Paylaş
1979 yılında çekilmiş, komik, sevimli ve tatlı küçük Gülşah’ın hikayesini, dönemin İstanbul’unun ve Antalya’sının görüntüleri eşliğinde izlediğimiz, benim için dünyanın en güzel filmi.
Belki izlememişler vardır, kısaca anlatayım... Gülşah, kışları İstanbul’da, yazları ise Antalya’daki yazlıklarında babası, dedesi, aşçı ve uşaklarıyla birlikte yaşayan annesiz bir çocuktur. Neşeli, muzip ve zekidir ama bu özelliklerinin altındaki travmayı filmin ilerleyen dakikalarında anlayabiliriz ancak...
Gülşah, babasının getirdiği tüm dadıları aşçı, uşak ve dedesi ile bir olup akıl almaz bezdirme yöntemleriyle kovalamaktadır.
Bir gün öyle bir dadı gelir ki, (o da tahmin edeceğiniz üzere Hülya Koçyiğit) Gülşah, esas aradığının anne sevgisi olduğunu fark eder.
Yeni dadısını çok sevmiştir, rüyalarında onu annesi olarak görmektedir.
Bu esnada babasının evlenmek üzere olduğu kadın, dadıyı kıskanır, babadan habersiz onun işine son vererek İstanbul’a yollar.
Gülşah kahrolur ve derhal akıl almaz bir plan yapar. Dadısına kavuşmak için evden kaçacak, ta Antalya’dan İstanbul’a bir yolculuk yapacaktır.
Akıllı Gülşah, kamyon damperinden tutun trene, her türlü ulaşım imkanlarını kendini gizleyerek kullanmayı başarır ve çok yorgun ama sağ salim dadısının İstanbul’da ailesiyle yaşadığı eve ulaşır.
Anne sevgisi arayışındaki küçük bir kızın, güzel ve masum hikayesini anlatır bu film... Yüz kez izlesem (ki izlemişimdir) yine de bıkmam.
Bu filmi –kim bilir kaçıncı kez- yeniden şimdi izlediğimde ne düşündüm biliyor musunuz?
Bu film başka bir Türkiye’de çekilmiş. Bugün aynı konuyu işlemeye kalkan bir yönetmen olsa, böyle bir senaryo yazmaz, yazamaz. Çünkü bir çocuğun, kendi kendine Antalya’dan İstanbul’a gidecek hali olsa, başına neler geleceğini herhalde hepimiz biliyoruz.
Eskiden aydınlık ve ferah duygularla izlediğim filmi bu defa içim ezilerek izledim... “Ne kadar değişmişiz” diyerek...
Sadece son bir yıla bile o kadar çok korkunç taciz, tecavüz ve cinayet haberi sığdı ki artık “Bir çocuğun kaybolması, bir çocuğun kendi kendine seyahat etmesi” söz konusu olduğunda buraya yazamayacağım kadar korkunç görüntüler geliyor gözlerimin önüne.
İşte bu filmi de ilk defa böyle, “bugün olsa” hisleriyle, yaşadığım zamandan nefret ederek izledim.
1979 senesinde çekilmiş bu filmi, çocukluğumdan beri güzel duygularla seyretmiş, mutlu olmuşum, şimdi aynı filmi korkarak, endişelenerek izleyebiliyorum ancak. Filmi kare kare biliyorum, başını, sonunu, her şeyini ezberledim ama yine de “Ya yolda Gülşah’a bir şey olursa” diyorum.
Ya şoför, kamyonunun damperinde bulduktan sonra onu polise teslim etmezse?
Ya teslim ettiği polis güvenilir çıkmazsa?
Ya trende başına bir hâl gelirse? Ya vapurda? Ya sokakta tek başına yürürken?
Ya İstanbul’da dadısının evine giderken, onu tek başına gören iğrenç bir pedofil peşine takılırsa?
Ben de Beren Saat gibi çocukluğumdaki Türkiye’yi özlüyorum.
Herkesin birbirine saygı gösterdiği, güzel ahlakın kadının kolunda bacağında aranmadığı dönemleri...
Annemin ve sınıf arkadaşlarının eski bir fotoğrafı var. 1950’li yıllardaki bir 19 Mayıs kutlamasında, stadyumda resmi geçitteler. O zamanlar kimselerin garipsemediği, fakat bugün olsa bir hadsizin çıkıp yaygara koparacağı bir fotoğraf bu, çünkü resmi geçitte kızların üzerinde kısa etek var.
Bu fotoğraftaki Türkiye’ye hayretle baktığımı fark ediyorum...
Çocukların çocuk, kadınların insan gibi yaşayabildiği, “et parçası” olarak algılanmadığı dönemleri... Vapurdan inen kadınların giysilerinin devlet adamları tarafından incelenip, rahatsızlık vermediği zamanları...
Özlüyorum. Çok özlüyorum.
Paylaş