Paylaş
Her gün biraz daha başka bir gezegen gibi görünüyor gözüme o yüksek binalar.
Plaza hissiyatı, plaza dili, plaza ekseninde dönen hayatlar...
Ailenin, çocuğunun, eşinin, hatta kendinin bile daha az önemli olduğu, plaza denen o “güneş” etrafında dönen insanlar...
Uzak. Bir hayli uzak.
İyi mi? Benim için evet. Kimileri için plaza, ölüm demek çünkü.
İşini yapamaması, performans sağlayamaması demek.
Kimisi içinse plaza, tek verim alabildiği alanı yaratan mekan demek.
Dolayısıyla “plaza kötüdür” demek için yazmıyorum bunları.
Veya “Ofis dışında çalışıyor olmak dünyanın en güzel işidir” de demiyorum.
Herkesin ihtiyaçları, aklının çalışma biçimi, onu motive eden unsurlar, tercihleri farklı.
İnsan bir dünyanın içinde yer alırken, o dünyaya dair tarafsız, gerçek bir gözlem şansına sahip olmuyor, bakın bu bir gerçek.
En azından gerçek hislerini tartamıyor.
Plazanın içindeyken gördüğün her şey normal sanki. Ya da en azından senin için “kabul edilebilir sınırlar içinde” diyelim.
Kimi zaman kimi durumlardan hoşlanmıyorsun, tuhaf buluyorsun ama bir parçasısın, gördüklerini kabul ederek devam etmen lazım.
Ya içine atacaksın, ya biriyle paylaşacaksın, ya eve gidip yastıkları sıkacaksın ama bir biçimde idare edeceksin...
Bu dünyanın biraz dışına çıktığında ve uzun zaman iş dünyasına uzak kaldığında, bir saat bile olsa ilgisiz bir yerde plaza insanları içine karıştığın zaman kendini uzaylı gibi hissediyorsun.
Ve daha önce “sıradan bir iş ilişkisi hali” olarak algıladığın kimi durumlara şaşırır hale geldiğini fark ediyorsun.
Hem de ne şaşırmak. “Hayat bu mu be?” diyorsun o koca koca kadınların, adamların kendilerini düşürdükleri halleri görünce.
Kendi yöneticilerine karşı aşırı ilgili, adamın daha bir talebi olmadan etrafında fır dönenler mesela.
Aman Allah’ım, o nasıl bir hayat motivasyonudur?
Patronuna “onunla ilgilendiğini” belirtmek için, aslında cevabını hiç merak etmediği sorular sormak...
Özel işlerini o talep etmese de halletmek...
Yav bi’ dur! Bak sokakta hayat var, işten sonra evin var, ailen var, bir hayatın var.
Çok güzel kitaplar var, filmler var, dünyanın dört bir yanında kim bilir görmediğin nasıl yerler, nasıl hayatlar var... Bir düşünsene!
“İş” yapabilirsin, yanında kendi hayatını da yaşayabilirsin.
Ama yook, hayır efendim, o ne yapıyor? Patronu içkisini döktü mesela.
Eyvahlar olsun. Dökülen içki değil, Japonya’daki nükleer santral sızıntısı.
“Size bir şey oldu mu?” diye dünyanın en endişeli yüz ifadesiyle elinde peçete panikle koşuyor.
Yav, ne olacak? Ne koşuyorsun? İçki dökülmesinden ölen olmamış, senin patron da ölmeyecek. Sakin.
Eh, sen de arkasından bakakalıyorsun böyle “Vay be, ne hayatlar” diye...
Üstelik bu “işinde yükselmek isteyen genç arkadaş” hırsı da değil.
Bildiğin, kariyerli, 35’in üzerinde, yetişkin, unvanlı insanlar. Bir “iş” için bir araya geldikleri bir başkasına “sahip” muamelesi yapıyorlar.
Oysa “işini iyi yapmak” yeterli olmalıydı.
“İş” iş olarak kaldığında, sınırları olduğunda güzel.
Kendine ait bir dünyan, evde bambaşka bir hayatın, hobilerin, zevklerin, büyük bir keyifle yaptığın bir uğraşın olduğunda güzel.
Fakat iş, gözleri kör eden bir hırsa dönüştüğünde...
Koca koca kadınların, adamların kendilerini düşürdükleri halleri görünce... “Hayat bu mu be?” diyorsunuz.
Valla diyorsunuz.
Plaza hayatından kopunca, daha da çok diyorsunuz.
Paylaş