“Hiçbir zaman entelektüel bir yazar olmadım”

Sıradan ve sakin bir kasabanın üzerine bir gün gökten bir “kubbe” düşerse ne olur? Düştüğü yerde ne varsa ikiye bölen, içinde bıraktıklarını hayattan soyutlayan... Dışarıdakilerin giremediği, içindekilerin çıkamadığı, hatta sesini bile duyuramadığı bir kubbe... Nereden geldi? Kim getirdi? İçinde kalanlar hayatlarını nasıl sürdürecek?

Haberin Devamı

Stephen King ve Steven Spielberg’in yapımcılığını üstlendiği, King’in aynı adlı romanından uyarlanan “Under the Dome”’un ilk bölümü, bir hafta önce Amerika’da yayınlandığında tam 13 milyon kişi tarafından izlenerek 1992 yılından beri en çok izlenen dizi prömiyeri payesini elde etti.

Dizide Mike Vogel, Dean Norris, Rachelle Lafevre ve Natalie Martinez başrollerde. Stephen King ve Steven Spielberg ile birlikte projeyi yürüten diğer yapımcılar Lost’un yapımcılarından Brian Vaughan ve dizide 6 yıl yapımcı ve yönetmen olarak yer alan Jack Bender. Diziden “Bu, yeni Lost değil” diye bahsediyorlar ancak dizinin anafikri, bunun yanı sıra ses ve görüntü efektleri ile benzeyen yönleri olduğu şüphe götürmüyor. Öte yandan Vaughan, “Eğer Lost ile karşılaştırılırsa, bundan ancak gurur duyabilirim” diyor...

Haberin Devamı

Dizi, Amerika sınırları içinde, Kaliforniya dışında en büyük set olma özelliği taşıyan, EUE/Screen Gems stüdyolarında çekiliyor. “Trivia” meraklıları, North Carolina eyaletinin Wilmington şehrinde bulunan bu stüdyoyu Dawson’s Creek ve One Tree Hill’in mekanı olarak da hatırlayacaktır...

Under the Dome, her ne kadar hayatına bir mini dizi olarak hayatına başlasa da, işin gidişatı şimdiden değişmiş durumda. Stephen King ve diğer yapımcılar, dizinin ilk sezon sonrasında devam edebilme ihtimali konusunda kapıyı açık bırakmış. Televizyon eleştirmenleri dizinin sezonlarca süreceğine kesin gözüyle bakıyor.

Dizi, her hafta FX kanalında, saat 20:30’da yayınlanıyor.

Under the Dome, Stephen King’in O (It)’dan sonra ikinci en uzun romanı.

Kitabın dizi versiyonunda, kimi belirgin değişiklikler var. Hem karakterlerin, hem de konunun diziyle birebir örtüşmediğinin altını çizmek şart.

İşte, sürprizleri kaçırmadan birkaç tüyo: Mesela, dizinin sonu, kitaptaki son ile aynı olmayacak, “kitabın sonunu biliyoruz” diyenler büyük bir sürprizle karşılaşacak... Bunun yanı sıra eklenen/çıkarılan karakterler söz konusu...

Geçen hafta Screen Gems stüdyolarında, en başta Stephen King olmak üzere, yapımcılar ve tüm oyuncularla buluştuk, diziyi konuştuk.

Haberin Devamı

İşte huzurlarınızda, Under the Dome’un yaratıcısı, projenin ilham kaynağı ve sahibi Stephen King...

 “Doğaüstü” kavramı ile olan ilişkinizi anlatır mısınız? Sizi sürekli doğaüstü konuları içeren hikayeler yazmaya iten şey nedir?

Bilmiyorum… Bu soruyu hiçbir zaman nasıl yanıtlayacağımı bilemedim. Çocukluğumdan beri doğaüstü hikayelere, gizeme ve gerilim-korku türüne ilgi duydum. Bana kalırsa kişisel olarak neye ilgi meyledeceğiniz, neye ilgi duyup duymayacağınız doğuştan gelen bir özellik. Mesela Nora Roberts’ın aşk ve romantizm hikayeleri anlatmak için içinde engellenemez bir arzu duyması... Veya Agatha Christie gibi yazarlar… Kitabının sonuna geldiğimde, bir anda, esasında hikaye boyunca katilin gözümün önünde olduğunu anlamamı sağlayacak kadar zekice hikaye kurgulayabilen bir yazara sadece hayranlık duyarım. İşte bunlar benim için sihir demek... Ben hiçbir zaman entelektüel bir yazar olmadım. Okurlarla olan ilişkim daha ziyade “görsel”. Kitaplarımın içinde üzerinde düşünmeye değer konular olduğunu umuyorum ancak bir kitabımı anlamak için iki kez okumanızı istemem. İlk defasında ödünüzü patlatmak isterim.

Haberin Devamı

Bir günde binlerce kelime yazdığınızı söylerler, öyle mi

Binlerce diyemem ama 1000 veya 1500 kelime arası yazıyorum.

 Yazarlık, tek kişilik iş. Ancak söz konusu kitabınızın televizyon veya sinema adaptasyonu olduğunda kendi fikirlerinizi başkalarının eline teslim ediyorsunuz. Rahat mısınız bu konuda?

 Eğer işleri zora koşarsanız, her şey siz yapmaya kalkışırsanız, birincisi, iş yürümez ve ikincisi de ülser olursunuz! Ben kolay bir adamımdır. Küçükken annem “Stephen, eğer bir kız olsaydın sürekli hamile kalırdın” derdi. Bu sözünde doğruluk payı var.

 Peki ya ortaya kötü bir iş çıkarsa?

Bakın, size bir hikaye anlatayım... Postacı Kapıyı İki Kez Çalar ve Mildred Pierce’in yazarı James M. Cain hayatının son günlerini yaşarken, bir üniversite gazetesi için çalışan genç bir muhabir onunla röportaj yapmaya gelmiş… Genç muhabir röportaj boyunca filmlerin yazarın kitaplarını nasıl da mahvettiğini anlatıp dururken, Cain “Evlat, dur bir dakika” demiş. “Bak” demiş, rafta duran kitaplarını göstermiş. “Bak, tüm kitaplar arkamdaki raflarda duruyor.” Yani, esasında yazara ait tek iş var, o da mahvolmamış halde, rafta duruyor… İşin güzelliği de burada. Yazarın, kitap adaptasyonlarıyla olan bağını reddedebilme lüksü var… Eğer benim kitaplarıma dayanan yapımlar Shawshank Redemption veya Under the Dome gibi çok iyi kotarılmış olursa derim ki, “Evet, bu, benim çalışmam”. Eğer Dino (De Laurentiis, İtalyan film yönetmeni, 2010’de hayata gözlerini yumdu) aramızdayken yaptığı film, Silver Bullet gibi bir iş olduğunda, “Bu konuda söyleyebileceğim pek bir şey yok, sadece senaryosunu yazdım” diyebilirim. Ama mesela Firestarter gibi pek de iyi olmayan bir iş söz konusu olursa… “Bununla bir ilgim yok” diyebilirim. Böyle bir lüksüm var.

Haberin Devamı

 Kitaplarınızın adaptasyonları arasında sizi en çok memnun eden çalışma Shawshank Redemption mıydı?

 Sadece o değil, birçok yapım var. Misery, Stand by me, The Mist... Dee Wallace’ın başrolde olduğu Cujo… İşte... O harika, tek kelimeyle harika bir filmdi. ABC kanalı için Storm of the Century isminde bir mini-dizi yapmıştık, o da iyi bir işti. Dome’da çıkardıkları işten son derece memnunum. Dahası, projeye bir mini-dizi olarak başladık ancak sezon sonunda “devam” işaretini alırsak devam edebiliriz veya aksi söz konusu olursa bir mini dizi olarak son verebiliriz. Her iki durum da yeterince iyi.

 Roman yazarken bunun bir gün film ya da dizi olabileceği ihtimalini düşünerek kendinizi yönlendirdiğiniz oluyor mu, yoksa sadece içgüdülerinize dayanarak mı yazıyorsunuz?

Haberin Devamı

 Sadece yazdığım cümleyi düşünüyorum. O cümlenin olabilecek en “görsel” cümle olması için uğraşıyorum. Şu da bir gerçek: Filmler ve televizyonla büyüyen ilk nesildenim, dolayısıyla yazacağım her kelimeyi bir film karesi olarak görme eğilimine sahibim…

 “Kitaplarda giriş, gelişme, sonuç vardır. Dizilerde ise “gelişme, gelişme ve gelişme...”

 Bir kitabı diziye uyarlamanın zorlukları neler?

 Kitaplarda giriş, gelişme, sonuç vardır. Televizyonla; daha doğrusu bölümler halinde süren dizilerle ilgili sorun şu: Bir giriş, gelişme, gelişme, gelişme ve gelişme... Televizyon yöneticilerinin genelde cesur kararlar verip bir projeyi tadında bırakabildiklerini söyleyemem. İyi bir proje söz konusu olduğunda önlerine Noel hindisi konmuş gibi davranıyorlar. Noel hindisini Noel gecesi yersiniz. Ertesi gün hindili sandviç yersiniz. Ertesi günü hindili salata. Ertesi gün hindi çorbası. Bu böyle gider, en sonunda onu kemikleri kalana kadar tüketirsiniz. Söylemeye çalıştığım şu, ip incelip kopuncaya kadar diziyi sürdürme geleneği vardı. Şimdi ise işleri yürütenler cesur kararlar alıp “Suyunu çıkarmasak da olur” diyebiliyor.

 Peki, sizce Under the Dome kaç sezon sürmeli? İdeali nedir?

 Ne kadar ileri gidebilecekleri veya ne yapabilecekleri konusunda hiçbir fikrim yok ancak hem yazarlara, hem de diğer yapımcılara, konuyu nasıl toparlayacağımızı düşünür durumda olmamız gerektiğini söyledim. Benim gibi adamlar genelde şöyle yapar: Ben mağazanın müdürüyüm. Mağazanın içinden her zaman başka bir sürpriz çıkma ihtimali vardır. Ve eğer Under The Dome’u beğenirseniz, içinden başka hikayeler de çıkabilir. “11/22/63”te olduğu gibi… Kim bilir?

 “70’lerde bir öğretmendim, ne vaktim vardı ne de param”

 Under the Dome, doğaüstü öğeler içeren bir korku romanı –ve şimdi de dizisi- olmaktan öte bir toplum eleştirisi gibi görünüyor. Bu, kariyerinizin geldiği noktada yaptığınız bilinçli bir seçim mi yoksa korku türünden biraz uzaklaşmak, sizin için doğal bir dönüşüm mü?

 Doğal mı değil mi bilmiyorum ama plansız olduğu kesin. Ben akşam ne yemek yiyeceğimi bile bilmem. Her ne kadar piyasaya çıkış tarihi 2009 olsa da Under the Dome gecikmiş bir roman. Romana dair ilk fikirler 70’lerdeki Petrol Kriziyle birlikte çıktı. Yokluk koşulları altında, bir depo benzine çaresizce inanılmaz bir fiyat ödüyorduk. Daha sonra Çernobil, kirlilik, küresel ısınma derken, insanlar ilk defa “Biz gezegenimize ne yapıyoruz?” diye sormaya başladılar. Ben de şöyle düşündüm: “Tüm bu insanları bir camdan kubbe altına koyun ve bakın neler oluyor…” Fakat o dönem bu romanı yazacak kaynaklarım yoktu.

 Ne açıdan kaynağınız yoktu?

 Bir okulda öğretmendim ve ne param vardı ne de zamanım. Ciddiyim, hafta sonlarımı yazı yazmaya ayırmak zorundaydım, araştırma yapacak vaktim yoktu. Yıllar sonra bu imkanı bulduğumda yaptığım ilk iş Fizik alanında asistanlık yapan Russ Dorr adında bir adama para verip benim için iklim değişiklikleri ve buna benzer konularla ilgili araştırma yapmasını istemek oldu.

 Kitapta konu ettiğiniz hikayeyle ilgili ilk ne düşündünüz? Kubbenin altında canlandırdığınız ilk sahne neydi?

 Kitabı yazmaya ilk başladığımda –dizide 5. bölümde de göreceksiniz- gözümün önüne şöyle sahne geldi: yolda birbirleriyle, sevdikleriyle konuşmaya çalışan insanlar… Aralarında görünmez bir bariyer var ve ellerini kaldırmış, birbirlerine dokunmaya, seslerini duymaya çalışıyorlar. Aralarında milimetreler var fakat birbirlerine ulaşamıyorlar. İşte, bunu mutlaka yazmam gerektiğini düşündüm…

Bugüne kadar birçok kitabınızda sıradan insanları sıradışı ortamlara koyup duygusal ve davranışsal değişimlerini aktardınız. Bu hikayeleri nasıl kurguluyorsunuz? Mesela hikayenin nasıl biteceğini en baştan planlıyor musunuz?

 Yazar John Irving’i tanırım, iyi adamdır. Fakat der ki, “Bir kitap yazmaya başladığımda ilk olarak son cümlesini yazarım…” Bunu ilk duyduğumda aklından zoru olduğunu düşünmüştüm. Çocukken annem Agatha Christie romanları okurdu, ne zaman eline yeni bir kitap alsa önce kitabın son sayfasına bakardı. “Anne, n’apıyorsun?” diye sorduğumda “Önce katili bileyim ki, kim nasıl yalan söylüyor, bunu görebileyim” derdi. İşte, bence tüm bunlar bütün süreci mahvediyor. Ben roman yazarken durumun kendisiyle başlarım ve karakterin durumdan ötürü kendi kendini geliştirmesine izin veririm. Bunu sondan başa düşünmem. Under the Dome’u nihayet yazmaya karar verdiğimde de hikayedeki karakterlerin tamamen kendi kendilerine değişmeleri ve gelişmeleri gerektiğini düşündüm. Yazarken, bir sonraki adımım dikkatli olmak. Mesaj verme kaygısıyla esas söylemeniz gerekenleri mahvedebilirsiniz. Mesaj vermek zorunda değilsiniz. Ben, insanların eğlenmesini istiyorum. Under the Dome’da da, kendilerini o kubbenin altında hayal etmelerini, o atmosferi soluyabilmelerini istedim.

 “Sınırları belli bir ortama hapsolan insanların değişimi” deyince akıllara William Golding’in Sineklerin Tanrısı geliyor, en sevdiğiniz kitaplardan biriymiş, doğru mu?

 O kitabı çok severim, doğru.

 Bu kitapla Lost’un benzerlikleri hep konuşuldu. “Sınırlı ortamda insan davranışı” ekranda kotarılması zor bir iş olabilirdi ama dizi büyük bir başarı kazandı, bu başarı, Under the Dome’u ekrana taşımak konusunda size ilham verdi mi?

 Lost da az önce anlattığım biçimde, ama televizyonda, atmosferi izleyiciye yaşatabilen bir diziydi, izleyici kendini orada, adada hissedebiliyordu. Dahası, şunu diyordu: “Tamam, bir işiniz var. Her gün tampon tampona trafikle boğuşarak işten eve geliyorsunuz. Ödemeniz gereken faturalarınız, yemek bekleyen çocuklarınız var… Sadece haftada bir defa hayallerinizde tüm bunlardan kendinizi soyutlayabilir, çok daha temel sorunların bulunduğu bir adaya gidebilirsiniz. Üstelik ada sakinleri oldukça iyi görünüyorlar…”

 Under the Dome’u hiçbir zaman bir film olarak düşünmediğinizi okudum. Neden?

 Doğru, Dome’u hiçbir zaman bir film olarak düşünmedim. Çünkü çok katmanlı bir roman, çok fazla karakter var, çok fazla ikincil hikaye var. Temel olarak bütün bir kasabanın geçirdiği değişime şahit oluyoruz. Bu, tek atışta anlatılabilecek bir hikaye değil.

The Simpsons’ın sinema filmi versiyonunda Springfield’ın üzerinde de bir kubbe vardı… Bu benzerlik için ne diyorsunuz?

 O filmi hiç izlemedim. İnsanlar bana “Bunu Simpsons’ta zaten yaptılar” dediklerinde şok geçirdim, beni gafil avladılar ama hemen ardından şunu düşündüm: “Kitabı o filmden önce yazdığıma memnunum...”

 Yazdığınız karakterlerin nasıl görüneceğine dair bir fikriniz var mıydı? Oyuncu seçimleri bu anlamda sizi tatmin etti mi?

Aslına bakarsanız karakterlerin fiziksel olarak nasıl görünecekleri konusunda aklımda net bir fikir yoktu. Emin olduğum tek kişi Big Jim Rennie idi çünkü onu Dick Cheney’i düşünerek yazdım. Yapımcılar Big Jim için Dean Norris’i (oyuncu, Breaking Bad) seçti, bu benim için de mükemmel bir seçimdi. Kitapta Big Jim, hayata tek pencereden bakan bir adam. Kötü bir adam, kötü bir politikacı, dar görüşlü, otoriter ve Dean, karaktere bu özellikleri tam anlamıyla vermeyi başardı.

 Dick Cheney dediniz... Cheney tam olarak nasıl ilham verdi bu karaktere?

 Under the Dome için yıllar sonra nihayet masaya oturabildiğimde, Irak savaşı sürüyordu. Kitabı o dönemde, savaşın ağırlığını hissederken yazdım. Bush’un tavırları bana tehlikeli, aşırı agresif ve ancak boş bir kabadayının -ki biraz da öyleydi- takınabileceği türden tavırlar gibi geliyordu. Buradan yola çıkarak, kubbenin altında yaşanacakların, kendi dünyamızın küçük ölçekli bir örneği olacağını düşündüm. Neticede bu küçük mavi gezegende yaşıyoruz ve şimdilik bildiğimiz kadarıyla elimizde sadece bu var. Kubbe, atmosfer ve elimizdeki tüm kaynaklar bu kubbenin altında. Bu dünyayı alıp, bir kasabaya çevirdiğimi ve üzerinde yaşadığımız gezegenin mikrokozmosu olarak hayal ettim… Karizmatik, herkesin sevdiği, halk tarafından seçilmiş, aynı zamanda kurnaz bir politikacı da bu dünyanın bir parçası olurdu... Üstelik son derece mükemmel kurnazlıktaki bir pozisyonda, o bir “ikinci adam”; yani devletle ilgili büyük kararları esas veren kişi ama reddetme imkanı da var. Eğer her şey yolunda giderse, “Evet, hepsi benim kararımdı” diyebilir. Fakat işler yolunda gitmezse “Ben patron değilim, George W. Bush patron” diyebilir… Kitaptaki durum böyleydi, Big Jim ve esas adam Andy Sanders… Fakat dizide Andy Sanders yok.

Tabii mantık aynı, yine bir kubbenin altında, berbat kararlar veren bir politikacıyla birlikte yaşamak zorundasınız…

 

 

 

 

Yazarın Tüm Yazıları