20 Aralık 2006
"BAZEN susmak, en iyi cevaptır" derler... Bir duruş göstermek ve ses çıkarmadan konuşmak..
Olmuyor işte.. Yapamıyoruz nedense..
50 yıllık yaşamımızda bir kez denedik, onu da herkes işine geldiği gibi eğip bükerek yorumladı..
Bu nedenle, yaşamdaki her şeyin bir karşılığı olmalı..
"İyiliğin, kötülüğün; dostluğun düşmanlığın; arkadaşlığın, kalleşliğin... "
Abuk sabuk yazılar ile boş konuşmaların da..
Yani "sana tokat atana, diğer yanağını uzat" diyen peygamber tavrını göstermek, bize göre değil.. Keşke yapabilsek ama beceremiyoruz işte.
Bu nedenle tokat sallayana, yumruğu vurup indiriyoruz..
Tekme atmaya kalkanın da diz kapağına yerleştiriyoruz anında..
Herkesin hesap peşine düştüğü, dostlukların çıkar katsayısıyla ölçüldüğü bir ortamda, "kimseden bir şey beklemeden, çok şey yapmaya" odaklanıyoruz..
Yani "iş yap, cebine at" değil, "işini yap, gazete sayfasına koy" dedik, "iyilik yap, denize at" felsefesinden yola çıkarak..
1977 yılı Mart ayında Flaş Ankara’da başlayan meslek yolculuğum sırasında çok arkadaşım oldu.. Rakip olduk ama dost olduk.. Aynı kaderi, işi, masayı paylaştık, birlikte sevindik, üzüldük.. Zaman zaman tartıştık ama hemen barıştık..
Stajyer muhabirken, haber müdürüm Nahit Duru’ya gösterdiğim saygıda, aradan 30 yıl geçmesine karşın hiç bir eksilme olmadı. Elimden tutup, bana bu işi öğreten iki ustam Neşet Özmen ile Sümer Demir’e de... Arkadaşlarıma olan sevgim, dostlarıma ve büyüklerime olan saygım da aynı kaldı..
Gazetecilik yaparken, zor şartlarda üniversiteyi de bitirdik. Kafası çalışan herkesin başarabileceği bir şeydi bu.
Çalıştık, öğrendik, kendimizi geliştirdik..
Yıllar geçti, sorumluluk aldık. Hep sorumlu davrandık.
Hiç değişmedik, biz hep aynıyız.. Tek fark, saçlarımızın renginde..
Yüreğimiz de aynı. Nefret değil, sevgi dolu.
"Biz herkesi seviyoruz, kimsenin bizi sevemediği kadar..."
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2006
İÇİM acıdı izlerken.. TRT 2’deki ’Lige Bakış’ programının canlı yayınındaydık, Alper Bakırcıgil ve Birol Reçber ile birlikte..
Hepimiz üzüldük yaşananlara.. İzmir’deki Ankaragücü-Fenerbahçe maçının "Şeref" tribününde olanlara.. Olmaması gerekenlere..
Türkiye’de şiddeti, futbol tribünlerinde arayanlara adresi, İzmir Atatürk Stadı’nda olanlar gösterdi..
Yani.. Şiddetin futbol tribününde değil, gerçek yaşamda olduğunu..
Yani, sokakta, otobüste, okulda, işyerinde, mahallede.. Hayatın her yerinde..
Şiddeti önleyemeyenler, şiddetin varlığından nemalananlar olduğunu da..
Sevgi, bir içsel kültür; sevgi toplumu da bir sosyal gerçektir..
Yani bu ülkede insanların birbirini sevmesi, saygı duyması, birlik olması gibi özellikler, öncelikle insanların içindeki sevgi ile başlayıp, aile kültürüyle gelişen saygıyla büyüyecek bir toplumsal anlayış olmalı..
Mesleğimiz nedeniyle ömrümüz, kavganın içinde geçti..
Daha önce yazdık, anlattık.
İnsanların birbirini severek de yaşayabileceğini..
Kavga ve şiddet ile beslenen çarpık sosyal yaşam biçiminin, ancak böyle son bulacağını.. Ama gördük ki iyi anlatamamışız..
Bakın koca koca adamlar, sokaktaki haylaz çocuklar gibi tekme tokat kavga ediyor.. Birbirlerine acımasızca vuruyor..
Ne uğruna, "Sen kazandın, ben kazanmalıydım" adına..
Sonra da ortalığa çıkıp centilmenlik daveti, fair play çığırtkanlığı yapıyorlar.. Hiç utanmadan, sıkılmadan..
Üzüldüm bu ülke, bu toplum, genç insanların geleceği adına..
Tekme, yumruk, şike, teşvik, tehdit, iftira, dedikodu ile şampiyon olsan ne çıkar, kupayı alsan ne yazar.. Hani küme düşsen ne çıkar Allah aşkına..
İnsan olmayı başarabilmek önemli..
Adam olmak.. Gerisi boş.. Bomboş..
Hayat nedir?
HİÇ tanımam.. Bir araya gelmedik, konuşmadık, yüzünü görsem de tanımam..
Son dönemde birden parladı yıldızı..
"Ankaragücü’ne başkan olacağım" dedi.
Sonra aniden hastalandı.. Önce GATA sonra da MESA Hastanelerinde araştırdılar, birileri "karaciğer kanseri" dedi, diğerleri "siroz olabilir" diye mırıldandı..
Sonra gitti yeni dünyaya.. ABD’de baktılar, bakmakla yetinmeyip araştırdılar.. Ve sonuçta "Ne kanser ne de siroz.. Midede mikrobik bir durum var" dediler ailesine.. Sevindi herkes.. Hayata döndü, "evine de yakında döner" diye eklediler..
Hayat, kazananlar ile kaybedenler; sevinenler ile üzülenlerin yaşadıklarından ibaret değil midir zaten?
Ankaralı için
YILLARCA hep muhalif olduk.. Bilinenin aksine, bu yüzden haber konusunda hiç sıkıntı çekmedik..
Çünkü "habercilikten anlayanlar" iyi bilir, "doğrular ile karşı çıkanlar, doğruyu mutlaka bulur.."
Sürekli yağ çeker, yalakalık yaparsanız birileri sizi itip kakar.. Sevmez, saymaz, insan yerine koyup selam bile vermez..
Başkaldırmayı başaranların en büyük zevki, bir haberin muhatabı kişi veya kurumlarda "bu haberi, kim verdi?" araştırmasından haberdar olmaktır.. Olay doğrudur, zaten doğruluğuna ilişkin şüphe de yoktur ama kimin sızdırdığı mesele haline gelir. Ve sadece bu bile, inanılmaz keyiflidir.
Bu nedenle yasaklar konur.. Ama yine de haberler çıkar..
Eğer iyi gazeteci iseniz tehdit altında iken, bir kuruma "giriş yasağınız" varken, adı resmen böyle konulmamış olsa da "kulliyen yasaklıyken" en iyi, en güzel ve en sert haberi bulur yazarsınız.
Oturup ağlamazsınız.
Bizim yaşamımız, oturup ağlamak değil, iş yapmakla geçti.
1991 yılında 20 kişiyle iki sayfalık Hürriyet Ankara İlavesi çıkartıyorduk.. Şimdi ise sadece üç kişilik Ankara Spor Servisi üretimiyle bir sayfayı yapıyoruz.
Spor Sayfası, Atilla Türker gibi usta bir kalem ve birinci sınıf objektif, Özgür Şahiner gibi donanımlı, nitelikli ve yetenekli bir gazeteci ile ışıl ışıl iki genç editör Fatih Aydoğdu ve Ozan Ermiş’in yanı sıra, bilgisayar sihirbazı Umut Karaahmetoğlu’nun çizimiyle "Ankara’da yazılıp, İstanbul’da yapılan" Hürriyet ANKARA, herkesin saygı duyduğu bir gazete..
Kurumu, yönetimi, çalışanı ve haberi, hak edilen saygıyı görüyor. Bizim kendimize ve çevremize gösterdiği; bizi sevmeyenlerin yaptığımız işe duymak zorunda kaldığı duygu bu...
Biz ağlamaz, 30 yıldır olduğu gibi okuyucumuz için gazete yaparız..
Hem de en iyisini..
Sporu seven, Ankara’da neler olup bittiğinden haberdar olmak isteyenler için..
Güle güle Kral
BİZLER için zordur, övgü yazısı yazmak.
Oysa yaşamın gerçeğidir, yergi kadar övgünün hak edildiği..
Ankaragücü’nün son 6-7 yılına sessiz sedasız imza atan bir isim, yine sessizce Gençlerbirliği’ne transfer oldu.. Ama el öpüp, helalleşerek..
Mustafa Kaplan idi bu. Namı diğer, Kral...
Son 3-4 yılda Ankaragücü’ne para kazandıran tüm oyuncuları o getirmişti Beştepe’ye.. İzleme komitesi sorumlusuydu sarı lacivertlilerde.
Umut Bulut, Emre Güngör, Özgür Volkan Yıldırım, Hüseyin Kartal, Burak Özsaraç ve Serkan Kırıntılı gibi gençleri Ankaragücü’ne ve Türk futboluna kazandıran Kral, Gençlerbirliği’nin yeni Brezilyalıları, Sandro Da Silva ve Marien Heverton Da Silva’nın transferinde de çok önemli bir rol oynadı.
Yani bıraktığı yerden, kazandırmaya devam ediyor.
Sarı lacivertti, kırmızı siyah oldu.
Ankaragücü için büyük kayıp, Gençlerbirliği için önemli kazanç..
Güle güle Kral.. Hoş geldin Kral..
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2006
AVNİ Aker’de beş gün önce oynanan maçtan birkaç fark vardı sadece. Trabzon forvet Ersen’i dışarda bırakıp, savunmacı Feridun’u Wederson’un önüne koymuştu tedbir olarak. Ankaraspor ise üç gol yiyen Hakan’ı dinlenmeye çekip, Kingson’a eldiven vermiş; bir de formasının çizgisini dikleştirmişti. Lig maçındaki arzu, hırs da rafa kalkmıştı. Herkes tatil havasına girmişti besbelli.
Öyle ki, ilk korner 18. dakikada atıldı. İlk şut, 20. dakikada Feridun’un ayağından saatli tribünlere atıldı. İlk ciddi pozisyon 22. dakikada Ankarasporlu Murat Tosun’un kafasından Jefferson’un kucağına gitti. Ve Trabzonspor ilk planlı atağını 45. dakikada Marcelinho’nun ayağından Kingson’un ellerine teslim etti.
Ne tat vardı ne de tuz
Anlayacağınız gazozuna maçta bile daha bir ciddiyet olurdu. "Bitse de gitsek" türünden bir maçtı Ankara’nın ayazında oynanan..
Yarım buçuk pozisyonlu, futbolsuz ilk yarı, golsüz sona erdi.
İkinci yarıya Ersen Martin hamlesiyle başladı Ziya Doğan.
Böylelikle Trabzon daha öne çıkıp, biraz atak gözüktü. Hatta bir iki pozisyon bile buldu. Sonra yine orta sahada kör dövüşüne döndü karşılaşma. Ne tat kaldı ne de tuz.
Bu maç üç gün üç gece oynansa iki takım da gol atamazdı. Zaten gol için gerekli tesadüfler de gerçekleşmedi ve kupa sevdasında tur umudu, bir sonraki Konyaspor maçına kaldı.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2006
TRİBÜNLER, tısır tısır idi.. Yani takımın üzerinde o hep şikayet edilen "seyirci baskısı" yoktu.. Tabii, yönetimin ve de teknik kadronun da... Bu nedenle kazanmamak için bahane kalmamıştı...
İşin şakası bir tarafa, ne pahasına olursa olsun kazanmak zorundaydı Trabzon takımı...
Bu nedenle Ersen-Umut ikilisini gol atmaları için sahaya sürmüştü.. Ancak karşısında ligin en az yenilgi almış, en çok berabere kalan takımı Ankaraspor vardı..
İyi savunmacıydı Aykut Kocaman’ın takımı. Yenmek zordu anlayacağınız. Trabzon’un kazanma yeteneği ise, 7 haftalık halinden belliydi. Lig tarihindeki en kötü konumuna demir atmış olması, bunun puansal göstergesi idi..
Artık korkulan takım değil
Wederson’un Jefferson’da kalan iki füzesinin ardından Umut’un rahatlatan golü geldi...
Sonra yine Ankaraspor saldırmaya, Trabzon da savunmaya başladı. Kısa süre öncesine kadar korkulan takım, korkar hale gelmişti ne acıdır ki...
Sanki 13 kişi oynuyordu konuk ekip... Basıyor, mücadele ediyordu. Trabzon, Gökdeniz ve Umut ile pozisyon buldu, atamadı. Ankaraspor ise Bilal ve Jaba ile mutlak gol şanslarını kullanamadı.
İkinci yarıya Gökdeniz’in frikiği Çağdaş’ın faul çağrıştıran kafa golüyle başlayan Trabzonspor, kendisinin de uzun zamandır unuttuğu iki farklı avantaj yakaladı. Gökdeniz, domi voleyle üçü buldu..
Sonra idare etti durumu, 7 hafta hasret kaldığı üç puanı aldı. Futbolcular hem kendini hem hocası Ziya Doğan’ı hem de Albayrak başkanlığındaki yönetimi kurtardı..
Ancak, işin doğrusu sadece günü kurtardılar...
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2006
TRABZONSPOR’un vaziyeti kötü, hali de perişan. Dün akşam Bursa’da gördük ki bu takım bir şeylerini değil çok şeyini yitirmiş. Düşünün bir kez. Karşılaşmanın ikinci yarı başındaki 15 dakikalık süresinde saldırırmış gibi gözüken ama kazanma adına hiçbir şey yapmayan bir Trabzon vardı sahada. Yani topa Trabzonspor sahipmiş gibi gözükse de aklın sahibi Bursaspor’du. İlk 45 dakikada biri soldan, 4’ü sağdan toplam 5 akın yaptılar. 3 orta geldi. 2 gol attılar. Aslında maçın ilk yarı özeti de buydu. Peşin peşin söyleyelim, Bursa takımı iyi olmasa da son derece akıllı oynadı. Haketti. Ve kazandı... Hem de anasının ak sütü gibi helalinden.
Hüsranla sonuçlandı
Trabzon ne yaptı? Rakibin kendi ceza alanı önünde kalabalık savunma yapması, bordo mavilileri yüksek topa zorlaması ve Karadeniz ekibinin bu tuzağa düşmesiydi yaşananın bir başka açıdan özeti. Ziya Doğan’ın son 11 dakikayı Cem-Ersen-Umut üçlüsüyle oynaması da çare olmadı. Topu Gökdeniz ve Musampa’yla kanatlardan iyi ve etkili kullanmak yerine yine cepheden yüksek toplarla "serseri gol" aradılar. Ama bulamadılar. Yapabildikleri tek şey Umut’un şık şutuyla gelen tek gol idi. Trabzon takımı kendisine saldırmayan, iyi savunma yapan ve çabuk çıkan takımlara karşı zaten var olan sıkıntısını bir kez daha yaşadı. Trabzonspor’un "sıkıntıdan kurtuluş" maçı olarak gördüğü bu karşılaşma da hüsranla sonuçlandı.
Hakem Vedat Yüksel kararlarıyla Bursa tribünlerinin tepkisini çekerken, sonuca yönelik olmasa da kaygı verici hatalar yaptı. Geçen hafta biz tribünden Ufukhan’ın Uğur Boral’a savurduğu baltayı kaçırmıştık. Dün akşam Vedat Yüksel saha içinde Frasineau’nun Hasan’ın göğsüne inen kazmasını da göremedi. Zaten bunu hissetse Rumen kıpkırmızı olurdu.
Trabzonspor hüsran dizisinin 7. bölümünü de Bursa’da çekti. Bu gidişle bu trajik dizi sezon sonuna kadar sürecek.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2006
TOPLAMI 3 otobüs idi.. Yani 160-170 kişi.. <br><br>Zaten maça geç alındılar, bir de 200 polisin arasında.. Bu kadar emniyet görevlisinin yakın denetim ve gözetiminde ceplerine taş koyacak zamanları mı vardı? Elbette "hayır?"
Peki nereden bulup, attılar taşı? Tribünden kendilerine gelenlerden...
Yani içerden dışarı atılanları, geri yolladılar.
Sonra.. Maç başladı, içerde başladı kavga gürültü..
10 bin Sakaryalıya karşı 180 Ankaralı. Ne güç dengesi ama..
Öfkelerini yenemeyip, hızlarını alamadılar, koltukları da kırıp sahaya attılar.. Doğru muydu, elbette hiç değil. Yakıştı mı, tabi ki hayır..
Kavga, gürültü, patırdı.. Sebebi ne olursa olsun yanlıştı..
Peki sonuç ne oldu?
Ankaragücü’nün sahası bir maç kapatıldı; Sakaryaspor 11 bin YTL ile kurtuldu.
BU cezalar adaletli miydi? Elbette hiç değil.
Tepkisizliği benimsemiş, suskun Türk toplumunda bu çifte standarda kimsenin sesi çıkmıyor.. Çünkü maç için Ankaragücü’ne büyük hasılat yapacağı İzmir Atatürk Stadı uygun görülmüş.. Ankaragücü tribünlerinin baskısından kurtulan Fenerbahçe’de hayatından memnun..
Yani alan memnun, veren de..
"Mutlak itaat ve uyum" içinde olmak ne faydalı değil mi?
İyiler mutlaka kazanır
İKİ fotoğraf vardı önümde.. Biri, takımına çok önemli anda önemli şeyler anlattığı, elinden yüzünden belli bir basketbol antrenörünün görüntüsü diğeri de yedek bankosunun müthiş sevinci..
İlkini kendime sakladım, ikincisini Telekom haberinin tepesine yapıştırdık..
Kişisel olarak, takım sporlarında bir şeyin çok önemli olduğuna inanırım..
Futbol, basketbol, voleybol, hentbol ya da Amerikan futbolu hiç fark etmez; eğer "bir takımın kenardaki yedekleri sahadaki asilleri kadar seviniyorsa" o takım mutlaka kazanır..
Çünkü onlar iyilerdir.. İyi takımdır..
Unutmayın, iyiler mutlaka kazanır..
Vali’nin doğru saptaması
MALUM üçüncü yıla girdik, Trabzonspor yorumlama işinde..
Çok değil belki ama Ankara’da yaşayıp, her hafta sonunu Trabzon ile değerlendirmek de az yorucu değil..
Trabzon daha önce de birkaç kez yazdığım gibi çok ilginç bir kent.. Her şey futbol..
Oraya giren, kendisini bundan alamıyor..
Valisi bile..
Geçtiğimiz günlerde Fenerbahçe maçı sonrası, Vali Hüseyin Yavuzdemir’in kritiği vardı bir yerel gazetede.. Kuzey Ekspres yöneticileri, validen rica etmiş, o da kırmamıştı..
İyi de etmişti doğrusu..
Bir çok yöneticinin görmediğini yazıp, "Trabzonspor Fatih Tekke’yi aratmayacak bir santrfor bulmalı" demişti.. Ve eklemişti:
"Seyirci, tepkisinde haklı..."
Saint Petersburg Zenith takımına, "nasıl ve neden gittiği" hala tartışmalı olan Fatih Tekke’nin yeri kolay dolmazdı elbette.. Ama ikame edilmesi de gerekli idi..
Bunu gazeteci, eski yönetici, sokaktaki insan değil devletin koca valisi söylüyordu. "Bu takım, savaşmasını öğrenmeli" diye yol gösteriyordu..
Haklıydı vali.. Hem de çok..
Açılan dosya
SAMSUNSPOR eski başkanı Adnan Ölmez’in iddiaları ortalığı karıştırmıştı.. "Futbol Federasyonu ikinci başkanı Mehmet Kemal Ünsal, bana şike teklif etti" iddiası için Futbol Federasyonu, araştırma komisyonu kurmuş, tarafları dinlemişti.
"Bir şey çıkmaz..." dedik, haklı çıktık..
Havanda su dövmenin, ne sonucu olacaktı ki..
Nihai kararı, "gerekli delillerin bulunamaması nedeniyle soruşturmaya gerek yoktur" olsa da komisyonun başkanı Yılmaz Tokatlı Paşa, "bana göre Adnan Ölmez’in iddiaları doğru.. Ama biz, kanaat değil, delillere göre karar vermek zorundaydık" dedi.. Çaresiz kaldıklarını ancak kanaat müessesinin yaşama geçirilmesi halinde, bu tür olayların sağlıklı sonuçlara ulaşabileceğini iddia etti.
Ve bu arada kapatılan dosya, Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından açıldı.
Federasyon Başkanı Haluk Ulusoy’un kaderine ilişkin resimlerin çizilmeye başladığı şu günlerde, çok önemli gelişmelere gebe bir ortamdayız..
Her demeç, her belge, her olay, taraflarca "koz-karşı koz" olarak düşünülüyor artık..
Hazırda başka dosyalar olduğu ve interaktif durumlarda açılacağı iddiaları seslendiriliyor.. Bu nedenle federasyonca kapatılan dosyanın, bakanın talimatıyla aniden açılması, şaşırtıcı değil.. Bu aşamadan sonra "Kanaat mi yoksa delil mi önemli" bunu göreceğiz..
Belki de, bu süreçte görüp yaşayacaklarımızdan sadece biri bu..
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2006
KARAR verecekti Trabzonspor oyuncusu... Ya tribünde o efsane kadronun resmedildiği pankartta yazılan gibi, "O zaman da fırtınaydı, şimdi de fırtına..." olacaktı ya da "Bir zamanlar fırtınaydı, şimdi meltem oldu" Dedirtecekti kendisine... Futbolcuların ve teknik adamların olması gereken maç, Fenerbahçeliler’in açıklaması ardından gelen Trabzon ve G.Saray tepkileriyle bir "hakem maçı" olup çıkmıştı... Spor kamuoyu, Ziya Doğan ve Zico’nun ne yapacağına değil, Bülent Demirlek’in ne çalacağına bakar olmuştu bu tantanayla...
Öylesine kadro sıkıntısı vardı ki, üçü cezalı 7 oyuncusu, zorunlu kadro dışı kalmıştı bordo mavili ekibin... Bu yoklukta sakatlıktan yeni çıkmış Ufukhan sağ bek, haftalardır kulübede unutulan sol bek Murat Ocak da stoper oynamak zorunda idi... Ersen’in burun zaafiyetinden yaşadığı yedeklik, takımın Umut’a yüksek top oynama yanlışıyla birleştiğinde ciddi bir hücum zaafına dönüşüyordu.
Ligde sıkıntı yaşayan Trabzon’un hem kadro hem de futbol halleri, hiç iç acıcı değildi..
İlk yarı "başa baş gidiyor" derken, Gökdeniz’in izlemekle yetinip, Ufukhan’ın da Deivid’i kaçırmasıyla süren hatalar zincirinde Appiah’ın vuruşuna saygı duruşu yapan savunma ve kaleci hatasıyla Fenerbahçe’nin golü geldi...
Umutsuz çırpınış
Gol sonrası umutsuz biçimde saldırdı Trabzon... Tıpkı, mahalle kavgasında dayak yiyeceğini bile bile 8-10 kişinin arasına dalan umutsuz bıçkın delikanlı gibi... Aslında Trabzon takımını, 5. dakikada dünyanın hiçbir yerinde örneği olmayan, maç içi havai fişek gösterisi bile ateşleyememişti. Ateş düştüğü yeri yakmaktan başka işe de yaramamıştı...
İlk yarıyı yenik ve silik geçen Trabzonspor ikinci bölüme hızlı ve hırslı başladı. Pabucun pahalı olduğu anlatılmıştı besbelli... Ve bu çaba Umut’un kafa golüyle mevyesini verdi. Gereksiz bir Ufukhan faulünü uzantısındaki serbest vuruşta, paylaşım yanlışının bedelini, yediği ikinci golle ödedi Karadeniz Fırtınası...
Aslında Fırtına gitmiş, Meltem başlamıştı.. Öyle ya, bu takımdaki kaç kişi, o posterdeki takımda forma giyebilirdi ki? Bülent Demirlek’in hata yapmama ve hedef olmama çabasıyla yaptığı sonuca etkili olmayan hatalar vardı. Çok kibardı Fenerbahçeli oyunculara karşı... Kart göstermemek için nezaketten kırılmak üzereyken maç bitti. "Albayrak istifa" sesleri arasında...
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2006
TEMMUZ 2004’te bir basın toplantısında medya mensuplarını suçlama ve tehdit etme gafletinde bulunmuş, anında cevabını almıştı, kendi kulübünün çatısı altında.. "Yalancılık, terbiyesizlik ve seviyesizlik" suçlaması, o toplantıda 10 katıyla çarpılıp, tarafımdan kendisine iade edilmişti..
Konuşmanın sonunda açık seçik bir tehdit de gelmişti:
"Sana bu yazıları yazdırmazlar.."
Cevabını orada vermiştik:
"Hadi engelle de, görelim gücünü..."
O gündür bu gündür, yakındığı, "yalan dediği doğruların" binbeşyüz türünü yazdık çizdik, yapabildiği tek şey "okumak" oldu..
Yine 2004 yılının bir ekim akşamında Ankaraspor yenilgisi sonrası, Özgür Şahiner’in "tribünlerin Aydın istifa diye tepkisine ne diyorsunuz sayın başkan?" sorusuna "git onu şerefsiz şefine sor..." diye yanıtladı.
Özgür’ün şefi elbette Meriç Enercan olduğundan, mesajın adresi açıktı..
Görüntülere geçen bu abartılı ve çirkin tepkinin yayınını engellemek için, tüm yayın kuruluşları ve ajansları arayarak rica edip, kasetleri toplamaya çalıştılar.. Kolleksiyon için değil, "yayın yoluyla hakaretin" TCK’daki cezası daha ağır olduğundan..
Bir de "Böyle bir olay olmadı..." diye delilleri yok etmek ve işin içinden sıyrılabilmek için..
Onlar kaset ararken, biz kasetle mahkemeye başvurmuştuk..
İki yıl boyunca haberli ya da habersiz onlarca kişi araya girdi, "vazgeç şu davadan, affet şunu..." diye..
Ne vazgeçtik ne de affettik..
O gün bugündür Türk Adliyesi’nin iki mahkemesi, Ankaragücü Başkanı Cemal Aydın’ın soyunduğu, "şeref eksperliği" işiyle uğraşıyor..
Yalan uzmanlığı
İŞTE o eksper, son günlerde yeni bir uzmanlık alanına giriş yaptı.. Gazetelerde çıkan haberlerin yalan olup olmadığı, artık bu şahsın uzmanlık alanına giriyor!
Atilla Türker’in Kulüpler Birliği toplantısı sonrası, gerekli dersi herkesin ortasında, üstelik yüzüne karşı verdiği "yalan uzmanı" Cemal Aydın, haberin doğruluğunun tüm kulüp başkanlarının "suskunluğu ile onaylanması" üzerine yapacağı başka birşeyin kalmadığını anlamış ve herkesten önce terketmiş salonu..
Herşeye "yalan" demek, işine gelmeyen herşeyi inkar etmek, "yanıltma haberler" çıkarıyla örtüştüğünde ses çıkarmamak, onun tarzı..
Ankaraspor Onursal Başkanı Melih Gökçek’in yaptığı suçlamalara cevap verememek, kendisine ağır suçlamalar yönelten eski Başkan Şükrü Deniz’i üyelikten atmak, eylemlerine ilişkin ciddi ithamlarda bulunan eski futbolcular Melih Atacan, Mehmet Soykök ve Erhan Çağlayan’ı sadece dinlemekle yetinmek..
Ankaragücü’nün hesaplarına yapılan Maliye Müfettişleri incelemesinde kesilen 6.4 trilyon liralık "usülsüzlük cezasına" neden olmak ve cezayı uzlaşma komisyonunda indirttirip, taksitlendirmekle övünmek..
Yapabildiği tek şey bu..
Ankaragücü’nü kötü yönetmek, çevresine negatif enerji yaymak, herkesle kavga etmek, kendisini herkesten üstün, akıllı ve hep haklı görmek, çevresinde hep hatalı birilerini bulmak..
Yani herkes yanlış, sadece o doğru..
Çevresindeki herkesi, bağırıp, çağırarak sindirmek, bir başka uzmanlık alanı..
Unutulmamalı ki, her zaman evdeki hesap, çarşıya uymaz.. Karşındakiler de her zaman susup oturmaz.. Günün birinde adamın biri çıkar, ağzının payını verir, oturtur..
Tıpkı Atilla Türker’in yaptığı gibi..
Tek bir destek bulamaz çevresinde..
Tıpkı oradaki 16 kulüp başkanının yaptığı gibi..
Yalan uzmanlığı da eline yüzüne bulaşır...
Yazının Devamını Oku