak mümkündü. Bu yazı dizisinde, şimdi elyazması kütüphanelerimizde muhafaza edilen asırlar öncesinden kalma yıldıznamelerden bazı bölümler yeralıyor. Yüzlerce yıllık nücum ilmi kitapları bu sayfada ilk kez günışığına çıkarken, bir hususu da unutmamamız gerekiyor: Yıldızlardan medet ummak geçmişi binlerce sene öncesine dayanan folklorik bir inançtır, dolayısıyla bugün sadece bir araştırma konusudur ve bu bahislerin artık ‘uygulama’ maksadıyla değil, ‘geçmişi öğrenme’ maksadıyla okunmaları gerekir.

İlm-i nücum’, ‘müneccim’ ve ‘yıldızname’... Bu üç söz, asırlar boyunca kadın-erkek, her yaştan hemen herkesin merakını çekmiş, sıkıntıların hallinde ve gelecek konusundaki merakın tatmininde hep bu kavramlardan medet umulmuştu.

‘İlm-i nücum’ ‘yıldızlar ilmi’; daha doğrusu ‘yıldızlar vasıtasıyla geleceği öğrenme işi’ demekti ve bugün ‘astroloji’ diye bilinen modern yıldız falının astronomik esaslara dayalı temeli ve çok daha kapsamlı háli idi. Bu işin üstadına ‘müneccim’, müneccimler tarafından kaleme alınımış eserlere de ‘yıldızname’ denir ve yıldıznamelerde gök cisimlerinin hareketlerinin hemen her derde devá olduğu anlatılırdı.

İyi bir müneccimin iki özelliğe sahip olması şarttı: Astronomiyi çok iyi bilmesi ve yıldızların hareketinden geleceği okuma yeteneğini taşıması... Dolayısıyla bir müneccim aynı zamanda astronom, yani gök bilimcisiydi. Nücum ilmi bugünün astrolojisinin temel aldığı burçlarla ve gezegenlerle sınırlı kalmaz, o devirde bilinen yıldızlar ve bütün öteki gök cisimleri de işin içine girerler, gökyüzü ‘menzil’ denilen 28 parçaya taksim edilir ve binlerce yıldızın menzillere göre dağılımı ayrıntılı bir şekilde yorumlanırdı.

SARAYIN KADROLUSU

İslam dünyasında Emevilerden itibaren Osmanlılar’ın son dönemine kadar hükümdar saraylarında kadrolu müneccimler bulunurdu ve saray münecciminin iki ana görevi vardı: Takvim hazırlamak ve zamanın hükümdarının yıldızına bakmak, yani geleceğini tahmin etmek...

Müneccim, yıldızlardan geleceği iki aşamada okur, hükümdarın veya bir başka kişinin doğumundan ölümüne kadar başında geçecek olanları tahmine ‘meválid’, o kişi için uğurlu ve uğursuz anların belirlenmesine de ‘İhtiyárát’ denirdi. Saray müneccimleri, hükümdarlar için bu maksatla listeler hazırlar ve listelerde uğurlu zamanları saatlere ve dakikalara kadar yer verirlerdi.

İşte, bütün bu tahminlerin ne şekilde yapıldığını anlatan bilgilerin yeraldığı eserlere ‘Yıldızname’ denir ve yıldıznamelerde burçlarla yıldızların özellikleriyle uğurlu ve uğursuz saatlerin yanısıra hangi işin ne zaman yapılması ve hattá hangi cinlerden yardım istenmesi gerektiği de anlatılırdı.

YILDIZIN KOKUSU

Bir yıldıznamede, akla gelebilecek hemen her sorunun cevabını bulmak mümkündü. Savaşa güneş hangi burçtayken girilmesinden hayırlı evládın hangi gün saat ve kaçta dünyaya geleceğine, karşılıksız aşk çekenlerin dertlerine deva bulabilmek için hangi yıldızın doğmasını beklemek zorunda olduklarından kokuların ve buhurların yıldızları nasıl etkilediğine, günün hangi saatinde hangi buhurun yakılması gerektiğinden hangi yıldızın hangi cinle ilişkisi bulunduğuna ve yıldızlar vasıtasıyla cinlerden nasıl yardım isteneceğine kadar her derdin devásı yıldıznamelerdeydi.

Yandaki kutularda şimdi elyazması kütüphanelerimizde muhafaza edilen asırlar öncesinden kalma yıldıznamelerden bazı bölümler yeralıyor. Yüzlerce yıllık nücum ilmi kitapları bu sayfada ilk kez günışığına çıkarken, bir hususu da unutmamamız gerekiyor: Yıldızlardan medet ummak geçmişi binlerce sene öncesine dayanan folklorik bir inançtır, dolayısıyla bugün sadece bir araştırma konusudur ve bu bahislerin artık ‘uygulama’ maksadıyla değil, ‘geçmişi öğrenme’ maksadıyla okunmaları gerekir.

YILDIZNAME SÖZLÜĞÜ

SA’D DURUMU: Yıldızın göğün en yüksek derecede bulunması háli. Yıldızı sa’d ánında iken doğan çocuğun talihi son derece açık olur.

NAHS: Yıldızın, göğün en aşağı derecesinde olması háli. Yıldızı bu durumda ilen doğan çocuğun talihi kapalı ve hayatı feláketlerle doludur.

MÜSTEVLİ: Yıldızın kendi mekánında bulunması háli. Bu anda doğan çocuğun talihi son derece açık olur.

SEHİM: Yıldızların boylam dereceleri arasındaki ilişkiden hareker ederek çıkartılan sayı. Sayı ne kadar büyük olursa, talih de o kadar açık olur.

İTTİSAL: Bir yıldızın başka bir yıldıza yetişmesi. Talihi ittisal halindeki yıldıza bağlı olan kişi, rakiplerini her zaman bertaraf eder.

İNSIRAF: Bir yıldızın başka bir yıldıza yetişmek üzereyken hızını kaybedip geri kalması. Talih, bu durumda geriler ve kişinin şansı kapanır.

NURDAN IRAK YILDIZ: Birbiriyle uyumlu bir ilişki içerisinde bulunan yıldızlardan birinin ışığını kaybetmesi. Nurdan ırak kalma hálinde áşıklar arasındaki sevgi biter, hükümdarlar savaşta yenilir ve dostlar düşman olurlar.

HÁLİ YILDIZ: Karanlık bir bölgede bulunan yıldızın harekete geçmesi ama aydınlık bölgeye ulaşamaması. Bu durumda kişinin talihinde hiçbir değişiklik olmaz ama yıldız aydınlık bölgeye geçmeyi başardığı takdirde, talihte düzelme görülebilir.

KETHÜDA: Uzaklardaki bir yıldızdır ve dünyaya yeni gelmiş çocuğun kaç sene yaşayacağı, bu yıldızın parlaklık derecesine ve diğer bazı yıldızlarla arasındaki orana göre hesap edilir. Kethüda’nın derecesine ‘hilác’ denir ve ömrün uzunluğu ile hilác arasında doğru orantı vardır.

REDDÜ’N-NUR: Bir yıldızın başka bir yıldıza yetişmesi, yani İttisal halinde ortaya üçüncü bir yıldızın çıkması ve iki kişi arasındaki iyi münasebetleri bir anda bozması.

CEMÜ’N-NUR: Reddü’n-nur durumunun tersi, yani birbiriyle uyuşan iki yıldızın arasına üçüncü bir yıldızın girmesi ama ilk iki yıldızın muhabbetinin daha da artması. Böyle bir durumda hükümdarlar dünyaya hákim olurlarken sevgililer arasındaki aşk daha da artar.

İŞKÁL: Birbiriyle uyuşan iki yıldızın arasına vaziyeti şüpheli bir başka yıldızın girmesi. Üçüncü yıldız diğer ikisinin ışığını keserse, talihleri bu yıldıza bağlı olan kişiler düşman olurlar. Yıldızın gitmesi hálinde münasebetler iyiye döner ama mutlaka bir soğukluk yaşanır.

Karşılıksız aşkın devásı, güneş boğa burcuna girince bulunur

Yıldıznámelerde astronomi konusundaki açıklamaların ve gezegenlerle yıldızların birbirleriyle yaptıkları açıların yorumlanmasından sonra bazen burçları ve yıldızları etkileyen meleklerle ve cinlerle temasın usullerine de yer verilir.

İşte, bu şekildeki açıklamalardan biri: 16. asırda kaleme alınmış bir yıldıznámede karşılıksız aşkın çaresinin güneşin boğa burcuna girdiği sırada ortaya çıkacağı söyleniyor ve güneş burcun yedinci derecesine ulaştığı anda Kıytagoroş isimli melek ve cin karışımı bedensiz varlıkla temas kurulması gerektiği anlatılıyor:

‘...Karşılıksız aşk çekenler, dertlerine devá bulmak için güneşin boğa burcuna girmesini beklemek zorundadırlar.

Boğa burcunun içinde 32, dışında da beş adet yıldız vardır ve burçla yıldızlar kamerin, yani ayın etkisi altındadır. Burcun en parlak, hattá çıplak gözle bile görünebilen yıldızına ‘deberán’ adı verilir. Deberán’a yakın olan ve ‘kelbeyn’ yani ‘iki köpek’ denilen iki küçük yıldız da erkekle kadının birbirine uygun olup olmadığına karar vermeye yarar.

YILDIZIN MELEKLERİ

Güneş boğa burcuna girdiği zaman káinatın aşağı taraflarından ‘Nagmagayil’ adında bir melek çıkar ve güneşe vekil olarak hükmetmeye başlar. Bu meleğin emrinde 700 bin melek vardır ve meleklerin herbiri, kendilerine hizmetkárlık eden 700 bin meleğe sahiptir. Güneşin gücü öylesine fazladır ki, her hizmetkár melekler bile 700 bin cine sahiptirler.

Burca giriş tamamlandığı zaman, meleklerle cinler güneşin gücüne sahip olurlar ve Nagmagayil herşeye hükmetmeye başlar. Nagmagayil insanoğluna benzer ama iki kanadı vardır. Hükmettiği cinler arasında gücü en fazla olanın ismi ‘Kıytagoroş’tur ve iki başlı bir sığırı andırır. Üzerinde yine iki başlı bir hüdhüd kuşu yuva kurmuştur.

Áşık düşen ama aşkının karşılığını göremeyen kişi, güneş boğa burcuna girip yedi derece kadar ilerlediği zaman Nisan yağmuru suyu, misk ve safran karışımı mürekkeple Kıytagoroş’un tılsımını bir káğıda yazıp bir ocak altına gömdüğü takdirde áşık olduğu kişiyi kendine çözülmeyecek şekilde bağlar. Ama, yazış sırasında bazı kurallara uyması şarttır: Tılsımı yazarken, Müşteri yıldızının hoşlandığı tütsüyü yakacak ve ‘Ahidnáme-i Süleyman’ duasını tekrar tekrar okuyacaktır. Sonra, bütün bu duaları bir başka tılsıma yazıp güneş burcun yedinci derecesinden çıkmadan önce Allah’a cán ü gönülden dua edecektir.

İKİZLERDEN KORKUN

Bu söylediklerimiz, erkek veya kadın olsun herkes tarafından tatbik edilebilir ama herşey güneşin burcun yedinci derecesinde bulunduğu sırada tamamlanması şarttır ve evlendikleri takdirde doğacak çocukları erkek olur.

Ancak iş uzar ve güneş o sırada ikizler burcuna girecek olursa, herşeyin derhal bırakılması gerekir, zira ikizler burcunda bulunan ‘Mebsut’ isimli yıldızın güneşle karşı karşıya gelmesi gönül işleri bakımından son derece fenadır ve mutsuzluk getirir’
Yazının Devamını Oku

Yıldıznameler

13 Kasım 2005
Hürriyet’te yarından itibaren ‘Padişahların Yıldız Falları’ başlığıyla iki gün devam edecek bir yazı dizisi yayınlayacağım. Dizide bundan asırlarca önce zamanın hükümdarları için kaleme alınmış ve sonradan hemen herkes tarafından kullanılmış olan ama bugün unutulan, şimdi elyazması kitaplıklarında muhafaza edilen, ‘yıldızlara bakarak geleceği öğrenmeye yaradıklarına’ inanılan ve adına ‘Yıldızname’ denen eserlerden yaptığım bazı alıntılar yeralacak. Yıldıznamelerde neler yok ki? Savaş açılması için en uygun vaktin ne zaman olduğundan tutun, hangi yıldızın ne çeşit aşk derdine devá olacağına, kol ve bacak ağrılarının hangi günlerde artacağına ve hattá hayırlı evlád sahibi olma yollarına kadar aklınıza ne gelirse, herşeyin cevabı saray müneccimlerinin yazdığı yıldıznamelerde.

HÜRRİYET’te yarından itibaren ‘Padişahların Yıldız Falları’ başlığıyla iki günlük bir dizi yayınlayacağım.

Dizide, bundan asırlar önce yazılmış olan ve kitaplıklarımızın, özellikle de elyazması kitaplıklarımızın raflarında o devirlerden buyana kapakları açılmadan bekleyen, ismine ‘Yıldızname’ denen ve ‘yıldızlara bakarak geleceği öğrenmeye yaradıklarına’ inanılan bazı eserlerden yaptığım alıntılar yeralacak.

Bundan üç ay önce yazdığım ‘Kasalarda Saklanan Gizli Büyü Kitapları’ isimli dizide de söylemiştim: Türkiye kütüphaneleri yüzlerce senelik elyazmalarının hem sayıları, hem konuları, hem de kaliteleri bakımından dünyanın önde gelen kültür merkezleridir. İstanbul’daki Süleymaniye, Köprülü, Nuruosmani, Ali Emiri, Topkapı Sarayı yahut Konya’daki Mevláná ile Yusuf Ağa gibi daha birçok elyazması merkezimiz dünya çapında yazma eser hazinesi olmalarının yanısıra Avrupa’daki benzerleriyle, meselá Fransızlar’ın Bibliotheque National’i yahut İngilizler’in British Library’si ile rahatça boy ölçüşebilecek, hatta birçoğunu geride bırakabilecek zenginliktedir.

YILDIZLARİLMİ

Bu kitaplıklarda öyle her okuyuculara gösterilmeyen bazı ‘değişik’ eserler de muhafaza edilir. Bu eserlerde ya başka bir álemle yani ‘öteki dünya’ ile temasa yaradığı söylenen bilgiler verilmekte, ya büyünün ve cinler álemi ile temasın usulleri anlatılmakta veya ‘ebced’, ‘remil’ ve ‘cifir’ denilen geleceği belirlemede kullanıldıklarına inanılan metodlar öğretilmektedir.

Bir kısım eserler ise ‘ilm-i nücum’ yani ‘yıldızlar ilmi’ hakkındadır. Ama bu ilimde yıldızlar başka bir maksatla ele alınmakta, nücum kitaplarında gök cisimlerinin fiziki özellikleri, astronomik meseleler yahut uzayın derinlikleri değil, yıldızların ‘geleceği tahmin vasıtası’ olarak kullanılması konu edilmektedir.

Nücum ilmiyle uğraşana ‘müneccim’ denir ve iyi bir müneccimin aynı zamanda çok iyi bir astronom olması şarttır! İşte, önceleri padişahlar için yazılan ve daha sonraları hemen herkes tarafından geleceğe ait birşeyler öğrenebilme hevesiyle büyük rağbet gören yıldıznameler, bu müneccimlerin eserleridir. Dolayısıyla, hakiki bir yıldızname öyle sıradan bir fal kitabı değildir, içerisinde o devirde astronomi konusunda bilinen ne varsa yazılıdır ve eserde bütün bunlara iláveten, gök cisimlerinin hareketlerinin yorumlanması vasıtasıyla geleceğin belirlenmesi ile ilgili dersler de verilir.

Yıldıznamelerde yazılı olanlar aslında bize değil bütün insanlığa aittir ve binlerce seneden buyana yıldızlara bakarak geleceği öğrenmeye çalışmış olan insanoğlunun ortak kültür varlığıdır. Ama, nücum ilmi, yıldıznameler ve müneccimler ile günümüzün astrolojisi ve astrologları arasında önemli farklar vardır: Müneccim, aynı zamanda astronom, yani gök bilimcisidir. Bugünün astrolojisinin burçları ve gezegenleri temel almasının aksine nücum ilminde o devirde bilinen yıldızlar ve bütün öteki gök cisimleri de işin içine girerler. Dolayısıyla, müneccimlere göre geleceğin esrarı sadece 12 adet burç ile birkaç gezegene değil, yüzlerce ve hatta binlerce yıldıza dayanır ve bütün bu gök cisimlerinin hareketinden geleceğin tahminine çalışılır.

YARINI BEKLEYİN

Yarın başlayacak olan yazı dizisinde, vakti zamanında padişahlar için yazılmış yıldıznamelerden alıntılar yapacak ve eskilerin gök cisimlerine bakarak geleceği tahmin metodlarından örnekler vereceğim. Bu tahminlerde neler yok ki? Savaş açılması için en uygun vaktin ne zaman olduğundan tutun, hangi yıldızın ne çeşit aşk derdine devá olacağına, kol ve bacak ağrılarının hangi günlerde artacağına ve hattá hayırlı evlád sahibi olma yollarına kadar aklınıza gelen her sorunun cevabı, yıldıznamelerde!

Dördüncü Murad içkiyi günah olduğundan değil, muhaliflerin toplanmasını önlemek için yasaklamıştı

HÜRRİYET’in, AKP’li belediyelerin uyguladığı içki yasağı konusunu gündeme getirmesinden sonra AKP Eskişehir Milletvekili Murat Mertcan, içki yasağının Dördüncü Murad dönemini hatırlattığını söyledi ve ‘İçkiyi, Dördüncü Murad bile yasaklayamamıştı’ dedi.

Buraya kadar gayet doğru! Dördüncü Murad içkicilere karşı tatbik ettiği bütün şiddete ve aldığı onbinlerce cana rağmen içkinin, daha doğrusu o devrin en önemli ve en başta gelen alkollü içkisi olan şarabın içilmesinin önünü alamamıştı.

Ama hata, hattá hepimizin sık sık düştüğü hata işte buradan sonra başlıyor ve Dördüncü Murad’ın içkiyi ‘günah olduğu’ için yasakladığını zannediyoruz.

Sultan Murad sadece içkiyi değil, tütünü de yasak etmiş ve müptelálarının kellesini kesmişti ama yasağın ardında dini değil sadece siyasi sebepler ve hükümdarın iktidarını daha da güçlü kılma çabası vardı.

Bakın, nasıl:

Dördüncü Murad 1624’te tahta çıktığı sırada henüz 12 yaşındaydı ve iktidar, annesi Kösem Sultan ile vezirlerin ellerindeydi. Hükümdarın otoritesini tesis etmesi için birkaç yıl daha geçmesi gerekecekti.

Genç padişah devlet işlerine yavaş yavaş hákim olmaya başladığı sırada, 1633’te İstanbul’da büyük bir yangın çıktı ve şehrin beşte dördü bir anda kül oluverdi. İmparatorluğun dört bir yanında devam eden ve alınan bütün tedbirlere rağmen bastırılamayan isyanlarla seneler boyu yaşanan ekonomik dertlerin üzerine böyle bir feláketin gelmesi, halkta daha fazla memnuniyetsizlik yaratmış ve hemen her yerde hem hükümdarın, hem de devletin aleyhinde konuşulur olmuştu. Saraya karşı muhalefet giderek artıyordu ve muhaliflerin mekánı, tütün tiryakilerinin müdávimi oldukları kahvehanelerdi.

Hükümdar işte bu sebeple, yani muhalefeti susturmak ve rahatça oturup konuşabilecekleri mekánlar bulmalarının önüne geçebilmek için önce kahvehaneleri kapattı ve tütün içilmesini yasak etti. Ama çeneler bir türlü tutulmayıp kahvehanelerin yerini de meyhaneler alınca, bir sene sonra bu defa meyhaneler kapatıldı ve içki yasağı geldi. Padişah, yasağa uyulup uyulmadığını bizzat ama çok sıkı ve sert bir şekilde denetledi ve tütün yahut içki kullanan binlerce kişinin canını aldı.

Geçmişte hemen her devlet din kavramını işine geldiği ve menfaatine uyduğu şekilde kullanmıştı ve bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nda da sözkonusuydu. Yasağın arkasında siyasi sebepler bulunmasına rağmen dini kullanma geleneğine Dördüncü Murad da uydu. İçki ve tütün yasağının gerekçesini din ile irtibatlandırdı, hattá ‘Kadızádeliler’ denilen ve o devir sosyal hayatında son derece etkili olan gayet tutucu bir grubun görüşlerini benimsemiş göründü ve yasağı Kadızadeliler’in düşüncelerine dayandırdı.

KENDİSİ İÇKİDEN ÖLDÜ

Yasak, Dördüncü Murad’ın iktidarı boyunca sürecek, içki ve tütün kendisinden sonra tahta geçen kardeşi Sultan İbrahim zamanında serbest bırakılacak ama Dördüncü Murad, bizzat yasak ettiği içkiden hiç vazgeçmeyecek ve 1640’ın 9 Şubat’ında hayata henüz 29 yaşındayken içki yüzünden veda edecekti.

Dördüncü Murad’ın tütünü ve içkiyi yasaklamasını sebebini geniş şekilde öğrenmek isterseniz, günümüzün önde gelen genç tarihçilerinden olan Dr. Erhan Afyoncu’nun geçtiğimiz günlerde yayınlanan ‘Osmanlı’nın Hayaleti’ isimli kitabının bu konu ile ilgili bahsini okuyun. Hükümdarın koyduğu içki yasağının dini sebeplerden değil, sadece ve sadece iktidarının güçlenmesi için tatbik edildiğini görür ve yasağın gerisinde yatan sebepleri bütün ayrıntılarıyla öğrenebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Meclis’teki hayalet de bir şey mi? Hortlayan yeniçeriler evlere saldırmışlardı

6 Kasım 2005
Nuray Babacan’ın Meclis’te görülen hayalet konusunda Hürriyet’te yayınlanan haberi, bana bu gibi hortlak hikáyelerinin bir zamanlar bizzat devlet tarafından çıkartıldığını, hattá resmi gazeteye kadar girmiş olduğunu hatırlattı. İşte, ‘resmi hortlak’ hikáyelerimizden bir örnek: Devlet, İkinci Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmasından sonra yeniçerilerin bütün hatıralarını yoketmek maksadıyla bir söylenti çıkartır: Güya, Bulgaristan’ın küçük bir kasabasında hortlayan yeniçeriler kasaba sakinlerine musallat olmuşlar ve yaşanan uğursuzluklara hortlaklara ait cesedlere kazık çakılması, kalplerinin kaynatılması ve nihayet yakılmalarıyla son verilebilmiştir. Söylentinin halkta yarattığı nefret sayesinde yeniçerilerden kalan son hatıralar da yokedilecek ve 6 Ağustos 1833 tarihli ‘Takvim-i Vekayi’de, yani o zamanın resmi gazetesinde de yeralan haber, ‘kışkırtma’ ve ‘yanlış bilgilendirme’ konularında tek olarak kalacaktır./images/100/0x0/55ea490ef018fbb8f8760378

NURAY Babacan’ın Hürriyet’te hafta içerisinde çıkan yazısı sayesinde, Meclis’te hayaletlerin de varolduğunu öğrendik. Şimdi, pencerelerden süzülüp giden bedensiz varlığın kimin hayaleti olduğunu ve Meclis’te ne aradığını tartışıyoruz.

Bugün hepimizi şaşırtan ama şaşırtırken tebessümler yaratan bu gibi hortlak hikáyeleri, halkı bazı kişilerden yahut gruplardan soğutmak maksadıyla bir zamanlar bizzat devlet tarafından çıkartılmış, hattá 1833’ün 6 Ağustos günü yayınlanan Takvim-i Vekayi’ye, yani o zamanın resmi gazetesine kadar girmişti.

İşte, bundan 172 yıl önce halkı teláşa düşüren bu ‘resmi’ hortlak hadisesinin ayrıntıları:

Osmanlı tahtında İkinci Mahmud vardır, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının üzerinden birkaç sene geçmiş ama yeniçerilere uygulanan sert muamele halk arasında ‘vahşet’ diye yorumlanmış ve bir zamanlar devletin başına belá kesilen bu askeri teşkilát ‘mazlum’ kabul edilir olmuştur.

Yeniçerilerin hatıralarının halkın gözünde iyice aşağılanması için herkesi korkuya düşürecek bir söylentiye ihtiyaç vardır ve saray, bu maksatla ‘cadı’ ve ‘hortlak’ hikáyesine başvurur.

6 Ağustos 1833 günü yayınlanan zamanın resmi gazetesi ‘Takvim-i Vekayi’de, şimdi Bulgaristan’ın sınırları içerisinde kalan o devrin Tırnovi kasabasının kadısı Ahmed Şükrü Efendi’nin kaleminden iki yeniçerinin hortlayıp ‘cadı’ háline geldikleri ama icaplarına bakıldığı yolunda bir mektup yayınlanır. Ahmed Şükrü Efendi’nin yazdığına göre, kasabada ortaya çıkan cadılar gün batımından sonra evlere dadanıp erzak námına ne varsa çalmakta, hattá yüklüklerdeki yorgan, şilte, yastık ve bohça gibisinden eşyaları bile didikleyip açmaktadırlar. Üstelik zaman zaman insanların üzerine taş, toprak ve çanak-çömlek attıkları bile olmakta ama hiçkimse bu cadıları görememektedir.

Cadılar günün birinde insanlara saldırmaya da başlarlar. Saldırıya uğrayanlar, ‘Üzerimize manda çökmüş gibiydi’ demektedirler.

Bu gibi hadiselerin artması üzerine İslimye’de yaşayan ve ‘cadı çıkartmakla’ şöhret yapan Nikola isimli bir Rum’a müracaat edilir ve ‘Gel, bizi kurtar’ denir. Nikola, cadıları bulması karşılığında 800 kuruş talep eder. Tırnovi halkı değil 800, 8 bin kuruş bile vermeye razıdır ve Nikola’yı pazarlık bile etmeden hemen kasabaya çağırırlar.

Cadı avcısı yanında getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gider. Tahtayı dört bir yöne doğru çevirir ve nihayet resmin işaret ettiği mezarların ‘cadılı’ olduğunu söyler. Mezarlar, Ali Alemdar ve Abdi Alemdar adlarında, ecelleriyle ölmüş olan iki yeniçeriye aittir. Hemen kazılırlar ve seneler önce gömülen cesedlerin yarım misli büyümüş, kıllarıyla tırnaklarının da birkaç kat uzamış olduğu görülür.

Nikola’ya göre, cadı haline gelen yeniçerilerin sonsuza kadar ortadan kaldırılmaları için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve kalplerinin kaynar suya atılarak haşlanması gerekmektedir. Cesedler mezardan çıkartılır, Nikola’nın söyledikleri yapılır ama çabalar bir işe yaramamış ve cadılar cadılıklarını sürdürmeye, insanları rahatsız etmeye devam etmişlerdir. Nikola, bu defa ‘Cesedleri yakın’ der, halk müftü efendiden izin aldıktan sonra her iki cesedi de bir güzel, çatır çıtır yakıverir. Cadı avcısının tavsiyesi doğru çıkmış ve kasaba hortlak belásından kurtulmuştur!

Kadı Ahmed Şükrü Efendi’nin bu hádiselerden bahseden mektubunun o zamanın resmi gazetesinde yayınlanmasından sonra, Sultan Mahmud ‘İstanbul halkını da cadılardan korumamız lázım’ diyerek İstanbul’da vaktiyle yeniçeriler tarafından kullanılmış olan birkaç binayla beraber mezarlıklardaki yeniçeri taşlarını da kırdırıp ortadan kaldırır. Tırnovi hortlakları hikáyesi işe yaramış, halkın yeniçerilerin hatıralarından bile nefret etmesi sağlanmış ve bu arada yeniçerilere ait son izler de başarıyla yokedilmiştir.

Meclis’te görülen hortlak da böyle bir işe yarar mı dersiniz?

Ankara’daki hayaleti sadece Paris Kontu Henri bulabilir/images/100/0x0/55ea490ef018fbb8f876037a

MECLİS Başkanı Bülent Arınç’a bir teklifim var: Fransa tahtının várisi olan ve ‘Paris Kontu’ unvanını taşıyan Henri d’Orleans’ı, hemen Ankara’ya davet etsin. Zira, Meclis’teki hayalet meselesini çözebilecek tek kişi, Paris Kontu Henri’dir.

Orleans Hanedanı’nın mensubu ve Fransız tahtının várisi olan prensler ‘Paris Kontu’ ve ‘Fransa Dükü’ ünvanlarını taşırlar. Paris Kontu’na ‘Monseigneur’, yani ‘Efendimiz’ denir. Orleans prenslerinin, nesilden nesile devam eden bir de yetenekleri vardır: Medyumluk ve hayalet avcılığı.

Bu yeteneğin hanedanın en önemli krallarından olan, 1226 ile 1270 seneleri arasında hüküm süren ve 1297’de aziz ilán edilmesinden sonra ‘Saint Louis’ diye anılan büyük cedleri Dokuzuncu Louis’ten geldiğine inanılır. Orleans Prensleri’nin asırlardan buyana ruh celseleri yaptıkları yani ruhlarla temas ettikleri ve tıbbın çare bulamadığı bazı hastalıkları tedavi edebildikleri anlatılır; hayalet avcılığı, huzursuz ruhları bulup sakinleştirme ve kayıp mezarları ortaya çıkarma konularında üzerlerine hiç kimsenin olmadığı söylenir. Orleans Hanedanı’nı yakından tanıyan Fransızlar’a göre asıl güç ailenin reisi olan prenste yani tahtın várisindedir; onun ölümüyle en büyük erkek evládına geçer ve bu işlerin tek üstadı da, Fransız tahtının şimdiki várisi Paris Kontu Henri’dir.

Paris Kontu davet üzerine bazen tek başına, bazen de ailesinin diğer mensuplarıyla beraber içerisinde hayaletlerin dolaştığına inanılan tekinsiz şatoları ziyaret ediyor, gittiği mekánlarda transa girerek hayaletle önce konuşuyor, sonra hayaletin mutlaka o civardaki mezarını buluyor ve hayaleti yani huzursuz ruhu mezara girip bir daha çıkmamaya ikna ediyor.

Ayrıntıya girmeden, kısaca söyleyeyim: Ben, Paris’te bundan birkaç sene önce Henri d’Orleans’ın yaptığı ve sadece birkaç dakika devam eden bir ruh celsesinde bulundum ve önümüzdeki koskoca yemek masasının kendi kendine hareketlenmesine bizzat şahit oldum.

İşte bu yüzden, Meclis Başkanı Bülent Arınç’a Meclis’teki hayaleti bulup huzura kavuşturabilecek tek kişinin, Paris Kontu Henri olduğu konusunda garanti veriyorum!

Hayalet dediğin çeşit çeşittir

DİLİMİZDE hayalet karşılığı olarak kullanılan ama şimdi çoğunu unuttuğumuz bazı kelimeler vardır. İşte, bunların birkaçı:

GULYABANİ: Farsça ‘gol-i beyábáni’ sözünden gelir ve insanın ansızın karşısına çıkan hayalet ve hortlak anlamında kullanılır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1912’de yayınlanan aynı isimli romanı, gulyabani ve hortlak inançlarını ele alıp bu inanışlarla ince bir şekilde alay etmiştir.

KARAKONCOLOS: Rumca ‘klikantzaris’ kelimesinden gelir ve yine hayalet ve hortlak karşılığıdır. İstanbul folklorunda, karşısına ansızın karakoncolos çıkanlar hortlağın saldırısından kurtulmak için içerisinde mutlaka ‘kara’ kelimesinin geçtiği bir söz söylemek zorundadırlar.

ÇARŞAMBAKARISI: Dişi hortlaklara verilen isimdir. Bu söz üstübaşı dağınık, pasaklı ve pejmürde kadınlar hakkında da kullanılır.

ECİNNİ: Arapça’da ‘cin’ kelimesinin çoğulu olan ‘ecinne’ sözünden gelir. Boş ve metruk mahallerde yaşadığına ve buralardan geçen insanların birdenbire karşısına çıktığına inanılan hayaletlere ‘ecinni’ denir. Ecinnilerin hırsızlık yaptıkları, evlerden ufak-tefek eşya çaldıkları söylenir.

ALBASTI: Lohusa kadınlarda doğumdan hemen sonra görülen ve yeni doğmuş çocuklarda da rastlanan ateşli bir hastalıktır. Albastı aslında bir mikroptan kaynaklanır ama halk arasında yeni doğum yapmış kadının yedi gün boyunca tekbaşına bırakılması üzerine kadına veya çocuğa ‘alkarası’ adında bir cinin musallat olduğuna ve hastalığı bu cinin yarattığına inanılır.
Yazının Devamını Oku

Çocuk dövmek bizde olağandı ama beygirlere eziyeti yasaklamıştık

30 Ekim 2005
Malatya’daki çocuk yuvasında yaşanan rezaletin ortaya çıkmasından sonra bu kurumları ve çocuklara yapılan işkence benzeri kötü muameleleri tartışıyoruz ama dayağın çocuk eğitiminin ayrılmaz bir parçası olduğu yolunda asırlardan buyana devam eden inancımızı, ‘dayak cennetten çıkmadır’, ‘eti senin kemiği benim’ yahut ‘tekdirden anlamayanın hakkı kötektir’ gibisinden sözlerimizi nedense hiç hatırlamıyoruz. Biz, çocuklarımıza tarih boyunca her türlü eziyeti tattırmıştık ama hayvanlara kötü muamele edilmesine dayanamamış, meselá göçmen kuşlar için vakıflar kurmuş, atlara kötü muamele edilmesine padişah fermanıyla máni olmaya çalışmış, hattá yük beygirleri için ‘hafta tatili mecburiyeti’ bile getirmiştik.

MALATYA’daki çocuk yuvasında yaşananlar Türkiye’yi ayağa kaldırınca hem bu gibi kurumları, hem dayağı, hem de çocuklara yapılan ve işkenceye kadar varan kötü muameleleri tartışmaya başladık.

Ama, bu tartışma sırasında eski bir geleneğimiz, dayağın çocuk eğitiminin ayrılmaz bir parçası olduğu yolunda asırlardan buyana devam eden inancımız nedense hiç aklımıza gelmedi. Milletçe çocuksever olmamıza rağmen iyi yetişmeleri yahut sözümüzden çıkıp canımızı sıkmamaları için dayağın şart olduğuna inandığımızı, çocukları mektebe başlamalarının ilk gününde hocalara ‘Eti senin, kemiği benim’ diyerek teslim ettiğimizi, ‘Dayak cennetten çıkmadır’ yahut ‘Tekdirden anlamayanın hakkı kötektir’ gibisinden sözleri günlük konuşmamız sırasında dilimize pelesenk ettiğimizi nedense hiç hatırlamadık. Hele bir zamanlar sadece çocukların değil, hemen her yaşın korkulu rüyası olan ‘falaka’ kavramı bile hatırımızdan tamamen çıkmıştı.

Çocuklarımıza tarih boyunca tokattan ve dayağın daha binbir çeşidinden falakaya kadar hemen her türlü eziyeti tattırmıştık ama kalbimizin iyiliğinden olacak hayvanlara kötü muamele edilmesine dayanamamış, meselá göçmen kuşlar için vakıflar kurmuş, atlara kötü muamele edilmesine padişah fermanıyla máni olmaya çalışmış, hattá yük beygirleri için ‘hafta tatili mecburiyeti’ bile getirmiştik.

Bu sayfadaki kutularda, yük beygirlerine iyi davranılması için 16. asırda çıkartılan bir padişah fermanıyla İstanbul Belediyesi’nin 19. asırda yine beygirlerin fazla eziyet görmemeleri için hazırladığı bir talimatın metinleri yeralıyor.

Hayvanına fena davrananı bizzat padişah tepelerdi

HAYVANLARA hissettiğimiz muhabbetin en önemli belgesi, 1587’de Sultan Üçüncü Murad tarafından verilmiş olan bir fermandır.

Hükümdar, İstanbul Kadısı’na hitaben yazdırdığı fermanında beygir sahiplerinin atlarını iyi beslemelerini ve üzerilerine tahammül edebilecekleri ağırlıktan fazlasını yüklememelerini emrettikten sonra, Kadı’ya ‘Emirlerime uymayanların isimlerini şereflerle dolu makamıma bildireceksin ve ben de haklarından geleceğim’ diyor.

İşte, tarihçi Ahmed Refik tarafından bundan 80 sene kadar önce yayınlanan Üçüncü Murad’a ait fermanın günümüz Türkçesiyle metni:

‘...İstanbul Kadısı’na emirdir:

Mutluluklarla dolu makamıma gelen şikáyetlerden hasta, yaralı, nalsız ve semerleri harabolmuş bazı beygirlerin yük taşımakta kullanıldıklarını ve üzerlerine aşırı yük vurulduğunu öğrendim.

Taşıma işiyle uğraşanların beygirlerine bundan böyle tahammülün üzerinde yük koymaları, sakat ve zayıf beygirleri taşıma işinde kullanmaları yasaktır. Hayvanlar gayet iyi besleneceklerdir. Hayvanların sahipleri işlerini birkaç beygirle beraber gördükleri takdirde, beygirleri yola sıra halinde çıkartacak, kendileri arkadan yürümeyip en önde gidecek ve hayvanların dağılmalarına yahut etrafa zarar vermelerine máni olacaklardır.

Huzuruma sunulan bir başka bilgi de, İstanbul’daki iskelelerde hamallık eden beygir sahiplerinin, malını taşıdıkları kişilerden fazla para aldıkları şeklindedir. İskelelerdeki beygir sahiplerinin alacakları ücretler gidilecek yere göre değişmektedir ve kaç para verileceği de eskiden beri bellidir. Ama, artık bu ücretlerle yetinilmediğini ve birkaç kat para talep edildiğini öğrenmiş bulunuyorum.

Sana bu vaziyeti anlattıktan sonra şöyle buyuruyorum:

Yukarıda söylediklerime bundan böyle her şekilde itaat edilmesini sağlayacak ve emirlerime uymayanların isimlerini haklarından gelmem için şerefli makamıma sunacaksın. Emrimi siciline kaydedecek ve hamalların kethüdalarını da bu emrimden haberdar edecek ve aksine davranmaktan kaçınacaksın...’


YÜK ATLARI için haftanın bir gününü RESMEN tatil ilán etmiştik

OSMANLI İmparatorluğu’nda Danıştay ile Yargıtay arasında yüksek bir mahkeme olan ‘Meclis-i Válá’, 1856 yılında yük beygirlerinin eziyet görmesini önlemek için bir karar çıkartmış ve İstanbul Belediyesi’ni bu kararın uygulanmasını sağlamakla görevlendirmişti.

Prof. Dr. Vahdettin Engin’in Osmanlı Arşivleri’nde bulduğu ve İstanbul Belediyesi’nin, karar uyarınca 1856’nın 2 Ekim’inde yük beygirlerinin sahipleri için hazırladığı talimatta günümüzün Türkçesi ile şöyle deniyor:

‘...Yük beygirlerinin cuma günleri tatil yapmalarının, sahiplerinin bu tatil günlerinde çalıştırılmayan beygirlere binmemelerinin ve semerlerine demir çubuklar mıhlattırmamalarının eski bir ádetimiz olduğunu söylemeye gerek yoktur.

Fakat bir müddetten beri bu usule riayet edilmemekte, hayvanlar cuma günleri de çalıştırılmakta, üstelik çalışmayan beygirler o günlerde sahipleri tarafından binek hayvanı olarak kullanılmaktadır.

Hiç de hoş olmayan bu gibi uygulamalar, üstelik cáiz de değildir.

Meclis-i Válá’dan çıkan ve belediyemize gelen bir karar uyarınca, beygirlere bundan böyle cuma günleri tatil yaptırılacak ve semerlerinin üzerine çivi mıhlattırılmayacaktır. Ayrıca, yine bu hususta beygir sahipleri ile ekmek ve sebze taşıyan esnafın kethüdalarına da gerekli tebligatta bulunulacak, esnaf devamlı olarak kontrol altında tutulacaktır.’


Falakayı tatmış yazarın mektep dayağı hatıraları

TÜRK Edebiyatı’nda, çocuklara uygulanan şiddetin, özellikle de dayak bahislerinin en ayrıntılı şekilde yeraldığı eser, Ahmed Rasim’in ‘Falaka’ isimli kitabıdır.

Yazar, eserinde çocukluk yıllarının mektep hatıralarını anlatmış, o devrin başta gelen dayak metodları, özellikle de falaka konusunda ayrıntılı bilgiler vermiştir.

Ahmed Rasim, falakada kızılcık veya fındık değnekleri kullanıldığını, sopanın suçun derecesine göre vurulduğunu söyledikten sonra, hafiften ağıra doğru dört çeşit dayak olduğunu yazar ve bu dayak çeşitlerini ‘Mest üstüne ‘hafif’, mest çıkartılarak çorap üstüne ‘az ağır’, yalın ayak tabanına ‘ağır’, ıslak yalın ayak tabanına ‘çok ağır’’ diye sıralar.

Aşağıda, Ahmed Rasim’in ‘Falaka’ isimli eserinden bu dayakla ilgili bir bahis yeralıyor:

‘...Ağır falaka dayağı yiyenlerin ekserisi, ayakları falakadan kurtulur kurtulmaz yürüyemeyerek kıçın kıçın, sürüne sürüne bahçeye kadar gider, oradaki musluk altında ağrılarını teskin ederlerdi.

Bir gün kapıdan içeriye iki erkek, birinin sırtında tabanlarına basamayan bir çocuk, arkalarında mangal kapağı yaşmaklı, çifte etek feraceli iki kadınla girdiler, doğruca hocanın önüne gittiler. Bu çocuk daha dün falaka dayağı yemişti, bugün de anasının babasının hatırı için mi dayak yiyecekti?

Erkeklerden biri çocuğu yere oturttu; kunduralarını, çorabını çıkarttı, birdenbire doğrularak:

- Hoca efendi, bu ne hal?.. dedi.

Öteki de bağıra bağıra:

- Biz size çocuğumuzu teslim ettikse okut diye teslim ettik. Bak, iki tırnağı düşmüş, bütün parmakları mosmor, Aksaray’da Yahudi hekime götürdüm, ölür diyor!.. dedi.

Erkeklerden uzun boylusu:

- Ben şimdi senin sarığını boynuna dolar, eşek sudan gelinceye kadar o sopalarla kemiklerini kırarım ama ne yapayım ki Hafız-ı Kur’ansın zálim herif!.. diye bağırdı.’
Yazının Devamını Oku

Özelleştirmeye Topkapı Sarayı’ndan başlamış ama müşteri bulamamıştık

23 Ekim 2005
Özelleştirmeler bütün hızıyla devam ederken, Türkiye’de çok sıkı bir devletçiliğin hüküm sürdüğü 1920’li senelerin sonlarında giriştiğimiz ve şimdi ‘Neyse ki satamamışız!’ dedirten ilk özelleştirme çabamızı hatırladım. Biz, 1927 ilkbaharında Topkapı Sarayı’nda asırlar boyunca muhafaza edilen en meşhur mücevherleri satışa çıkartmış, Fransa’dan satışa yardımcı olmasını istemiş ama neyse ki müşteri bulamamıştık! Satmak istediğimiz eserler arasında meşhur ‘Kaşıkçı elması’ bile vardı.

ÖZELLEŞTİRMELER bütün hızıyla devam ediyor. Petrol rafinerileri, çimento şirketleri ve vakti zamanında devletin elinde bulunan diğer sanayi kuruluşları şimdi teker teker yeni sahiplerinin oluyorlar.

Biz bu özelleştirme işine aslında çok daha önceleri, Türkiye’de sıkı bir devletçiliğin hüküm sürdüğü 1920’li senelerin sonlarında başlamış, hattá Topkapı Sarayı’nda asırlar boyunca muhafaza edilen en meşhur mücevherleri bile satışa çıkartmış ama müşteri bulamamıştık! Satmak istediğimiz eserler arasında meşhur ‘Kaşıkçı elması’ bile vardı.

Bu satış meselesinden senelerce önce kısaca bahsetmiştim ama özelleştirmelerin yeniden gündeme gelmesi üzerine, hadisenin bütün ayrıntılarını tekrar yazmak istedim.

İşte, 1924’te başlayan ve 1950’lere kadar devam eden ‘Topkapı Sarayı’ndaki mücevherlerin satışı’ hadisesinin belgelere dayalı ayrıntısı:

Türkiye’de cumhuriyetin ilán edilmesinin üzerinden henüz dört sene geçmiştir. Avrupa ülkelerinin çoğu, genç cumhuriyetin yeni başkenti olan Ankara’yı tanımamakta ve büyükelçiliklerini hálá İstanbul’da tutmaktadırlar. Ekonomik ve mali sıkıntılar içerisinde bulunan genç devlet ise, rahatlama çareleri aramaktadır.

FRANSA’DAN UZMAN İSTEDİK

O dönem Paris’inin önde gelen mücevher şirketlerinden olan Rozanes, 1927 ilkbaharında, Türkiye’nin Paris’teki büyükelçisi Fethi Bey’den, yani sonraki ismiyle Fethi Okyar’dan pek alışılmadık bir teklif alır: Büyükelçi, ‘İstanbul saraylarında bulunan ve padişahlardan kalmış olan mücevherleri satmak istiyoruz. Satıştan gelecek parayı memleketimizin kalkınmasına sarfedeceğiz. Sizden, bu mücevherlerin değerlerinin tesbitini yapabilecek bir uzman talep ediyoruz. Lütfen, en iyi uzmanlarınızdan birini Türkiye’ye gönderiniz’ demektedir.

Şirketin sahibi Mösyö Rozanes, teklif üzerine Robert Linzeler adındaki bir uzmanını hemen Türkiye’ye yollar ve Fransız Dışişleri Bakanlığı’nı da hadiseden haberdar etmeyi unutmaz. Bakanlığa ‘Türkler’in teklifini kabul ettim ve bir adamımı bu işle görevlendirdim. Ama işin siyasi tarafının da bulunduğunu zannediyorum’ diye yazar.

Fransız hariciyesi, Rozanes’in mektubunu alır almaz hemen İstanbul’daki büyükelçiliğini uyarır ve bakanlık ile İstanbul’daki maslahatgüzar Brugere arasında aylarca devam edecek olan bir mücevher yazışması başlar.

Paris’ten İstanbul’a gönderilen mücevher uzmanı Robert Linzeler, Topkapı Sarayı’ndaki mücevherlerin değer takdirlerini birkaç ay içerisinde tamamlar. Ankara’ya bir rapor yazar ve ‘taşların Avrupa’da mezata konulmaları halinde, en az 300 milyon Frank edeceklerini’ söyler. Bu, o gün için düşünülmesi bile zor bir mebláğdır.

Fransız hariciyesi, gelinen noktadan gayet memnundur. Diplomatlar satış sayesinde hem memleketlerine para kazandırmak, hem de yine mücevher konusunda İngilizler karşısında daha önce uğranan bir yenilginin rövanşını almak istemektedir.

O tarihten birkaç sene önce, Rusya’da iktidara gelmiş olan komünist yönetim, Çar ailesinin mücevherlerini Avrupa’da satışa çıkartmış ama devreye İngiltere girmiş ve Fransızlar çok istemelerine rağmen bir varlık gösterememişlerdir. Osmanlı mücevherleri, işte bu yüzden bir tür rövanş vasıtası olacaktır. Ellerini ovuşturan Fransızlar’ın yazışmalarında artık açıkça ‘Rus Çarı’nın hazinelerini İngilizler’e kaptırmıştık ama Türk hazineleri bize kalacak. Bu işten iyi para kazanacağız’ gibi ifadeler vardır.

Herşey tamamlanır ve sıra satışın yapılmasına gelir. Satılmasına karar verilen mücevherler Topkapı Sarayı’ndan çıkartılıp Ankara’ya götürülmüş ve sıkı bir koruma altına alınmışlardır. Satılmasına karar verilen ceváhir arasında meşhur ‘Kaşıkçı elması’ ile ‘Kevkeb-i dürri’ adındaki bir diğer elmas da vardır.

Fransa, tam bu sırada Türkiye’den mücevherlerin kime ait olduğunu sorar ama Paris’teki Türk Büyükelçisi Fethi Bey ‘Bunlar padişahlara, çoğu da İkinci Abdülhamid’e aittir’ cevabını verince işler karışır. Fransızlar arasında yeniden bir yazışma trafiği başlar. Bu defa ‘Abdülhamid’in várisleri bizi dava etmeye kalkarlar, davayı kazanırlar ve bütün para elimizden gider. Bir yol bulmalıyız’ denmektedir.

Düşünülüp taşınılır ama aranan yol bir türlü bulunamaz. Paris, satış konusunda atılacak her adımın Abdülhamid’in Türkiye’den sürgüne gönderilmiş olan várislerinin işine yarayacağını farketmiştir. Fransız hariciyesinin Türkiye’deki maslahatgüzara 1928 yazında gönderdiği son mesajda, ‘Biz bu işten vazgeçiyoruz, siz de vazgeçin. Zira padişahların várisleri herşeye el koydururlar’ yazılıdır.

SATIŞ BELGELERİ PARİS’TE

Türkiye, Dolmabahçe ve Topkapı Sarayları’ndaki mücevherlerin bugün hálá yerlerinde duruyor olmasını, Fransa’nın bu cevabına borçludur. Ama mücevherler meselesi bu kadarla kalmayacak ve hadiseden 23 sene sonra Türkiye’nin gündemine yeniden gelecektir. 1951 Mayıs’ında yaşadığımız ama bugün hepimizin unuttuğu bir diğer mücevher tartışmasının ayrıntısını da bu sayfada okuyacaksınız.

Tarihçiliğimizin büyük ismi Prof. Halil İnalcık, sohbetlerinden oluşan ve geçtiğimiz günlerde çıkan ‘Tarihçilerin Kutbu’ isimli kitapta bu satış meselesinden birkaç satırla da olsa bahsediyor ama objelerin sarayın o zamanki müdürü Tahsin Öz’ün ‘Hepsini Konya’ya tamire gönderdim’ demesi üzerine kurtulduğunu söyleyerek ufak bir hata yapıyor.

Topkapı Sarayı’nın bugün hayranlıkla seyrettiğimiz mücevherleri, işte böyle, karşı tarafın satın almaktan vazgeçmesi üzerinde elimizde kalmışlardı. Ben, satışın bütün ayrıntılarını ve konuyla ilgili yazışmaları Fransız arşivlerinden Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın torunu olan dostum Bülent Osman vasıtasıyla elde ettim. Tarihimiz bakımından hiç de hoş olmayan bu teşebbüsün ayrıntılarını siz de merak ediyorsanız Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi’ne müracaat edin, ‘Serie E, Levant, Turquie, 166/167, 171, 176/177, 181 ve 349-9’ numaralı belgeleri inceleyin ve çok daha derin hayretlere düşün!

Satamadığımız mücevherleri kasaya kilitleyip unutmuştuk

HÜKÜMET, 1951 ilkbaharında, Merkez Bankası’nın Ankara’daki binasında üzerinde dört ayrı kilit bulunan ve senelerdir kapalı duran bazı kasaların bulunduğunu farkeder.

Kayıtlara bakılır ve kasaların Topkapı Sarayı’ndan getirilmiş mücevherlerle dolu olduğu anlaşılır. Mücevherler 1927’de Fransa’ya yapılan satış teklifi sırasında Ankara’ya nakledilmiş, hattá zamanın Müzeler Umum Müdürü olan Halil Edhem Bey nakillere karşı çıkıp istifa etmiştir. Fransızlar’ın satıştan vazgeçmeleri üzerine mücevherler Ankara’da kalmış, listeleri çıkartılmış, listeyi Meclis Başkanı Abdülhalik Bey imzalamış, sandıklara yerleştirilen ceváhir dört anahtarla açılan kasalara konmuş, anahtarlar devlet ricaline dağıtılmış ama birkaç sene sonra kasaların varlığı unutulmuştur.

Aradan seneler geçer ve 1951’e gelinir. Kasaları farkeden hükümet hemen açılmalarına karar verir ve ilk kasa 5 Mayıs’ta Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu, Adalet Bakanı, Danıştay ve Sayıştay Başkanları, meclis idare amirleri, başkanlık divanı üyeleri ile gazetecilerin de hazır bulunduğu bir heyetin önünde açılır. Kasadan dünya kadar mücevher çıkar.

ANAHTAR KAYBOLMUŞ

Aynı zevat, 8 Mayıs sabahı ikinci kasanın da açılması için yine biraraya gelir ama eldeki anahtarların kilitlere uymaması yüzünden kasa bir türlü açılamaz. Vakti zamanında Danıştay Başkanı’na verilen anahtar kayıptır, kaynakçılar çağırılır fakat kasa son derece sağlam olduğu için açılması bir türlü mümkün olmaz. ‘Bu iş neyin nesidir?’ diyen Diyarbakır Milletvekili Nazım Önen de konuyu önergeyle Meclis’e getirir.

Ankara’da tam iki hafta boyunca bir anahtar koşuşturması yaşanır ve kayıp anahtar Danıştay’dan emekli bir memurun yardımıyla binadaki masalardan birinin kilitli çekmesi kırılarak nihayet bulunur. Devlet ricali ve gazeteciler, 27 Mayıs günü yeniden kasa dairesindedir. Açılamayan kasa o gün açılır, içinden yine torbalar dolusu mücevherle beraber bir başka anahtar çıkar: Üst kattaki bir diğer kasanın anahtarı... O kasada da mücevherler vardır, derken günlerce devam eden bir sayım başlar ve mücevherler Haziran ayında asıl yerlerine yani Topkapı Sarayı’na yollanmak üzere Meclis’in sığınağına yerleştirilirler.

Sandıklar dolusu mücevher, asıl yerleri olan Topkapı Sarayı’na ancak 1950’lerin sonunda gönderilecek ve yeniden sergilenmelerine 1960’lı yıllarda başlanacaktır.
Yazının Devamını Oku

Balo tarihimiz skandallarla doludur, bu bahsi sakın açmayın!

16 Ekim 2005
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in, ‘Tayyip Erdoğan ya da Abdullah Gül balo düzenleyip bir kadını dansa kaldırabilir mi? Kaldıramaz. Peki, böyle çağdaş bir parti olur mu?’ demesi, bana Türkiye’de 1829’da verilen ilk baloyu hatırlattı. Bir İngiliz savaş gemisinde verilen ilk baloya katılan devlet adamlarımız pot üstüne pot kırmış, meselá danseden diplomat hanımlarını ‘rakkase’ zannedip ‘Benim konağımda da oynasana’ gibisinden teklifler yapmış, içkiyi fazla kaçırınca hadise yaratmış, hattá gözlerine kestirdikleri diplomat eşleriyle imam çağırıp nikáh kıydırmaya bile kalkmışlardı. 1829’da yaşanan komediyi andıran bu skandalı hatırlayınca, Onur Bey’e ‘Bizim balo geçmişimiz pek parlak değildir, dolayısıyla balo bahsini bir daha sakın açmayın’ demeden edemedim.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, Vatan’dan Devrim Sevimay’a verdiği röportajda siyaseti balo ve dans boyutuna getirip ‘Tayyip Erdoğan ya da Abdullah Gül bir balo düzenleyip bir kadını dansa kaldırabilir mi? Kaldıramaz. Peki, böyle çağdaş bir parti olur mu?’ diye sordu.

Öymen’in mantığıyla dünyanın en çağdaş insanları gece gündüz demeden danseden Afrikalılar oluyorlardı ya, neyse...

Ben, Onur Bey’in yerinde olsam bu ‘balo’ ve ‘dans’ meselesini hiç açmam, zira balo tarihimizin geçmişi pek öyle parlak değildir, hatta Türkiye’de verilen ilk balo, komediyi andıran skandallarla doludur.

İşte, Türkiye’de 1829’da verilen ve genç tarihçi Yüksel Çelik tarafından ortaya çıkarılan ilk balonun öyküsü ile baloda yaşanan tuhaflıklar:

Rusya’nın 1828 yılında Osmanlılar’a karşı ilán ettiği savaş Avrupa’yı endişelendirmiş, savaşı bir an önce bitirmeye çalışmışlardı. 14 Eylül 1829’da, İngiltere’nin çabalarıyla Edirne Antlaşması imzalanmış ve savaş sona ermişti.

Barışı tantanalı bir şekilde kutlamak isteyen İngiliz hükümeti, İstanbul’daki elçisi Sir Robert Gordon’a barış şerefine gösterişli bir balo vermesi ve Türkler’i de baloya davet etmesi talimatını gönderdi. Bu balo Osmanlı tarihinde bir ilk olacak ve en üst düzey devlet adamları da katılacaklardı.

Sir Robert Gordon, baloya mekán olarak elçilik binası yerine yine elçiliğe ait olan ve Haliç’te demirli bekleyen Blonde firkateynini seçti. Baloyu gemide vermesinin sebebi, Osmanlı Devleti’nde o yıllarda devam etmekte olan yenilik hareketlerine karşı muhaliflerin dedikodularına meydan vermemek ve halkın böyle bir daveti görmesine engel olmaktı. Zira, Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasının üzerinden henüz üç yıl geçmiş, modernleşme çabaları hálá rayına girmemiş ve muhalefet, zamanın hükümdarı İkinci Mahmud’un bütün baskısına rağmen sönmemişti.

İstanbul’daki resmi balolar daha sonra az sayıda da olsa birbirini takip edecek ve 1856 Ocak’ında Fransız Elçiliği’nde verilen baloya zamanın hükümdarı Sultan Abdülmecid de katılacak ve Abdülmecid böylelikle ‘Baloya iştirak eden ilk padişah’ olacaktı. Ama balo ile asıl tanışmamız Cumhuriyet’in ilánından sonraya gelecek ve Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa’nın da katılacağı ilk Cumhuriyet Balosu, 1925’in 29 Ekim akşamı verilecekti.

Yandaki kutuda, Türkiye’de 1829 yılında verilen ilk balodan bazı notlar yeralıyor. Okuyun ve Onur Öymen’in balo bahsini açıp açmaması gerektiği konusundaki kararı bizzat siz verin.

Vals yapan diplomat eşlerini rakkase zannedip ‘Gelin, bizim konakta da oynayın’ demiştik

Baloya davetli olan Osmanlı devlet adamları Haliç’te, bugün Kuzey Deniz Saha Komutanlığı olarak kullanılan binada buluştular ve burada kıldıkları yatsı namazından sonra sandallarla balonun verildiği savaş gemisine geçtiler.

Güvertede Osmanlı devlet adamları için koltuklar, İngiliz hanımlar için de sedirler hazırlanmıştı ama paşalarımız baloya gelir gelmez koltuk yerine sediri tercih ettiler, üstelik ayakkabılarını da çıkartıp sedirlere bir güzel kuruldular ve haremlerinde gibi hareket etmeye başladılar.

İngilizler hanımlarıyla beraber valse başlayınca paşalar hep birden sedirden kalkıp vals seyrine koyuldular. Bir paşa, İngiliz elçiliğinin tercümanına ‘Elli yedi yıl yaşadım, böylesine ilk defa şahid oluyorum. Bu balo dedikleri şeyi gördüm ya, artık vallahi gözüm açık gitmem. Maaşallah!’ diye seslendi.

Paşalardan bazıları, danseden hanımların çengi yahut rakkase olduklarını zannedip İngiliz elçisine ‘Bunlar benim konağımda da oynarlar mı?’ diye sordular. Elçi, paşaları hanımların hepsinin evli ve dansın da Avrupa’da sosyal bir ádet olduğu konusunda ikna etmek için dakikalarca uğraştı ve ‘Pek inanmadık ama hadi, öyle olsun! Bu kadar güzel rakkaseleri kendinize saklıyorsunuz demek ki!’ karşılığını aldı.

Osmanlı Devleti’nin padişahtan sonra gelen en güçlü adamı olan ‘Serasker’i yani Genelkurmay Başkanı Hüsrev Paşa, balodan çok fazla zevk aldı ve şaka niyetine Türk ve İngiliz erkeklerin kulaklarını çekip yanaklarını okşamaya başladı. Ama hanımların da kulaklarını çekmeye başlayınca, İngiliz büyükelçisi Paşa’yı ‘Ekselansları, hanımlarımız kulaklarıyla oynanmasından pek hoşlanmazlar’ diye uyarmak zorunda kaldı.

Dansa ara verildiği sırada, zamanın ‘Kapdan-ı derya’sı yani donanma kumandanı Pabuççu Ahmet Paşa’nın canı kumar oynamak istedi, İngiliz elçisiyle birkaç dakikalığına masaya oturdu ve epey para kaybetti.

Sıra hükümdarların şerefine kadeh kaldırmaya geldiğinde, Osmanlı paşaları içki içmekte hiç tereddüt göstermediler ama birkaç kadeh yerine şişeler dolusu içince hemen hepsi serhoş oldular ve kadınlarla fazla ilgilenmeye başladılar. Paşalardan biri, elçilik tercümanına bir İngiliz hanımı göstererek ‘İmam efendiyi çağıralım, bu hatunu hemen nikáhıma alacağım’ dedi.

Zamanın güçlü adamı Serasker Hüsrev Paşa bir hayli ileri yaştaydı ama İngiliz hanımların arasında kadehleri ardarda devirdi ve genç bir İngiliz hanıma Türkçe aşk şiirleri okumaya başladı. Üstelik sadece şiir okumakla kalmadı, mısralarda geçen ifadeleri kadına elleriyle izah etmeye çalışınca, kadın Paşa’nın yanından kaçıp İngiliz elçisine sığındı, ‘Beni bu ihtiyar çapkından kurtarın’ dedi ve elçi, Hüsrev Paşa’yı nazikçe uyardı.

Serasker Hüsrev Paşa ile Kapdan-ı Derya Pabuççu Ahmet Paşa, balodan gayet memnun kalmışlardı. Hüsrev Paşa, davetten ayrılırken İngiliz elçisine ‘Ben de konağımda balo vereceğim, mutlaka beklerim’ dedi; Pabuççu Ahmet Paşa da ‘Bizin Selimiye Kalyonu sanki balo vermek için yapılmış, ben de kalyona beklerim’ diye davette bulundu.

Bu ilk balo, bize aslında çok önemli bir başka şeyi öğretti: Çatal ve bıçak kullanmayı... O güne kadar sadece kaşık kullanıyor, yemeklerimizi ellerimizle yiyorduk ve 1829’daki bu balo, çatal ve bıçakla tanışmamızı sağladı. Baloya davetli olan Türkler yemek masasına yerleştirilmiş olan çatallarla bıçakları önce tuhaf bir şekilde süzdüler ama ‘ayıp olmaması için’ İngilizler’i taklid ederek kullanmaya çalıştılar ve çatalla bıçak hayatımıza böylece girmiş oldu.

Davetli Türkler arasında kendini kaybetmeyen tek kişi, zamanın ‘Reis Efendi’si, yani Dışişleri Bakanı Mehmed Said Pertev Paşa idi ve böyle davranmakla da İngilizler’in takdirini kazandı. İçki içmedi ama nezaketi de elden bırakmayıp ‘Sağlığı elvermediği için içmediğini’ söyledi. Üstelik İngiltere ile Türkiye arasında kalıcı bir barış olmayacağına da inanıyordu ve bu yüzden balonun verildiği güvertede beraberce asılan Türk ve İngiliz bayraklarının altına oturmak yerine, kendisine başka yerde bir koltuk buldu.

Baloya katılanlar arasında, Osmanlı ordusunda o yıllarda amiral rütbesiyle görev yapan Sir Adolphus Slade de vardı ve Slade, daha sonra yayınladığı hatıralarında balodan bahsederken ‘Türkler, birkaç saat içinde üç dev adım attılar. Bunlar kadınlarla dans, alenen içki içmek ve kumar oynamaktı. Ama bu hal, Türkler’in Hristiyanlar’ın iyiliklerinden ziyade kötü yönlerini taklit etmeye ne kadar hevesli olduklarını da gösterdi’ diye yazacaktı.

Yeri gelir danseder,  yeri gelir horon teperdi/images/100/0x0/55ea1529f018fbb8f86a37ff

ONUR Öymen’in ‘Başbakan balo düzenleyip bir kadını dansa kaldırabilir mi?’ demesi üzerine, Başbakan Tayyip Erdoğan, Onur Bey’e ‘Bizimle türkü söylemeye, horon tepmeye gelir misiniz?’ diye karşılık verdi.

Başbakan’ın ve Onur Öymen’in sözleri, bende Türk devlet adamının sadece tek bir dansı yapmak zorunda olduğuna, yani tek bir kültürle sınırlı kalması gerektiğine inandıkları intibaını uyandırdı.

Bu sayfada, Atatürk’ün iki ayrı fotoğrafını görüyorsunuz. İlk fotoğraf dans ettiği, diğeri de horonu andıran bir Balkan oyunu oynadığı sırada çekilmiş.

Fotoğrafları, yorumu size bırakarak yayınlıyorum.
Yazının Devamını Oku

Büyük tesadüf: 600 yıllık yasak, 3 Ekim’de kalktı

9 Ekim 2005
Geçmişte bize karşı kurulmuş olan Haçlı Birliği’nin en önemli merkezi Venedik’teki tarihi tersane idi ve tersaneye bugüne kadar hiçbir Türk’ün girmesine izin verilmemişti. Tarih hafta başında garip bir cilve yaptı ve Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinde yepyeni bir döneme girildiği 3 Ekim günü, Venedik’teki tersanenin bizlere asırlardan buyana kapalı duran kapısı sessiz-sadasız açıldı ve aralarında Türkler’in de bulunduğu bir grup tarihçinin mekánı gezmesine izin verildi. İşte, Haçlı hareketinin bu en güçlü kalesinin öyküsü ve şimdiye kadar hiç yayınlanmamış olan fotoğrafları... TÜRKİYE’nin Avrupa ile ilişkilerinde yepyeni bir döneme girildiği 3 Ekim günü, İtalya’nın Venedik şehrinde Türkler’e yüzyıllardan buyana kapalı duran bir kapı da, sessiz-sadasız açıldı: Avrupa’daki ‘Türk’ varlığını ortadan kaldırabilmek maksadıyla eski asırlarda hiç durmadan faaliyet gösteren Haçlı Birliği’nin en güçlü kalesi olan Venedik’teki meşhur tarihi tersaneye, ilk defa bir grup Türk tarihçinin girmesine izin verildi.

Osmanlılar’ın Balkanlar’da varlık göstermeye başladıkları 14. yüzyılda Papalığın teşvikiyle kurulan Haçlı Birliği, İstanbul’u fethetmemizden sonra giderek güçlenmiş ve Türkiye’yi ileriki dönemlerde en fazla uğraştıran Avrupa ülkelerinin başında, o günlerde küçük ama bağımsız ve denizcilikte son derece güçlü bir devlet olan Venedik gelmişti.

Resmi adı ‘Sen Marko Cumhuriyeti’ olan ve o günlerin Akdeniz’inin en güçlü donanmasına sahip bulunan Venedik zamanla Türkiye’yi zorlayan bir rakip halini aldı. Venedikliler ile Mora’da ve Kıbrıs’ta uzun seneler savaştık, hattá 1571’de onlar tarafından denizcilik tarihimizin en büyük mağlubiyetini, yani İnebahtı faciasını yaşadık.

İkinci Selim’in tahtta bulunduğu 1570 yılında Kıbrıs’a asker çıkartmamız üzerine, Avrupa’da Venedik’in çağrısı ile 1571’in 25 Mayıs günü bize karşı yeni bir Haçlı Birliği kuruldu. Venedik’in öncülüğünde büyük bir de donanma hazırlandı, İspanya Kralı İkinci Filip’in gayrimeşru kardeşi Don Juan’ın kumandasına verilen donanma, Kaptan-ı Derya Müezzinzáde Ali Paşa’nın kumanda ettiği Türk donanmasının neredeyse tamamını aynı yılın 7 Ekim’inde, İnebahtı Körfezi’nde üç saat süren bir deniz savaşında yoketti.

ESİRLERİ ÖLDÜRDÜLER

Muharebede 200 kadar Türk gemisi battı, 20 bin askerimiz şehid düştü, 4 bine yakın denizcimiz de Venedikliler tarafından esir edildi. Ölü sayısının bu kadar fazla olmasının sebebi, gemilerinin isabet alması üzerine denize atlayarak karaya ulaşmaya çalışan askerlerimizi Venedikliler’in esir almak yerine öldürmeyi tercih etmeleriydi, hatta bu cinayetler ‘işi ucuza getirmek’ maksadıyla kurşun yerine mızrakla işlenmiş, suda can havliyle yüzen denizcilerimiz mızraklarla delik-deşik edilmişlerdi. Venedikliler, zaferden sonra tersanenin girişine, üzerinde ‘1571’deki deniz zaferinin hatırasına’ yazılı bir de anıt-kapı inşa ettiler. Bu kapı, mekánın girişinde hálen yükseliyor.

Venedik ile mücadelemiz, daha sonraki senelerde de devam etti. 1683’te başarısızlıkla neticelenen Viyana kuşatmamızdan sonra Avusturya, Lehistan ve Rusya tarafından kurulan Haçlı Birliği’nin en güçlü donanması yine Venedik’ten gelmişti. İtalya’daki bu denizci devlet ile mücadelemiz 1715’e kadar hiç kesilmeden devam etti ve o tarihte hálá Venedikliler’in elinde bulunan Mora Yarımadası’na hákim olmamızdan sonra bir daha karşılaşmadık. Venedik, 1790’larda Napolyon Bonapart tarafından ortadan kaldırılacak ve İtalya’ya dahil edilecekti.

İşte, bizi asırlar boyunca böylesine uğraştıran ve onbinlerce askerimizin canını alan Haçlı Birliği’nin donanması, Venedik’teki büyük tersanede inşa ediliyordu ve málum tersaneyi görmek, şimdiye kadar hiçbir Türk’e nasip olmamıştı.

İNALCIK’IN SAYESİNDE

Türkler, tersaneye asırlar sonra, Avrupa ile ilişkilerimizde yepyeni bir dönemin başladığı bu hafta başında girebildiler. İtalyanlar, Türk tarihçiliğinin büyük ismi Prof. Halil İnalcık’ın oluşturduğu akademik konferans programı çerçevesinde Venedik’te geçen hafta yapılan ‘Devletlerle İmparatorluklar Arasında Bábıáli’nin Akdeniz Egemenliği’ başlıklı bilimsel kongreye katılan 17 ülkeden 63 tarihçi için tersaneye bir gezi düzenlediler. Şu anda askeri bölge olan ve İtalyan donanmasının kullandığı tersaneye verilen özel bir izinle girebilen tarihçiler arasında kongreye katılmak üzere Venedik’te bulunan Türk akademisyenler de vardı. Tarihin en güçlü Haçlı karargáhı olan tersanenin bu sayfada yayınladığım fotoğraflarını, mekánı ilk gören tarihçilerimizden biri olan Dr. Erhan Afyoncu’dan temin ettim.

Geçmişte bize karşı kurulmuş olan Haçlı hareketinin bu en önemli merkezinin Türkler’e Avrupa maceramızın yepyeni bir şekil aldığı böyle bir dönemde açılmasının sıradan bir tesadüf mü, yoksa tarihin garip bir cilvesi mi olduğuna pek karar veremedim ama, işte málum mekánın hikáyesi ve görüntüleri...

Venedik’e adını veren azizin kemikleri Mısır'dan domuz fıçısında kaçırılmıştı

VENEDİK’in bağımsız bir devlet olduğu yıllarda kullandığı ‘Sen Marko’ adı, dört adet İncil’den birinin yazarı olan ‘Aziz Marko’dan gelir. Marko’ya ait olduğuna inanılan kemikler, bugün şehirde aynı ismi taşıyan meşhur kilisede muhafaza edilmekte ve kemiklerin Venedik’e getirilişi hakkında da, bir domuz hikáyesi anlatılmaktadır.

Aziz Marko, Hazreti İsa’nın getirdiği yeni dini halk arasında yaymaya çalışırken öldürülür, cesedi uzun yıllar bir yerden başka bir yere nakledilir ve müridleri tarafından nihayet Mısır’ın Akdeniz sahilindeki İskenderiye şehrine defnedilir.

Aradan asırlar geçer ve rivayetlere bakılırsa, Venedikliler, dokuzuncu yüzyılda Marko’nun mezarının yerini öğrenirler ve Rustico ile Buonu adlarındaki iki denizci İskenderiye’ye giderek Marko’nun mezarını açıp kemiklerini çalarak gizlice Venedik’e getirirler. Ama gemilerinin yolda Arap korsanlar tarafından soyulması ihtimali mevcuttur, bu tehlikeyi bertaraf etmek için kemikleri domuz etiyle tıkabasa doldurulmuş bir fıçıya gizler ve Akdeniz’i bu şekilde aşarlar.

Venedik’e 828 yılının 25 Nisan’ında gelen kemikler şimdi sahildeki Sen Marko Kilisesi’nde muhafaza ediliyor ve kilisenin girişinin hemen üzerindeki terasta da, İstanbul’u 1204’te yağmalayan Latin askerlerin şehirden çalıp götürdükleri dört adet meşhur atın aynı boydaki maketleri yeralıyor.

Málum konferansa gitmemekle meğer ne kadar iyi etmişim!

GEÇEN hafta başında málum Ermeni konferansı hakkında yazmış, konferansta suçlama, söylenti ve boş láf cinsinden herşeyin mevcut bulunduğunu ama böyle bir toplantıda en gerekli olan şeyin, yani tek bir ‘belge’nin bile várolmadığını söylemiş, Talát Paşa’nın bendeki özel arşivinden bir belge yayınlamıştım. Belge, Türkiye’deki Ermeni nüfusun 1915 olaylarının öncesinde ve sonrasında viláyetlere göre dağılımını gösteriyordu.

Yazım, Ermeni Kongresi’nde láfazanlık eden bir takım zevátı hiddetlendirmiş olacak ki, çok sayıda e-postadan tutun, gazete köşelerine kadar bol bol ithama maruz kaldım. Katılımcılardan biri, köşesinde iki gün boyunca benim sadece bir ‘belge toplayıcısı’ olduğumu yazdı ve işi ‘tarihe bakmayı bilmediğimi’ ve ‘anlamlandıramadığımı’ söylemeye kadar getirdi.

Bu iz’an fakirine yazımda sadece belge yayınladığımı ama belge hakkında ‘bilerek’ yorum yapmadığımı, yorumu okuyucuya bıraktığımı söylesem ve bu arada yayınladığım belgeyle ilgili olarak giriştiği kendi yorumunun da ‘yanlış’ olduğunu, zira belgeyi anlayamadığını söylesem acaba bir işe yarayacak mı, bilemiyorum!

Málum konferansın katılımcılarından olan, bana gönderdiği bir e-postada yazımı ‘hatalı’ ve ‘cahilce’ diye niteleyip ‘1979’dan buyana Osmanlı Arşivleri’ne gidiyorum’ iddiasında bulunan ve mesajına arşivde çalıştıklarını iddia ettiği bazı kişilerin isimlerini iláve eden hanıma da küçük bir hatırlatmam var:

Osmanlı Arşivleri’nde çalışma izni bulunan herkesin binaya hangi gün hangi saatte girdiği, ne zaman çıktığı, hangi konuda çalıştığı, hattá ne gibi belgeleri incelediği hep kayıtlıdır ve dolayısıyla 1991’den buyana arşive ayak basmamış olan bir kişinin ‘1979’dan buyana Osmanlı Arşivleri’ne gidiyorum’ demesi de yalandan ibarettir hanımefendi! Sizin ve isimlerini sıralayıp arşive gittiklerini iddia ettiğiniz kişilerden bazılarının arşivdeki çalışma kayıtlarını isterseniz buyrun, beraberce yayınlayalım ve arşive hayatları boyunca bir defa olsun adım atmadıklarını hep beraber görelim, var mısınız?

Málum konferansa ‘zaman kaybı’ endişesiyle gitmemekle ne kadar doğru bir iş yaptığıma, şimdi bir defa emin oldum!
Yazının Devamını Oku

Paşa’ya göre Ermeni sayıları

26 Eylül 2005
Ermeni Konferansı’nda suçlama, söylenti ve boş láf cinsinden her şey mevcuttu ama böyle bir toplantıda en gerekli olan şey ortada görünmüyordu: Belge...

Yazının Devamını Oku