Paylaş
İsmail Ar, 14 yaşında iken, 17 Ağustos 1999’da yıkılan Yalova’da evlerinin enkazı altında kalıyor. Sporun içinde bir çocuk, hentbol, basketbol ve atletizmle uğraşmış, o dönem Yalovaspor’un altyapısında futbol oynuyormuş. “Engelli olduktan sonra içimdeki enerjiyi atamadım, büyük bir boşluğa düştüm” diyor.
Engelli basketbol takımının varlığından 2005 yılında tesadüfen haberdar olmuş. 2006’da Ümit Milli Takım’a seçilmiş ve ardından Galatasaray’a transfer olmuş.
Fikri Gündoğdu, “yaramaz bir çocuktum” diye başlıyor sözlerine. Memleketi Ordu’da, bir depoda oynarken, kuzeninin eline aldığı tüfeği yanlışlıkla ateşlemesi sonucu yürüyemez hale gelmiş. Saçmalar vücuduna dağılmış; tahribat öylesine büyükmüş ki, doktorların “Bırakın yürümeyi, oturamaz bile” dediğini anlatıyor. Saçmalar hâlâ yerlerinde duruyor, Fikri ise bir azim ve başarı abidesi olarak karşımızda...
“Hayatla inatlaşmam gerektiğini düşündüm” diyor: “Çocukluğumdan beri spor yapardım, futbolla birlikte büyüdüm, onsuz ne yapacağımı hayal bile edemedim, bu olaydan sonra bir süre karamsarlığa düştüm. Beni basketbol seçmeleri için zorla spor salonuna götürdüler. ‘Oynamak istemiyorum’ dedim. Elime bir top verdiler, ‘Potaya at’ dediler. Attım ve girdi. İşte, belki de kaderimin değiştiği an o andır. 6 ay sonra ilk Milli Takım kampına davet edildim. Kazadan önce futbolda hayal ettiğim şeyleri bir anda basketbolda yaşamaya başladım. O salona ağlayarak girmiştim, şimdi zorla girdiğim o salondan çıkmamak için ağlıyorum.”
ENGELLİ DEYİNCE TÜKETİCİ AKLA GELİYOR
Fikri, sözleriyle toplumun engelli algısını bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor. “Türkiye’de ‘engelli’ deyince akıllara ‘tüketici’ geliyor. Üreten değil, tüketen... Şimdi biri bana gelse, yüz kere ‘Sen tüketicisin’ dese, ben yatarım ve tüketirim. Sen bir insana o özgüveni vermezsen engelli ne yapsın?”
Tabii sorun bu kadar değil. Bu noktada, koç Sedat İncesu da sohbetimize katılıyor. “Medeniyetle birlikte gelen ‘Engelliye iyi davranma’ konusu bizde kötüye kullanılıyor. Kimisi engelli görmek istemiyor çalışma alanında, cezasını ödüyor. Kimisi de engelli evinde otursun, ona maaş ödensin ama işe gelmesin istiyor” diye başlıyor sözlerine.
Takım üyeleri bu tür tekliflerle karşılaşmış: “Esasında insanların bir engelliye yapabileceği en büyük kötülük bu. Biz toplum olarak engellilerin etrafına bir duvar örüyoruz, ‘Sen orada kal, ben senin yemeğini koyacağım, engelli maaşını vereceğim, dur orada’ diyoruz. O duvarın ötesine çıkması rahatsızlık veriyor.”
BİZDE İYİ SPORCU KAZARA ÇIKIYOR
Peki son yıllarda elde ettiğimiz başarının kaynağı nedir? “Tesadüfi başarı” çıkaran sistemimizde neler değişti, neler değişmedi?
İşte bu sorunun cevabı da İncesu’dan geliyor:
“Çin’de milyarlarca insan arasında sportif testlere katılmayan bir tane bile çocuk yok. ‘Süper yetenek’ 50 binde bir görülür. 50 binde bir Michael Jordan bulabilirsiniz; eğer o yetenekleri görebilecek eğitimli gözleriniz ve testleriniz varsa tabii... Sporda başarı beş senede yakalanır, sonra da dünyada isim olmaya başlarsınız. Çin bunu yaptı, çünkü bir yandan ‘Bu testlere katılmak zorundasınız’ diyen devlet gücü var, bir yandan da onları eğitecek ve hazırlayacak sistem... Bir sonraki olimpiyatlarda en tepeye oturacaklar, Amerika’yı geçecekler, zaten şimdiden ikinci sıraya yerleştiler. Bizde ise iyi sporcu kazara çıkıyor. Engelli olsun olmasın, her sporcu için geçerli bu. Sistem yok, bizde bir sporcu başarılı oluyor, devlet 5 trilyon ödül veriyor, halbuki o 5’in 1’ini sadece yetenek seçimine ayırsa, 200 bin kişi içinde 5 tane süper yetenek bulur ve başarıyı yakalarsınız. Bizde böyle bir yetenek bulma sistemi olmadığı için her şey tesadüfen ilerliyor.”
Bu anlamda, Garanti’nin 12 Dev Adam Basketbol Okulları’nı alkışlamak lazım. Devletin yapmadığını özel girişimler üstleniyor. İşte sistemi değiştiren de bu; özel girişimlerin varlığı...
Zira vaktiyle İncesu’nun da keşfi böyle bir okul sayesinde gerçekleşiyor. Efes, Bolu’ya geliyor, spor okulu açıyor ve 14 yaşında 2 metrelik bir genç yetenek olan Sedat İncesu’yu buluyor.
İncesu, yeteneği ortaya çıkardıktan sonra başarının beş senede geleceğini söylüyor. Haklı, zira örnekler karşımızda: Milli Takım da, Galatasaray da başarılı bir takım olarak beş senede ortaya çıktı.
Peki bu yetenekli gençler, tesadüfen tanıştıkları basketbol dünyasında, dünya devleriyle nasıl yarışıyorlar? Bunun cevabı çok çalışmakta gizli. İncesu sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bireysel ve takım antrenmanları toplam 6 saati buluyor. Aradaki farkı kapatmamız lazım. Mesela İsmail basketbola Türkiye’de ancak –o da tesadüfen- 19 yaşında başlıyor. Fakat İngiliz takımındaki bir çocuk, az önce anlattığım sistem sayesinde çocuk yaşta bu sporla tanışıyor. Biz bu arayı kapatmak için daha fazla antrenman yapmak zorundayız. Bilimsel, doğru ve çok çalışma ile oluyor bu iş, başka türlü değil.”
Bakın, İncesu “Basketbolda Türk Ekolü”nü nasıl tarif ediyor:
“Her ülke kendi ürettikleri gibi oynar, biz de İstanbul trafiği gibi oynuyoruz. Almanlar Mercedes gibi oynar mesela. İtalyanları da Maserati veya Ferrari gibi ‘gürültülü ve hızlı’ olarak düşünebilirsiniz. Biz savaşçıyız, deliyiz, duygusalız; bu özellikleri basketbol kuralları içine yerleştirdiğinizde, güzel geri dönüşler aldığınız bir sisteme dönüştürebilirsiniz. Türk olarak Almanlar gibi oynamak isterseniz darmadağın olursunuz. Veya basketbolu Amerikalılar gibi oynamak isterseniz yine olmaz. Biz kendi dezavantajlarımızı iyiye çevirmeye çalışıyoruz ve buradan bir ‘Türk ekolü’ ortaya çıkıyor.”
Ve son olarak ekliyor İncesu: “Üreten bir topluma dönüşebilmek için bu ekol tüm ülkeye lazım.”
Sözlerine katılmamak mümkün mü?
Paylaş