Paylaş
“Sahip olmak istediklerine sahip olabilme gücü” değil mi? Daha doğrusu şöyle söyleyeyim, seni mutlu edebilecek kadarına sahip olabilme gücüne diyorduk “zenginlik” diye.
Fazlası mutsuz ediyordu...
Hatta sadece “mal” ile ölçülmüyordu...
Klişelerden girecek olursam (ama doğru) şöyle kavramlar vardı sahi: Gönül zenginliği mesela...
Sonra ne bileyim, ruh zenginliği...
* * *
Peki nelerden oluşuyordu bunlar?
Senden önce yaşadığın yerde, hatta hiç bilmediğin, görmediğin uzak ülkelerde neler olmuş, insanlar nasıl yaşamış da bugünlere gelmiş öğrenmek...
İnsanlığın, dünyanın tarihini bilmek...
İçine her şey girer; siyaset, ekonomi, bilim...
Biraz sanat, biraz müzik...
Zor da değil ha!
Tamam, bir alan üzerine yoğunlaşmadıkça “her şeyi” bilmek olanaksız ama meraklı bir ruhsan eğer dünya senin...
Bak ne diyorum, DÜNYA SENİN!
* * *
Neler mi yapabilirsin?
Sıfırdan başlayıp bir dili anadilinmiş gibi konuşacak hale gelebilirsin.
Bir mesleği sıfırdan öğrenip ondan para kazanabilirsin.
Hayatınla ilgili cesur bir karar verip yepyeni bir insan olabilirsin.
Dünyayı değiştirecek bir adım atabilirsin.
Peki ne yapmak lazım?
İstersen kitaplardan bir deniz yap, vur kulacını var gücünle...
İstersen aç bilgisayarını, sanal yollarla dünyanın istediğin bir yerine git.
Ne bileyim, bir üniversite bul, ne eğitimler veriyor bak işte...
“Open culture” denen bir hadise var... Artık dedem bile biliyor. Şehir, ülke değiştirmen gerekmiyor hayatını kökünden değiştirmek için.
Diyorum ya, dünya senin!
* * *
Başka bir yol da tercih edebilirsin.
İmkanların olsa da, ruhunu yontulmamış bırakabilir, hayatını “para” üzerinden okumayı tercih edebilirsin.
Çok, çok yükselebilirsin, saygın bir işadamı, hatta devlet adamı bile olabilirsin ama, ne bileyim, lisan bilmemeyi bir eksiklik gibi hissetmeyebilirsin.
Doğruyu bilsen bile “daha yüksek emeller uğruna” gerçekleri çarpıtmayı bir vicdan eksikliği olarak görmeyebilirsin.
O da bir tercih.
Ama sonra ne olur biliyor musun?
Giderek eskiden eksiklik olarak gördüklerini aklında normalleştirirsin.
Hatta normalleştirmek ne kelime, yüceltirsin... Eksikliğin gururun olur.
“Bir şeylerin” eksik olduğunu en derinde bir yerlerde bilirsin yine de... Birileri ondan bahsetti mi savunma mekanizman çalışır ya, eksikliklerini “gurur” yaptığını oradan anlayabilirsin...
Orada durmaktadır ve seni yönetmektedir esasında.
* * *
Eksiklik duygusunu ancak “onay” ile giderebilirsin. Birileri sana hep iltifat etmelidir, sevdiğini, beğendiğini, takdir ettiğini söylemelidir ki iyi hissedesin... “Onay”ın nasıl da tatlı bir ilaç olduğunu keşfedersin.
Sonra ne olur, biliyor musun...
Başkalarının kesintisiz onayının, kendinde gördüğün eksikliklere deva olduğunu fark ettikçe bağımlısı haline gelirsin.
“Daha fazla, daha fazla” dersin... Bu onayın sürmesi için akla hayale gelmeyen numaralar denersin...
“Güç hep bende kalsın, bu hep sürsün ki vaziyeti koruyayım” dersin... Güçlendikçe, zenginleştikçe, onaylandıkça sanırsın ki “Benim gördüğüm dünya, olması gereken, doğru dünya. Herkes onu yaşamalı”...
İstikrar dediğin şey ise, sadece para ile orantılı.
Koskoca dünya da senin aklındaki dünya ile sınırlı.
Birileri itiraz etti mi tahammül edemezsin. “Nasıl ya” dersin... “Nasıl benim dünyam yanlış olabilir?”
Gücün varsa, itiraz edeni ezersin.
* * *
Yontulmamış, “inceltilmemiş”, ruhlar, güçle tanıştığı zaman böyle olur işte.
“Kusuruna bakmayın” artık.
Paylaş