Paylaş
Vaktiyle, hepimiz birer “gelişmekte olan küçük çocuklar ve genç” iken, insanlığın tarihini, gelişimini, değişimini, davranışlarını öğrenmemiz tam da bu nedenle çok önemliydi.
“Hangi savaş, ne zaman oldu, sonucu neydi?”den öteye gidemeyen türde ezberci anlayışla tarih öğreten, psikoloji ve sosyoloji gibi derslerin öğrencilerdeki algısını “kolay ders” olmasını sağlayan bir sistem içinde bunun bilincine erken yaşta varamadık elbette.
Üniversitede bu alanlara yönelmeyenler, çevresini ve kendisini anlamak konusunda hep geride kaldı.
Bir insanın kafasının neye çalıştığını bulmaktan, hayatı anlatmaktan aciz bir eğitim sistemi, insanını “insan” olarak bir adım öteye götürecek becerileri
kazandırmaktan yoksundu.
Neyi neden yaptığını bilmeyen, neye niçin inandığı konusunda fikri olmayan nesiller yetişti bu sayede.
Ben de o çırpınan nesle dahildim. İlk gençlik yılları sancılı geçen diğer 20’liklerle birlikte “Ben niçin mutlu değilim?” diye soruyor, yanıtını da hep yanlış yerlerde arıyordum.
Hayatı bilmiyordum çünkü. Nereden başlayacağımı da bilemiyordum. Çevremi, kendimi anlayamıyordum, geçmişte bana “öğretilenler” hayatı değerlendirmeme ve doğru kararlar vermeme yetmiyordu.
Bizim neslin ve bizden sonra gelenlerin bir eksiği varsa, insan doğasına düşman, doğru soruları sorma becerisini kazandırmayan bir öğrencilik hayatından geçmiş olmaları. Bizi biz yapan, daha doğrusu insanı insan yapan meseleleri, insanların düşünme ve davranma biçimlerini, “insanlık tarihini” öğrenmemiş olmamız...
Hayata, kendimize, etrafımızda olan bitene dair ne biliyorsak, okuldan, yani insanı insan yapan özelliklerden bahsetmeyen torna tezgahından geçtikten sonra öğrendik. Öğrenmeye de devam ediyoruz.
Dünyayı, insanları, geçmişi ve bulunduğumuz zamanı anlamanın insanlığımızın temellerinden biri olabileceğinin farkına yavaş yavaş varıyoruz.
İçinde bulunduğumuz dünyayı üç aşağı beş yukarı anlamaya başladığımızda ise, belki daha mutlu olmuyoruz ama en azından sebep-sonuç ilişkisi kurabilecek duruma gelebiliyoruz.
Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerinden, Milliyet ve Capital yazarı Fatoş Karahasan, “Neden Herkes Futbol ve Reklamdan Anlar” ve “Vasat Reklamdan Nasıl Kurtulunur” kitaplarından sonra dijital pazarlama üzerine bir kitap yazdı.
“Taşlar Yerinden Oynarken Dijital Pazarlama Kuralları” adını verdiği kitabına mesleği pazarlama olanlar belki başka bir açıdan bakabilir; ancak bana göre teknoloji ve internetle birlikte değişen dünyamızı ve insanını anlatıyor, günümüzdeki geldiğimiz vaziyeti özetliyor.
Bilgisayar programcılığının babalarından Alan Key “Siz doğduktan sonra gerçekleşmiş her şey sizin için yeni teknolojidir” demiş. Şu durumda neredeyse hayatın her alanında kolaylıkla yol-yön kaybetmek mümkün...
Alın, başucu kitabınız olsun.
Kısa kısa...
- Çok bilinen bir yanlış, sanal dünyayı gerçek dünyadan ayrı tutmaktır, halbuki “sanal dünya” ve “gerçek dünya” diye iki ayrı dünya yok.
- Dünyanın düzeni internetle birlikte tamamen değişti ama geçmişteki insanla bugünkü insan aynı. İnsan, ana karnındaki mutluluğa erişmek istiyor ve yetişkinler
bunu ancak diğer insanlarla bağ kurarak yapabiliyor. Bugün, teknoloji sayesinde bağ kurma yöntemleri değişti. Bugün sosyal medyayla yatıp kalkmamız da tam bu yüzden esasında. İnternet, “mutluluk” veriyor, çünkü “bağ kurmayı” sağlıyor...
- Televizyonu neden bu kadar ciddiye alıyoruz? Çünkü esasında beyin, televizyonda olanları gerçek algılıyor. “Ben olsam şiddet sahnelerini asla göstermem” diyor Karahasan. Bilhassa çocuklar, hayal mahsulü olan şiddetle gerçek olanın ayrımına varamıyor. Biz yetişkinler de tam olarak bu yüzden televizyonda izlediklerimizden, bir filmden, bir diziden ciddi anlamda psikolojik olarak etkileniyoruz.
Paylaş