Nuray Babacan’ın Meclis’te görülen hayalet konusunda Hürriyet’te yayınlanan haberi, bana bu gibi hortlak hikáyelerinin bir zamanlar bizzat devlet tarafından çıkartıldığını, hattá resmi gazeteye kadar girmiş olduğunu hatırlattı. İşte, ‘resmi hortlak’ hikáyelerimizden bir örnek: Devlet, İkinci Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmasından sonra yeniçerilerin bütün hatıralarını yoketmek maksadıyla bir söylenti çıkartır: Güya, Bulgaristan’ın küçük bir kasabasında hortlayan yeniçeriler kasaba sakinlerine musallat olmuşlar ve yaşanan uğursuzluklara hortlaklara ait cesedlere kazık çakılması, kalplerinin kaynatılması ve nihayet yakılmalarıyla son verilebilmiştir. Söylentinin halkta yarattığı nefret sayesinde yeniçerilerden kalan son hatıralar da yokedilecek ve 6 Ağustos 1833 tarihli ‘Takvim-i Vekayi’de, yani o zamanın resmi gazetesinde de yeralan haber, ‘kışkırtma’ ve ‘yanlış bilgilendirme’ konularında tek olarak kalacaktır.
NURAY Babacan’ın Hürriyet’te hafta içerisinde çıkan yazısı sayesinde, Meclis’te hayaletlerin de varolduğunu öğrendik. Şimdi, pencerelerden süzülüp giden bedensiz varlığın kimin hayaleti olduğunu ve Meclis’te ne aradığını tartışıyoruz.
Bugün hepimizi şaşırtan ama şaşırtırken tebessümler yaratan bu gibi hortlak hikáyeleri, halkı bazı kişilerden yahut gruplardan soğutmak maksadıyla bir zamanlar bizzat devlet tarafından çıkartılmış, hattá 1833’ün 6 Ağustos günü yayınlanan Takvim-i Vekayi’ye, yani o zamanın resmi gazetesine kadar girmişti.
İşte, bundan 172 yıl önce halkı teláşa düşüren bu
‘resmi’ hortlak hadisesinin ayrıntıları:
Osmanlı tahtında
İkinci Mahmud vardır, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının üzerinden birkaç sene geçmiş ama yeniçerilere uygulanan sert muamele halk arasında
‘vahşet’ diye yorumlanmış ve bir zamanlar devletin başına belá kesilen bu askeri teşkilát
‘mazlum’ kabul edilir olmuştur.
Yeniçerilerin hatıralarının halkın gözünde iyice aşağılanması için herkesi korkuya düşürecek bir söylentiye ihtiyaç vardır ve saray, bu maksatla
‘cadı’ ve
‘hortlak’ hikáyesine başvurur.
6 Ağustos 1833 günü yayınlanan zamanın resmi gazetesi
‘Takvim-i Vekayi’de, şimdi Bulgaristan’ın sınırları içerisinde kalan o devrin Tırnovi kasabasının kadısı
Ahmed Şükrü Efendi’nin kaleminden iki yeniçerinin hortlayıp
‘cadı’ háline geldikleri ama icaplarına bakıldığı yolunda bir mektup yayınlanır.
Ahmed Şükrü Efendi’nin yazdığına göre, kasabada ortaya çıkan cadılar gün batımından sonra evlere dadanıp erzak námına ne varsa çalmakta, hattá yüklüklerdeki yorgan, şilte, yastık ve bohça gibisinden eşyaları bile didikleyip açmaktadırlar. Üstelik zaman zaman insanların üzerine taş, toprak ve çanak-çömlek attıkları bile olmakta ama hiçkimse bu cadıları görememektedir.
Cadılar günün birinde insanlara saldırmaya da başlarlar. Saldırıya uğrayanlar,
‘Üzerimize manda çökmüş gibiydi’ demektedirler.
Bu gibi hadiselerin artması üzerine İslimye’de yaşayan ve
‘cadı çıkartmakla’ şöhret yapan
Nikola isimli bir Rum’a müracaat edilir ve
‘Gel, bizi kurtar’ denir.
Nikola, cadıları bulması karşılığında 800 kuruş talep eder. Tırnovi halkı değil 800, 8 bin kuruş bile vermeye razıdır ve
Nikola’yı pazarlık bile etmeden hemen kasabaya çağırırlar.
Cadı avcısı yanında getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gider. Tahtayı dört bir yöne doğru çevirir ve nihayet resmin işaret ettiği mezarların
‘cadılı’ olduğunu söyler. Mezarlar,
Ali Alemdar ve
Abdi Alemdar adlarında, ecelleriyle ölmüş olan iki yeniçeriye aittir. Hemen kazılırlar ve seneler önce gömülen cesedlerin yarım misli büyümüş, kıllarıyla tırnaklarının da birkaç kat uzamış olduğu görülür.
Nikola’ya göre, cadı haline gelen yeniçerilerin sonsuza kadar ortadan kaldırılmaları için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve kalplerinin kaynar suya atılarak haşlanması gerekmektedir. Cesedler mezardan çıkartılır, Nikola’nın söyledikleri yapılır ama çabalar bir işe yaramamış ve cadılar cadılıklarını sürdürmeye, insanları rahatsız etmeye devam etmişlerdir.
Nikola, bu defa
‘Cesedleri yakın’ der, halk müftü efendiden izin aldıktan sonra her iki cesedi de bir güzel, çatır çıtır yakıverir. Cadı avcısının tavsiyesi doğru çıkmış ve kasaba hortlak belásından kurtulmuştur!
Kadı
Ahmed Şükrü Efendi’nin bu hádiselerden bahseden mektubunun o zamanın resmi gazetesinde yayınlanmasından sonra,
Sultan Mahmud ‘İstanbul halkını da cadılardan korumamız lázım’ diyerek İstanbul’da vaktiyle yeniçeriler tarafından kullanılmış olan birkaç binayla beraber mezarlıklardaki yeniçeri taşlarını da kırdırıp ortadan kaldırır. Tırnovi hortlakları hikáyesi işe yaramış, halkın yeniçerilerin hatıralarından bile nefret etmesi sağlanmış ve bu arada yeniçerilere ait son izler de başarıyla yokedilmiştir.
Meclis’te görülen hortlak da böyle bir işe yarar mı dersiniz?
Ankara’daki hayaleti sadece Paris Kontu Henri bulabilir
MECLİS Başkanı
Bülent Arınç’a bir teklifim var: Fransa tahtının várisi olan ve
‘Paris Kontu’ unvanını taşıyan
Henri d’Orleans’ı, hemen Ankara’ya davet etsin. Zira, Meclis’teki hayalet meselesini çözebilecek tek kişi, Paris Kontu
Henri’dir.
Orleans Hanedanı’nın mensubu ve Fransız tahtının várisi olan prensler
‘Paris Kontu’ ve
‘Fransa Dükü’ ünvanlarını taşırlar. Paris Kontu’na
‘Monseigneur’, yani
‘Efendimiz’ denir. Orleans prenslerinin, nesilden nesile devam eden bir de yetenekleri vardır: Medyumluk ve hayalet avcılığı.
Bu yeteneğin hanedanın en önemli krallarından olan, 1226 ile 1270 seneleri arasında hüküm süren ve 1297’de aziz ilán edilmesinden sonra
‘Saint Louis’ diye anılan büyük cedleri
Dokuzuncu Louis’ten geldiğine inanılır. Orleans Prensleri’nin asırlardan buyana ruh celseleri yaptıkları yani ruhlarla temas ettikleri ve tıbbın çare bulamadığı bazı hastalıkları tedavi edebildikleri anlatılır; hayalet avcılığı, huzursuz ruhları bulup sakinleştirme ve kayıp mezarları ortaya çıkarma konularında üzerlerine hiç kimsenin olmadığı söylenir. Orleans Hanedanı’nı yakından tanıyan Fransızlar’a göre asıl güç ailenin reisi olan prenste yani tahtın várisindedir; onun ölümüyle en büyük erkek evládına geçer ve bu işlerin tek üstadı da, Fransız tahtının şimdiki várisi Paris Kontu
Henri’dir.
Paris Kontu davet üzerine bazen tek başına, bazen de ailesinin diğer mensuplarıyla beraber içerisinde hayaletlerin dolaştığına inanılan tekinsiz şatoları ziyaret ediyor, gittiği mekánlarda transa girerek hayaletle önce konuşuyor, sonra hayaletin mutlaka o civardaki mezarını buluyor ve hayaleti yani huzursuz ruhu mezara girip bir daha çıkmamaya ikna ediyor.
Ayrıntıya girmeden, kısaca söyleyeyim: Ben, Paris’te bundan birkaç sene önce
Henri d’Orleans’ın yaptığı ve sadece birkaç dakika devam eden bir ruh celsesinde bulundum ve önümüzdeki koskoca yemek masasının kendi kendine hareketlenmesine bizzat şahit oldum.
İşte bu yüzden, Meclis Başkanı
Bülent Arınç’a Meclis’teki hayaleti bulup huzura kavuşturabilecek tek kişinin, Paris Kontu
Henri olduğu konusunda garanti veriyorum!
Hayalet dediğin çeşit çeşittir
DİLİMİZDE hayalet karşılığı olarak kullanılan ama şimdi çoğunu unuttuğumuz bazı kelimeler vardır. İşte, bunların birkaçı:
GULYABANİ: Farsça
‘gol-i beyábáni’ sözünden gelir ve insanın ansızın karşısına çıkan hayalet ve hortlak anlamında kullanılır.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1912’de yayınlanan aynı isimli romanı, gulyabani ve hortlak inançlarını ele alıp bu inanışlarla ince bir şekilde alay etmiştir.
KARAKONCOLOS: Rumca
‘klikantzaris’ kelimesinden gelir ve yine hayalet ve hortlak karşılığıdır. İstanbul folklorunda, karşısına ansızın karakoncolos çıkanlar hortlağın saldırısından kurtulmak için içerisinde mutlaka
‘kara’ kelimesinin geçtiği bir söz söylemek zorundadırlar.
ÇARŞAMBAKARISI: Dişi hortlaklara verilen isimdir. Bu söz üstübaşı dağınık, pasaklı ve pejmürde kadınlar hakkında da kullanılır.
ECİNNİ: Arapça’da
‘cin’ kelimesinin çoğulu olan
‘ecinne’ sözünden gelir. Boş ve metruk mahallerde yaşadığına ve buralardan geçen insanların birdenbire karşısına çıktığına inanılan hayaletlere
‘ecinni’ denir. Ecinnilerin hırsızlık yaptıkları, evlerden ufak-tefek eşya çaldıkları söylenir.
ALBASTI: Lohusa kadınlarda doğumdan hemen sonra görülen ve yeni doğmuş çocuklarda da rastlanan ateşli bir hastalıktır. Albastı aslında bir mikroptan kaynaklanır ama halk arasında yeni doğum yapmış kadının yedi gün boyunca tekbaşına bırakılması üzerine kadına veya çocuğa
‘alkarası’ adında bir cinin musallat olduğuna ve hastalığı bu cinin yarattığına inanılır.